a I, 1. taacüp haykırması; 2. taaccüp veya memnuniyetsizlik edasiyle sual; 3. a dep: hemen, derhal; a dep algan kezinde: aldığı dakkada (alınca, hemen); a dep ele men keldim: ben birinci geldim, herkesten önce geldim; a degende bk. de.\n\n\nII= al II; a tügül: şu değil, o değil; yalnız şu değil; a beregi: işte şu.\n\n\nIII, (rabıt) a; a sen bolsoñ: sana gelince..; sen ise… aa bk. al II. aaçı = aarçı I, II. aalam a. dünya (alem). aalım a. es. 1. alim; 2. ilahiyatçı. aamıyat a. manalık; ehemmiyet; aamıyatı cok: ehemmiyeti yok. aar I= naar I.\n\n\nII= naar II. aarçı I= aarçuu. aarçı- II. temizlemek; adamakıllı temizlemek, temizleyip bitirmek. aarçıl- adamakıllı temizlenmiş, temizlenip bitmiş olmak. aarçış- hep beraber temizlemek, gereği gibi temizlemek, temizleyip bitirmek. aarçıt- et. aarçı II den. aarçu bet aarçu yahut bet aarçu cooluk: burun mendili (yahut onun yerini tutan bez, kusak v.s. gibi şeyler) .\n\n\nişs. aarçı I den. aarı 1. yabani arı; 2. (daha doğrusu orus aarı veya bal aarı) arı; 3. (daha doğrusu capan aarı) eşek arısı. aba I, 1. amca; 2. ihtiyarlara hitap tarzı; uluu-kiçüü abalar! folk: sayın ihtiyarlar!\n\n\nII, a. 1. hava; havai nesimi; aba ırayı bk. ıray; taze aba: temiz hava; 2. iklim; aba şarttarı: iklim şartları. abak r. (gauptvaxta) : hapis mahalli, hapishane; abakka tüş-: hapishaneye düşmek; abakka sal- veya abakka kal- : tevkif etmek, hapse atmak; şiş abk tar. ayrıca sıkı hapishane (işkenceli) . abal I, a.= obol; abaldan yahut abaltan: ötedenberi; eski zamanlardan beri.\n\n\nII, a. yahut (al-abal) vaziyet, halet; calbı abal: umumi durum; uruş abalı: harp vaziyeti; abalı caman: o, fena vaziyettedir. abala- havlayarak atılmak. abalak ordo oyununda vurulmuş (bk. ordo 3) (dağ koyununun boynuzundan yapılan dört köşeli tahtacık) ; abalak murun: basık burun (insan hakkında) . abalat- kışkırtmak (köpeği) . abalattır- et. abalat fiilinden. abalatuu kışkırtma (köpeği) . abalı = obol; eñ abalı: herşeyden önce. abalkı = obolku; abalkı zamanda: eski zamanlarda. aban = obon. abançı = obonçu. abandat- abandatıp süylö- : sesi uzatarak konuşmak. abans abansa, abansı, kon. = avans abat I, a. =nabat.\n\n\nII, f. 1. meskün; 2. mamür. abay ihtiyat, basiret; abay kıl= abayla. abayı kıymetli kumaşın adı; abayı köpçük: abayı kumaşından teğelti. abayla- dikkat etmek; ihtiyatlı, basiretli olmak, sakınmak; cılandan abaylap cür: yılandan sakın; köpüröödön abaylap öt: köprüden ihtiyatlıca geç. abaylat- ikaz etmek. abaylattır- ikaz ettirmek, basiretli, ihtiyatlı olmıya sevkeylemek (üçüncü şahıs vasıtasiyle) . abaysız apansızın; abaysız karmatıp saldı: ansızın kendisini kaptırıverdi; o, kendisini nasıl yakaldıklarını sezmedi. abcip 1. büyü, büyülem; 2.(halk inanına göre) büyülemeden hasıl olan hastalık. abcör çevik, çabuk hareketli; arzan körbö buruttu: azelden beri körbödüm mınday abcör curuttu folk: Kırgızlar hakkında ciddiyetsiz davranma: ben hiçbir zaman bu gibi çevik halk görmedim. abdan = abıdan. abdıra büyük tahta sandık, büyük sandık. abet r. öğle yemeği; abet ubakı: öğle yemeği zamanı; abetten kiyin: öğle yemeğinden sonra, öğleden sonra. abıdan f. büsbütün, tamamen, kamilen, pek, gayet; abıdan cakşı: pek iyi: abıdan maakul kişi: pek likayetli adam; abıdan biyik: pek yüksek. abıger p. abıger çektir- : gaile çıkmasına sebebiyet vermek, insanı uğraştıracak bir iş çıkarmak. abıgıy (destanda) amca (yaşça büyük olan erkeğe hitap tarzı) . abılgazı sabanın ağaç çivilerinden birinin adı. abır abır – şabır: hızlıca; çeviklikle; abır – şabır at toku folk. : çabucak atı eğerle. abırak I= arbak.\n\n\nII, (Rad.) nezaket. abıraktuu (Rad.) nezaketli; müsamahalı. abısın gelin, elti (öteki kardeşin veya akrabanın karısına nisbeten beriki kardeşin karısı) ; abısın – acın: akrabaların karıları birbirine nisbeten; abısınıñ bolso, künüm cok debe ats. : abısının varsa, rakibim yok deme. abışka ihtiyar. abıyır = abiyir. abiyençik abiyeççik, r. = kargay başı (bk. karagay) . abiyir f. 1. abru; vicdan; iyi nam; abayiri cok: hayasız, utanmaz; abiyiri tögüldü: rezil oldu; o, otoritesini kaybetti; abiyiri ayranday tögüldü veya abiyiri küldöy çaçıldı: o, rüsvai alem oldu; o, büsbütün lekelendi; abiyirimdi ketirdi: o, benim namusumu lekeledi; abiyir tab- : otorite kazanmak; abiyiribiz cabıldı: biz benliğimizi (şerefimizi) muhafaza ettik, biz rezaletten sakındık; abiyir emes munubuz folk: bu bizim için şeref değildir; 2. tevazu; haya; 3. mec. insanın cinsi uzuvları; abiyiriñdi cap: eteklerini indir. abiyirdüü iyilikle tanınmış, hayalı, mütavazi; abiyirdüü kişi: iyilikle tanınmış kimse, mütevazi adam. abiyirsiz hayasız; sefih. abiyirsizdik hayasızlık, sefahat. abonement r. abone. abort r. çocuk düşürme. aboz r. (arabalar katarı: M.) ; absolyut çındık: mutlak hakikat. absolyutizm r. absolutisme. abuyır (Rad.) = abiyir. abzats r. satırbaşı, bent. abzel I, a. en iyi, mükemmel.\n\n\nII, f. 1. koşum (takımı) ; 2. techizat; 3. (destanda) bir nevi top. aca büyük; <> degen (yahut deer) aca cok, <> degen koco cok ats.: susturan, bağıran, intizama bakan kimse yok (harfiyen: <> diyecek büyük yok, <> diyecek hoca yok) . acaan gazaplı; acılanan (köpek hakkında) ; acaan duşman: fena, amansız düşman. acal a. ölüm saati; acalı cetti: onun ölüm saati geldi. acalduu 1. fani, ölmeye mahküm (canlı varlıklar hakkında) ; 2. sonu yakın olan, ölüm saati gelen; acalduu kargaday kolgo tüştü ats. : <<şçi>> denilen çorbaya düşen tavuk gibi ele geçti (harfiyen: eceli gelmiş karga gibi ele geçti) . acalsız ölmez (canlı varlık hakkında) ; acalsız bende cok: ölmeyen kimse yoktur. acap a. acayip! ; acap emes: şaşılacak şey değil, bunda şaşılacak ne var! pek mümkün olan şey. acapsın- taaccübetmek. acar güzel yüz rengi; hoş, sevimli çehre, çehre sevimliliği; acarı ahiyiri bar kişi: hatırı sayılır, muhterem adam; acarı suuk: çirkin, suratsız. acardan- 1. taze, parlak,şen olmak (yüz hakkında) ; 2. iyi olmak; neşeli olmak. acardanış müş. acardan-dan. acardant- et. acardan-dan; enesi (yahut katını) erkek tuuganday betin acardantıp: anası (yahut karısı) erkek çocuk doğurmuş gibi, çehresine şenlik vererek; kabak acardant- : yüzünde sevinç izhar etmek. acardantuu işs. acardant-dan. acardanuu işs. acardan-dan. acarduu güzel (yüz hakkında) , çehresi sevimli. acarsız dermansız, gevşek. acarsızdık dermansızlık, gevşeklik. acat a. hacet, ihtiyaç, zaruret; acattan çık- : ihtiyaçtan çıkmak, kurtulmak; acattan kutkar- : ihtiyaçtan kurtarmak, ihtiyaç zamanında yardım etmek. acattık ihtiyaç, gereklilik. acattuu muhtaç. acayım = acayip. acayıp a. acayip; hayreti mucibolan; nadir bulunan acayıpkana a-f. es. müze. aces = öcör. acı I, a. hac (Mekkeyi ziyaret) .\n\n\nII, a. hacı (Mekkeyi ziyaret eden kimse) . acıdaar 1. ejderha; korkunç nesne; 2. timsah. acıkıyık dikkafalı; vurdumduymaz. acıkız hünsa (hermaphrodite) . acılda- 1. hiddetle homurdanmak; 2. sövereküzerine atılmak, sövmek; acıldap sülö- : yüksek sesle, açık ve çabuk söylemek. acıldaş- sövüşmek;çekişmek; hep beraber sövüp sayarak üzerine atılmak; acıldaşıp cakın keltirişpedi: onlar söverek üzerine atıldılar ve hatta (kendilerine) yaklaştırmadılar. acıldaşuu işs. acıldaş-tan. acıldat- et. acılda-dan; acıldatıp cür- : hızlı yürümek. acın abısın sözünün tekidir. acına a. 1. dev nevinden bir varlığın adıdır (ecinne-cinler. M.) ; 2. akıl hastalığın ismidir. acınala- 1. ayrılmak, ayrı düşmek; senden acıragım kelbeyt: senden ayrılmak istemiyorum; köpçülüktön acıragan: kütleden ayrılmış; 2. mahrum olmak; ukuktan acıradı: hukuktan mahrum oldu. acıralgısız ayrılmaz, koparılmaz; kommunister menen partiyada coktordun acıralgısız baylanışı: komünistlerin partisizlerle ayrılmaz bağlantısı. acıraş I, ayrılık; ayrılıp gitme; acıraş ayak: göçen kimsenin göçmeden bir gün önce verdiği ziyafet. acıraş- II, 1. müş. acıra-dan; 2. boşanmak; katını menen acıraştı: o, karısından boşandı. acıraşuu 1. ayrılıp gitme, ayrılık; 2. boşanma (karıkoca) . acırat- 1. ayırmak; ayrı düşürmek; kavga edenleri ayırmak; 2. mahrum etmek; erkinen acırat- : serbesliğinden mahrum etmek. acıratıl- mut. acırat-tan; erkinen acıratılgan: serbesliğinden mahrum edilen; şayloo ukugunan acıratılgan: seçim hukukundan mahrum edilmiş. acıratış I, 1. ayrı düşürme; 2. ayırdetme. acıratış- II, müş. acırat-tan. acırattır- ayırtmak, ayrı düşürtmek. acıratu 1. ayrı düşürme; kavga edenleri ayırma; 2. mahrum etme; erkinen acıratuu: serbesliğinden mahrum etme; şayloo ukugunan acıratuu: seçim hukukundan mahrum etme; 3. mat. tahvil, irca; tüpkü köböytüüçülörgö acıratuu: ilk madrubun fihlere tahvil. acıroo işs. acıra-dan. acıt aidiyet; görülecek iş; vasıf; acıtın ayırıp ber: bu işin künhüne var, bakalım. aç I, 1. aç; açmın yahut karnım aç:ben acım; açtan öl- :açlıktan ölmek; köp coylogon tülkü açtan ölöt ats. : çok yelen tilki açlıktan geberir; aç köz karş. açkarak: aç közdük: kıskançlık; haset; 2. açık (renk hakkında); aç kızıl: açık kırmızı.\n\n\nII, aç bedel: kimsenin yaşamadığı, ıssız dağ geçidi; aç bedel kuu coldo öl! söv. : ıssız dağ geçidinde, kurak yolda mahvol!; aç talaa: çöl; aç aybalta: keskin savaş baltası; aç buudan (at lağabı) : yorulmaz yürük at; aç kıyırık, feryat; aç bilek: ince bilek; aç bolot:keskin kılıç.\n\n\nIII, açmak; kilitlenmiş şeyi açmak;bir şeyin kapağını almak;meydana çıkarmak; eşik aç- :kapıyı açmak; köñül aç- : gönülü ferahlandırmak; ferahlamak; uyku aç- 1)uykuyu defetmek, 2) uykusunu almak; ooz aç bk. ooz 1. bet aç bk. bet 2. aç- IV, acıkmak; arıp-açıp bk. arı III. aça 1. yahut eki aça: birşeyin çatallandığı yer; ikiye ayrılmış; eki aça oy bar: iki türlü fikir vardır; 2. kupa (iskambil kağıdı) , açanın tuzu: kupanın birlisi. açakey açakay, bir nesnenin çatallaştığı yer; ikiye ayrılmış. açar = naçar. açarçılık açlık, açlık çağı. aççılık açlık, kıtlık, kıtlık günleri. açekey = açakey. açendik kon. = naçalnik; açendik miliyse: milis amiri. açeyke kon. = yaçeyka. açı- 1. ekşimek, tahammür etmek; acılanmak; kımız açıdı: kımız ekşidi; 2. ağrı hissetmek; balaga booru açıdı: çocuğa acıdı. açık I, açık: kapı açıktır; kün açık: gün açık, hava açık; kabağı açık bk. kabak I; açık cigit: temiz kalpli, dürüst delikanlı; içi dışı bir olan çocuk; açık ayt- : açık söylemek, doğru söylemek, közü açık kişi: zeki adam; açık ooz: geveze; açık oozduk: gevezelik;açık- ayrım bk. ayrım.\n\n\nII= acuu 1. açık- III, acıkmak. açıktık açıklık;köz açıktık: zeka; açık görme açıl- 1. açılmak; bir şeyin kapağı alınmak; eşik açıldı: kapı açıldı; konferentsiya bügün açılat: konferans bugün açılıyor; gül açıldı: çiçek açıldı; kün açıldı: hava açıldı; köönüm açıldı: gönlüm açıldı, şenlendim, ferahladım; 2. meydana çıkmak; sırrı açıldı: sırrı meydana çıktı, onun bütün gizli tarafları açığa vuruldu. açılekey bk. cumekey. açılıñkı hafifçe açılmış; kabagı açılıñkı: keyifli, neşeli bir haldedir. açılış I, açılış; konferentsiyanın açılışı: konferansın açılışı. açılış- II, hep beraber açılmak. açılt et. açıl-dan; oozun açıltıp: ağzını açarak. açıluu I= açuuluu.\n\n\nII, işs. açıl-dan. açın- I, mut. aç. III ten; kökürögün açınıp: (o) göğsünü açarak.\n\n\nII,üzücü ağrı veya keder hissetmek; alardın booru açındı: onlar acıdılar, onlar merhamet hissettiler. açır- I, et. aç III ten; eşik açır- : kapı açmıya müsaade veya icbar etmek. açır II, et. aç IV ten; kardıñdı açırba: karnını açıktırma. açırkan = açuurkan. açış I, açma.\n\n\nII, tahammür etme (mesela, kımız), ekşime. açış- III, üzücü, yakıcı ağrı hissetmek;cürögüm tuz cegendey açışat: kalbimde şiddetli sıkıntı vardır. açıştır- yakıcı ağrıyı mucibolmak; aşındırmak; tuz caramdı açıştırat: tuz yaramı aşındırıyor, yiyiyor. açıştıruu işs. açıştır-dan. açıt- I, ekşitmek, tahammur ettirmek; açıktan boorsok; bk. boorsok. açıt II, yakıcı ağrı vermek, acıtmak. açıtkı maya. açıtkıç tahammür vermek kabiliyetinde olan nesne. açıtuu I, tahammür ettirme; çöp açıtuu: tahammür eden hayvan yemini sarponda saklamak. açka açlık, aç; açka bol- : aç olamk, açlığa katlanmak; açka koy- : aç bırakmak; acıkmaya mecbur eylemek; açka cürgönçö, ayranga talkan salıp içken artık ats. : aç gezmektense, ayrana kavut katıp içmek yeğdir (bk. ayran II) ; kursağım açka: ben açım. açkalık açlık kıtlık; açkalık carıya kıldı: o, açlık grevi ilan etti. açkarak obur, doymaz. açkaraktık oburluk; hırs. açkıç maymuncuk, anahtar. açkıl- ekşimtrak; ekşi tadı veren; açkıl çarma: kavuttan veya undan yapılmış ekşi cıvık aş. açtık açlık. açtır- et. aç III ten. açtıruu işs. açtır fiilinden. açuu I,1. acı; ekşi, ekşilik, acılık, 2. yakıcı, aşındırıcı, ekkal; ağrı veren; 3. hiddet, öfke; ittin açuusu kuyrugunan bilinet; attın açuusu kulagınan bilinet ats.: köpeğin kızması kuyruğundan bilinir; atın kızması kulağından bilinir, açuu al- yahut açuu çıkar- : hıncını almak; açuusun itten aldı: hıncını köpekten aldı; bir colku açuuñdu ber: bu sefer affet; açuuñuzdu surap kaldık: kızmamanızı diliyoruz; sizden hiddetinizi merhamete çevirmenizi rica ediyoruz; açuusu keldi: o kızdı, hiddetlendi; açuu kıl- = açuulan = açuuña tiyip koydumbu? : ben seni kızdırdım mı? açuusu caman: hiddetli, çabuk kızan.\n\n\nII, ekşime, tahammür etme.\n\n\nIII, 1. açma, kilitlenmiş şeyi açma; 2. aydınlatma, ifşa etme; ayıbın açuu: suçu aydınlatma, ifşa etme. açuulan- 1. hiddetlenmek, kızmak, öfkelenmek; 2. sövmek; haşlamak; aga açuulanıp koy: haşlasana şunu! açuulanış- müş. açuulan-dan. açuulant- kızdırmak, hiddetlendirmek. açuulanuu işs. açuulan-dan. açuuluu öfkeli, kızmış, hiddetli, gazaplı, çabuk kızan; açuuluu duşman: fena düşman. açuurkan- gereğinden fazla ekşi veya acı nesne kullandıkta nahoş bir hisse tutulmak; ekşiyi veya acıyı sevmemek; caşbala kımızdı açuurkanıp içpeyt: ekşi tadını sevmediğinden, küçük çocuk kımız içmiyor. açuurkant- et. açuurkan-dan; balanı kımız berip açuurkantpa: çocuğa kımız verme, onun karnını ekşi şeylerle doldurma. açuurkantuu işs. açuurkant-tan. açuurkanuu işs. açuurkan-dan. ada a. uç, nihayet; kemal; ada bol- : bitmek,sonuna ermek; ada kıl- : bitirmek, sonuna erdirmek. adabat a. düşmanlık (adavet ? M.) . adabattuu muhasım (düşmalık besleyen) adabiy a. edebi; adabiy til: edebi dil. adabiyat a. edebiyat. adabiyatçı edebiyatçı, edip. adabiyatçıl edebiyat meraklısı. adabiyatçılık edebiyatla uğraşma veya edebiyata kapılma. adal a. 1. temiz (şeriat tarafından müsaade edilen), eşektin küçü adal, sütü aram ats. : eşeğin gücü helal, sütü ise haram; koy adal öldü:koyun dinimerasimle öldü (kesildi) ; adal malım:namusluca kazaöılan hayvanlarım; kolumda bir uy, bir torpokton başka adaldan tügüm cok: elimde bir inekten ve bir buzağıdan başka hiçbir hayvanım yoktur. adalda- helallığa riayet etme (şeriatın istekleri hususunda) ; koydu adaldap keldi: koyunu dini merasime riayet ederek kesti. adaldoo işs. adalda’dan. adalduu = adal 2. adalsın- sofuluk taslamak; adalsıngan moldonun üyünön ceti kamandın başı çıgıptır ats. : sofuluk taslayan hocanın evinden yedi tane yabani domuzun başı çıkmış. adalsınuu işs. adalsın-dan. adam I, a. insan ; adam balası: insan dünyası (beşeriyet) ; insan; adam kıl- : adam etmek; mınday kılsañ adam bolboysuñ: böyle yaparsan adam olmazsın.\n\n\nII, taaccüp haykırması (adet olduğu üzere kadınlar tarafından kullanılır) ; adam, bizçe süylöp olturbaysıñbı! : vay, sen bizim gibi konuşuyorsun ya! adamçılık inssani vasıflar (insan has olan bütün şeyler) . adamdık = adamçılık. adamgerçilik a-f-k. insanlık, insaniyet. adamgerçiliksizdik insaniyetsizlik. adamgerçiliktüü insanca, insaniyetli. adamsat = adamzat. adamsın- kendisini adam saymak; kendisinin başkalarından aşağı olmadığı fikrini beslemek. adamsınt- et. adamsın-dan; balañdı adamsıntıp koy: çocuğuna çeki düzen ver (harfiyen: insan kılığı ver) . adamsınuu işs. adamsın-dan. adamsıt- adam saymak. adamsıtuu işs. adamsıt-tan. adamzat a. insani varlık, insan; insanlar, beşeriyet; adamzat koomu: insan cemiyeti; toonu, taştı, suu buzat, adamzattı söz buzat ats. : dağları, taşları, su tahrip ediyor, insanları ise söz (yalan, bühtan) bozuyor. adaş- yolu şaşırmak,,yanılmak; coldon adaştım: yolu şaşırdım; akıllınan adaştı: pusulayı şaşırdı; başım adaştı: sersemleştim,şaşaladım. adaşçaak daima şaşmalara ve yanılmalara müstaiy olan. adaştır- delalete düşürmek, şaşırtmak. adaştıruu işs. adaştır-dan. adaşuu yolu şaşırma, hata yapma, yanlış iş görme. adat a. adet, itiyat, an’ane; adat adat emes, cön – adat ats. (sade) adet –adet değil, makul olan şey adettir; adat oorusu: mutat hastalık; adat ayda bk. ayda, adatınday yahut adatınca: mutat olduğu üzere, bermutat. adattan- itiyat etmek; erte turup adattandım: erken kalkmayı itiyat ettim. adattandır- itiyat ettirmek. adattandıruu işs. adattandır-dan. adattanuu işs. adattan-’dan. adep a. terbiyelilik, nezaket, zarafet, adebi cok: terbiyesiz, nezaketsiz; adebi cok cigit, cügönü cok atka okşoyt ats. : terbiyesiz delikanlı oyansız ata benziyor; adebin kolgo bereli!: kendisine adamakıllı bir terbiye dersi verelim! adepki evvelki (başta olan şey) , adepki cıldarda: evvelki yıllarda; adepki ubakta: ilk zamanda. adepsiz terbiyesiz, nezaketsiz, zarafetsiz. adepsizdik terbiyesizlik, nezaketsizlik; zarafetsizlik. adepten- nezaketli, terbiyeli, zarafetli olmak. adeptüü nezakeli, terbiyeli, zarafetli, edepli. adet = adat. adeyi = atayı. adıbeket kon= advokat. adıl = adil. adıldık = adildik. adılkeç = asilkeç. adım adım, hatve. adımda- adımlamak. adımdoo adımlama. adır tepemsi yer, küçük tepeler; adır – küdür: tepeciklerle ve çukurlarla kaplanmış. adırañda- 1. cesaret taslamak 2. şen, neşeli, heyecanlı olmak; adırañdap süyünüp: bütn mevcudiyetiyle sevinerek: adırañdap çaap cüröt: o, şen koşuyor (at üstünde) . adırañdat- et. adırañda-dan; közüñdü adırañdatba: gözünü faltaşı gibi açma. adıraşman yabani sedefotu, pehanummalahar (sahte tabiblerin tedavi usullerinde tütsüleme ve haşlama suretinde kullandıkları bir nevi ot) . adıray- gözünü faltaşı gibi açmak; emine adıraya tikteysiñ? : sen neden gözünü faltaşı gibi açtın ve dimdik baktın? adırayt- et. adıray-dan. adırgı çulha gergisi. adırlan- tepelenmek, tümseklenmek. adırluu tepemsi, tümsekli. adırmak sırt (coğrafi manasiyle) . adıs a.dn. hadis (Muhammed Peygamberin sözleri ve işleri hakkında) . adıyal r. yorgan (sırılmamış) . adil a. adaletli. adildik adalet. adilet a. 1. = adildik; 2. = adil. adiletsiz adaletsiz. adiletsizdik adaletsizlik. adilettik = adildik. adires kon. = adres. adis 1. tabiye (taktik), usul (metod) , gidişat, yüryüş; ar iştin adisin biliş kerek: her iş için usul gerek; 2. uzman (mütehassıs) ; kooz söz adisi: sanatkarane söz üstadı; ayıl çarba adisi: köy iktisadiyatı uzmanı; 3. mahir; adis mergen: mahir atıcı, iyi avcı. adistik 1. uzmanlık; 2. ustalık. adöölöt = adilet. adöölöttük = adilettik. adrañda- adırañda. adres r. adres. aduula- dağ yokuşunu çıkmak. advokat r. avukat. aerodrom r. tayyare meydanı aeroplan r. tayyare. afişa r. afiş. aga I, büyük erkek kardeş; aga ini (agayın, agaynı şeklinde telaffuz edilir) : erkek kardeşler; eşik aga bk. eşik; tör agası bk. tör.\n\n\nII, bk. al II. agalık büyük biradere has olan evsaf veya vaziyet; tör agalık bk. tör. agan bk. al II. agançeyin bk. al II. agar I, agar altın, ak kümüş folk. : kıymatli eşya, servet. agar- II, ağarmak, yıldırmak, ağarıp kögör- : bitmek (bitkiler hakkında: M.) . çiçek açmak; tañ ağarıp atkan cok: henüz şafak sökmedi. agara a. davul, darbuka. agarıñkı beyazımsı, aka çalar; agarıñkı tart- : bir parça ağarmak, hafifçe parlamak. agarot r. sebze bostanı (rusçası ogorot: M.) . agarotçu bostancı. agarotçuluk bostancılık. agart- ağartmak, aklık haline erdirmek. agartuu 1. ağartma; 2. maarif; el agartuu: halk maarifi. agaruu ağarma. agatay birader, biradercik (büyüğe hitap ederken) . agatayla- ağa diye çağırmak (büyüğe hürmet ederken) . agayın bk. aga I. agayın tuugan: akraba, hısım. agayınçıl hısım ve akrabalarına hürmet eden. agayındık hısım, akrabalık münasebetleri, akrabalık duygusu; agayındık kıl- : akrabaca hareket etmek. agayınduu akrabaları bulunan. agent r. ajan, acenta. agentstvo r. ajans, telgraf agentstvosu: telgraf ajansı. agenttik ajans. agentura r. acenta. agıl- sel, kalabalık, kütle halinde yürümek; cayloodogu el capırılıp cakaga karay agıldı: yaylakta bulunan bütün ahali aşağıya, dağ eteklerine doğru yürüdü. agılga set, kalkan. agılgala- 1. izini takibetmek; 2. herhangi bir işi gizlice yapmak. agılış sel, kalabalık, kütle halinde yürüyüş agım cereyan, akım; sayası agımdar: siyasi cereyanlar; adabiyatta cañı agım: edebiyatta yeni cereyan; zaman agımındagı söz: cari hadiseler hakkında konuşma. agın cereyan, cari, akıcı, akar, agın suu: akar su; akını katuu suu: hızlı akan su, hızlı ırmak. agış aşk maceralarının mütemayil (yatkın) olan; zendost (Kırgız destanının bir kahramanının adı) . agıt- bırakmak, koyuvermek (bağlı hayvanları) ; beye agıt- : kısrakları koyuvermek (sağmak için bağlanmış oldukları yerden) ; at agıtatı bırakmak (otlasın diye) ; it agıt- : köpeği koyuvermek (yabani hayvan üzerine) . agıtıl- mut. agıt-tan. agıtış- müş. agıt-tan. agıttır- et. agıt-tan agıtuu işs. agıt-tan. agız- akıtmak (suyu, mavi nesneyi) ; aksın diye suya bırakmak, yüzdürmek, sal agız- : bk. sal I. agızdır- yüzdürmek. agızıl- mut. agız-dan. agızış- mut. agız-dan. agiles r. iyi çelik; agiles orok: sağlam ve keskin orak. agitator r. propagandacı. agitatsiya r. propaganda. agressiya r. tecavüz, agression. agressor r. mütecaviz. agrotexnika r. ziraat tekniği. agzam a. dn. en ulu, azam (allah sıfatı) . ak I, 1. beyaz: ak caan bk. caan I; ak eyek bk. eyek I; ak üy bk. üy I; aktı köktü aytıp: hem doğrulukla, hem eğrilikle; ak söök bk. söök I; ak bata bk. bata 3; 2. temiz, namuslu; ak emgek: namusluca emek; köönü ak: hiylesiz, kalbi temiz, namuslu; ak kızmat: namusluca, hulusla yapılan hizmet; ak malım: kendimin, namusluca kazandığım hayvanlar; ak sır bk. sır II; ak col bk. col 1; 3. masum, suçsuz; iş agına ketti: iş beraete doğru gitti; aktı – karası açılar: hakikat aydınlanır; kimin haklı, kimin haksız olduğu anlaşılır; 4. süt, süt mahsülleri; ak çaç- : süt serpmek (yılan gördüklerinde Kırgızlar böyle yapardı) ; enemdi açka sen koyduñ: kışta kızılın berbediñ, cayda agın berbediñ folk. : annemi açlıktan sen öldürdün, kıs-şın et vermedin, yazın süt vermedin; ak calgasın bkç calga 4; 5. yumurta akı; 6. aktar, sis : aklar (<> demek olan <> ın karşıtı: M.) .\n\n\nII, a. 1. hakikat, hakiki, haklı (suçsuz) ; ak ur- :<> diye haykırmak (dervişler veya dilenciler hakkında) ; meni ak cerden öltürsöñ, öltür: beni öldürmek istersen, öldür, ancak ben haklıyım; 2. = akı; 3. Tanrı.\n\n\nIII= ok V.\n\n\nIV, a. reddedilmiş (kovulmuş); uulun ak kıldı: oğlunu reddetti (lanetledi); emçegim sütün ak kılam folk. : (nankör çocuğum sana) mememin sütü haram olsun! ; ak moko bk. moko.\n\n\nV, ak etkende tak etet bk. tak IV. ak- VI, akmak, akıp geçmek. akademik akademi azası. akademiya r. akademi. akak 1. kehrübar; 2. kırmızı akikten halka (ziynet) ; akak taş renkli, kıymetli taşlar. akakta- 1. dilini çıkararak sık sık solumak (köpek hakkında) ; tilin sunup akaktap: dilini çıkararak ve sık sık soluyarak; 2. takatten düşmek, bitkin bir halde bulunmak; akaktap cıgıldı: kuvvetten düşerek yıkıldı. akaktoo işs. akakta-dan. akalakçın Çinde Kırgızlar arasındaki bir memur (Çini Türkistan’da oturan müslümanlar arasındaki şañıya gibi) . akar akar-çakar: tecrübeli, haberdar insanlarla muamele etmenin kaidelerini bilen. akarat a. hakaret, tahkir, akarat kıldı: tahkir etti. akbar a. en büyük, ekber (allahın sıfatı) . akça I, 1. sikke, para; kagaz akça: kağıt para; kümüş akça: gümüş para; 2. es. maliye, akça bölümü: maliye şubesi; akça inspektri: maliye müfettişi.\n\n\nII, beyazımtırak, oldukça beyaz, oymoktoy oozum, akça cüzüm folk. : küçücük ağzım, akça yüzüm. akçalata = akçalay. akçalay para ile, nakden; akçalay berdim: para verdim, nakden verdim; akçalay mayana: para olarak verilen iş ücreti. akçaluu paralı, zengin; akçaluubusuñ? : paran var mı, üzerinde para bulunuyor mu? akçasız parsız, parası olmayan. akçasızdık parasızlık. akçı kendisinin veya başkasının suçunu inkar eden adam. akçılan- yalandan kendisini haklı çıkarmaya çalışmak, suçunu inkar etmek; akçılanıp kün murun keliptir: vakti zamanında geldi ve kendisinin haklı olduğunu temin etmeye başladı; akçılanıp ıylap iydi: kendisinin haklı olduğunu ispat etmek için ağladı bile. akçıldoo beyazımsı, akçıl. ake 1. baba; 2. (bazı bölgelerde) = ata I; 3. amca (yaşça büyük erkeğe hitap tarzı) ; 4. (çokca <> şeklinde olmak üzere) yaşça büyük olanlara karşı saygı ifadesi için yarayan söz; atake: babacık; eneke: annecik, eceke: hemşirecik (büyük hemşire için) . akı a. hakedilen şey, birisinin alınmaz hakkı olan; mende akıñ cok 1) ben sana borçlu değilim, benden hiçbir alacağın yoktur; 2. senin bana karşı hakkın yoktur; akısın aldı: hakkını aldı; akım ketti: hakkımı kaçırdım, bir som akımdı cep ketti: bir rublemi yedi; akısın cedirbeyt: hakkını yedirmiyor: hakkını bırakmıyor; akıbızdı duşmanga ketirbes: bizim menfaatlerimizi düşmana geçirmez; kızmat akı: iş ücreti; cetim akı 1) öksüzlere ait olan kısım; yetim malı, mülkü; 2) koyun çobanına emek mukabilinde verilecek hisse; taman akı: iş ücreti (başlıca hayvan gütmek mukabilinde) kirüü akısı: bir şirkete veya cemiyete intisabederken verilen ilk para; köz akım bar: <> hakkım vardır (diyelim, etin nasıl doğrandığını görenin bir parça ete hakkı vardır) . akıbal a. = abal II; al-akıbal: vaziyet, ahval, şartlar. akıl a. idrak, akıl, iz’an; kebiñ akıl: akıllı konuşuyorsun, ciddi konuşuyorsun; akıl körsöt- yahut akılayt- : fikir vermek, yol göstermek; akıl oylo- : düşünmek; her yandan düşünmek, eni konu düşünmek, men bir akıl oylop turam: ben bir şey düşünüyorum; akıl sal- yahut akıl sura-: danışmak, danışmak için başvurmak; katınına akıl saldı: karısına danıştı; akılga tüş- : fikrini değiştirmek, akla gelmek; aklıña tüşö kör- : aklına getirmeye çalış; akılga sal- : akıl etmek, mülahaza eylemek; bulardın sözün akılga salıp: bunların sözünü mülahaza ederek, tartarak; akıl tap- : akıl erdirmek, farkına varmak, akılanmak; akıl taptım: (bunda ne yapmak lazım geldiğinin) farkına vardım; tabılgan akıl: ustaca düşünülmüş, iyi bulunmuş; akıl kıldık: kararımızı verdik, lüzumlu bulduk; akılga ceñdir bk. ceñdir, akılım ceñip bk ceñ II; akılım cetpeyt: aklım almıyor, anlayamıyorum; akılga mıktap tokuñar folk: hakkiyle aklınıza koyunuz. akılaş- haklaşmak; akılaştık: haklaştık (birbirimizden hakkımız olanı aldık) . akılaştır- haklaşmaya yardım etmek, haklaştırmak (üçüncü eşhas hakkında) ; haklaşmaya icbar eylemek; eköön akılaştırıp akısın alıp ber: onlara haklaşmaya yardım et. akılaştıruu haklaşmaya yardım etme (üçüncü eşhas hakkında) . akılaşuu haklaşma. akılat = akilatnoy. akılçı 1. müşavir; 2. akıl öğreten. akılda- 1. pek fazla susamak; 2. şiddetle arzu etmek; 3. acele etmek, ivmek. akıldaş I, 1. müşavir, akılca birbirine denk olan; 2. fikirdeş, hemfikir. akıldaş- II, akıl danışmak. akıldaşuu işs. akıldaş II den. akılduu akıllı, idrak sahibi; akılduu otko karayt, akmak kazanga karayt ats. : akıllı ateşe bakar, ahmak kazana bakar. akılduuluk akıllılık. akılduusun- akıllılık taslamak, ukalalık etmek. akılman a-f. düşünceli, kavrayışlı, akıllı, en akıllı, hakim. akılmanduu 1. içinde düşünceli, kavrayışlı, idrak sahibi kimse bulunan (muhit) ; 2. = akılman. akılsız akılsız, ahmak. akılsızdık akılsızlık, ahmaklık. akıluu 1. haklı; şayloogo akıluu: seçim hakkında malik olan, 2. ücretli. akın şair; el akını: halk şairi. akındı 1. suyun getirdiği herhangi bir nesne; 2. yüzdürülen şey. akındık 1. şairlik istidadı; 2. şairlik vaziyeti yahut mesleği. akır a. 1. son, ahır; akırı-ayagında yahut akırı-ayagı: en sonunda, nihayet; akır zaman dn: dünyanın sonu, ahır zaman; 2. son; 3. nihayet, işin ucunda.\n\n\nII, f. yemlik, yem teknesi.\n\n\nIII, akır-çikir: eski püskü şeyler. akırañda- fırlamak (gözler hakkında) . akırañdat- et. akırañda-dn; közüñdü akırañdatpa! : gözlerini faltaşı gibi açma! akıray- etrafa bakınmak, şaşkın gözlerle bakmak, gözlerini geniş açmak; közü akırayıp, oozu çormoyo tüştü: gözleri bebeğinden fırladı, dudakları sarktı. akırayt- et. akıray-dan. akırayuu işs. akıray-dan. akırek köprücük kemiği, göğüsün köprücük kemiği yanındaki kısmı; akırekte koş kaltek folk. : göğsünde iki tane küçücük cebi var. akıret a. dn. öteki dünya, ahret; kefin akıret: kefen. akıretçil ahrete umut bağlayan. akırın yavaş; akırın süylö- : yavaş konuşmak; akırın cür- : ağır yürümek. akırında- yürüyüşü yavaşlatmak; akırıdap: yavaşça, tedricen, ağırca, azar azar; akırındap bar- : ağır, ihtiyatlıca gitmek. akırındat- yavaşlatmak; koydu akırındatıp cay! : koyunları, onlara ağır yürümek imkanını vererek güt! akırındatuu yavaşlatma, ağır yürümeye icbar etme. akırındık ağırlık, yavaş davranma; akırındık menen: yavaşça ağır ağır. akırkı son, ahır, nihai; akırkı cıldarda: son yıllarda; akırkı söz: son söz, icmal, hülasa. akısız 1. haksız; akısız kıl- :hukuktan mahrum etmek; 2. bedava; akısız berilet: bedava veriliyor. akısızdık hukuksuzluk, hakkı olmama. akış cağli işvebazlık, kırılma (kırıtma) . akıştan- işve yapmak, kırıtmak, cilve yaparak çığlık koparmak. akıştuu cilveli, kırıtkan kadın. akıy I, kızların bahse girişmesi. akıy- II, göz dikmek, muayyen bir noktaya bakmak, gözünü almadan hırsla bakmak; akıyıp tamak añdıp oturat: oturuyor ve hırsla yiyecek bekliyor. akıykat a. hakikat; çeksiz akıykat fel. : hakikatı mutlaka; iştin akıykatına cet- : işin esasına varmak. akıykatta- hakkiyle anlamak, tahkikat yapmak. akıykattal- gereği gibi anlaşılmış olmak, tahkikat yapılmak akıykattaluu işs. akıykattal-dan. akıykattoo gereği gibi anlama, tahkikat yapma. akıylaş- çekişmek, sövüşmek, birbirini terzil etmeye çalışmak. akıynek = akıy I; akıynek aytıp kordodu folk. : onu şarkıda kepaze etti. akıyt- et. akıy II den; köz akıyt- (mana itibariyle) = akıy- II. aki I, f. alçı; aki taş: alçı alçılı toprak.\n\n\nII, f. akisi urat: bunun için cezaya çarparsın (mukaddes bir şeye veya bir ulu adama hakaret etmek için) akilatnoy r. kon. es : vergi tarhına ait; akilatnoy kagaz: vergi tarhına ait kağıt. akim a. vali. akimdik hakimiyet, idare. akitaş = aki taş (bk. aki I) akiyan = okean. akkuu kuğu (kuş) . akma akıcı. akmaçılık akıcılık (müstahdemlerin ve işçilerin gizlice şuraya buraya sıvışmaları) . akmak a. ahmak, aptal; akmak kıl- : delice işler yapmak, iğfal etmek, eğlenmek; akmak doston akılduu duşman artık: ats. ahmak dosttan akıllı düşman yeğdir. akmakçılık = akmaktık; akmakçılık kılba. ahmaklık etme! akmaktan- yalandan ahmak görünmek, ahmakça sözler söylemek veya işler yapmak. akmaktık ahmaklık, yaramazlık. akmala- gözetlemek, göz kulak olmak, takibetmek, birisinin gizlice izini takip eylemek, tarassut etmek; cılkı kayda keter eken, akmalap karap turçu: atlar nereye giderler, acaba? gözetleyip dursana! akmalap cürüp öltürdü: izi üzerinde yürüyerek (tarassut ederek) öldürdü. akmalık akıcılık, sıvışkanlık. akmaloo işs. akmala-dan. akret = akıret. aksa- aksamak, topallamak. aksak topal. aksakal I, ak sakallı, elin ulusu, en yaşlısı, kabiyle başı (kabiyle içinde en yaşlı kimse) aksakaldık aksakal vaziyeti bk. aksakaldık koom tar: uluya itaat temelinde kurulan cemiyet; eski aksakaldıktın kaldıgı: eski aksakallık devrinden kalma. aksaktık topallık. aksañda- hafifçe aksamak. aksañdat- et. aksañda-dan. aksaray saray, hükümdar konağı. aksargıl bk. sargıl. aksarı tüylü ayaklı bir nevi küçük baykuş, puhu, Strix scops. aksat- aksamayı mucibolmak, topal yapmak. aksay = apsay. aksener = aktsioner. aksioma r. mütearife, belit. aksiye = aktsiya. aksiz = aktsiz. aksöök = ak söök (bk. söök I) . akşak övütülmüş pirinç, pirinç yarması. akşam 1. akşam; 2. akşam namzı çağı. akşıy- 1. kararmak (gözler hakkında) 2. hiddetten dönmek (gözler hakkında) . akşıyt- et. akşıy-dan; köz akşıyt- 1. göz belirtmek; 2. hiddetle gözlerin akını döndürmek. akta I, eyerdin aktası= aktırga.\n\n\nII, iğdiş at.\n\n\nIII, 1.ağartmak; taruu akta- (kavrulmuş) darıyı ayıklamak; 2. kabahatsiz bulmak, kabahatsiz çıkarmak; enesinin sütün aktadı: annesiyle alakadar oldu, anasına, terbiyesi için, şükranda kusur etmedi; partiyanın işeniçin aktay algan: partinin itimadını haketti. aktal- 1. ağrtılmak; 2. beraat kazanmak; sotton aktalıp çıktım: mahkemede beraat kazandım. aktan- 1. ağarmak; 2. beraat etmek, aktanganı menen işi kara. beraat etse dahi suçludur. aktanuu beraat etme. aktat- 1. ağarttırmak; taruu aktat- : (kavrulmuş) darıyı ayıklatmak; 2. beraat ettirmek. aktattır- et. aktat-tan. aktık I, beyazlık, aklık.\n\n\nII, suçsuzluk, haklılık; aktık ber- : suçsuzluk delili ileri sürmek ( yemin etme, şahitlerin ifadeleri v.s. gibi vasıtalarla) .\n\n\nIII, son. aktırga eğer kaşının yan kısımları. akti r. akt. akıt; grajdan cayının aktisi: medeni durum akdi; üstünen akti kıl- (birisi hakkında) zabıt tutmak. aktip kon. = aktiv. aktiv r. 1. aktiv; 2. devlet müessesesinde veya amme teşkilatında çalışan memur. aktivdeş- aktifleşmek. aktivdeştir- aktifleştirmek. aktivdeştiril- müt. aktivdeştir-den. aktivdeştirüü aktifleştirme. aktivdeşüü işs. aktivdeş-ten. aktivdik aktiflik; aktivdik menen. faal bir tarzda. aktivdüü aktif, faal; aktivdüü katnaş: aktif suretke iştirak. aktivdüülük faaliyet, aktivite. aktoo 1. ağartma; 2. suçsuz çıkarma. aktsioner r. hissedar. aktsiz r, (accise) , oktruva. aktuu beyazlı; aktuu koy: içinde beyaz koyunlarda bulunan koyun sürüsü. aktsiya r. hisse, aksiyon. aktsiyalık hisseye ait; aktsiyalık koom: hissedarlar şirketi. akun = akın; akun kuş= öten kuş. akunduk = akındık. akuşerke r (akuşerka) : ebe. akuşerkelik ebelik; akuşerkelik punktu: ebelik merkezi al I= al, alga bas- : ileri hareket etmek, terakki etmek; alda: ileride.\n\n\nII, o, şu (genitif: anın: onun) ; dataga, aa, agan: ona, şuna, şunun yanına, ak. anı onu; lok. anda: onda, orada, ozaman; abl. andan: oradan, ondan, ondan sonra, sonra: al emes: şu değil, o değil, al cerde: orada, şu yerde; anı menen birge: onunla birlikte, şununla beraber, şununla aynı zamanda; an üçün yahut anın üçün: onun için, şunun için, şundan dolayı, şu sebepten; ansız: onsuz, şunsuz: ansız da berem : şunsuz dahi veririm, ben öylede veririm; agançeyin: şuna kadar, o esnada; anısı: şu onun (ona ait olan), onlardan şunu: anısı da eçteme emes: (onun) busu hiçbir şey değil, bu, şöyle böyle.\n\n\nIII, a. 1. kuvvet, kudret; alım ketip turat: gevşeklik hissediyorum; alı az: hali az, dermansız; can alı kalbay calınat: bütün kuvvetiyle rica ediyor, yalvarıyor; can alı kalban kubandı: gayet sevindi, kendisini kaybedercesine sevindi; aldan tay- : bk. tay IV; 2. vaziyet, halet; alı caman: fena vaziyette, hali fena; caman alga tüştüm: fena vaziyete düştüm. al- IV, 1. almak; katın al- : karı almak, evlenmek; algan 1) almış; 2) koca, karı (zevce); alganım 1) almışım, benim aldığım nesne; 2)kocam, karım; alganıñ 1) almışın; 2) kocan, karın; kançalık caman bolso da, alganıñdan sürdöysüñ folk. : kocan nekadar kötü isede, onun karşısında korkuyorsun; alıñar: alınız ( yiyiniz) alıp ket- : 1) götürmek (vasıtasız veya vasıta ile); 2) bozmak (mideyi) ; bir parça iç yumuşamak; süt içimdi alıp ketti: süt midemi bozdu; alıp kel- : getirmek (vasıtasız veya vasıta ile) tedarik etmek; alıp bar- :söylerken sık sık alpar, apar denir. götürmek, vasıta ile götürmek, sürüp götürmek; cıyın (yahut cıynalış) alıp bar-: toplantıyı idare etmek; alıp cür-: kendisiyle taşımak, daima kendisiyle bulundurmak; alıp ber- : 1) sunmak 2) herhangi birisi için satın almak, hediye olarak satın almak; atam maga tay alıp berdi: babam bana tay satın aldı; alıp kal- : 1) kendinde bırakmak; 2) kurtarmak; ala sal- bk.sal IV 7; al emese, baştadım: o halde ben başladım; aldım- cuttum. dolandırıcı, kalleş; bet al- bk. bet 5; 2. tesellüm etmek; kat aldım: mektup aldım; 3. satın almak; at aldım 1) at aldım; 2) at satın aldım; 4. (av kuşu hakkında) : yakalamak, kapmak; 5. yardımcı fiil rolünde: 1)baş fiilin hal zaman gerondifi ile birlikte <> imkan ifade eder (eğer müsbet şekilde ise) , yahut imkansızlık ifade eder (eğer menfi şekilde ise): çıga alamın: çıkabiliyorum, yukarı çıkabiliyorum; kire alasıñ: girebiliyorsun; okuy alat: okuyabiliyor; bara albayt: gidebilmiyor; kıla albaysıñ: yapamazsın; okuy albadım: okuyamadım; ala albadıñ: almadın; 2) baş fiilin geçen zaman gerondifi ile birlikte ise, <> daha fazla iş yapanın bu işi kendisi için yaptığını ve iş neticesinin iş yapan şahsa tevcih edildiğini gösterir (ber-fiilinin hilafına olarak) ; satıp aldım: satın aldım (kendim için) ; cep aldım: bir parça yedim; kılıp aldım: yaptım (kendim için); cüzün aarçıp aldı: kendisinin yüzünü sildi; catıp aldı: yattı; uyumak için uzandı; oturup aldı: oturdu, gereği gibi oturdu; üydön kempirin çakırıp aldı: evden koca karısını çağırdı; töşünö bir karap alıp: göğsüne bir göz atarak; kirip al- : sokulmak, içeri dalmak; bolup al- : oluvermek <> (herhangi biri tarafından) . ala 1. benekli, alaca; al too: karlı dağ; ak ala: beyaz benekleri olan; kara ala 1) doru benekli, kara alaca; 2) kartal yavrusu; kök ala: açık mavi benekleri olan, külrenkli kula; kök ala kıl- : vücutta (vurmaktan: M.) mor renkler varlığa getirmek; ala koydoy soyup: yarı ölü haline gelinceye kadar döverek; kök ala sakal: kır sakal; kızıl ala kıl- : kan akıtırcasına vurmak; toru- ala: doru kula; çaar ala: benekli kula; boz ala 1) beyazı galip olmak suretiyle kül rekli kula; 2) pürüzlüce toz tabakasıyla örtülmüş; 3) mec. terzil edilmiş, rüsva olmuş; öñü boz ala: rezil olmuş; iştep közü boz ala bolgon: gözü kararıncaya kadar çalışmış; ala ayak: beyaz ayaklı; ala tuyak bk. tuyak I; böksönün alası: kartalın bir çeşidi; ala küü bk. küü; ala küülön bk. küülön; ala çakmak bk. çakmak; ala-bula: alaca bulaca, rengarenk; ala-kula 1)kurt renginde olan kula; 2) mec. darmadağınık, inhilal; ala-kula kılıp cibar- : çığırından çıkarmak, inhilal ettirmek; ala-kula kör- : herkese aynı gözle bakmamak, birini üstün, ötekini alçak saymak; 3) müsavi olmayan; ala- kual eli bar cer: çeşit çeşit kavimlerin bulunduğu ülke(mahal); ala köödön: saf, hilesiz( çokça bahadırlar hakkında); ala kolduk: eli temiz olmamaklık; 2. ayrı gayrılık, ittifaksızlık, inhilal (ihtilaf), müsavi olmayan; ala tabak tarttırbay: herkese aynı yemeği vermeyi emrederek (birine daha lezzetlisinive daha fazla, ötekine daha kötüsünü ve daha az vermeyerek); ayıl iti ala bolso da, börü körsö-çogulat ats. : köy köpekleri kendi aralarında birbirine düşman olsalarda, kurdu görünce birleşirler; 3. cüzam; 4. ala cazdan: baharın başlangıcından; ala caydan: yazın iptidasından; 5. mec. namussuzluk; adam alası içinde, mal alası tışında ats. : insanın namussuzluğu içerisindedir, hayvanınalası dışındadır. alaa 1. baldırın dış tarafındaki ince ve uzun kemik;2. (don) ağı; alaası cok şım: çocuk donu (yırtmaçlı, ağsız) . alaagan sık sık alam, çok alan, çok almaya tehalük gösteren, aç gözlü; bereegenkolum alaagan ats. : cömert (çok veren) elim çok alıyor da. alaamat a. 1. çok güç olan, ıztıraplı şey; tabiatın getirdiği felaket, şiddetli kar tipisi ve s. ; 2. alamet, ayırıcı vasıf. alaamattık tabiatın doğurduğu ve sebebi belli olamayan şey. alabakan = al bakan (bk. bakan) . alabarmanda- telaş etmek; ot alabarmandap canat: ateş kararsız yanıyor (bir söner gibi oluyor, bir bakarsın, şiddetlice alevleniyor); corgo alabarmandap cakşı salbay koydu: yorga at kararsız koştu. alabarmandan- mut. alabarmanda-dan. alabuga tatlı su hani balığı, Perca fluviatilis. alaça 1. bir çeşit yollu pamuklu kumaş; 2. bel alaca (Rad.) : bir at donu ismi. alaçık küçücük keçe ev, obacık; kulübe, salaş; kan üyünüñ tardığı, kara alaçagımdın keñdigi ats. : dar olsunda zor olmasın (harfiyen: han evinin darlığı, benim kulübemin genişliği) . alagaçma = ala kaçma (bk. kaç) . alagaçtı = ala kaçtı (bk. kaç) . alaganat bir kuş adıdır. alagar büyük, dışarı fırlamış (gözler hakkında) . alagay patlak gözlü. alagaylık patlak gözlülük. alagdı dalgın; alagdı kılba: işimden alıkoma, fikrimi temerküz ettirmeye mani olma; alagdı bolup turam: fikirlerim ikiye ayrılmış vaziyettedir, fikrimi temerküz ettiremiyorum. alagdılan- fikrin bir yana sapması, duraklamak; bir işke alagdılanıp: bir iş yüzünden gecikerek. alagdılık dalgınlık. alaaguu bir nevi yabani orman güvercini. alak dışarı fırlamış, çıkık (gözler hakkında); alak közdüü: gözleri dışarı fırlamış olan; alak-culak et- : korkaraketrafa bakmak. alakaçma bk. kaç. alakaçtı bk. kaç. alakan avuç; alakanın çap koydu: el çırptı, avuçlarını birbirine vurdu; alkanga sal- : methü sena ederek yükseltmek, saygı göstermek ((harfiyen: avuca koymak); kamçının aşkanı (yahut düzce alakan) : kamçıyı sapıyla birleştiren kayış; uuktan alakanı bk. uuk; kur alakan yahut kuru alakan: boş elle, boş avuçla; kur alakan keldim: boş elle geldim, hiçbir şey getirmedim; elime hiçbirşey geçmedi. alakanda- avuçlamak; alakandap eş- : bir nesneyi avuçlar arasında sıkarak bükmek; kamçı alakanda- : kamçıyı sapına bağlamak. alakandal- mut. alakanda-dan; alakandalıp saptalgan kamçı: sapına kayışla pekitilen kamçı (bk. alakan) . alakandaş müş. alakanda-dan. alakandat- et. alakanda-dan. alakandoo işs. alakanda-dan. alakayım = çalakayım. alakayır kar kasırgası, kar çevrintisi. alakçı 1. aldatıcı; 2. mec. bu dünya (öteki dünyadan ayırmak üzere) . alakçıla- 1. bir işi başkalarından gizlice yapmak; alakçılap şüylöş- : başkaları duymasın diye kuytu bir mahalde konuşmak; 2. birisini üstün tutarak, müsavatsızlıkla muamele etmek. alaket a. mahvolma, halak olma; can alaketke tüşüp iştedi: bütün kuvvetini sarfederek çalıştı. alakolduk = ala kolduk (bk. ala 1) . alaksı- 1. rahatsızlanmak, fikren pek fazla meşgul olmak; alaksıp kaldım: dikkat etmedim, dikkatim başka tarafa çevrilmişti; 2.bakınmak. alaksıt- birisinin dikkatini başka tarafa çevirmek, oyalamak. alaksıtuu işs. alaksıt-tan. alakta- bakınmak, korkarak etrafa bakınmak, gözlerini geniş açmak. alaküülön- bk. küülön. alal = adal. alala- alacalanmak, beneklerle örtülmek; alalap –kulala- : müsavatsızlıkla muamele etmek (berikini daha iyi, ötekini daha fena saymak, birinisevmek, ötekini hor görmek) . alalda = adalda. alaldoo işs. alalda-dan. alalık 1. alacalık, müsavatsızlık; ataga balanın alalığı cok ats. : baba için bütün çocuklar müsavidir; 2. nifak (bozgunculuk) ihtilaf, darmadağınıklık. alaluu alacalı, tamamıyla alacalardan müteşekkil olan; alaluu cılkı 1) içinde benekli atlar bulunan at sürüsü, 2) şüpheli at sürüsüdür, ki içinde çalınmış atlar bulunduğu tahmin edilebilir. alam I, acele, iveklik; alam saat: dakikasında, göz kırpmaya yetişmeksizin; aş içken- alam saat ats. : yemek yemek ehemmiyetsiz iştir (bunu çpk çabuk yapmak mümkündür); alam ur- 1) acale etmek, bir işi acele yapmak; 2) atılmak, ileri yürümek.\n\n\nII, a. incitme, kızdırma; alam kıl- :incinmeyi mucibolmak, kızmaya sebebiyet vermek. alaman 1. intizamsız saldırış, akın; alaman koy- (dağınık bir halde, teşkilatsız bir tarzda) hücuma geçmek; 2. kalabalık (halk yığını); calpı alaman: yığın halinde; 3. baş alaman (yahut düpedüz alaman) : inhilal, intizamsızlık, kargaşalık (chaos), anarşi; baş alaman bol- : şaşalamak alamançılık = alamandık; baş alamançılık: içinden çıkılamayacak bir durum, anarşi. alamanda- toplu halde harekete geçmek. alamandat- intizamsızlık yaratmak; alamandatıp süylö- : karmakarışık söylemek. alamandık baş alamandık karmakarışıklık, içinden çıkılmaz durum, anarşi. alamandoo işs. alamanda-dan. alamay (ala+may) bir parça <> (yağ) karışık; alamay tuuralgan et: yağ karıştırarak doğranmış et; beye alamay çıgıp kaldı: (kesilmiş) kısrak pek okadar semiz çıkmadı. alamık alaca, tek renkli olmayan, beyaz benekleri bulunan; alamık et: seyrek ve ince yağ tabakacığı ile örtülmüş olan et; alamık kar (yerin ancak şurasını burasını örten kar) . alañ = alagdı; alañ köz: büyük gözlü. alañda- bakınmak, korkarak, gözlerini geniş açmak. alañdat- et. alañda-dan. alañgir = aleñgir. alañdoo işs. alañda-dan. alañgasar çabuk intikal edemeyen, aptalımsı; hafif. alañgasarlık çabuk intikal edememezlik, hiffet. alap I, ufak doğranmış kuru ot, arpa ve kepek halitası (hayvan yemi) .\n\n\nII, 1. alap-şalap: tam bolluk durumu; alap-şalap toytuk: adamakıllı doyduk; 2. alap-çelep bolup turam: nedense, içimde bir sıkıntı var. alapay alapayın tappay kaldı : şaştı, şaşaladı. alapta- 1. sahillerinden taşarcasına yükselmek (taşan ırmak hakkında) ; 2. mec. kibirlenmek. alarman alacak olan kimse, tesellüm eden; alarmanga altoo az; berermenge beşöö köp ats. : alana altıda az, verene beşte çok. alas 1. ardıç dumanıyla tütsüleme (sahte tabiplerin tedavi usullerinden); alas- alas balaketten kalas (dua ve tazarru) : alas-alas- felaketten halas (kurtuluş) ; 2. alas ur- : kudurmak (tehevvüre gelmek), taşkınlık etmek. alasa I, alçak; alasa boyu: kısa boylu.\n\n\nII, 1. (birisinden) alacak; sizden akça alasa bolsom: eğer sizden para alacağım olursa, eğer ben sizin alacaklınız olursam; 2. alasa car: alınacak (mukadder) yar (sevgili kadın); alasa carıñ men emes folk. : senin alacağın kadın ben değilim, benim varacağım adam da sen değilsin. alasaçı alasaluu: alacaklı. alaskı = alaksı. alaskıt- = alaksıt; sen meni alaskıtpa, columan kaltırba: beni lafa tutma, yolumdan alıkoyma; balasın alaskıtat: çocoğunu avutuyor, meşgul ediyor. alasta- 1. ardıç dumanıyla tütsülemek (sahte tabiplerin tedavi usullerinden) suu menen alasta- : (hastanın başını) buharla ıslatmak; 2. koğup çıkarmak. alastan- müt. alasta-dan alastat- müt. alasta-dan. alastoo 1. ardıç dumanıyla tütsüleme (sahte tabiplerin tedavi usullerinden) 2. kovup çıkarma, uzaklaştırma. alaş 1, tar. Kazakların cidale davet haykırışı; 2. (Rad) : başka kabileden, başka mahalden, yabancı; 3. alaş ordo ist. Kazak aksi inkilap teşkilatı. alaşa güzel, sevimli; alaşa kelin, suluu kız folk. : güzel gelin, sevimlikız. alaşta- 1. <> diye bağırmak (bk.) alaş, cidale davet haykıruşı olarak; 2. (Rad.) ecnebi gibi hareket etmek, yabancı, ecnebi olmak. alatkak dev nevinden bir varlığın adıdır. alay I, dülöy sözünün teki: alay dülöy.\n\n\nII= anday. alay- III, 1. korka korka bakınmak; közü korkkon töödöy alaydı: gözleri korkmuş deve gözü gibi yerinde duramıyordu; 2. feri kaçmak, cansızlaşmak (gözler hakkında) . alayt- et. alay III den; köz alayt- : gözlerini geniş açmak, çehresinde korku alametleri göstermek. alayuu işs. alay III ten. alba a. helva. alban a. renk nevi, çeşit (arapça elvandan: M.) ; alban yahut alban-alban: rengarenk, mütenevvi; eçen alban door bolgon: türlü zamanlar oluşmuştur; alban-alban külük bar, alına karay cügüröt ats. türlü türlü yürük at vardır, ki her biri yapabildiği kadar koşar; alban-türdüü: muhtelif, her neviden. albar albardan tayıgan: hırpalanmış. albars 1. bulat: iyi çelik; bulat kılıç; 2. deri hastalıklarını tedavi etmek için kullanılan bir zehirin adıdır. albarstı mit. dev nevinden kadın varlık (güya geceleri, çocuk doğuran kadına zara ika ediyor ve onun boğazını sıkıyormuş) . albay- sarkmak (mesela kalın dudak hakkında) . albayt- et. albay-dan albette a. elbette, şüphesiz. albettüü =alibettüü. albın tedavi ederken tazarru. (bk.) tütök. albır- nur saçmak, parlamak, alevlenmek, tutuşmak, kızarmak (yüz hakkında) , heyecana gelmek; ot albırıp küyüp atat: ateş alevleniyor; albırgan bet: parlak, pembe yüz. albıra- sallanmak (paralanmış giyim hakkında) ; etek ceñi albırayt: (paralanmış elbisenin) eteği ve yenleri sallanıyor. albırak albıraktan-salbırak: sallanan, itreyen. albırış- müş. albır-dan; betteri albırışkan: yanakları aldır, yanakları kızarmıştır. albırluu pembe, al yanaklı. albom r. albüm. albuut çabuk kızan, sinirli, ateşin, mütehevvir, şataretli; albuut at: ayak patırtısını duyunca heyecana gelen at; albuut katın 1)çabuk alevlenen kadın; 2) ateşin, şataretli kadın; albuut cürök: ateşli kalp. alcagay büyük ağızlı. alcakta =alcañda. alcañda- 1. durmadan söylemek, gevezelik etmek; 2. nazlanmak, hırçınlıketmek. alcañdat- et. alcañda-dan. alcay I, f-a. dumım, hal (bk. cay I.) alcay- II, büyük görünmek (delik hakkında) ; geniş açılmak (insan ve hayvan ağzı hakkında) . alcı- 1. yanılmak, yönelmekte hata etmek; 2. bunamak; alcıgan-karıgan abışka: kocamış, bunamış ihtiyar; 3. saçma sapan şeyler söylemek. alcıt- et. alcı-dan. alçaak til alçaak : söz dinleyen, uysal alçakta- = alçañda; at alçaktap basat: at güzel bir tavırla etrafına bakınarak sağlam adımalarla ilerliyor. alçaktat- et. alçakta- dan; attı alçaktatıp: atı canlı adımlarla yürüterek. alçañda- 1. azamet taslamak; atıñ alçañdap basat: atın azametlice yürüyor (adım atıyor); 2. kendisini serbest, sade tutmak, serbest görünmek; biröönün üyündö öz üyündöy alçañdayt: yabancı evde, kendi evinde imiş gibi serbest davranıyor. alçañdat- et. alçañdat alçañdoo 1. azamet taslama; 2. teklifsizlik gösterme, serbest davranma. alçay- ürpermek, apışmak; alçayıp atka mindi: bacaklarını apışarak, ata bindi atan töödöy alçayıp: iğdiş deve gibi apışarak. alçayış- müş. alçay- dan. alçayt- et. alçay- dan. alçaytuu işs. alçayt- tan. alçayuu ürperme, apışma. alçı aşık kemiğinin ve taa denilen kısmın (bk. taa, 1) karşıtı olan yanıdır, ki (en ziyade kazandırıcı sayılmaktadır) ; alçı- taasın añtardı: onların evsafını ve hususiyetlerini inceden inceye tetkik etti, kimin ne olduğunu ve ne işe yarıyacağını tamamiyle meydana çıkarıdı; işi bütün incelikleriyle anladı; alçı tüşpöy taa tüştü: işin kazançlı değil de, zararlı olduğu anlaşıldı; alçı- taasın cegen yahut alçı taasın kemirgen: kurnaz, sokulgan (oğlan hakkında) alçılan- 1. yakışıklı bir yürüyüşle yürümek, yakışıklı gözükmeye çalışmak; alçılangan cigit: yiğit tavırlı, yakışıklı delikanlı; 2. temeddüh etmek, övünmek. alçılant- et. alçılan- dan; attı alçılantıp bastırdı: atı yiğitçe yürüttü; tebeteyin alçılantıp kiyip: kalpağını yakışıklı bir tarzda giyerek. alçılanuu işs. alçılan- dan. ald yahut aldı (âdet olduğu üzere mülkiyet zamirleri ile kullanılır) , 1. ön; ön kısım; aldında: önünde; ona göre önde; aldı menen: her şeyden önce; birinçi attanıp, aldıga bastırdı : birinci olarak ata bindi ve başkalarından önde yürüdü; aldı- artın karabastan: etraflıca düşünmeden, ihtiyatsızca; aldınan öt- : (herhangi birisine) ihitiramkârane ricada bulunmak; sakalduulardın aldına öttü: ihtiyarlara ihtiramkârane bir rica ile müracaat etti; aldınan çıgıp keldi: karşısına çıktı; aldıda: önde; 2. öz aldınça: kendi başına müstakillen; öz aldınça kün köröt: kendi igeliğiyle yaşıyor, kendi rızkını kendisi kazanıyor; aldı aldınan buzulup folk. : kendiliklerinden çözülerek (inhilâl ederek); 3. en iyi; adamdın aldı: en iyi adam; 4. aldıñan keteyin, yahut aldıña keteyin okş. ; sevgilim (harfiyen: senden önce gideyim, yani bensenden önce öleyim de, sen uzun yaşa); 5. aşağı; aşağı kısım; kilemdin aldında: kilimin altında; mıltıktın aldına aldı, tüfek ateşi altına aldı, ateş etmeye başladı; kol aldında: tabiiyette, itaat altında. alda I, a. allah; ilah.\n\n\nII, alda kanday: nasıl olduğu belli değil; bir..; alda kaydan 1)bilmem nereden; 2) uzaklardan; alda emne: bilmem ne; alda kim: bilmem kim; alda kança köp: çok fazla.\n\n\nIII, alda sen ayye! : vay, sen ne budalalık yaptın! ; vay ne fena yaptın!\n\n\nIV, bk. al I alda- V, aldatmak, dolandırmak. aldaganday = alda kantay(bk. alda II) aldagıç ; aldatıcı. aldakı mevcut olan,şimdiki hal; aldakı emne? : bu ne? ; aldakı koluñdaki emne? : ellerindeki nedir? aldakı türüñ menen kantip konokko barasıñ? : bu kıyafetle nasıl msafirliğe gidersin? aldam ; aldatış. aldamçı aldatıcı. aldamçılık aldatma, kafese koyma. aldan I, önden.\n\n\nII, aldanmak, aldatılmış olmak. aldant- dalalete düşürmek, aldatmak. aldar aldatıcı (bk. kösöö). aldarak bir parça önde. aldas aldas ur = aldasta. aldasta- 1. kıvranmak (ağır hastalık esnasında ateşten); 2. şiddetli sıkıntı içinde bulunmak; cürök aldastap turat: kalp sıkıntıdan çarpıyor. aldastat- et. aldasta- dan. aldastoo- işs. aldasta-dan. aldaş- birbirini aldatmak, hep birlikte aldatmak. aldat- et. alda V den; saaaldattım: sana aldandım. aldattuu işs. aladat- tan. aldayar a- f. tar. hanın, hükümdarın, padişahın hürmet ifade eden ünvanı. alde = alda II. aldey- ninli! (beşik sallarken söylenen ninnilerin sonuna ilâve edilen nakarat). aldeyle- ninni ninni!demek, ninni söylemek. aldeylen- kendisi için ninni söylemek, ninni söylenerek uyutulmak. aldeylent- et. aldeylen- den. aldeyleş- müş. aldeyle- den. aldıkatkan bk. kat IV aldıkı = aldakı. aldıñkı 1. öndeki, önde bulunan, ileri gelen,; aldıñkı sınıptagı baldar: yukarı sınıf talabeleri; aldıñkı kişiler: ileri gelen adamlar; 2. alttaki. aldır- 1. almaya misaade etmek veya almayı emretmek; tedarik atmeye misaade etmek yahutemretmek; uşu kitepti taşkenden aldırdım: bu kitabı (ısmarlamam üzerine) bana Taşkent’ten tedarik ettiler; sır aldır- : sır öğrenmeye müsaade etmek;omuroodon aldırıp: göğsüne kadar girerk(hayvan hakkında); bet aldır- : bk. bet 5; 2. çaldırmak,eşyası çalınmış olmak;aldırgan enesinin koynun açat ats. : eşyası çalınan adam(çalınan eşyayı aramak üzere) annesinin koynunu karıştırır;atımdı aldırdım: atımı çaldırdım(daha bir örnek bk. kuu 1);oozunan aldırgan börüdöy yahut aldındağı aşınaldırgansıp: aptalca şaşlamış suratla (kendisini) yendirmek, yenilmiş olmak, dayanamayıp düşmek; küröştö aldırdım: güreşte yenilmiş oldum,beni yendiler;kolu-butun suukka aldırdı: ellerini ve ayakalrını dondurdu;möröy aldır- , bk. möröy 2)eç kimge aldırbayt: kimse karşısında alt olmuyor, kimseden çekinmiyor; aldırıp salbagay ele! : korkarım ki bir gaf yapmasın!; otoogo aldırgan egin: fena otlarla kaplanmış ekin; arakka aldır- : sarhoş olmak; arakka aldırgan kişi: votkadan sarhoş olan adam. aldıra 1. şaşalamak, apışmak; 2. kuvvetten düşmek, gevşetmek; bütünkön boyum aldırap kuyap: büsbütün kuvvetten düştüm. aldıraş- müş. aldıra- dan. aldırat- 1.şaşkınlığı mücibolmak; 2. takatten düşürmek, gevşetmek. aldıratuu işs. aldırat- tan. aldırıl- mut. aldır- dan, teveccüh etmek, yönelmek. aldırış- müş. aldır- dan. aldıroo 1. şaşkınlık hali; 2. dermansızlık durumu. aldırt- et. aldır- dan. aldırtan 1. önden; 2. aşağıdan, alttan; aldırtan karap koy- : göz ucuile (işvekârlıkla) bakmak; abıdan içtiküygüzöt aldırtan karap koygonuñ folk: senin işven insanın bütün içini yakıyor; 3. mec. gizlice, mahremane. aldıruu işs. aldır- dan. aldoo aldatma, aldatım. aldooç = aldagıç. aldooçu = aldagıç. aldooçuluk aldatma faaliyeti, aldatış. alduu 1. kevvetli muktedir, kudretli; 2. zengin, hali vakti yerinde olan; alduu kişi: zengin adam. alek I, bir çeşit pamuklu, yolu kumaş.\n\n\nIIa. talâş, uğraşma, ıstırap, balañ ıylap meni alek kıldı: çocuğun ağlayıpbeni fazla rahatsız etti; meni alek kılbaçı: beni üzmesene,arkim öz canı menen alek: herkes kendi hayatını korumakla meşguldür,alın bilbegen alek ats. halini bilmeyen (hesabını bilmeyen) adamzahmet çeker; alekdelek: acelelikle telâşla.\n\n\nIII= alik. aleki aleki saat: çabucak, dakkasında; aleki saatta barıp keldi: çabucak gidip geldi. alekimasalam bk. salam. alekten- uğraşmak, fazla meşgul olmak, sıkıntı çekmek. aleñgir 1. tahribat, yıkma, aleñgir sal- : yağma etmek; coloy bahadirin kılıcının adıdır; mütkiş kılıç; aleñgirdi asındı aleñgir kılıcını kuşandı. aleşem yarı yaş, yarı nemli; aleşem otun: yarı yaş odun; aleşem tezek: yarı yaş tezek. aley I, r. hıyaban, alee.\n\n\nII= apiy. aleyet aleyeti çok: yakışıksız, külüstür. aleyetsiz = aleyeti çok (bk. salam) aleyisalam a. den. allah selamet versin (her hangi bir peygamberin adı anıldığı zaman ilâve edilen tabirdir) aleykim a.müslümanca selâmlaşmanın bir kısmı(bk.salam) alga bk. ald. algaçkı birinci, baştaki, algaçkı natıyçalar: ilk neticeler. algala- ileri hareket etmek. algansı- k almış sanmak, almış imiş gibi gözükmek. algı I, bk. bergi.\n\n\nII, öndeki, baştaki; algı söz: önsöz, mukaddime.\n\n\nIII,bir yabanî, basleli bitkinin adıdır, algını çüçüt- : algıdan nişasta( yenir kısmını) kaynatmak. algıç alıcı; til algıç: söz dinleyen; canalgıç 1) mit. azrail; 2) mec. gaddar. algılaş- kapışmak, dövüşmek, vuruşmak. algılık almıya değer, çabandıñ algılıgı kalgan emes: çapanın tutar yeri kalmamış, büsbütün örselenmiş. algılıktuu = algılık. algır iyi kapan, yakalıyan; algır kuş: iyi yakılayan(avlayan) kuş, algır taygan: iyi avcı köpek (av köpeği) algıs = algısız. algısız sözgö algısız: konuşmak ve danışmak için çağrılmıyalikadı olmıyan kimse, bir colu kalpıñ bilinse, sözgö algısız bolorsuñ ats. : bir kere yalan söylersen artık musahabeye iştirak edemezsin. algış = alkış algoo şu aşağıdaki yollarla karşılıklı yardımda bulunmak; 1) toprak sürmek için birbirine hayvan vermek; 2) birbirine kendisininemeğiyle yardımda bulunmak. algooloş- (ziraat işlerinde) birbirine yardım etmek. algooloşuu işs. algooloş- tan. alık (Rad) yükseklik, tepe. alım 1. haraç,mükellefiyet; alım al- : tar. haraca almak; alım sal- : haraca kesmek; 2. tokuz korkol oynarken kazanma (bk.korkol); 3. rüşvet;alım- berim sütü bar uy: ortaca süt veren inek; 4. mat. suret (kesrin sureti) ; pay. alımça alma (koşumça’nın karşıtı) buga alımça- koşumçalar cokpu? buna değişmeler, katmalar yok mu? alımsak = alasa II; bir kişide ala turgan alımsagım bar: bir adamda alacağım var. alımsın- tatmin edilmek; it ayagın calamayınça alımsınbayt ats. : köpek kabını tamamiyle yalayıp bitirmeden tatmin edilmiş olmaz. alımsınarlık tatmin ederlik (kendisiyle tatmin edilebilecek olan şey). alımsındır- tatmin etmek. alımsındırarlık tatmin ederlik (tatmin edebilirlik) ; kılgan işteri alımsındırarlık emes: yaptığı işler tatmin ederlik değildir. alımsındıruu tatmin etme. alımsınuu tatmin edilmiş olma. alın- 1. alınmış, tesellüm edilmiş olmak;daarat alın- : folk. aptes almak (dinî ayin) ; 2. satınalınmak; 3. hoşa gitmek, itimat, sempati kazanmak; bat ele kişige alınıp ketet: çabucak itimat, sempati kazanıyor; koy kozusuna alındı: koyun (bir defa bıraktığı) kuzusunu yeniden kabul etti. alıp = alip. alıpkaçtı bk. kaç. alıpsatar bk. sat. alıs kuzak, uzaklık; alıska ketti: uzağa gitti; alıstan keldim: uzaktan geldim; kün alıs: gün aşırı; kün alıs gel- : gün aşırı gelmek; başınan alıs attım: onun başı üzerinden ateş ettim (attım). alısın çayır biçildikten sonra yeniden biten ot. alsında- bitmek (çayır biçildikten sonra yeniden çıkan ot hakkında) ;çöp alsındadı: çayırda ot yeniden bitti. alıskı uzak, uzaktaki. alısta- uzaklaşma; yadırgamak; kün alıstap: gün aşırı (her gün değil) ; kün alıstap gazetakelip turat: gazeteler gün aşırı geliyor. alıstat- uzaklaştırmak, uzağa atmak. alıstatuu işs. alıstat- tan; uzaklaştırma. alıstık uzaklık; miñdegen kilometre alıstıkta turat: binlerce kilometre uzakta bulunuyor. alış I, yana çıkarılan kanal, büyük ark.\n\n\nII, alış, tesellüm;alış- beriş: alışveriş, karşılıklı mübadele. alış- III, birbirinden almak; hep beraber almak, ot alış- : birbirnden ateş almak; mec. dost yaşamak; ot alışpasboldu (kadınlar hakkında) : aralarında bütün münasebetleri kestiler, kavgalıdırlar; es alış- : hep beraber dinlenmek; ün alış- : (hayvanlar hakkında) birbirinin boynuna başlarını koymak; kız alış es. : karşılıklıca evlenmek (biri ötekisinden, ötekisi berikisinden kız almak) ; karşılıklıca kız alabilmek derecesindeki akrabalık (kabileler, oymaklar mübessilleri arasında) ; şilekey alış bk. şilekey; 1. kapışmak; 3. dövüşmek (aygırlar hakkında). alışman alışman- berişmen 1) aralarında ticarî münasebetlerde bulunanlar, alışveriş edenler; 2) birbirine yardım edenler; 3)ahbaplar. alıştır- 1. birbirine tutşturmak; aygır alıştır- : aygırları birbirine kışkırtmak; 2. karıştırmak, yuğurmak, birbirine karıştırmak, katmak; değiştirmek, birini alıp ötekini koymak, çeşitlendirmek; et alıştır- : (haşlanmış ufak doğranmış) eti çevirerek karıştırmak; cegeniñdiköp körböym alıştırganda az bolbosom ats. : başı kıymetli değil, sonu övülmüş olsun (harfiyen: et doğradığın zamançok yiyorsun demiyorum, yalnız karıştırdığın zaman ve sunduğun zaman az çıkmasın.) alıştıruu işs. alıştır- dan. alışuu işs. alış- III ten; kız alışuu es. karâbet ve din bakımından) olan münasebetlerde karşılıklıca kız almıya müsait olan durum; bikir alışuu: fikir taatisi. ali a. henüz, daha, şimdicik; ali kelgen cok: henüz gelmedi; ali keldim: şimdicik geldim; alige yahut aligeçe;şimdiye kadar, henüz; alige cok: henüz yok; alige deyre yahut ali küngö: bu zamana kadar; ali da balso: hâlâ, o takdirde bile. alibet kudret, enerji (gayret). alibettüü kudretli, gayretli; alibettüü cigit: gayretli, muharip delikanlı. alige bk. ali. alik a. (müslümanlarda) selâmın cevabıdır; alik al- yahut salamga alik al- : selâma karşı cevap vermek. aliment r. (karıya ve çocuklara verilen) nafaka. alip a. elif, alfa (arap alfabesinin birinci harfidir ve dikey küçük değnek şeklindedir; alipti tayak dep bilbegen: karacahil (harfiyen: elifin değnek şeklinde olduğunu bile bilmeyen). alipbee a. 1. alfabe; alipbee ireti: alfabe sırası; 2. alfabe kitabı. alipbeelüü alfabeye mensup; alipbeelüü kinege: alfabe kitapçığı. alk a. tabiat, seciye;alkı buzuk yahut alkı ketken: vicdansız, hayasız. alka I, caka ve şalka sözlerini tekidir; alka- cakadan al- : mec. gırtlağa sarılmak.\n\n\nIIa. dn. 1. dervişlerin dinî âyin yaparken topalanarak pturmalarından varlığa gelen daire; 2. dervişlerin dinî âyini. alka- III, takdis etmek, hayır dua etmek. alkak 1. çocuk beşiğinin her iki yanındaki kavisler; 2. çenber; 3. coğ. mıntaka; melüün alkak: mutedil mıntaka. alkamdu a. dn. hamd (allaha şükretmek). alkı şalkı sözünün tekidir; alkı- şalkı. alkılda- şiddetle, gayretle ileri atılmak, nbaşını sallıyarak ileri doğru saldırmak. alkıldaş- müş. alkılda- dan. alkıldat- ileri atılanı durdurmak; alkıldatıp ur- : kurtulmıyaçalışanı bir eliyle tutarak, öteki eliyle dövmek. alkıldoo işs. alkılda- dan. alkım a. 1. gırtlak (hulkum : M.) , boğaz; cegeni alkımınansıgılsın! (başlıca rüşvet almalar hakkında) : yediği boğazına tıkansın! ; aş içse, alkımınan kürünöt (dilber hakkında): yerken yemek gırtlağından görünüyor (teni o kadar nazik) ; 2. dağ eteği. alkın- nefes tutulmak, ateşlenmek, kızmak ileri atılmak, saldırmak, gayretle hücum etmek, taşkınlık etmek, ileir hareket etmek için özenmek; at alkındı: at ileriye atıldı; nar töönü örgö tartsa- alkınar ats. eğer deveyi yokuşa doğru çekersen, o, bütün kuvvetiyle ilerler. alkınt- et. alkında- dan; altıñdı alkıntpa: atını ateşlendirme, ona gemi azıya almıya müsaade etme. alkınuu işs. alkın- dan. alkış 1. hayırdua; 2. selâmlama, hamdü sena, şükran; alkış al- : teşekküre, hamdü senaya mazhar olmak; alkış kat: taktirname, şerefhattı; kızuu alkış : şiddetli alkşılama. alkışta- taktis etmek. alkagol r. alkol. alla (yalnız eski mekteplerde okuyanların lisanında) = alda I. alma elma;alma cıgaçı : elma ağacı, alma baş (destanda) : tüfek ismi. almaç \n\n\nyahut almaç- telmeç: asılı duran yahut her tarafa çıkık bir halde;almaç örgöç atandar: sarkık hörgüçlü develer. almak almak salmak bk. salmak I. almaluu elması, elma ağacı bol olan;almaluu cer: elması, elma ağacı mebzul olan yer. alman I= algır;alman bürgüt közdöngön: avcı kartal gözlü.\n\n\nII, vergi, haraç. almanax r. almanak. almas f. elmas; almas kılıç: âlâ çelikten yapılan kılıç. almaş I, nöbet, münavebe. almaş- II, nöbetleşmek, değişmek, başka bir şekle girmek. almaşıl- değiştirilmiş olmak, birinin yerine başkası koyulabilmek. almaşıluu işs. almaşıl- dan. almaşın- değişmek, başka şekle girmek. almaştır- değiştirmek, başka şekle sokmak; gizlice değiştirmek; birinin yerine başkasını koymak. almaştıruu işs. almaş- II, den; partiya dokumentterin almaştıruu: parti vesikalarını dğeiştirme; almaştıruuga mümkün bolbogon: değiştirilmez. almaşuu trampa, mübadele. almurut f. armut. aloo f. alev. aloolon- 1. alevlenmek, alevlenerek yanmak; beti aloolonup kızarıp çıktı: yüzü yandı; 2. buram buram fışkırmak (diyelim, şiddetli alev hakkında). aloolont- et. aloolon- dan; aloolontup attarın folk. : atlarını kızdırarak. alp I, aşırı uzun ve iri boylu mefhûm insan cinsi (geant); bahadır, kahraman; ilgerkinin alpı köp, alpınan kalpı köp ats. : eski zamanlarda alplar çok olmuş, ancak kalpları (sahteleri) daha fazla olmuş; alp kara kuş bk. kuş I.\n\n\nII, alp dedire sugundu folk. : hırsla yuttu. alpar = alıp bar (bk. al IV) alpeşte- birisiyle fazla meçgul olma, bir çocukla uğraşır gibi uğraşmak. alpeyle- yaranmak için uğraşmak; anı alpeyleyt: onun önünde yaltaklanıyor. alpeyleş- müş. alpeyle- den; anı urmattaşat, alpeyleşet: onu sayıyorlar, onun karşısında yaltaklanıyorlar. alpıldat- = apıldat. alpuruş- = alpalış; bala menen alpuruştum: çocukla uğraştım. alsıra- takatten düşmek. alsırat- takatten düşürmek alsıratuu işs. alsırat- tan. alsıroo işs. alsıra- dan. alsız halsiz, gevşek, kuvvetsiz. alsızdan halsizlenmek, kuvvetten düşmek. alsızdık zaiflik, kudretsizlik, kuvvetsizlik. altadar = altı atar (bk. altı) altay bir nevi tilki. altayla- “altay!” diye haykırmak (cidale davet haykırması) altek altek- teltek- bas- : gevşek, korka korka basmak. altı altı atar: altı atımlı. altıgana sarı akasya (çalı). altılık (oyun kağıdında) altılık. altımış altmış. altımışınçı altıncı. altın altın, altından olan. altınçı altıncı. altında- altınlamak, altın sürmek, altınla işlemek. altındat- et. altında- dan. altındattır- et. altındat-tan. altınduu altınla süslenmiş, işlenmiş, altın sürülmüş. altoo altı, altı tane. altündö bk. tün I. aluu 1. alma, kabul etme, tesellüm; 2. satınalma, mat. tarh (çıkarma). aluuçu 1. tesellüm edici; 2. satın alıcı (müşteri). aluuçuluk satıp aluuçuluk bk. şık. alximiya r. ilmi simya (alchimie). amal a. 1. amel faaliyet, hareket; esep amalı mat. amelî hesap; tört amal: mat. : dört amel (ameli erba) ; teskeri amal mat. : makûs amel; 2. vaziyetten çıkmak çaresi, hiyle, kolayını buluş; amalı köp: kurnaz, hiylekâr, çevik, çareler bulan, çıkar yolunu bulan; amal cok: çare yok, çıkar yol yok, imkânsız; amalım caman tügöndü: ben gayet müşkül, içinden içinden çıkılmaz vaziyetteyim;amalın tababız: çaresini buluruz; emi amalım ne bolot: ben şimdi ne yaparım? , bu vaziyetten nasıl çıkmalı, şimdi bana çıkar yol nerede? ; amal barbı? : yapılacak bir şey yok, bu vaziyette ne yapılabilir? amalda- bir kolayını bulmak, hiyleye başvurmak, işin içinden sıyrılmak; vaziyetten bir çıkar yol bulmak; amaldap al- : herhangi bir nesneyi almak için hiyleye başvurmak; amaldap karmadı: ustalıkla yakaldı. amalduu çevik, işin içinden sıyrılmasını bilen, çıkar yolunu bulan. amalkeç a- f. = amalköy. amalköy a- f. hiylebaz, kurnaz, el çabukluğiyle iş gören. amalsız 1. müşkül vaziyete konuşmuş olan; 2. zaruret ilcasiyle (bu mânâ ile daha fazla amalsızdan şekli kullanılır) amalsızdık içinden çıkılmaz durum, müşkül durum. aman a. mesut, tam eksiksiz; aman alıp kal- : mütezarrır olmadan kalmak; aman bol! : sağ ol! amansıñ bı? : 1) sağ mısın? ; zararsız mısın? ; 2) merhaba! ; aman aldıñbı? : herhangi bir şeyi bütün ve zararsız olarak aldın mı? amanat a. 1. muhafaza edilmek üzere verilen şey; rehin; amanat kassası: tasarruf sandığı; 2) (bilhassa folklorda) sık sık “can” ın sıfatı olarak kullanılmaktadır: amanat canga ölüm ak ats. : emanet cana ölüm muhakkatır. amançılık saadet, bütünlük. amandaş- karşılıklıca sağlık, esenlik sormak, selâmlaşmak. amandaştır- et. amandaş-tan. amandaştıruu işs. amandaştır-dan. amandaşuu işs. amandaş- tan. amandık 1. = amançılık; 2. selâmlama; amandık aytsa, şügür cok folk : “merhaba” dedi, cevap yok. amaz = namaz. ambal çin. amaban (Çin Türkistanında kaza âmiri). ambulatoriya r. revir. amır a. emir, buyruk; amır tut- : emri yerine getirmek, emire, talebe boyun eğmek. amırken r. 1. amerikalı, amerikaya mensup; 2. amerika tohumundan yetişen pamuk; 3. cilâlı deri; amırken ötük: cilalı çizme. amız = namıs. amızdan = namıstan. amızköy = namısköy. amızköylük = namısköylük. amirken = amırken. amma = amme. amme f. hepsi, hep, heme. amortizatsiya r. bir borcun itfa edilmesi, amortissement. an . bk. al II. anaçı 1. ebe, kabile; anaçı kir- : ebelik mesleğine girmek; ebelik etmek; açki özü tuuy albay atıp, kovgo anaçı kiriptir ats. : keçi kendisi doğuramamışken, koyuna ebelik etmiye gitmiş. 2.= eneçi. analiz r. tahlil, analyse. anan ondan sonra, sonra, ötekinden sonra; anan emine kılu kerek? : sonra ne yapmak lâzım? ; anançı? : öyle değil mi? , öyle değilse, başkaca nasıl olur? anar f. nar (bitki ve meyva.) anarxist r. anarşist. anarxiya r. anarşi. anarxisizm r. anarşizim. ancı eki ancı: iki ihtimalli, şüpheli; köñülüm eki ancı bolup turat: müterreddidim; el eki ancı bolup uruş boldu: halk ikiye ayrıldı dövüş vukua geldi. ancır f. incir. ança o kadar, işte bu kadar, oldukça çok; ança emes : pek okadar (çok, büyük, iyi ve s.) değil; ançamınça: biraz; ança bolboy = añgıça bolboy (bk. añgıça). anşalık o kadar, o derece; ançalık emes: pek o kadar değil; ançalık biyik emes: pek o kadar yüksek değil; işteri ançalık cakşı emes: işleri o kadar iyi değil. ançeyin şöyle böyle; düpedüz; ançeyin keldim: böyle geldim (muayyen bir maksadım yoktur). anda orada; o zaman; anda- mında: şurada burada; anda- sanda: arada sırada, nzaman zaman, nâdiren: anda- sanda kele koyot: arasıra geliyor. andaala- muhteklif cihetlere dağılmak, darma dağınık olmak; andaalap çaap ketti (atlılar) : dağılıp gittiler; andaalap kar tüşüp turat: kar sepeliyor. andagı oradaki. andakı = andagı. andan 1. ondan, şundan, oradan; 2.ondan dolayı, sonra, ondan sonra. anday o gibi, bu gibi, böyle, öyle; anday bolso: öyle ise, o halde; anday (yahut alay) bolsun! haydi öyle olsun! (iyilik dileyene cevap) ; andaymınday degiçe folk. : kaşla göz arası, çabucak. andayeki işte eğer.., işte bakalım; menin sözümö könböyt, andayeki atası kelsinçi; künböğönün köröyün: benim sözümü dinlemiyor, bakalım babası gelsin de onun sözünü dinlemediğini görelim. andelek f. çabuk yetişen bir çeşit kavun (Orta asyada yaşıyan Rusların dilinde) ; engelek, angeleyka, handaliak, xandaliaçka. andıktan onun için, o sebepten, şunun tesiriyle. andızda- (at üstünde) alabildiğine koşmak; andızdap çaap cüröt: dolu dizgin gidiyor. andızdat- et. andızda- dan. anet- (anı et; telâffuzda “t” incedir) : öyle hareket etmek, öyle yapmak; anetip (antip) ; öyle, o suretle; anetkende (antkende) : eğer öyle hareket edilirse, o taktirde; anetseñ (antseñ) : eğer öyle hareket edersen; anetkeni (antkeni) : bu ise onun için; antpese = aytpasa. anetil- mut. anet- ten; anetilgen tagtırga: o taktirde. anetiş- (söylenişte : antiş) müş. anet- ten; nege antişet? : onlar nereden öyle hareket ediyorlar? neden öyle yapıyorlar? añ I,çukur, sel yeri, selin açtığı yol.\n\n\nII, yabani hayvan, şikâr; añuulap çıktım: avlanmaya çıktım.\n\n\nIII, fikir, şuur;sayası añ: siyasî şuur, siyasî gelişim.\n\n\nIV, tañ II nn teki, añ- tañ. añçı avcı. añçılık avcılık. añda- anlama, künhüne varmak. añdat- et. añda- dan. añdı- beklemek, tarassut etmek. añdış- müş. añdı- dan. añdoo işs. añda- dan; aytkan sözdü añdoo kerek: söylenen sözü anlamak gerek. añdooston ansızın, beklenmeksizin, birdenbire. añdoosunan = añdooston. añduu I, şikârı bol olan.\n\n\nII, şuurlu, kavrayışlı, söz anlar.\n\n\nIII, izinden yürümek, gözetlemek, takibetmek.\n\n\nIV, çukurluk. añduuçu izin üzerinde yürüyen, gözetliyen, bekliyen, pusuda duran, takibeden, daima kovalıyan. añgek kazılmış çukur, selin kazdığı yol, suyun eştiği kıyı. añgeme 1. musahabe, hikâye, yeni haberler; kalada emine añgeöe bar? : şehirde ne gibi haberler var? , şehirde ne giib lâkırdılar var? ; 2. geçmiş zamanlar (olup bitenler) hakkında anlatma; azırkı kepti taştaşıp, añgemeni baştaşıp folk. : bugünküler hakkında lâkırdıyı bırakarak, geçmişler hakkında konuşmıya başladılar. añgemeçi añgemeçil, neşeli, eğlenceli hikâyeler anlatmayı seven. añgemele- hikâye söylemek, anlatmak. añgemeleş- öteden beriden konuşmak, lâf atmak. añgemeleştir- et. añgemeleş- ten. añgemeleşüü sohbet etme (bir vetire olmak üzere). añgemelüü añgemelüü kişi: istifadeli, neşeli sohbettaş. añgezer = eñgezer. añgıça ona kadar, o sırada, o esnada; bolbodu yahut añgıça bolboy: bu da olmadı, dada on akadar, daha bu vukua gelmemişken... men küngönümdü aytıp bereyin dedi “gu-gu” degen dabış çıktı: gördüklerini anlatmak istiyordu, derken çınlayan bir ses işitildi. añgır : añgır- tuñgur: eğri büğrü. añgıra- 1. anırmak (eşek hakkında) ; nâhoş sesler çıkarmak; 2. hayvan, ağzını geniş açmak, açık kalmak; 3. gayri meskûn olmak. añılda- 1. ulumak, bağırıp çağırmak; añıldap ıyladı: ağzını geniş açarak, yüksek sesle ağladı; añıldap ırda- : yüksek sesle ve nâhoş bir surette şarkı söylemek; añıldap eşikten şamal kirdi: kapıdan rüzgâr şiddetle girdi: 2. açık konuşan, içi dışı bir5 olan. añıldaak geveze, boşboğaz. añıldat- et. añılda- dan; añıldatpay ünüñ bas: sus! yırtınma! añır I, Rusçası”atayka” : Beyazdeniz ve Kamcatka ördeği, anas tadorna. añır- II, tereddüt ve kararsızlık içinde kalmak, şaşalamak, apışıp kalmak; añırıp karap kaldı: hazin ve şaşkın bir halde bakıyor; añıra çaap ketti: (atlı) cin çarpmış adam gibi dört nala koşturup gitti (maksat ve istikamet gözetmeksizin). añırakay büyük bir yarık manzarası arzeden, büyük boş saha (diyelim gayet geniş dağ geçidi) añırañda- 1. kendisinin hareketlerinde, burun delikleri geniş olan kimseye benzemek, benzetilmek; 2. kudurmuşçasına, söverek atılmak. añıray- ardına kadar açılmak, açık kalmak; eşik añırayıp açılıp turat: kapı ardına kadar açık durıyor; 2. ağzını açarak bakınıp durmak, aptalca ve şaşkınca bir çehre arzetmek; añırayıp tañ kaldı: şaşmaktan ağzı açık kaldı. añırayt- et. añıray- dan; ooz añırayt- : ağzını geniş açmak. añrıt I, tahkik olunmamış şayialar, lâkırdılar, deikodular. añırt- II, et. añır II den. añız I, tarla, sürülmekte olan toprak; kısır añız: sürülmemiş tarla, kıraç.\n\n\nII, gönül okşayıcı şayialar; añız kıl- : meraklanmak, meraktan çatlatmak; atka minip celgemin, añız kılıp kelgemin folk. : ata binerek, yeleidirerk gittim, meraktan çatlayarak buraya geldim. añgi 1. (ögürü olmıyan) sık sık yüksek sesle kişneyen (aygır) ; 2. mec. (hafifmeşrep olan kadın hakkında). añgil = añkildek. añka = suusa. añkay- I, birteviye, baştanbaşa.\n\n\nII, geniş açılmak, açık kalmak. añkayt- et. añkay II den. añkı- çıkmak, yayılmak (koku hakkında). añkılda- inlemek (köpek hakkında) ; añkıldabay tim otur: rahat otur, inleme; it añkıldap üröt: köpek inleyerek havlıyor. añkıldoo işs. añkılda- dan. añkıt- çıkarmak, yaymak (koku hakkında). añkıy- insanlardan boş kalmak, tenhalaşmak. añkildek bir çocuk oyununun adıdır. añkişte- hırslanmak, sinirli sinirli konuşmak. añkoo safdil, saf, aptalca, basit, safderûn; ak koydon añkoo, boz koydon momun ats. : sudan daha yavaş, ottan daha alçak (harfiyen: beyaz koyundan daha saf, boz koyundan daha yavaş, sâkin) añkoolon- yalandan saf gibi görünmek. añkooluk aptalımsılık. añkoosu- yalandan saf görünmek, anlamazlıktan gelmek. añkoosun- (mana itibariyle) = añkoosu. añkuş (dağ sıçanının) acı acı bağırması. añkuşta- 1. acı acı bağırmak (dağ sıçanı hakkında) ; 2. mec. : boşu boşuna gevezelik etmek. añrakay = añırakay. añray = añıray. añsa- 1. susaman, susamaktan bitap düşmek; 2. mec. can atmak (şiddetle arzu etmek). añsız şuursuz, inkişaf etmemiş, cahil. añsızdık gelişim eksikliği (akıl cihetinden) ; şuursuzluk; cehalet. añşay- 1. (ihtiyarlıktan) dişsiz kalmak; tişi tüşüp añşayıp kempir bolup kalıptır: dişleri dökülerek, bir dişsiz kocakarıya dönmüştür. 2. (aralıktan) kemik kesilmek. añtar- 1. tersine çevirmek, 2. birisinin üzerini veya evini araştırmak añtara tersine, içini dışına getirerk; tonun añtara kiygender yahut tonun añtarasınan kiygender: 1) kürkü tersine çevirenler; 2) mec. : içtimaî menşelerini saklıyanlar, tufeylîler. añtarıl- tersine çevrilmiş olmak. añtaruu tersine çevirme anı bk. al II. anık aşikâr, şüphesiz, hakikî, mevsuk; anık kabar: mevsuk haber; anık boldu: tevazzuh etti, aydınlandı, muhakkak surette bilindi; anık müçö: hakikî aza. anıkı onun, ona ait olan. anıkta- noktası noktasına aydınlatmak, tesbitetmek; anıktap ayt- : tam ve muayyen olarak söylemek; bararıñdı anıkta: gidecek misin, gitmeyecek misin, doğru olarak söyle. anıktal- muhakka olarak bilinmek, sabit olmak, tavazzuh etmek. anıktat- et. anıkta- dan. anıktoo tam olarak aydınlatma, tesbitetme, tereddüde mahal bırakmama. anın bk. al II . anıy = aniy aniy 1. niçin? ; 2. çoc. istemiyorum, istemez. anket = anketa. anketa r. anket; anketa kagazı: anket yaprağı; anketa toltur- : anket yaprapını doldurmak; ankete tolturt- : anket kağıdını doldurmak. anneksiya r. ilhak, annexion. ansayın bk. sayın I. ansız bk. al II. ant I, es. yemin, ant; ant iç- : yemin etmek, ant içmek, tahlif ettirilmek; ant içir- : tahlif etmek, yemin ettirmek; antka cet- : andını tutmak; ant şert: yemin; ant içerek söz verme; ant urgan yahut anturgan: mel’un. ant- IIbk. anet. antogonizm r. tezat, antgonisme. antala- 1. başkalarının omuzları üzerinden bakarak, arkadan sıkıştırmak, kalabalığın üzerinden bakarak ileriye sokulmak; 2. mec. : şiddetle arzu etmek. antalañda = antañda. antañda- telâş etmek, apışmak. antenna r. anten. antisemit r. yahudi aleyhdarı. antisemitizm r. yahudi aleyhdarlığı. antiş- bk. anetiş. antkeni bk. anet. antkor k- f. 1. ant bozan, yalancı, iftiracı; 2. yalan (sahte) , münafık; antkor söz: sövüş (sövme) , bühtan; antkor külkü : yalancı (ca’lî) gülüş. antkorsu- bilmezlikten gelmek, yalandan hayret izhar eylemek. antkorsun- (mânâ itibariyle) = antkorsu- ; antkorsunup küldü: yalandan güldü. antkoru yalandan; antkoru küldü: yalandan gülmiye başladı. antpese = aytpasa. anttaş- antlaşmak; anttaşıp dos bol- : antlaşarak dost olmak. anttaştır- et. anttaş- tan. anttaşuu işs. anttaş- tan. anttuu antlı, yeminli; unutpas anttuu coldoşum folk: unutulmaz sadık arkadaşım. anturgan bk. ant. I. ap I, “a” ile başlıyan kelimelerin önüne takviye etmek için konulur; ap- açık : bütün açık, tamamiyle vazıh; başka örnekler için appak, apakay sözlerine bk.\n\n\nII, 1. hav! (köpek hakkında; 2. vay, seni! (korkutma enterjeksiyonu). apa büyük hemşire, anne; ayıl- apa: avul (obalar yığınağı) ; avul ahalisi; ayıl- apa boluñar: aranızda dostça, barış içinde yaşayın! ; ayılapañarda: siizn avluda; ayıl- apabız menen: avuldaşlarımızla birlikte. apak = appak. apakay 1. beyaz, apak: ap- apakay: bembeyaz; 2. çoc. : güzel, iyi. apala- “apa” diye çağırmak (yaşça büyük kadını) ; “anne” diye seslenmek. apaloo işs. apala- dan. apan apan- tapan : kaba saba; aran- tapan; caman çapan, iyri komuz, çolpon cıldız (bilmece) : kaba saba, kötü, palto, eğri komuz (kopuz), zühre yıldızı (töö deve) apapta- es. (sahte tabipler usuliyle) boğazdaki şişi tedavi etmek(ocağın ayağı yanındaki kül alınır ve tazarru sözleri okunarak, boğaza koyulur) apar bk. al IV, 1. aparat = apparat. apartunizm = opportunizm apas = apaz. apat a. afet; tabiatın getirdiği felâket; apat aydagır! : sığır hayvanları için ilenç sözü. apaz a. nefes; caman apaz ayt- : muvaffakiyetsizlik tahmin etmek, fena iş hakkında kehanette bulunmak, muvaffakiyetsizliği önceden haber vermek; mec. : karga ötmek. apazıtsiya = oppozitsiya. apçil kömür maşası. apende rum. saf, aptalımsı. apendi = apende. apı a. lûtuf, merhamet, afiv. apıkele- 1. (büyük hemşireye) “ablacık” demek; 2. okşanmak ister gibi hareketlerde bulunmak (insanlar hakkında). apıl apıl- tapıl: acelelikle, telâşla. apıldaş- acele etmek, telâş etmek, apıldat- acele ve hırsla yemek, apıldatıp aşadı: acele tıkanarak yedi. apıñ apıñ- upuñ kılıp ketti: (sahte tabip) şöyle böyle tedavi etti. apırañda- övünmek, farfaralık etmek. apırık mübalâğa, farfaralık. apırt- mübalâğa etmek, yalan söylemek; apırtıp ayttı yahut apırtıp süylödü: mübalâğa etti, olmadık şeyler söyledi. apıt teessüf, pişmanlık; apıtta kalba: sakın pişman oolmıyasın; apıtka ket- : beyhude yere mahvolmak, hebaya gitmek. apirativtüü = operativdüü. apiril kon = aprel. apişe kon. = afişa. apiy vay, vah vah, ne oluyoruz! apiyim afyon. apiyimçi afyon tiryakisi. apkaarı- şaşırmak, apışıp kalmak; apkaarıp söz aytalbay kaldı: şaşırdı ve tek bir kelime söylüyemedi. apkıt ayakkabının huşağacı kabuğundan yapılan ökçe kısmı. apkiç f. su taşırken omuzlara konan eğri sırık. appak (ap+ak) büsbütün ak, bembeyaz. apparat r. cihaz, appareil. aprel r. Nisan. aps = apsi. apsala a. ruhî hâlet; apsalası bas- : cesareti kırıldı; surat astı; apsala söz: boş söz, lâfü güzag; apsala sözüñdü koy: boş sözlerini bırak; apsalaga çappa: her saçma sapan sözlere inanma. apsañda- hareketlerinde, sakalı, bıyığı uzamış olan ve kendisine gençlerin yaptığı işler yakışmıyan yaşlı adama benzemek; apsañdap maa emine bar? : ben ihtiyara ne gezer? ; hayır bana artık bu yaşta yakışık almaz. apsay- 1. sakalı bıyığı uzamış adamın suratına malik olmak; 2. tüy ve kıl ile kaplanmış olmak. apsıy- fazla tüylü, kıllı olmak. apsi a. nefs, heves; apsisi caman yahut apsisi buzuk: harîs; apsiñdi tıy: nefsini tut, hırstan vazgeç. apta f. hafta; apta künü toy berip folk. : bir hafta süren ziyafet çekerek. aptabuz kon. = avtovuz. aptama f. yıkanmıya mahsus liğen, ibrik ve s. içine alan masa, lâvabo. aptamabil kon. = avtomobil. aptap f. güneş, afitap; güneşin şuaları; güneşin ılıklığı; aptapka cat- : güneşte yatmak; kün aptabı tiyerde folk. : güneş ısıtmıya başladığında. aptarıyat kon. = avtoritet. apteek f. dn. kuranın yedide bir kısmı; heft’yek (eski mekteplerde okuma öğretmek için bir ders kitabı olarak kullanılan kitaptır). aptek kon. = apteka. apteka r. eczane. aptıguu işs. aptık- tan. aptık- (heyecandan, şiddetli nefes darlığından) söz kesilmek; aptıgıp ayta albadım: (korkudan) tek bir kelime söyliyemedim. aptıktır- şaşırtmak; tek bir kelime söyliyemez derecede korkutmak. aptoroy hep; hepsi; kâffesi; baştanbaşa. ar I, f. her; ar bir: her biri, herkes; ar kim: her kim; ar cerde: her yerde; ar dayım yahut ar kezde: daima; her zaman; her vakit; ar oyluu (adam) : sabit bi fikre malik olmıyan; ar türdüü: her türlü, mütenevvi; ar kıl- = arkıl; ar kim iç oorusun özü bilet ats. : herkes içinde nesi acıdığını kendisi biliyor; ar kanday: her türlü, muhtelif.\n\n\nII, = nar.\n\n\nIII, a. vicdan; hayâ, âr; arı çok: arsız, vicdansız; hayâsız, utanmaz; ar kör- : haysiyet kıran saymak; ar keldi: utandı; arına keltirdi: utandırdı.\n\n\nIV= arı I.\n\n\nV, kaydagı ar koşkondon kurulgan: her ormandan birer çam; dermaçatma. ara 1. ara, fasıla; iki nokta arasındaki mesafe; öz ara: aramızda; öz ara cardam: karşılıklı yardım; öz ara uruş: dahilî harp, vatandaşlar savaşı; araga cür- yahut araga tüş- : hakemlik rolünü kabul etmek, barıştırıcı sıfatiyle ortaya çıkmak; arabızda (sıkı ve samimî bir muhit bahis mevzuu olduğunda) ; artel müçölörü arasında: zanaatçı birlikleri âzâları arasında; tez arada yahut tez (cakın) aranıñ içinde : yakın zamanda; aradan 45münütçö ötköndön kiyin: aradan takriben 45 dakka geçince; arabök = arabök; ara- çolo bk. çolo I ; iç ara bk.iç I 1. 2. münasebetler, ilgiler; arabız çakşı: aramız iyidir; aramızda tatsızlık yoktur; 3. zamanından evvel doğmuş; ara kuzu: zamanından önce doğan kuzu; ara tuu- : zamanından evvel doğurmak yahut doğmak; ara tuup koyuptur: vaktinden evvel doğuruvermiş: ara zat: arada (ne öteye ne de beriye) ne biizmki, ne sizinki; ara zat kal- : belirsiz bir durumda kalmak; mütereddit, şaşkın bir halde kalmak; 4. nişan, hedef; atıp cürsö, ak kelte araga cetpey tüşpögön folk. : tüfekten attığı zaman nişana muhakkak değdirirdi. araa f. testere. araaçı testereci. araala- testere ile biçmek. araalat- et. araala- dan. araan I, oozun araanday açıptır: ağzını geniş açmış; araanı açılgan: doymaz, açgözlü; añ ele araanı açılıptır: aşırı açgözlülük ediyor; başkasının mülküne pek fazla göz koyuyor; araan talaa: çöl.\n\n\nII, tar. müfreze (ordu üç araan’a bölünüyordu: oñ aran : sağ; sol araan: sol ve orto araan: sol ve orta müfrezeler) ; araanı cürüp turat: işleri iyi gidiyor. araanda- şiddet kasbetmek; suuk ansayın araandadı: soğuk gittikçe şiddet kesbetti. araandat- şiddetlendirmek. araandatuu şiddetlendirme; büyütme. araba araba; ot araba: lokomotif. arabaçı = arabakeç. arabakeç k- f. arabakeş araba çeken (yük arabacısı). arabala- (yalnız folklorda geçen zaman gerondifi şeklinde) : arabalap taşıyt: arabayla taşıyor; araba araba. arabalat- et. arabala- dan; arabalatıp taşıttım: arabayla taşıttım. arabök bir şeyden mahrum olan, aradığımda bulunmıyan kimse; “ne bizimki ne siiznki”. araça (dövüşenleri yahut kavga edenleri ayırma) ; araça, araça: ayır, ayır! araçacı (kavga edenleri veya dövüşenleri) ayıran kimse; araçaçıga altı tayak: aracıya altı sopa. araçala- (kavga edenleri veya dövüşenleri ayırmak) ; arasına düştü deyt folk. : barıştırıcı sıfatiyle ortaya çıktı ve (onları) ayırdı. arçalat- et. arçala-dan. araçaloo (kavga edenleri veya dövüşenleri) ayırma. araçı iki kabiyle, avul veya ahali zümresi arasında aracılık eden (onun uhdesine barışma için bir zemin bulmak düşüyordu) arak votka, rakı; arak kaynat- yahut arak tart- : rakı yapmak; arak kanatuuçu: rakıcı, evinde rakı yapan. arakeç k- f. ayyaş. arakeçtik ayyaşlık. araket a., hareket; çalışma; teşebbüs; uğraşma; araket kılsañ- berek ats. çalışırsan bereket bulursun; kıştın areketin kılıp atam: kış için ihtiyat (lâzım olan her şeyi) hazırlıyorum; araketke tüş- : işe başlamak; faaliyete geçmek; soguş areketi: askerî harekât. arekette- harekete getirmek; faaliyete geçmek; kolu- butum menen arakettep: ellerim ve ayaklarım ile harekete getirerk. areketten- hareket etmek; teşebbüs etmek; çalışmak; çabalamak; emine ele arekettenip atasıñ? : neyle uğraşıyorsun? arekettenüü işs. areketten- den. areketteş karşılıklıca hareket eden; hep beraber iş gören. araketteştik karşılıklıca hareket. arekettüü müteharrik; faal. arakkeç arakeç. arakkeçtik = arakeçtik. arakkor = arakor. arakor k- f. ayyaş. arakorduk = ayyaşlık. aral ada; eki suunuñ aralı; nehrin iki kolu arasındaki ada; carım aral: yarımada. arala- bir şeyin arasında gezmek; tokoy aralap: ormanda dolaşarak; tınçtık aralapturdu: sükûnet hüküm sürüyordu; sakal murutun ak aralap kalgan: sakalı bıyığına kır serpmiş. aralaş I, karşık; karıştırmak suretiyle; uyku aralaş: yarı uymuş halde; yarı uykuda iken; cibek aralaş: yarı ipekli. aralaş- II, 1. karışmak; mezcedilmek; bul işke men aralaşpaymın: bu işe ben karışmayacağım, bu işte benim iştirâkim yoktur. aralaştır- et. aralaş- II den. aralat- et. arala- dan; arak menen bozonu aralata aşagan folk. : kâh votka, kâh boza içiyordu. aralattır- et. aralat- tan. aralcı bir dereceye kadar başkasının yerini tutabilen; bedel; tamakka aralcı bolot: (bu) bir dereceye kadar yiyinti yerini tutuyor; carma togoçko aralcı bolot: övütülmüş arpa veya buğday çorbası (bk. carma) bir dereceye kadar ekmeğin yerini tutuyor. aralık el aralık: milletlerarası, beylemilel, enternasyonal. araloo bir şeyin arasında gezme; araştırma. aram a. (adal’ın karşıtı) pak olmıyan; necis; dince memnu olan, haram; aram öl- : 1) (hayvanlar hakkında) : gebermek (kesilmiş olmak; bu gibi hayvanın eti necis sayılır ve yenmez) ; 2) söv: tövbe istiğfarsız gebermek; moldo köp bolso, koy aram ölöt ats. : yedi dadının baktığı çocuğun gözü çıkmış (harfiyen: hoca çok olunca koyun haram geberir); aram kıl- : pisletmek; aram pööş bk. pööş; içi aram sinsi; içinde fena fikirler ve maksatlar saklıyan; aram oy: fena fikir; caniyane düşünceler; aram tamak: çalışmadan yiyip içen, tufeylî; aram peyil : bethah; suikast; desîse;aram peyildik: bethahlık; suikastlik; aram peyilden- : suikast tertibetmek; desîse kurmak; aram oyluu: fena fikirli; aram ter yahut aram terdik: iktidariyle mütenasip olmıyan ve faydasız uğraşma; kendini zorlama; aram sana: bozuk fikirli. aramda- pisletmek, telvis etmek. aramdal- pislenmek, telvis edilmek. aramdık 1. haramlık; necislik; fena fikirlilik; bozuk düşünce; saklanan bir fikir; aramdık kıldı: namussuzca, fena hareket etti. aramdoo pisletme, telvis etme. aramı a- f. = aramzaa. arampööş = aram pööş (bk pööş) aramsınt- bir şeyi haram saymak, haramsınmak (dince memnu saymak) aramzaa aranıza, a- f. necis; leş. arancı = ancı. arañ ancak, hemen; müşkülâtla; arañ keldim: güç hal ile geldim; arañ kutuldum: arañ ele basıp cüröt: güç hal ile gezişyor; arañ ele ünü çıgat: sesi zor çıkıyor; arañ can: zayıf; bitkin; canlı cenaze; arañ- arañdan yahut arañdan zorgo yahut arañ degende: dar 8güç hal ile). arapça arapça; arap diliyle; arap alfabesiyle. arapçalat- arapça okumak veya konuşmak; bir işi arapvâri yapmak. arapçıl arap alfabesi taraftarı. araşan şans. 1. şifalı memba, sıcak kaynak; 2. haşlanmış (et hakkında) ; araşan kaynatıp ber- : (eti) haşla! araşanduu şifalı membaları bulunan. araşıt bir efsanevî böceğin adıdır. araz a. 1. kavgalılık durumu; 2. kavgalı olan; biz arazbız: biz kavgalıyız. arazdaş- kavga etmek. araşdaştır- kavga ettirmek. arazdaştıruu işs. arazdaştır- dan. arazdaşuu kavga, husumet. arazdık ara açılma; kavga. arba- büyü yapmak; sihir yapmak; tazarru, niyaz etmek; cılança arbaby otur! : yılan gibi fısıldama, hışırdama! ; sövme; cılan torgoydu arbadı: yılan tarla kuşunu böğüledi. arbak- a. ruh, ölünün ruhu; dedelerin ervahı; arbakka sıyın folk. : dedelerin ervahına sığınmak; onlardan istimdat etmek; arbak kongon kişi; 1) daima muvaffak olan adam; 2) es. muhterem insan; atababañdın arbagı konsun! : sana başarılar dilerim (harfiyen: üzerine dedlerin ervahı konsun!) : arbak urgur! : kahrol! arbaktant- methü sen aetmek: göklere çıkarmak. arbaktuu her işinde m uvaffak olan; talihli. arbalañda- it. arbañda- dan. arbañ I, arbañ- arbañ : ürpermiş; apışık.\n\n\nII, bk. arı III. arbañda- dimdik dikilerek yürümek (diyelim, arık, uzun boylu adam veya gayet yüksek tekerlekli araba ve s. hakkında). arbap a. efendi; hâkim (âmir). arbaş- 1. karşılıklıca büyü yapmak; tehsir etmek (meselâ yılan veya herhangi bir diri varlık) ; 2.kavga etmek; karşılıklıca husumet beslemek; boy ölçüşmek; arbaşpay oturgula: kavga etmeden oturun! arbaştır- et. arbaş- tan; ceti kara koydu cılan menen arbaştır- : (halk inanışı) (yılan sokmasınakarşı bir ilâç olmak üzere) bir yılana yedi tane koyunu karşı koymak. arbay I= arbak. arbay- II, ürpermiş kılığa girmek; cürgömüş adamdın közüne arbayıp körünöt: örümcek insanın gözüne ürpermiş giib görünüyor; arbayıp- terbeyip : ürpererk, apışarak. arbayıñkı bir parça ürpermiş, dimdik dikilmiş; kolu arbayıñı tartıp sunuldu: parmaklarını açarak, elini uzattı. arbayt- ürpertmek; kolun arbaytıp: elini dimdik dikerek. arbı- büyümek; çoğalmak; işim arbıbay kaldı: istediğim kadar ve istediğim gibi yapamadım. arbın çok; pek çok , ekseriyet, büyük kısım; plândı arbın orundatuu: plânı fazlasiyle başarmak. arbış büyütme, çoğalma. arbıt- büyütmek; kuvvetlendirmek; külüt at çapkan sayın arbıtat: koşu atı ne kadar uzak koşarsa, okadar (yürüyüşünü) arttırır; mitaamdık kılganıñ menen dele arbıtalbaysıñ: ne kadar dolandırsan da onunla hiçbir şey elde edemezsin; tün arbıtıp mol cürdü folk. : geceleyin çok gezdi; daha bk. ör. arzıt. arbıtıl- büyütülmek; koş aydoo planı arbıtılgan: ekim plânı büyütülmüş. arbıtuu işs. arbıt- tan. arbitraj r. hakem usulü, arbitrage arbuu büyütme, arttırma. arcak (bk. arı I) : öteki taraf; arcakta: öteki tarafta; öte yanda; arcaktan: öte taraftan; oradan. arça ardıç ağacı. arçaluu ardıçlı; arçaluu cer: ardıç ağacı biten yer, ardıç ağacı mebzul olan mahal. ardak 1. nazlı; şımarık; ardagım: canım, sevgilim (annenin çocuğuna söylediği okşama sözü) ; 2. şeref; saygı; ardak kagazı: şeref hattı; ardak taktası: şeref levhası; “ardak belgisi” ; ordeni: “şeref alâmeti” nişanı. ardakta- ihtiram etmek; saymak; alâkadar olmak; attı baksañ ardaktap, coogo berbes tar cerde folk. : ata alâka ile bakarsan, o seni zor dakkada düşmana vermez. ardaktal- sayılmak, ihtiram edilmek, araktaluu = araktuu. ardaktoo hürmet etme, sayma; alâka gösterme. araktuu muhterem, sayın; değerli; cardının canı ardaktuu, baydın malı ardaktuu ats. : fakirin canı kıymetli, zengini malı. ardan- 1. utanmak; arlanmak; küsmek; hırsalanmak; muğber olmak; süzgö ardanıp: sözden küserek. ardanış müş. ardan- dan. ardant- utandırmak; kepaze etmek. ardanuu utangaçlık; vicdanlılık, vicdan azabı; arlanma. ardayım f- a. her zaman, daima. ardeme f- k. her türlü şey; her ne; ardeme- birdeme : her türlü şey. ardık- utanmak, arlanmak. arduu vicdanlı; mahçup; vesveseli; kuruntulu. arenda r. icar, kira; arendaga ber- : kiraya vermek; icar; arendaga al- : kira ile tutmak, isticar. arga = ayla, amal: kuvvet; çeviklik; çaresazlık; vaziyetten çıkabilme yolu; argam ketti (yahut tügöndü yahut kuuruldu) : çaresizim; müşkül durumdayım, vaziyetten çıkmak imkânını verecek olan bir çare bulamıyorum; argam ketti, ne kılarım bilbeymin: içinden çıkılmaz bir vaziyetteyim; ne yapacağımı bilmiyorum; argamdı ketirdi 1) beni müşkül, sıkı vaziyete koydu; 2) beni bıktırdı; arga- parga: her nevi vasıtalar ve çareler. argamcı kıldan veya yünden yapılmış ip. argamcıla- argamcıla bağlamak. argamcılan- argamcıla bağlanmak. argamcılat- argamcıla bağlamak, argamcıla bağlatmak. arganday = ar kanday (bk. ar I). argasız çaresiz, zarurî; mecburî, muztar; argasız bol- : mecbur olmak; argasız kıl- : mecbur eylemek. argasızdan- zorluk, çaresizlik hissetmek. argasızdık çaresizlik, zaruret, ıztırar. argen r. yahut argen sandık: lâterna çalgısı; argendin ünü: hoş ses; aytkan sözüñ argendey folk. : sözlerin ahenklidir, hoştur; ünüñ argen cez nayday folk. : sesin lâterna, bakır ney gibi (hoştur). argı I, cel argı: hafif rüzgâr,nesim. argı- II, hızlı koşmak (koşu atı hakkında). argımak argamak, (cins, asil at) ; argımaktın cakçısı çapsa- külük, satsa- bul ats. argımağın şusu iyidir, ki binilirse, koşu atı olur; satılırsa para eder. argın 1. Çin mandasiyle evcil inek melezi; 2. melez, metis, hybride. argıt- et. argı- II den; teltoru at menen argıtıp folk. : doru at üzerinde dolu dizgin koşarak. arı I, ötede, öte yanda; arı tur: ötede dur! , öteye çekil! ; defol! ; bazardan arı: pazarın ötesinde; pazar arkasında; arı cak (talâffuzda arcak) : öte taraf; bazardın arcagında : pazarın öte yanında, pazarın arkasında; arı- beri : şöyle böyle; öteberi; arı oyloduk, beri oyloduk: öylede düşündük; aga arı ayttım, beri aytttım bolbodu: ben ona öyle de anlattım, böyle de anlattım, bir şey çıkmadı; arı- beri bastırıp cüröt: ileri geri geziyor; işsiz dolaşıyor; arısı eki, berisi bir ay: azamî iki, asgarî bir ay; arısı üç, berisi eki ere kün turamın: iki, azamî üç gün kalırım; mından arı yahut mından arı karay: bundan böyle; arı beri kıla saldı: şöyle böyle yapıverdi, baştan savma yaptı; şiliden (betten ve s.) tokat aşketmek, yapıştırmak.\n\n\nII, al menim arı dosum, arı atam; o, benim hem dostum, hem babamdır.\n\n\nIII, yorulma, bitap düşmek; bitmek; zayıflamak; arıp- çarçap yahut arıpaçıp: bitâp düşerek, acıkarak; arıp- çarçap keldim: gelinceye kadar büsbütün bittim; attı arıganda kör, cigitti karıganda kör ats. : atı arıkladığında gör, yiğiti kocadığında gör; arbañ! : çalışnalara verilen selâm tarzı (harfiyen: yorulma!). arık I, zayıf; kurulmuş; açtın toktuğu bar, arıktın semizi bar ats. : aç doyabilir, zayıf semirebilir.\n\n\nII, ark (sulama kanalı) ; arık çap- : ark kazmak, ark açmak; akkan arıktan suu agat ats. : para paraya koşar, para parayı çeker(harfiyen: su aktığı arktan akar). araıkcı (rad.) kanal, ark kazmakla meşgul olan işçi. arıksı- kendini zayıf addetmek; arık gözükmeye çalışmak. arıksın- (mânâ itibariyle) = arıksı. arıksınt- arık saymak; zayıflığını yüze vurmak. arıksıntuu işs. arıksınt- tan. arıksınuu işs. arıksın- dan. arıkta- I, zayıflamak; kurumak; adam kursagınan aıktabayt, kulagınan arıktayt ats. : insanı iş kurutmıyor (harfiyen: insan miydeden zayıflamıyor, kulaktan zayıflıyor).\n\n\nII, (rad.) kanal, ark açmak. arıktat- zayıflatmak, arıklatmak. arıktık zayıflık kuruluk. arıl- 1. temizlenmek; yakayı kutarmak; 2. uzaklaşmak; cüröktön kaygı arıldı: kalb kederden kurtuldu; dartım arıldı: derdim geçti; kaygıdan arıldım: kederimden kurtuldum; tuman arıldı: sis açıldı, dağıldı. arıla- uzaklaşmak, çekilmek; arılap ketti: öteye gitti. arılat- uzaklaştırmak, öteye atmak. arılattır- et. arılat- tan; koydu arılattırıp caydırıp koy: koyunu öteye sürdür ve (o arada) güttür! arılatuu uzaklaştırma; öteye atma. arılda- ümüldemek; gürlemek; şamal arıldap turat: rüzgâr uluyor, ıslık sesleri çıkarıyor, kuduruyor; arıldap akkan suu: gürleyip akan su. arıloo uzaklaştırma; çekilme (kendisi). arılt- temizlemek. arıltuu 1. temizlemek; kurtarma; 2. uzaklaştırma. arıluu işs. arıl- dan. arım iri adım; adım atlama; arım- arım cügürsö, atıın çeri cazılat folk. : iri adımlarla koşarsa, at canlanıyor, neşeleniyor. arımda- adımlamak; iri iri adımlarla yürümek. arımdan- et. arımda- dan. arımsız ağır; çolpa. arın- (rad.) 1. yorulmak; 2. sızlanmak; can sıkılmak; özlemek; arına = arna. arıñkı argın, yorgun. arıp I, a. 1. harf; 2. bilgi; marifet (bir işi yapabilme) ; kırk bir arıbı bar: kurnaz; hiylekâr (harfiyen: 41 arıbı vardır: fal açılırken kullanılan 41 tane kürecikler kastediliyor).\n\n\nII, (karşılaştır: alpuruş) : arıp ur- : gayret sarfetmek, olanca gayretiyle çalışmak. arıpta- ustalıkla, çeviklikle hareket etmek, iş görmek. arıs yahut arıs çıçkan : as, kakım (hayvan) ; ör. bk. as. 1. arısta f. 1. genç; sabi; 2. masum, günahsız; arısta bala yahut arıstakı caş : masum çocuk. arıstavayt r. kon. arıstavayt et- : tevkif etmek, hapsetmek. arıston = arıstoon. arıstoon r. kon. tevkif, hapis, mevkuf (tevkif edilmiş kimse) ; arıstoon kıl- : tevkif etmek; arıstoonsuñ: tevkif edildin! arış adım; adım atlama; arış kıskart- : yürüyüşü yavaşlatmak; arış keñit- yahut arış uzart- : adımı genişletmek; arış ker- : geniş adımlar atmak; arış sal- yahut arış şilte- : adım atmak; arışı uzun: adımı geniş olan, uzun bacaklı; tört arış (rad.) : dünyanın dört ciheti. arışta- iri adımlar atmak; arıştap: 1) geniş adım atarak; 2) her mec. adımda. arıştuu geniş adımlarla. arıt- I, 1. temizlemek; temizleyip bitirmek; silmek; murduñdu arıt: burnunu sil! ; 2. baştan başa dolaşmak; her yerden tetkik etmek; araştırmak; koktunun için arıtıp kel: derenin içini eni konu araştır! ; köz cetken derdi arıttı: gözün görebildiği yere baktı, araştırdı; daha ör. bk arzan. arıt II, yormak, bitirmek; ör bk. arzan. arıtan öteden, oradan ; o yandan. arıttır- et. arı I den; içegi karındı arıttır- : bağırsakları ve mideyi temizletmek. arıtuu yorma; bitirme (bitap düşürme). arız a. ar!ıza, istida; şikâyet; üstüñön arız berem: senden şikâyet edeceğim; dattuu arız: istinaf ( yukarı mahkemeye müracaat) ; arız ayt- , şikâyet etmek. arızdan- şikâyet etmek, şikâyetle müracaat etmek; arızdanıp kel- : şikâyetle, arîza ile gelmek; kimge arızdanasıñ? : kimden şikâyet ediyorsun? , kimden şikâyetle müracaat ediyorsun? arızdanış- mahkemede duruşmak; kavga etmek. arızdanuu işs. arızdan- dan. arızdaştır- birbirinden şikâyet ettirmek; işi mahkemeye, kavgaya kadar vardırmak. arızdaştıruu işs arızdaştır- dan. arızdaşuu karşılıklı davâ; kavga. arip = arıp I. ariste = arısta. ariyne f. elbette, şüphesiz. ark = nark. arka- arka, art taraf, art kısım, geri, cephe gerisi; arka çaç: örgü (kadınların) ; arka çaçıñ örböy kal! folk. : dul kal! (harfiyen: sana örgü örmek nasip olmasın) ; arkamda 1) arka tarafımda, sırtımda; benim geri tarafımdan; peşimden; 2) benim yardımımla; arkañmenen: sayende, senin yardımınla, senin muzaharetinle; seniñ arkañ tiydi: senin yardımın dokundu; arka kıl- : istinadmek, ümit bağlamak; attay arka, tooday meder kıldım: seni zahîrim sayıyorum; taştan dağa güvenir gibi sana güveniyorum; oşonun arkasında: ondan dolayı, o sebepten; arka ber: arkasını dönmek, yüz çevirmek; arka beriş: arka arkaya oturmak veya durmak; arka beriş cer: sınırdaş toprak parçaları; kır arka: amudu fıkarî. arkagay çıkık durma; her yana çıkıntılı olma; arkagay müyüz ak bugu folk. : sarkık boynuzlu beyaz geyik. arkak argaç (mensucatta en ipliği). arkala- 1. sırtına almak, sırtlamak; sırtında götürmek; 2. arka (himaye) aramak. arkalat- (birisinin) sırtına koymak, yükletmek; maa arkalatıp koy- : benim sırtıma koy, yüklet! arkalatuu (birisinin) sırtına koyma, yükletme. arkalık 1. (Cenubî Kırgızistan’da) ; şimalli (Kırgız) ; 2. (bu mânâ ile daha fazla arkalık temir şekli kullanılır) : kadın örgüsüne süs olamk üzere takılan madenî levhacık. arkaloo 1. kendi sırtına alma, sırtlama; sırtında taşıma; 2. himayeye başvurma. arkaluu üzerinden; vasıtasiyle; poçta arkaluu aldım: posta vasıtasiyle aldım; uşul col arkaluu: bu yolda, bu usulle. arkan (kıldan, yünden örülmüş olan) kalın ip; kıl arkan: kıldan örülen arkan; arkan tarttırmay: bir çeşit spor; kün batuuga arkan boyu kaldı: güneş şimdi batmak üzeredir. arkanda- arkanla bağlamak; arkanlamak; attı arkandap koy: atı arkanla! ; al meni sayga arkandap ketti: o beni aldattı, fena vaziyete koydu. arkandal- arkanla bağlanmak. arkandat- et arkandadan. arkandatuu işs . arkandattan. arkandoo arkanla bağlama ; arkanma. arkar arxar (dağ koyunun dişisi): üç arkar: mizan yıldız topu; altı arkar; düppüasgar (yıldız topu; ceti arkar; düppüekber ( yıldız topu . arkay- 1 . her yana çıkık durmak ; 2 . yükselmek ; göklere doğru çıkmak ; arkaygan aska menen zoolar : tepeleri göklere yükselen dağlar ve vahşi kayalar . arkayt- et . arkaydan ; azuuların arkaytıp folk . : azı dişlerini sırıtarak arkaytuu işs . arkayt – tan . arkayuu işs . arkay – dan . arkı öte taraftaki ; uzaktaki ; ileride bulunan ; arkıbı , berkibi ? : öteki mi beriki mi ? ; daha ileride bulunan mı , daha yakında bulunan mı ? ; arkı – berkini tüşüngön ( yahut bilgen ) : bir şeyler bilen ; şunun bunun farkına varan ; arkı – terki : çapraz , haçvari ; mütekati . ; ulaktı arkı – terki baylayt : oğlakları çaprazlama bağlıyorlar ( şöyle ki onlar karşı karşıya dururlar ve birinin kafası öbürünün kafasının ötesine geçer ) ; arkı – terki bas - : yürürken ayaklar birbirine dolanmak , ayak dolaşmak ; ileri geri yürümek ; arkımaktın azganı – arkı – terki başkanı folk . : atın yorulduğunun alameti – yürürken ayaklarının dolanmasıdır ; murdaagı kündün arkı künü : dördüncü gün geride ; üç gün önce . arkıl f . çeşit çeşit ; türlü ; mütenevvi . arkıp = arxiv . arkıra- gürlemek , gürüldemek ; çağlıyarak akmak . arkırat- et . arkıra – dan ; balanı arkıratpa ! : çocoğu ağlatma ! arkıratıp çaap keldi : atı doludizgin koşturarak geldi . arkıroo gümbürtü , gürleme ; gürlüyerek akış . arman f . kutsal rüya ; nail olunmamış arzu ; armanga cet - : arzu edilene ermek ; adamzat caralgandan berki armanıñarga cektirebiz : beşeriyetin ötedenberi arzuladığı kutsal gayelere erdireceğiz . armandan- tatmin edilmeme hissini ifade eylemek . armanduu 1 . arzularında tatmin edilmiyen ne buna acıyan kimse ; armanduu obon : hazin melodi ; 2 . tatmin etmiyen ; armanduu düynö folk . :<< bu >> dünyanın vasfıdır ( << öteki >> dünyadan , ahretten ayırmak için ) . armansız ermediği arzuları bulunmıyan ; kutsal rüyasının tahakkukunu gören , armansız düynödön öttü : onun hayatta arzu ettiği hiçbir şeyi kalmadı , hayatını iyi geçirdi . armiya ordu ; Kızıl armiya : Kızlı Ordu . arna- tahsis etmek ; ithaf eylemek ( birisine veya bir nesneye ) ; konokko arnap koygon kozu : misafire tahsis edilmiş olan kuzu . arnal- tahsis edilmek ; ( birisine veya bir nesneye ) ithaf edilmek ; Oktyabirdin cıyırma cıldığına arnalat : Teşrinievvel ( inkılabının ) yirminci yıldönümüne ithaf ediliyor . arnalın- = arnal . arnoo tahsis ; ithaf ( birisine veya bir nesneye ) , arp = arıp II. arpa arpa ( hububat ) ; oloñ arpa , cırım arpa : arpa nevilerinin adıdır . arpakan başağı yulaf başağına benziyen bir çeşit zararlı ot . arpal- çok yorulmak , savrulmak ( israf edilmek ) ; didinmek ; caydın künü – tiriçiliktin arpalıp turgan kezi : yaz , maişet uğtasmaları mevsimidir . arpalış- 1 . telaş etmek ; uğtaşmak ; çabalamak ; bugün keçkeçe bala menen arplaştım : bugün akşama kadar ( bütün gün ) çocukla uğraştım ; 2 . kucaklaşarak sarmaş dolaş olmak . ars I, = arıs .\n\n\nII, ars – ars ür : ince sesle havlamak ; alabildiğine , amansız , kovalamak ; kak etken karga , ars etken it cok : hiçbir diri varlık yok ( harfiyen : öten karga , havlıyan köpek yoktur ) . arsak çıkıntılı ; arsak taş : çıkık duran taş , kaya ; arsak – tersek : her yana çıkık duran ; tişi arsak – resek : dişleri düz değildir ; ireti cok arsak – tersek : tam bir intizamsızlık içinde bulunan . arsaktal- sivri uçlariyle çıkıp durmak ; arsaktalgan zoolar : çıkık duran kayalar . arsaktuu sivri uçları çıkık duran ; arsaktuu too : tepeleri taşlı olan dağ . arslañda- = arsañda . arsañ arsañ , arsañ etip kül - : kıs kıs gülmek . atsañda- ferahlı , keyifli gözükmek ; arsañdap kül : sevinerek gülümsemek , keyifli keyifli tebessüm uzatmak . arsarluu ( mana itibariyle ) = arsar . arsarsı- süphe , tereddüt ve kararsızlık içinde bulunmak ; tahminler içinde bocalamak ; munun eç bir arsarsıy turgan ceri cok : bunda kararsızlık , tereddüt uyandıracak hiçbir sey yoktur . arsay- sivri uciyle çikip durmak . arsayt et . arsay – dan . arsı- I, sıkılmak , utanmak … arsı II= arzı arsılda- gümbürdemek . arsıldat- et . arsılda – dan . arsıldoo gümbürdeme . arsıy- ağzını açarak dişlerini göstermek , sırıtmak . arsıyt- et . arsıy – dan . arsız utanmaz , arsız ; vicdansız . arsızdık utanmazlık ; arsızlık ; vicdansızlık . arstan arslan ; arstan katuu kaçırat , cumşak alat ats . : arslan savletle saldırır , anak yumuşak kapar . arş , marş ; şagöm arş : ileri , arş ! art I, dağ geçidi .\n\n\nII, art kısım , arka taraf ; artınan : peşinden ; artında : peşinde arkasında ; biri artınan birinin : biri arkasından birini ; artıñdı baykay cür : mütevazi ol ; hareketlerine dikkat et ! dikkat et , ki gidişatın fena neticeler vermesin (harfiyen : arkana bakarak yürü ! ) ; aldı – artın karabay kaçtı ; önüne arkasına bakmadan kaçtı ; arta kal - : geri kalmak ; arkada kalmak ; artına tüş - : takibetmek ; araket artında boldu : çalıştı ; tedbirler aldı ; malı artında kalsın ! ( hasis adam hakkında ) : malmın hayrını görmeden gebersin ! ( harfiyen : davarları arkasında kalsın ! ). art- III , 1 . fazla olmak ; köçköndön otun artrat , ölgöndön katın artat ats . : göçenden odun kalıyor , ölenden karı kalıyor ; 2 . yükletmek ; atka arttı : ata yükletti ; köz art – bk . köz .\n\n\nIV, = arıt I . artel r . zanaatçılar birliği . artelçi borsa komisyoncusu ; sanaatçılar birliği azası . arteldeş- birleşerek << artel >> teşkil etmek . arteldeştir- << artek >> kılığında birleştirmek . arteldeştiril- << artel >> kılığında birleştirilmek . arteldeşritüü << artelleştirme >> . arteldeşüü << artelleşme >> . İşs . arteldeş – ten . artık daha fazla ; daha iyi ; arta kalan ; fazla ; ziyade ; men artık berdim ; 1 ) ben fazla verdim ; 2 ) ben fazlasını verdim ; artığı menen orundaldı : fazlasile yerine getirildi ; cıkton barı artık ats . : << var >> tan yeğdir ; ölgön colborston tirüü çıçkan artık : diri fare ölü kaplandan daha iyidir ; artık tuugan bk . tuu II ; artıkbaş == artık baş ; berbegeninen artıgan çıgardı : verdi amma vermese daha iyi olacaktı . ( aşırı fazla karşılık almak şartiyle , yahut minnet ederek , sövüp sayarak verdi ) . artıkbaş fazla ; lüzumundan fazla ; arta kalan . artıkbaştık fazlalaık ; artıknaştık kılbas : fazla olmaz ; lüzumsuz olmaz . artıkça ayrıca ; bilhassa ; artıkça senin özüñ bolgonuñ cakşı ele : kendinin bulunduğun çok iyidir . artıkçılık 1 . fazlalaık : fevkaladelik ; 2 . üstünlük ; meziyet ; menden artıkçılığı kaysı : onun nesi benden üstün ? artıktık = artıkçılık . artıl- arta kalmak ; ziyade olmak ; artılıp cat : asıl halde yatmak : 2 . yükletilmiş olmak . artılt- et . artıl – dan ; artıltıp kamçı çaptırba folk . : ( kadına hitaben ) 1 ) sırtına kamçı vurdurma ; 2 ) mec . : haysiyetini elden bırakma ; böyle bir tavır takın ; ki kimse seni hakaret etmeye kendisinde cesaret bulamasın . artın- sırtına yüklenmek yahut kendisi için yüklemek . artındı arta kalan , artık . artış I, artma ; fazlalık . artış- II, birlikte yükletmek : yükletmekte birbirine yardım etmek . arışun işs . artış II den . artilieriya r . topçuluk , tupçu sınıfı . artilieriyaçı topçu askeri . artist r . artist , sanatkar ; artist ayal = artisteka . artistka r . kadın artist . artkı arkandaki ; son ; aldıñkının adaşkanın artkı kişi bilet ars . : ön – dekinin yolu şaşırdığını arkadaki anlar . arttır- 1 . büyütmek ; çoğaltmak ; fazlalaştırmak ; üçtü ekige arttır - : üçü ikiye zarbetmek ; aylıgımdı arttırdılar ; cegen tamagın arttırbayt : ondan yiyecek kalmıyor ( nekadar verilse de hepsini yer ) ; algan aylıgıñdan kança arttırdıñ ? : aldığın maaştan ne kadar tasarruf ettin ? ; 2 . yüklettirmek . arttırıl- büyütülmek ; çoğaltılmak , arttırılmak . arttırıluu işs . arttırıl – dan . arttıruu kbüyütme ; çoğaltma ; arttıruu kerek : büyütmeki , arttırmalı . artuu I= art I .\n\n\nII, 1 . büyüme ; çoğalma , artma , 2 . yükletme . arut I. 1 . temiz , arı : namuslu ; masum ; aruu cuu : temiz yıkamak ( başlıca , ölüyü ) ; 2 . sevimli ; güzel ; aruu kız : sevimli kız . aruu II, sar ‘ a ; aruusu karmap kalıp – tır : sar ‘ ası tutmuştur . aruula- aruulap : temizce ; aruulap taza cuudurup folk . : temiz yıkamayı emrederek (ölüyü). arxitektor r . mimar . arxiv r . arşiv . arxivçi arşiv muhafızı , arşivist ; arşiv müdürü . arz = arız . arzan f . 1 . ucuz ; 2 . ( iflas ) kolay ; at arıtmak arzan , curt arıtmak kımbat . ats . : at yormak kolay , halkı anlamak güç . arzançılık ucuzluk . arzanda ucuzlamak . arzandat ucuzlatmak . arzandatuu ucuzlatma . arzandık . 1 . ucuzluk ; 2 . ( başarmak için ) kolaylık ; sühulet ; 3 . yardım . arzandoo ucuzlama . arzı- 1 . değmek ( paha ve kıymeti , değeri olmak ) ; arzıbayt : değmez ; tıyınga arzıbagan sözdü aytat : on para etmiyen sözü söylüyor ; saçma söylüyor ; 2 . tatmin edilmek ; kılgan işine arzıbadım : yaptığı işle tatmin edilmedim ; bu toodan bu tooga arzıbagan kiyik ölüptür ats . : bir dağda durarak öbür dağa göz diken geyik ( kiyik kelimesine bakıla ) ölmüş ; 3 . arzu etmek . arzıt- tatmin etmek ;san cagınan arbıtpayt ; sapat cagınan arzıtpayt : kemiyetçe az , keyfiyetçe tatmin edici değil . as I= arıs ; kökürögün aska bölödü , köçügün kişke cölödü folk . : göğsünü kakım kürk ile kındakladı , ve kendisini samur kürküne oturttu .\n\n\nII, bk . ast .\n\n\nIII. asmak ; sallandırmak ( asmak suretiyle cezalandırmak ) ; kazan as – 1 ) kazanı , tencereyi ocağa yerleştirmek ; 2 ) yemek hazırlamak ; at as - : et pişirmek . asa a . uzun el geğneği , asa . asaat a . nasihat ; öğüt ; ders vermek ; nasihat etmek ; asaat ayt – 1 ) nasihat vermek ; 2 ) ölünün yakınlarına başsağlığı dilemek , taziye etmek . asaba a . sancak ; bayrak . asel a . bal . asem 1 . şık ; zarif ; işvekar ; kırulmayı seven ; aemi bütüp kalıptır : cilve yaparak kuruluyor ; 2 . matmun iştahalı ; nazlı . asemden- 1 . şıklığa riayet etmek ; işve yapmak , kurulmak ; 2 . hırçınlık etmek ; nazlanmak . asemdet 1 . mübalağa ile süslendirmek , bezemek , tezyin etmek . asemdik 1 . şıklık ; zarafet ; işvekarlık ; 2 . hırçınlık ; naz . asemdüü 1 . şıklığa riayet eden ; zarif ( taylan ) ; işvekar , cilveli ; 2 . hırçın ; nazlı . aser a . 1 . tesir ; 2 . telif ( edebi eser ) . aserlüü tesirli . asıl a . 1 . yüce soylu ; asil , asıl tukumduu : yüce soylu ; cins ; asıl çorom : asaletli dostum ; 2 . kıymetli tal ; inci ; kıymetli kumaş ; asıl buyum : mücevherat ; asıl taş : kıymetli taş ; asıl – baştan , asıl – baştan ats . : akıl kafadadır ; cevherler ide , taşlar arasında bulunur .\n\n\nII, 1 . asılmak ; sallandırmak ( asılmak suratiyle cezalandırılmak ) ; asılsañ , asıl cıgaçka asıl ats . : ölsen de çalgı ile öl ( harfiyen : asılırken bile soylu ağaca asılmak hoştur ) / 1 / ; 2 . hücüm etmek ; 3 . takılmak ; maga asılba : bana takılma ! ; asılıp sura - : ısrarla , çamsakızı gibi yapışarak istemek ; ricada ısrar etmek . asıldan- asalet kesbetmek . asıldandır- asalet kesbettirmek ; cinsini iyileştirmek , ıslah etmek ; mal tukumun asıldandır - : hayva cinsini iyileştirmek , ıslah etmek . asıldatka adaletli ( folklorda : hanım sıfatıdır ) . asılı a ( menfi cümlede ) asla ; katiyen ; hiçbir zaman ; dünyada ! asılı işiñ bolboyt folk . : senin işin hiçbir zaman yoluna girmez . asılış- birbirine asılmak ; birbirini itmek , sıkıştırmak . asılkeç = asilkeç . asılma 1 . asılı ; asma ; 2 . tek . şakul .ipini ucuna takılan kurşun . asılt- astırmak ; sarkıtmaya zorlamak . asıluu İşs . asıl – II den . asın- takınmak ; kılıç , mıltık asın - : kılıç , tüfek takınmak ; silah kuşanmak . asınt- et . asın – dan ; mıltık asıntıp al ! : emret , ki sana tüfek taksınlar . asıral- terbiye edilmek ; beslenmek . asıra- terbiye etmek ; beslemek ; yadirmek ; mal asıra - : hayvan beslemek , yetiştirmek . asırandı terbiye altında bulunan ; evlatlık . asırat- et . asıra – dan . asırese = asirese . asıroo terbiye ; bakım . asıy beşinci yaşına basan ( sığır hayvanı hakkında ) ; cañı asıy yahut bir asıy : altıncı yaşına basan ; üç asıy : yedinci yaşına basan ve vs . asıya a . mali itibar , kredi ; borç ( başlıca , emtia için ) ; asıyaga ber - : veresiye vermek ; asıyaga sat - : veresiye satmak . asili = asılı . asilkçe f . 1 . latifeci ; alaycı ; şen şatır ; 2 . dost ahbap ( aralarındaki münasebetler , karşılık latife adişmek ve teklifsiz bulunmak derecesine varan dostlar ) . asirese ayrıca ; hele , bilhassa . asiresi = asirese . aska yanaşılmaz , yüksek , kayalık dağ ; aska taş : yükselen kaya . askala- çıkıntılı durmak ( kaya hakkında ) ; askalap turgan kızıl taş : çıkıntılı kırmızı kayalar . askalan- göklere doğru yükslen ( dağ hakkında ) ; sakalangan too : göklere doğru yükselen dağ . askalauu kayalı . askar = aska . asker a . 1 . ordu ; cöö asker : piyade askeri ; attu asker : süvari ; 2 . es . er ( asker ) , nefer ; muharip ; savaşçı ; Kızıl armiyanıñ askerleri cana komandirelri : Kızıl Ordunun erleri ve komutanları ; kızıl asker kon . : kızıl ordu eri . askerdik = askerlik . askerleş- askerleşmek . askerleştir- askerleştirmek . askerleştiril- askerleştirilmek . askerleştirüü askerleştirme ; askerleştirim . askerlik askeri ; askeri hizmet ; askerlikke çakır - : askere çağırmak . asma 1 . asılı ; asma ; 2 . lavha ( dükkan ve benzerlerinin kapıları üzerine asılan lavha ) ; 3 . arabacının atalrı idare etmek için kullandığı uzun dizgin ; saçayak . asman I, büyüdükten sonra iğdiş edilmiş olan öküz .\n\n\nII, f . gök ; semavat ; yücelik . asmanda- semaya yükselmek ; havalanmak . asmandat- et . asmanda – dan . asmandatuu işd . asmandat – tan . asmay = nasıbay . aspaaniy f . asfahani , asfahanlı ; aspaanıy kilem : asfahan halısı . apap a . alet ; teçhizat . asra- = asıra . asrandı = asırandı . asreyil = azreyil . assalamu a . assalamu aleyköm : size barış dileriz . ( Müslümanca selam ) . assistent r . asistan . ast ( bitişik zamirsiz kullanıldığında sonundaki << t >> sesini kaybediyor ) 1 . alt , alt kısım ; astın üstünö keltir : altüst etmek , karma karış etmek ; zirüzeber etmek ; calınıp astı üstünö tüşüp : yalvarıp yakararak ; askabı , üsköbü ? : aşağıya mı , yukarıya mı ? ; 2 . ön ; ön kısım ; astımda 1 ) altımda ; 2 ) önümde ; astıña 1 ) senim altına ; 2 ) senin yanına ; açuuluunun astınan çıkpa ! : hırslanan kimseye çatma ! menin atım eç bir attı astına salbayt : benim atımı hiçbir at geçemez . ( harfiyen : benim atım hiçbir atı önüne koymaz , bırakmaz ) ; kızmatkermin astıñda folk . : senin hizmetkarınım ; 3 . başlangıç ; cazdın astı menen : baharın başlangıcından beri ; baharın iptidasında . asta f . yavaş ; aheste ; ağır ; ihtiyatlıca . astakputulda a . ne korkunç , ne dehset ! astala- bir işi yavaş , ihtiyatlıca yapmak ; astalap ayt - : ihtiyatlıca demek ; söylemek . astalık yavaşlık , ahestelik ; ihtiyat . astam fazla ; daha ziyade ; kazısı eki eliden astam çıktı : sucuğu iki parmaktan fazla çıktı. astapırılda = astakpurulda . astar f . 1 . giyimin iç bezi astar ; astarlık kımaş ; 2 . eski püskü şeyler ( terzilerde ) . astarla- astar geçirmek . astarlat- et . astarla – dan . astarlık astara ait ; astarlık kumaş . astarloo işs . astarla – dan . astarkuu astarlı . astaydil f . candan ; gerçekten ; ciddi olarak . astıñkı 1 . alttaki ; herhangi bir nesnenin altındaki ; 2 . öndeki ; önde bulunan . asıtr- asmayı emretmek ; kazan astır - : yemek pişirmek ( harfiyen : kazan tencere astırmak ) . astırt- et . asıtr – dan . astırtan gizliden gizliye ; astırtan içkelep bil - : gizlice öğrenmek ; koklamak ( istişmam etmek ) . astırtın = astırtan . asti astı = asılı . asuu işs , as . III ten . aş I, 1 . gıda ; aş tart - : yemek sunmak , yemeği sofraya vermek ; aşuudan kaldı : iştahası kesildi ; içkenim aş bolboy oturat : yediğim , içtiğim aş olmıyor ; atın ukkanda dalayları içken aşın cerge koyuçu folk . : birçokları onun adı anıldığı zaman bile titriyorlardı ( harfiyen : birçolkarı onun adını duyduklarında ellerindeki yemeklerini yere koyuyorlardı ) ; 2 . yemiş , mahsul ( yalnız bazı bitkiler hakkında ) ; 3 . ölüyü anmak üzere verilen ziyafet , yoğ aşı ; kökötöydün aşınday : mükellef ziyafet , şölen ( harfiyen : Kököteyin yoğ aşı giib ) ; atasına aş berdi : babası için yoğ aşı verdi ; 4 . pilav ; aş demde - : pilav pişirmek . aş- II, bir şeyin üzerinden geçmek ; aşmak ; aşuu aş - , yahut bel aş - : dağ geçidini geçmek ; işke aş - : meydana gelmek ; işe yaramak ; işke aşpayt dep eseptelet : hükümsüz sayılıyor ; turmuşka aş - : hayatta tatabik edilmek , ameli bir şekil almak ; aşıp – taşıp tögülüp ketti : taşarak saçıldı ( döküldü ) ; kün aşkan sayın : gittikçe daha fazla ; gün geçtilçe ; önörü aşkan : hüneri gayet uz , usta ; aşkan mitaam : dolandırıcıların elebaşısı ; aşıp tüş - : üstün gelmek ; andan aşıp tüşkön bay cok : onun üzerine zengin yoktur . aşa- tatamak ; yemek ( ağza azar azar alarak) ; içmek ; bk . aralat . aşam bir defada ağza konulmasımümkün olan yiyecek miktarı , lokma ; bir aşam et : bir parça ( lokma ) et . alar a . aşar ; emece ; emece suretiyle yapılan iş ( hayvan ve emek vermek suretiyle karşılıklı yardım ; İnkilaptan önce fakirleri istismar etmek maksadiyle zenginler bundan istifade ederlerdi ) . aşarçı aşara iştirak eden ( bk . aşar ) , emecci . aşat- I , deriyi tüyü dökülmek üzere , içine bir madde atılan kaba komak , sepilmek .\n\n\nII 1 . birisinin ağzına lokmayo bizzat kendi eliyle koyarak ikram etmek ; et aşat , at aşatsañ beş aşat ) tekelreme ) : eti ağza ver , ağza verirsen .beş defa ver ! 2 . mec . sövmek . aşatkı maya ( deri için ) . aşattır- et . aşat – I den ; teri aşattır - : deri sepiltmek . aşattuu işd . aşat – II den . aşıgıç çabuk ; müstacelen ; acele , müstacel ; tezlik . aşıgıçta- acele etmek ; tez davranmak . aşıdıçtık acele ; tezlik , iveklik ; müstaceliyet . aşıgıçtuu müstacel ; aşıgıçtuu kün : dağdağalı , gergin zaman . alşıguu işs . aşık IV ten . aşık I , fazla olan ; fazla gelen ; üstün gelen ; fazla ( artık ) ; aşık tap - : fazla bulmak ; aşıgı menen : fazlasiyle ; ziyadesiyle ; plandı aşıgı menen büttü : planı fazlasiyle yerine geitrdi ; beş metirden aşık : beç metreden fazla ; beş somdon aşıgın maga ber : beş rubleden fazlasını bana ver !\n\n\nII. a . aşk ve alaka dösteren , tutkun ; aşık car : mahbup , mahbube ; aşık bol - : aşık olmak , birisine tutulmak .\n\n\nIII= çükö ; kızıl aşık : aşık kemiği onun , ayağının yanındaki çıkıntısı ) ; kök aşık : iki yaşına ban köpek ; koy aşık : üçüncü yaşona basan köpek ; akinçi ( üçüncü ) kuu aşık : beşimci ( altıncı ) yaşına basan köpek ve s . alık- IV, acele etmek ; çabuk davranmak ; aşıkpa ! : acele eteme ! iveklik etme ! ; aşıkkan aşka bışkan ats . : iveklik edersin : elleri güldürürsün ( harfiyebn : acele eden kendini yemekle yakar ) . aşıkçılık = aşıktık . aşıkmaktık acele ;iveklik . aşıktık aşık olamklık , tutkunluk ; aşık olanın hali . aşıktır- acele ettirmek ; taciz etmek ; küz dıykandı da , malçını da aşıktırgan : güz çiftçiyi de , davarcıyı da sıkıştırmış , rahatını kaçırmış . aşıktırt = aşıktır . aşıktıruu işs . aşıktır – dan . aşıktuu aşıklı , aşık kemiği olan ; aşıktuu cilik : art ayağın aşıklı kemiği . aşm- üstün gelmek ; fazla olmak ; ziyade olmak ; komozçulugu aşıngan : üstün kopuzcu ( çalgıcı ) dır : ısıgı aşındı : şiddetli ateşi var ; hararet derecesi yükseldi ; aşıngan : müstesna ( mümtaz ) ; fevkalade . aşmt- mübalağa etmek . aşır- 1 . büyütmek ; mübalağa etmek ; geçirmek , aşırmak ( bir şey üzerinden ) ; aşırıp süylö - : mübalağa ederek konuşmak , söylemek ; üstübüzdön aşıra mıltık attı : üzerimizden ateş etti ; dubaldan aşıra ırgıttım : duvar üzerinden fırlattım , attım ; turmuşka aşır – yahut işke aşır - : fiiliyatta tatbik etmek ; varlığa getirmek ; çekten aşırıp ciberdiñ : çok ileri gittin ; fazla mübalağa ettin ; aşıra öndürüü yahut aşıra öndürüş : fazla istihsal ; aşıra orundoo : fazla istihsal ; aşıra orundoo : fazlasiyle yerine getirme ; 2 . ( oğlak çekişme müsabakasına iştirak eden atlı hakkında ) ; oğlağı rakibinin elinden kaparak , kendi eğerine geçirmek . aşırgandık mübalağa . aşırıl- mut . aşır – dan ; meçitter ceri el baydasına aşırıldı : camilerin toprakları halk faydasına geçirildi ; işle yahut turmuşka ) aşırıl - : fiiliyat alanına çıkarılmak ; hayata tatbik edilmiş olmak . aşırıluu işs . aşırıl – dan . aşırış büyütme ; mübalağa etme ; ( bir şeyin ötesine ) geçirme ; işke aşırış tiyiş : hayata tatbik etmek , fiiliyata geçirmek lazım . aşırkı 1 . uzaktaki ; aşırkı curt : uzak ülke ; uzak ulus ; aşırkı keler çak gram : gelecek zaman partisipi ;müstakbel infinitif ; aşırkı ötkönçak gram : geçen zaman partisipi ; çoktangeçen ( plus – que – parfait ) ; 2 . yabancı ; hısım olmıyan . aşırt- et . aşır – dan ; maldı toodan aşırt ! : hayvanları dağdan geçirt , aşırt ! aşıruu işs . aşır – dan ; cüzögö aşıruu : hayata tatbik etme ; varlığa getirme . aşış- müş . aş II den ; beld, aşıştı : dağ geçidini aştılar . aşkana k - f . 1 . aşevi , mutkaj ; 2 . lokanta ; yemek odası ; 3 . keçe evin kapıdan sağ tarafta çiy ile örtülen yeri ( bk . çiy ) ; obanın kadınlara mahsus kısmı . aşkere f . aşikar ; hakiki , fiili ; meşru , kanuni ; aşkere kıl - : açığa vurmak ; meydana çıkarmak ; aşkere bol - : malum olmak ; açığa vurulmak ; meydana çıkmak ; aşkere suluu : hakiki güzel ; gerçekten dilber . aşkerele- . 1 . metdana çıkarmak ; ifşa etmek ; 2 . kanunileştirmek . aşkerelen- I , mut . aşkerele – den . aşkerelöö 1 . meydana çıkarma ; ifşa etme ; 2 . kanınileştirme . aşkorok k – f . , tar . öğle yemeği paydosu ( medresede ) . açmacı aşçı ; çeşnici ; çeşnigir ; aşmaçı katın : ahçı kadın ; aşkanaga kirgizip , aşmaçı katın kılbasın folk . : dikkat et , ki seni mutfağa sokarak , aşçı kadın yapmasın . aşmuşke r . ( osmuşka ) sekizde bir . aşna f . bildik ; ahbap , aşina . aşnalık muarefe , bildiklik ; ahbaplık , dostça münasebetler . aşpoz aşpos , k – f . 1 . aşçı ; 2 . aşçı dükkanı. aşpozçu aşçı dükkanı işleten . aşpuzulu ik – çin . , aşçı dükkanı . aşta- takmak ; kulp takmak ; geçirmek ; perçinlemek ; nayza aşta - : mızrağın sapına temren geçirmek ; kerki aşta - : baltayı sapına geçirmek ( aştama kerki ) ; aştama kaşık : sapı takma olan ( iğreti ) kaşık . aştama takma ; eklemeli ; aştama kerki bk . kerki . aştar f . kan almak için kullanılan neşter . aştaş I, sofradaş . aştaş- II, müş . aşta – dan . aştık hububat veren bitkiler ; hububat veren bitki tarlaları , ekin ; aştık sal - : ekin ekmek ; aştık saldır - : et . aştık sal – dan . aştıkçı tar . kışlaklarda asıl sahibi bulunmadığı zaman ekinleri sulayan ve buna mukabil . ekilen hububat miktarında mahsulden hisse alan kimse . aştoo I, kalıp .\n\n\nII. işs . aşta – dan . aşuu geçit . aşuun geçen ; fazla ; daha fazla ; bütünkül cumuşçular , sezonçular koşulup , miñden aşuun ele : bütün işçiler , mevsimlikler de dahil olmak üzere , binden fazla idiler . at I, ( bildiğimiz hayvan ) ; iri ve güzel at ; küç at : iş atı ; at – erdin kanatı ats . : at yiğitin kanadıdır ; at salış : yarışmak , çalışmak ; at koy 1 ) atı koşturmak ; atı dolu dizgin koşturmak ; ayılga cakındaganda at koyduk : köye yaklaştığımızda atları alabildiğine koşturduk ; 2 ) taarruza geçmek ; saldırmak ; at üstünön : üstünkörü ; ihtimamsızca ; dikkatsizce ; at üstünön iştey saldı : şöyle böyle , baştan savma yapıverdi ; at üstünön karap ketti : üstünkörü bakıp gitti ; ak boz at kök boz at : Castores ve Pollux ( yıldız topu ) ; çañ tiybeske bergen at tar kunkor ( bk . ) ‘ nun hakimlere verdiği at ; at çapan ( yahut ton ) ayıp tar . : at ve kaftan ( yahut kürk ) leklinde alınan ceza , at calınan ( yahut üstünön ) tabat : ( başkalarını istismar ederek ) kolay kazanıyor ; at kara til bolgondı : yaz geldiğinde ( harfiyen : atın dili karardığında ) , aksak sarı atıñdı minip ket ( destanda ) : ahdı bozan kimsenin yüzüne karşı söylenen sözdür ( harfiyen : kula atına bin ve çekilip git ! ) ; atka min - : ata binmek ; atka otur : at üstünde bulunmak , oturmak ; at keser : atın göğsüne kadar battığı ( kar tabakası ) .\n\n\nII, 1 . ad , isim ; iyi ad ; atınan ayt - : ismiyle söylemek ; at koy - : isim vermek , ad komak ; tesmiye etmek ; at sat bk . sat ; atı cok 1 ) adsız ; 2 ) adsız parmak ; atıñ kim ? : adın ne ? , seni nasıl tesmiye ediyorlar ? daha ör . bk . azan 1 . ; 2 . şöhret ; marufiyet ; atka kon - : tanınmak ; şöhret kazanmak ; caman atka kon - : bednam olmak ; 3 . at atooç gram . :zamir ( pronom ) ; 4 . lakap ; bir hayvana verilen ad ; ittin atı : köpeğin adı .\n\n\nIII, 1 . fırlatmak , atmak ; ateş etmek ; tañ at – bk . tañ I ; kuş asmanga atıp çıktı : kuş ( dikey hat boyunca ) havalandı ; kubangandan cürögüm atıp ketti : sevinçten yüreğim çarptı .\n\n\nIV, yardımcı fiil olan << cat >> ın kesik şekli ( bk . cat III ) ; töö çeçip atkanda : deve çözerken ; bıröö ölüp atsa , bıröö külüp atat ats . : biri ölürken öbürü gülüyor . ata I. baba ; ceddi ala ; çong ata : baba tarafından dede ; tay ata : ana taraından dede ; teñ ata : soy itibarile müsavi ; atası ! ( harfiyen : babası , yani benim senden doğurduğum çocuğun babası ) = eskiden kadın kocasını tesmiye ederdi ; çünkü o , onu ismiyle çağırmak hakkına malik değildi ; ata saltı menen : dedeler adeti üzerine ; atadan ayşangan bk . aylan ; atası başka : babası başka olan ; başka kabileden olan ; atam zamangı : çok eski ; atalar zamanından kalma ; ata – baba : ecadat ; ata konuş yahut ata curt : vatan , öz yurt ; ata curtçul : yurtsever , vatanperver ; ceti ata : baba silsilesinden yedi tane dede , cet ; Çolpon ata mit . : koyun hamisi ; mec . : koyunlar ; Kambar ata mit . : at hamisi ; mec . : atlar ; Çıçañ ata mit . keçi hamisi ; mec . : keçiler ; Oysul ata mit . : deve hamisi ; mec . : develer .\n\n\nII, arzu veya esef eylemek için kullanılan kelime : ata , oşo kelse bolot ele ! : yahu , gelmiş olsaydı , ne iyi olacaktı ! ; ata , balam sga caman bolgon eken ! vah , çocuğum , halin fena imiş ! ata- III, adiyle söylemek ; atap aytkanda : açıkçası . ataa = ata II . ataandaş- I, birbirine atmak ( isnad temek ) ; pazarlaşmak : pazarlık etmek . ataandaşuu işs . ataandaş – tan . atacurt = ata curt ( bk . ata I ) . ataganat eyvah ! , vah – vah ! ; vay , eğer ! ; ne yazık ! ataganat dep barnagın tiştedi : çok pişman oldu , teessüf etti ; üyü çakşı eken , ataganat , astı cer eken : evi iyi imiş ama , yazık ki , tabanı toprakmış . atak 1 . şöhret ; marufluk ; atagı çıkkan : tanınmış ; meşhur olmuş ; atagı cer cargan : şöhreti afakı tutmuş ; 2 . unvan . ataka r . << ataka >> ; ataka koy - : hücuma geçmek , saldırmak . atakanat = ataganat . atake babacık ; beybaba . atakun adlı sanlı ; maruf ; namdar ; mümtaz ; ataktuu kişiler : mümtaz adamlar . atal- adlanmak ; tesmiye edilmek . atala- I, ( su . un vr yoğurt halitası ) bir nevi tirit .\n\n\nII, << ata >> kelimesini telaffuz etnek ; babayı yardıma çağırmak ; atalap ıyla - : babasına başvurarak ağlamak . atalaş babadaş ( babaları bir olan ) ; soydaş ; atalaştan altoo bolgonço ; eneleşten eköö bol ats . : altu soydaş olmaktan iki karındaş ( anabir ) olmak yeğdir . atalga = atalgı . atalgı kıvrık yüzlü baltacık ( eğer ustasının aygıtıdır ) . atalık 1 . babalık hakkı ; atalık akım bar : babalık hakkım vardır , baba sıfatiyle hakkım vardır ; 2 . şeflik ; atalıkka al - : şefliği almak . atalm- tesmiye edilmek ; adlanmak . ataluu babalı , babası olan ; ataluu cetim : babalı öksüz ( babası varsada , annesi olmıyan çocuk ) . ataman r . << ataman >> / 2 / . atan I , enenmiş deve . atan- II, = atal . atar kabar I in tekidir : atar – kabar . atarman nişancı . atasız babasız ; hısım akrabası olmıyan . ataş I. f . ataş kürök bk . kürök . ataş- II, 1 . hep birlikte tesmiye etmek ; birbirini adlamak ; 2 . birbiri için tahsis edilmek ; birbiriyle nişanlanmak ; er Semetey baatırdın ataşkanı Çaçokey folk . : Semeteybahadırn nişanlısı – Çaçıkey : ataşkan dosum : sadık olmak üzere , antlaşmış dostum . ataşuu işs . ataş – II den . atayı mahsus ; hassaten ; bile bile ; atayı keldim : mahsus geldim ; atayı çaralar kör - : eyrıca tedbirler almak . atayıla- : atayılap : hassaten ; atayılap koşçuñ bolboso , cügönüñ alıp atka bar ats . : eğer seyisin yoksa , nizzat kendin oyanını alarak , atının yanına git !\n\n\natayılap : hassaten ; atayıla ; atayılanıp casalgan : hususi surette kurulmuş yahut yapılmış . atayın- = atayı ; atayın kabarçı : hususi muhabir . atçan atabinen ; suvari , atlı . ateke atike = atale . atık- tesmiye edilmek , lakaplanmak bir unvan almak . atıktır- et . atık – tan . atıl- 1 . atılmış olmak ; 2 . ateş edilmiş olmak ( silah hakkında ) , mıltık atıldı : tüfek atıldı ; 3 . silahla vurulmak ; atılıp öl - : intihar etmek tabanca ile ) ; 4 . sıçrayıp kalkmak ; ordunan atılıp : yerınden sıçrayıp kalkma . atır I, a . iyi kokulu , iyi koku saçan ; iyi koku ; kokular , ıtriyat . atır- II, attır 2 yalnız << tañ >> söziyle birarada . atırıl- 1 . doludizgin koşmak ( at hakkında ) ; 2 . atılmak , saldırmak ; sözverek hücum etmek . atırılt- et . atırıl – dan . atırıltuu ,işs . atırılt – tan . atıruu bk . attıruu . atış I. ateş etme ,atma ;atış carışı : atış müsabakası . atış- II, hep beraber ateş etmek ; atış yarışı yapmak ; karşılıklı atışmak ; üyröngön coo atışarga iygi : ats . : öğrenilmiş , hali belli , düşmanla atışmak iyidir . atıştır- atış müsabakası yaptırmak ; birbiri üzerine ateş etmeye zorlamak . atışuu hep beraber ateş etme ; atış müsabakası yapma ; karşılıklı atışma . atiles r . atlas ( kumaş ) . atiret kon . = otryad . atkana k – f . at ahırı ; aran . atkarıl- başarılmak ; icra edilmek . atkarış- müş . atkar – dan ; üydü çeçüü işin calañ gana ayaldar atkarışkan : evi sökmek işini münhasıran kadınlar başarmış . atkar- 1 . ata bindirmek yahut binmeye tardım etmek ; anı atka atkarıp yardım etmek ; anı atka aktarıp koydu : onu ata bindirdi ; 2 . yollamak , yola çıkarmak ; kol atkar - : askeri teçhiz ederek , yola , sefere çıkarmak ; 3 . başarmak , icra eylemek ; yerine getirmek ; mildet atkar - : vazifeleri başarmak , tevdi edilen yumuşu ( işi ) yerine getirmek ; 4 . kocaya vermek ; kızın atkarganı turat : kızını kocata vermeye hazırlanıyor . atkaruu başarma ; atkaruu komiteti : icra komitesi . atakruuçu başaran ; ubaktııluu atkaruuçu : muvakkaten , vekaleten başaran atkaz = atkar . atkez r . kon . 1 . ret , imtina ; kaçakçılık ; memnu , yasak olan herhangi bir nesne ; atkez mal : memnu mal , emtia , kaçak mal ; 2 . caşınbak oynarken , bk . ) : para cezasından , cezadan kurtarma , kurtulma ; tapsañatkez – tappasañ – bir tay : bulursun – kurtulursun , bulmazsın – ( senden ) bir tay ( bilmece söylerken böyle derler ) . atkezci kon . kaçakçı . atkı I, av kuşunun miydesini yıkamak için kullanılan ( ağaçtan veya << coru >> denieln uyluk kemiğinden yapılan ) borucuk . atkı- II, 1 . tırmalamak ; 2 . kapmak : 3 . hırpalamak . atkıç atkıçıl , iyi nişancı . atkıl- mut . atkı – II den . atkıla- bir parça ateş etmek , atmak . atkılat- et . atkıla – dan . atkom ( atkaruu komiteti sözünün kısaltılmış şeklidir ) : İcra komitesi . atkuur = çapçuur . atlas r . atlas . atlet r . atlet , pehlivan , güçlü kuvvetli , adam . atıluu işs . atı – dan ; atıluuga öküm kılındı : kurşuna dizilmeye mahkum oldu . atım 1 . fırlatış ; 2 . ateş etme ; calgız atım darı : bir defa atacak kadar barıt ; bir atım nasıbay : bir defa çekecek kadar enfiye ; buta atım bk . buta I 2 . atmosfera r . havayi nesimi , atmosfer . atoo 1 . adlama , tesmiye etme ; 2 . garam . nominatif , ismin mücerret hali . atooç gram . isim ; san atooç : sayı ismi ; zat atooç : zat ismi , substantif ; sın atooç : sıfat ismi ; at atooç : zamir ( pronom ) ; suroo atoç : istifham zamiri . atpay hep , tamamiyle ; baştan başa ; atpay Kırgız balası : bütün Kırgız evladı , bütün Kırgızlar ; bütün Kırgız halkı ; atpay curtum : bütün halk . atsaloomu = assalamu . atsız I. adsız , isimsiz .\n\n\nII. atsız . atsızdık atı olmamaklık . atta- adımlamak , adım atmak ; sıçramak , atlamak ; attap öttü : atlayıp geçti ; altımıştı geçen , atlatan ihtiyar ; ok attagan katın es . : iffetli kadın ( bk . attat ) ….; başımdı attabasın : namusuma dokunmasın , hakaret etmesin ( harfiyen : başımın üzerinden , başımın ucundan atlamasın ) . attam adım ; atlama . attan- 1 . ata binmek ; attan ; : atlara ! ( tehlikenin yaklaştığını ikaz eder ) ; 2 . sefer çıkmak , yola çıkmak ; 3 . niyet etmek ; karar vermek . attandır- 1 . ata bindirmek ; konoktu attandır : misafiri , konuğu ata bindir , konuğa ata binmeye yardım et ! 2 . yol . sefer iin teçhiz etmek ; 3 . nişanlı kızı nişanlısının avuluna ( köyüne ) yollamak. attaş I, adaş . attaş- II, hep beraber sıçramak ; hep birlikte atlamak ; atlamada tayışmak . attat- et . atta – dan ; attatıp oku - : atlayarak okumak ; katınga ok attat : ( iffetli kadını ) yaralının üzerinden atlatmak ( halk inanışına göre , böyle yapıldıkta kurşun yaradan çıkıp düşüyormuş ; ubalım attatpasın ! : ( bana karşı yapılan ) haksızlılara adım atmak imkanı vermesin ! attattır- et . attat – tan ; arıktı attattır - : ( mesela , atını ) ark üzerinden atlamıya zorlamak . atteñ = attiñ . attır- 1 . atmıya müsaade etmek veya zorlamak ; 2 . ateş ettirmek ; birisinin üzerine ateş açtırmak ; tañ attır - : sabaha kadar uyanık kalmak , bütün gece uyumamak . attıruu işs . attır – dan ; tañ attıruu yahut tañ atıru : sabaha kadar uyanık kalma . attiñ ne yazık ! ; attiñ barbay beker kılgamın : yazık , ki gitmedim . attu I, 1 . isimli , ismindeki ; namında , müsemma ; Manas attu baatır : Manas isimli bahadir ; 2 . mümtaz ; meşhur ; attu – baştuu kişiler es . : mümtaz adamlar ; 3 . mes ‘ ut ; çok güzel , ala ; anday attu kün kayda ! : o gibi mes ‘ ut günler nerde ! attuu II, 1 . atlı , at sahibi ( ata malik olan ) ; calkız attuu : tek atlı ; 2 . atlı , süvari , ata binen . atuu işs . at II – ten ; atuu cazası : kurşuna dizme ( bir ceaz olmak üzere ) . ava = aba II . aval = abal I , II . avangard r . öncü asker . avans r . avans , peşin verilen para . avansıla- avans vermek ; avansılap : avana olarak . avansıloo avansu verme . avantyura r . macera . avantyurist r . maceracı . avgust r . ağustos . aviator r . tayyareci . avlatsiya r . tayyarecilik . avtobus r . otobüs . avtomat r . otomat ; avtomatça : otomat gibi ; kendiliğinden , binefsihi . avtomattuu otomatla mücehhez , otomatlı . avtomobil r . otomoboil . avtonomiya r . otonomi , muhtariyet . avtonomiyaluu otonom , muhatriyetli ; avtonomiyaluu respublika : muhtariyetli cümhuriyet . avtor r . müellif .\n\n\nitet , r . otorite , itibar . ax ! , 1 . ay ( yer küresinin peyki ) ; ay ( ayın yer küresi çevresinde dolaşarak bir devir yapmasiyle ölçülen zaman ) ; tolgon ayday : tolun ay gibi ( güzel ) ; ar kimdiki özünö ay körünöt ats . : kendisininki kirli olsa da temiz görünür ( harfiyen : herkese kendininki ay gibi görünür ) ; ayı oñunan tuugan : işleri yürüyor (ayı sağ taraftan doğmuş ) ; ona ahval musait oluyor ; o , muvaffak adamdır ; ayı cetpegen bala : vaktinden evvel doğan çocuk ; ayıkünü cetip oturat ( cetip yerine tolup da denir ) : o kadının doğuracak zamanı gelmiş ; ay başı : 1 ) yeni ay ; 2 ) ramazanın arifesi ( bk . ramazan ) ; ay camal yahut ay camalduu : ay gibi ( güzel kadın hakkında ) ; bi be boduk ( deve yavrusu ) gözlü ; birdin ayı : Kırgız halk takviminin birinci ayının adı ( takriben Kanunusaniye tevafuk eder ) ; üçtün ayı : üçüncü ayın adıdır ; cetinin ayı : yedinci ayın ismi ; toguzdun ayı : dokuzuncu ayın adı ( geriye kalan ay ların adlarını mütenazır sözler münasebetiyle bk . ) ; 2 . ay tuyak 1 ) tırnağı bakanak olmıyan hayvan ; 2 ) dn . kurban kesilen at ; ay tuyaka çal - : atı kurban kesmek . ay II, ( ablatif ile kullanılır ) : - den dolayı – den ötürü ; senin ayıñan dalay til uktum : senin yüzünden çok tekdir işittim ; can baguunun ayınan : gıdalanma için .\n\n\nIII, 1 . at sürüsüne böyle haykırılır ; 2 . hey ! ; ay . tañ : hey , bilmiyorum ; 3 . ay – ay ! vay ! ne iyi ( tasvip haykırması , başlıca çocuklara hitap ederken ) .\n\n\nIV, ay cür , aman cür : sana iyi yolculuk dilerim ( nekadar gezersen gez , sağlılka gez ! ) .\n\n\nV, ay – aalam : bütün cihan ; ayaalamdı kıdırdı folk . : bütün dünyayı dolaştı : ay – aalam mülktün barı bar folk . : bütün cihan serveti var .\n\n\nVI, ay talaa : yaşayanları bulunmıyan , ıssız yer ; ay dalı : omuz . aya- merhamet etmek , acımak ; senden ayabayt : senden esirgemez ; seni ayabayt : o sana acımıyor ; el çetine coo kelse , can ayagan - : cigitpi ? folk . memleet sınırına düşman geldiğinde canına acıyan – yiğit sayılır mı ? ; ayabay : acımadan , merhametsizce ; alabildiğine ; mükemmel ; pek , çok ; ayabay cedim : çok yedim ; ayabay mas boldu : büsbütün sarhoş oldu ; ayabay kurgagıça : tam kuruyıncıya kdar ; ayabagan köp : gayet çok ; bihisap . ayak I, 1 . ayak , bacağın aşağı kısmı ; kırk ayak : kırkayak ( böcek ) ; calgız ayak : kimsesiz ; koş ayak = koşayak , ayagı asmandan keldi : bacakları havay dikilerek düştü ; ayagına çık - : ezmek , zulmetmek ( herhangi birisini ) ; manaplar halkı soygına çıkkan : manaplar halkı soydular ve ona zulmettiler ; 2 . son , netice ; ayagında : sonunda , nihayet ; ayagına çeyin yahut ayagına çıgara : sonuna kadar ; suu ayagı : ırmağın mansabı ; ayagı cok cogoldu : eser bırakmadan kayboldu .\n\n\nII, fincan , çanak ; ayak – tabak : mutfak ve yemekodası kapkacağı ; sır ayak : boyalı ( sırlı ) ağaç çanak ; kara ayak : boyasız ( sırsız ) kulplu ağaç çanak ; keñeş ayak es . : düğün ziyafetlerinden yahut yoğ aşlarından ( ölüyü hatırlama ziyafetlerinden ) biri ; acıraş ayak bk . : acıraş I ; bata ayak es . : takdis ( dua ) çanağı ; ant ayak es . : ant çanağı ( ant içerken içiliyordu ) ; camanga çomğ ayagıñdı körsöptö mats . : kötü adama büyük çanağını gösterme ; ölbögön kişi altın ayaktan suu içet ats . : kafa omuzlar üzerinde bulundukça ekmek bulunru ( harfiyen : ölmiyen adam altın çanaktan su içer ) . ayakap ayakkap , fincan kutusu . ayakçı 1 . kımızı çanaklara dökerek , misafirlere sunan kimse ( ör . bk . kıyakçı ) ; 2 . saki , şerbettar . ayakı sonraki , son . ayaksız 1 . ayağı olmıyan ; 2 . sonsuz ; 3 . neticesiz ; ayaksız kal- : neticesiz kalmak ; 4 . eser bırakmaksızın ; at ayaksız cogoldu : at eser bırakmadan kayboldu. ayakta- 1 . bitmek , sonuna yaklaşmak ; iş munu menen ayaktabayt : iş bununla bitmiyor ; 2. bitirmek ; sözüğndü ayakta : sözünü nutkunu bitir , kes ; 3. ayakları yere değdirmek ; suu tereñ eken , at ayaktabay kaldı : su derinmiş atın ayakları suyun dibine ermedi ; 4 . bindirmek ( öküze , ata ayağiyle veya eliyle destekliyerek) . ayaktaş sınırdaş ; birbirinin anı olan ; uçları birbirine dokunan ; ıy menen külkğ ayaktaş ats . : göz yaşiyle arası uzak değildir (harfiyen : ağlama ile gülme bitişiktirler ) ; ekönün sözü ayaktaş çıktı : her ikisinin ifadeleri birbirine benziyor . ayaktat- bitirmek ; bitirmek üzere bulunmak , sonuna kadar erdirmek ; sözüñdü ayaktat : nutkunu sözünü bitir artık . ayaktatuu işs . ayaktat – tan . ayaktoo bitirme ; bitirmek üzere bulunma , sona erdirme , tamamlama ; beş cıldıktan törtünçü ayaktoo cılı : beş yıllık ğlanın dördüncü tamamlayıcı yılı . ayaktuu 1 . ayaklı ; eki ayaktuu : iki ayaklı ; mec . insan ; 2 . sonu olan : sözü ayaktuu çıktı : onun dediği çıktı , sözü doğru çıktı ; 3 . hayvan ; 4 . kavi yürüyüşlü ( at hakkında ) . ayal- I, yavaşlama ; azıraak ayal kılatur : bir parça bekle ; ayal kılbay cürö kör : gecikmeden hareket et .\n\n\nII, a . 1 . kadın ; kolxozçu ayal : ( kolhoz denilen ) ziraat kolektifinde çalışan kadın ; 2 . karı ( zevce ) . ayakda- yavaşlama , gecikme ; üç kün ayalday tursañar , birge barabız : üç gün beklerseniz beraber gideriz ; attı minip alıñar , ayaldabay salıñar folk . : ata bininiz , durmadan hareket ediniz . ayaldat- durdrumak , bekletmek . ayaldık kadın hassaları ve evsafı ; kadın hareketleri ; ayaldıkka al - : karı olarak almak , karı edinmek ;,,, ayaldık ooruları : kadın hastalıkları . ayaldoo yavaşlama , gecikme . ayalmet ayalmat caş baldar : çoluk çocuk , küçük çocuklar . ayaluu bk . ayooluu . ayan I, 1 . belli , aşikar ; 2 . ( folklorda ) ikaz , telkin << yukarıdan >> ( rüyada ) tündö catıp tüş körsöm , tüşümö ayan beriptir folk . : gece uyudum ve düş gördüm , düşte bana telkin etti ( kadın söylüyor : M . ) ayan- II, kendisine acımak ; ayanbay küröş - : amansız güreşmek ; kat ‘ i mücadele etmek ; kolumdan kelgen cardamımdı ayanbaymın : elimden gelen her şeyi yaparım . ayañ I, 1 . ağır yürüme ( at yürüyüşü ) ; 2 . = ayal I .\n\n\nII= ayıñ . ayañda- ağır yürümek , yavaş gitmek . ayañdat- et . ayañda – dan . ayañdoo ağır hareket , yavaş hareket . ayañduu iyi yürüyüşlü ( at hakkında ) . ayanıç merhamet , acıma . ayanıötuu acıklı , merhanet uyandıran ; hazin ; ayanıçtuun ün : hazin ses . ayant 1 . meydan , saha ; baldar ayantı : çocuksahası ; ayant beti met . : sathın yüzü ; 2 . dağdaki sanovber ormanı ortasındaki alan ( açık yer ) . ayar I, a . = aylager .\n\n\nII, ilerisini gören , basiretl, ; müteyakkız ; ilerisin, görme ; ayartart - : ilerisini görür olmak .\n\n\nIII= ayal I . ayardan- kurnazlık etmek ; içtinap etmek . ayarda- 1 . yavaşlamak , gecikmek ; bir az ayarday kalıp : bir parça gecikerek , bekliyerek ; ayardabay attanıp ketti : durmadan ata bindi ve gitti ; 2 . ihtiyatlı , müteyakkız dav – ranmak ; çarelere başvurmak , kolaylıklar araştırmak ; sır nayzanı tayanıp , izdey basıp ayardap folk . : sırlı kargıya dayanarak ve usullacık izini takibederek . ayardık = aylagerlik . ayarduu I, acıklı , acımaya değer .\n\n\nII, 1 . ağır ( yavaş ) ; 2 . ihtşyatlı ; ilerisini gören ; 3 . kurnaz ; her işin çıkar yolunu bulan . ayarla = ayarda . ayarlayan- = ayardan . ayarlık = aylagerlik . ayarluu = ayarduu I , II . ayaş I, 1 . dost ; 2 . ahbabın karısına veya babasına hitap tarzı . ayaş- II, müş . aya – dan . ayat a . Kura ‘ n ayeti , kur ‘ anın bir faslu . ayaz I, 1 . temiz , şeffaf , açık ; ayaz kök : temiz , açık gök ; 2 . ayaz , soğuk ; temir ; temir ayaz : şiddetli ayaz ( kar yağdıktan sonra ilk ayaz gece ) müyüz ayaz : temir ayazdan sonra gelen ve daha az soğuk olan ayaz ; kiyiz ayaz : hafif ayaz ç\n\n\nII, eğriz , bükülmüş . atbaalı hilkat garibesi ; kokunç sey ( prk fazla arıklamış olan kimse hakkında ) . atbalta bk . balta . atbaltacı bk . baltacı . ayban a . hayvan ; vahşi hayvan ; aybandar dünyösü : hayvanat dünyası . atbanat a . = ayban ; adambı , aybanaptı ? kaspı , dospu ? : insan mı , hayvan mı ? düşman mı , dost mu ? aybançılık = ayabandık . ayabandık 1 . hayavan vasfı ; 2 . hayvanlık . ayhar korkunç görünüş ; tehdit ; aybar kıl - : tehdit etmek , korku vermek . atbarduu korku veren , korkunç ; arıstanday aybarduu : arslan gibi müthiş . aybattu heybetli ; görünüşiyle hürmet telkin eden . aybıguu işs . aybık – tan . aybık- sıkılmak , utanmak ; asıl seket , sen üçün aybıkpay elden zardadım : sevgilim , elden utanmadan senin yüzünden ağladım . aybır şaybır ‘ ın tekidir . ayçık hilal şeklinde olan nakış ; aycığı altın tuu : nakışları altından olan sancak . ayçıkta- hilala şeklinde olan nakışlarla kaplamak . ayçılık aylık müddet ; ayçılık cer : bir aylık mesafe . ayçıktuu atçıklı : hilal şeklinde olan nakışlarla bezenmiş . ayda- sürmek , koğmak , takibetmek ; aydap kel - : sürüp beriye getirmek ; aydap kel - : sürüp beriye getirmek ; aydap çık - : koğup çıkarmak ; aydao ket - : sürüp götürmek ; aydap bar - : sürmek ( öteye ) ; adat ayda - : adete riayet etmek ; araba ayda - : araba üzerinde gitmek ( atı sürerek ) ; egin ayda – yahut koş ayda – yahut cerayda : toprak sürmek ; buuday ayda - : buğday ekmek ( sürme , sürgüleme , saçma gibi bütün ameliyeleri icra etmek ) ; koon ayda - : kavun ekmek . aydagar = acıdaar . aydak = aytak . aydakta = aytakta . aydal mut . ayda – dan ; aydalgan cer : sürülmüş toprak . aydala- bağırmak ( ayda – ayda ! diye ) aydalaa = ay talaa ( bk . ay VI ) . aydalı = ay dalı ( bk . ay VI ) . aydalın- mut . aydal – dan ; buuday aydalındı : buğday ekildi . aydaluu I, işs . aydal ‘ dan ; talaar öz ubagında aydaluuga tiyiş : tarla vakti zamanında sürülmelidir .\n\n\nII, 1 . koğulmuş ; aydaluu malıbız : bizim davarlarımız ( bizim sürdüğümüz hayvanlar ) ; 2 . sürülmüş toprak ; ekilmiş ; balañ paydaluu bolso , aştıgıñ aydaluu ats . : çocuğun faydalı olursa , toptağın sürülmüş olur . aydaluuçu 1 . koğmaya , koğalanmaya mahkum ; 2 . sürülmesi lazım olan toprak ; aydaluuçu cerler : sürülecek topraklar . aydama 1 . ekilmiş ( hüdayi nabit değil ) ; 2 . sun ‘ i yetiştirilmiş ; aydama körpö : sun ‘ i astıragan deri ) ; aydama kişi : kendisini hiçbir iş yapmayıp da başkalarının dürtmesini bekliyen adam . aydar çocuğun ensesindeki saçlar ; perçem ; örgü ( erkeklerde ) ; arkasında aydarı - , toru aygırdın calınday folk . : erka tarafta onun , doru aygırın yelesi gibi örgüsü vardır . aydarım hafif rüzgar ( başlıca sabahki ve akşamki . aydarluu ensesinde saçları olan ; perçemli . aydaş- müş . ayda – dan ; cer aydaş - : hep beraber yer sürmek . aydat- et . ayda – dan ; altmişa ala cılkını aydatıp berdi ustaga folk . : o , ustaya altmış tane benekli ( abraş ) atı sürüp getirti ; koy aydat – 1 ) koyun sürdürmek ; 2 ) es . sürü halinde koyun ticareti yapmak . aydattır- et . aydat – tan . aydatuu işs . aydat – tan ; koy aydatuu es . : sürü halindeki koyun ticareti . aydaykel es . işini bırakıp dolaşan . aydaykeldik es . işini bırakıp dolaşma . aydıñ 1 . ay ışığı ; ay ışığıyle aydınlanmış yer ; aydıñga salıp kırman sapırdım : ay ışığında harman savurdun ; 2 . şa ‘ şaa , azamet ; aydıñnan ay korkot , külpöñünön kün korkot folk . : şa ‘ şaasından güneş korkuyor , parıltısından ay korkuyor . aydıñduu şa ‘ şaalı , azametli , şevketli . aydoo 1 . koğma ; vatan dışına çıkarma ; turmuştun aydoosu menen : hayat şartlarının zoru altında ; 2 . koğalama ; 3 . mal aydoo : hayvanları otlağa çıkarma , hayvanları sürme ; 4 . toprak sürme . aye taacüp haykırması ; şeytandın cürögö aye ! : ne cesur be , şeytan ! ayelmet = ayalmet . ayey = aye . aygak curnalcı ; caman aygak canınan tartat ats . : fena curnalcu kendi cebinden öder ; aygakka altı tayak ats . : curnalcıya altı dayak . aygap kin , intikamcılık . aygay = aykay . aygayla = aykayla . aygaylat = aykaylat . aygır 1 . damızlık at : aygır bolor kuundan caak eti çoñ bolot ats . : damızlık aygır olabilecek tayın elmacık kemiklerindeki adaleleri büyük olur ; bee körbögön aygır : kısrak görmemiş aygır karadı : aygır ( kısrağa )n aşarak , onu gebe bıraktı ; aygır beelerdi karap cüröt : aygır kızışmıştır ( kısrakların peşinden koşuyor ) ; 2 . sarı aygır : sarıasma (kuş). aygırak ( Rad . ) genç aygırcık . aygırluu aygırlı . aygış- kavga sırasında aşırı taşkınlık etmek , kavga kapışmak , kıyasıya dövüşmak ; it aygışıp kaldı : köpekler birbiriyle o derece kapıştılar , ki ayırmak kabil değil ; aygışkan : aşırı kızmış . aygine aynen , açıkça ; aygine körünüp turat : açık görünüyor ; aygine süylö : açık ve doğruca söyle . ayginelen- atdınlanmak , tavazzuh etmek. ayıgış = aygış . ayıduu hastalıktan iyileşme . ayık- hastalıktan iyileşmek , sıhhat düzelmek ; onulmak ( yara hakkında ) ; ayıgıp kaldı : iyileşti , sıhhati düzeldi . ayıktır- tedavi ederek iyileştirmek i şifa vermek ; onultmak . ayıktıruu işs . ayıktır – dan . ayıl avul ( obalar yığınağı ) ; ayıl – apa bk . apa . ayılçı 1 . kikram edilmek maksadiyle yabancı avullarda dolaşmasını seven . 2 . mec . : tembel . ayılçıla- ikram edilmek ümidiyle yabancı avullarda dolaşmak ; ayıldı ayılçılap : köy köy dolaşarak . ayılçılat- et . ayılçıla – dan ; balanı ayılçılatıp kel : oğlanı yabancı köye ( midafirliğe ) götür . ayıldaş aynı köyden olan , avuldaş . ayıldaştık aynu köye mensublanlar arasındaki münasebetler ve evsaf . ayım 1 . hanım ; 2 . zevce ; alıp catkan toguz ayımı andan ayrıldı Urumkan folk . : Urumhan beraber yaşadığı dokuz karısından ayrıldı . ayıñdoo zemmetme ; sövüp sayma . ayıp a . 1 . su. , kabahatli olma ; ayıbı açıldı : kabahati meydana çıktı ; ayıp et - : ayıplamak , kınamak ; 2 . kusur , eksiklik ; 3 . para cezası ; ooz ayıbı : sözle hakaret için para cezası ; ayıp sal - : para cezasına hükmetmek ; ayıp tölö - : para cezası ödemek ; at ton ayıp bk . at I ; ayıpka cık - : para cezasına maruz kılmak , para cezasiyla cezalandırmak ; ayıpka cıkıl - : para cezasına maruz kalmak . ayıpker a - f . : suçlu ; cani . ayıpkerdik kabahatlilik ; cinayet . ayıpsız 1 . kabahataiz , masum ; 2 . kusursuz ; ayıpsız kişi bolnoyt : kusursuz insan olmaz . ayıpsızdık masumluk . ayıpta- 1 . itham etmek ; 2 . para cezasına hükmetmek . ayıptal- itham edilmek ; maznum olmak. ayıptaluu işs . ayıptal – dan . ayıptaluuçu maznun , itham edilen . ayıptar a – f . = ayıpker . ayıptoo itham etme . ayıptooçu itham eden . ayıptuu suçlu . ayıptuuluk suçluluk . ayır- 1 . ikiye ayırmak ; ayrı düşürmek ; parçalamak ; 2 . ayırdetmek ; 3 . zorla almak , çekip almak ; cılkını ayırıp aldı : atları zorla aldı ; 4 . kırmak ; başın ayırıp aldı : kendisinin başını kırdı . ayırbaş trampa ; ayırbaş kıl - : trampa etmek . ayırbaşta- mübadele etmek , trampa etmek . ayırbaştal- mübadele edilmiş olmak . ayırbaştoo mübadele , trampa etme . ayırgıç 1 . ayırıcı , ayıran ; 2 . gram . es . başka bir cümlenin içinde bulunan tavsifi cümle . ayırış = ayrış , I , II . ayırma fark , mübayenet . ayırmaç çocuk eğeri . ayırmaçılık temayüz ; hususiyet . ayırmaçtuu çocuk eğeriyle eğerlenmiş ; ayırmaçtuu tay : çocuk eğeriyle eğerlenmiş tay . ayırt- eyrı düşürmek ; yırtmak ; ikiye ayırmak . ayıruu = ayruu . ayi tasvibetmeme , tehdit haykırma – sı ; ayi seni : vay seni ! vay gidi seni ! aykal- ( mana itibariyle ) = aykalış II ; azabıñ tartkan azamat aykalıp birge tünösün folk . : senin yüzünden ıstırap çeken yiğit varsın ( seninle ) sarmaşarak bir geceyi geçirsin . aykala = aykara . aykalış I, 1 . sarmaşma ; girifit olma ; 2 . birleşme ( biraraya toplanma ) . aykalış- II, karşılıklıca sarmaşmak ; aykalışıp cat - : kucaklaşarak yatmak ; aykalışıp körüş - : birbirine arka vermek suretiyle durarak ve birbirine omuz üzerinden bakarak selamlaşmak ; cılkı aykalılıp kaşınışat : atlar birbirinin arkasına başlarını koyarak , kaşınıyorlar . aykana = aykara . aykara çapanın aykarasınan ( yahut aykaradan ) camınıp cattı : çapanına öyle bürünüp yattı , ki bir eteğiyle bacakları ve öteki eteğiyle başı örtülmüştü . aykaş- 1 . çapraşık koyulmuş olmak ; birbirine geçmek ; 2 . db . kavuşmak ; oñgu menen müçö aykaşkanda : kelimenin gövdesiyle sonek kavuştuğunda . aykaşuu işs . aykaş – tan . aykay şiddetli , velveleli ses ( çağırma ) ; velvele ; aykay sal - = aykayla . aykayla- şiddetli ve velvele koparırcasına bağırmak ; imdada çağırmak . aykın açık ; müşahhas , açıkça ; aykın körsöt : açık göstermek ; aykın colbaçılık : müşahhas rehberlik . aykından- aydınlanmak , nurlanmak . aykındooç gram . attribıt , na ‘ t . aykır- haykırmak , bağırmak , nare atmak . aykırık haykırış , bağırma ; aykırıksal - : bağırmak , nare atmak . ayköl 1 . Destan kahramanının müsbet sıfatlarından biri ( başlıca Manas ‘ ın ) 2 . ayköl salış - : birbirine karşı nefret , husumet izhar etmek ; dövüşmeye girişmek ; uuru meneñ ayköl salışıp kaldım : hırsızla karılaştım ve onunla dövüşmeye başladım . aykür = alçı . ayla a . hiyle ; çeviklik ; çare , kavrayış , ustalık ; söz aylasın bilbegen sözdü özünö keltiret ats . : söz söylemesini bilmiyen sözü kendi aleyhine çevirir ; aylası kurudu : tamamiyle şaşaladı ; büsbütün dermansız kaldı : eñ ayla bolbogondo : hiç olmazsa , başka bir çıkar yol bulunmazsa ; tildep aylasın ketirdi : ona adamakıllı sövüp saydı ; aylada cok caman : hiçbir işe yaramayan ( adam ) ; ayla barbı ? 1 ) çıkar yol , imkan var mı ? 2 ) nerde ? ! hiçbir çare yok ! can aylasınan yahut can aylası üçün : canını kurtarmak için . aylager aylaker , a – f . hilekar , kurnaz . aylagerlik hilekarlık , kurnazlık . aylakerdüü aylakerlüü = aylager . aylala- çaresini bulmak , bir yolunu bulmak , çıkar yolunu bulmak . aylaluu çevik ; çıkar yolunu bulan . aylaluuluk çeviklik ; çıkar yolunu bulnaklık . aylampa = aylanpa . aylampaş = aylanbaş . aylan- 1 . dönmek , deveran etmek , dolaşmak ; aylana uç - : etrafta uçmak ; közübüzdün karası menen tebğ aylanıp tutar : ne istersek onu yapıyor ; o , tamamiyle bizim tesirimiz altındadır ; köt aylanbayt kon . ( mesken hakkında ) : dönecek yer yok ( harfiyen : göt dönmüyor : M . ) aylan köçök 1 ) çocuk oyunu [ çocuklar << aylan köçök >> diye söylenerek kebdi etraflarında dönerler ] 2 ) mec . su .evrintisi ( girdap ) : 2 . dönmek ( değişmek ) ; 3 . es . keffaret olmak ; 4 . sahte tabiplerin tedavi usulünde bir kurban veriliyordu , ki bu kurban bilfiil yahut timsali bir tarzda hastanın başı etrafında dönerdi ( alya ‘ nın 4 – ncü manasının variyantları bundan doğmuştur ) ; okşamak ; saygı göstermek ; üstünlüğünü tanımak , önünde eğilmek ; aylanayın yahur aynanayın veya aylayın yahut aylanıp keteyinim : sevgilim ( kendisine kurban olacağım : M . ) ; koy , aylanayın , koy : vazgeç sevgili , vazgeç ; aylanayındam : sevgililerim ; atadan aylangan : yazık ki iyi baba senin gibi ( kötü evlat ) dünyaya getirmiş ; argımak cıydım , at sıydım aylanıp ketsin buudandan folk . : argamaklar topladım , bayağı atlar topladım , ancak onlara buudan ‘ ın topuğuna varmak nerde ! ( bk . buudan I ) ; kelindin tırmagınan bir kündö miñ aylansa , epeken folk . : genç kadının parmakları ( harfiyen : tırnakları ) her gün bin defa hürmet göstermeye değer ( yani o kadın gayet usta elişi yapar ) . aylana 1 . etraf , civar ( yöre ) ; 2 . muhit . aylanayın- bk . aylan 4 . aylanbaş aylanbaş bolup kalgansıñ : senin başın dönmüş . aylandır- 1 . döndürmek , çevirmek , döndürtmek ; 2 . dolaşarak gitnek ; kuşatmak ; 3 . değiştirmek ( tahvil etmek ) ; akçaga aylandır - : paraya çevirmek . aylandıruu 1 . döndürme ; 2 . tahvil etme . aylanış- 1 . hep beraber dönmek , 2 . gecikmek ; alıkonmak ; bir cumuşka aylanışıp keçigip kaldım : bir işle eğlenerek geciktim . aylanma dönen , tekerrür eden ; aylanma üzüksüz bölçök mat . : kesri aşarii devri ; aralaş aylanma : mat . karışık kesri daim ; taza aylanma mat . : halis kesri aşarii devra . aylanpa 1 . su çevrintisi ( girdap ) ; 2 . kaalga ( bk . ) nın bir cüzünün adıdır . aylant- 1 . döndürmek ; çevirmek ; 2 . kuşatmak ; aylanta : her yandan , etrafında ; aylanta karap ; göz gezdirerek , etrafa bakarak . aylantkıç dödüren , dönmeyei mucibolan ; baş aylantkıç : şuuru karartan şey . aylantma 1 . dödüren ; döndürme ; baş aylantma : bir hayvan hastalığıdır , ki bu hastalığa tutulan hayvan boyuna başını döndürür . 2 . tedavül edilen ; aylantma kapital ; tedavül edilen sermaye . aylantuu 1 . döndürüm , devir ; 2 . tahavvül , değişim . aylanuu işs . aylan – dan . aylasız 1 . çevik olmıyan , çolpa ; intikal süratine malik olmıyan ; aylaszı baatır çoçkogo çabat ats . : beceriksiz bahadir domuza saldırır ; aylasızdan : çaresiz olarak , zaruret hasebiyle muztar olarak ; 2 . pek ; aylasız caman : tutar yeri olmıyan kötü ; pek fena . aylaş aynı devrede gebe kalan kadınlar ; aylaş katın – muñdaş ats . : aynı devrede gebe kalan kadınlar hemdettirler . aylayın bk . aylan 4 . aylık 1 . bir aylık müddet ; aylık azık : bir aylık erzak ; 2 . aylıkla çalışan ; bir aylık maaş , aylık . ayluu aylı , ayı olan ; ayluu tün : aylı gece . ayma- atıştırmak , oburca yemek . aymak I, 1 . memleket , ülke , arazi ; aymak taanuu es . : memleketi öğrenme ; aymak taanuuçu es . : memleketi öğrenen ; 2 . ( Rad . ) : halk ; soy . aynak II, ( Rad . ) kalpakltaki süs ; altın aymak akmak börük ( Rad . ) : mükemmel surette altınla süslenmiş kalpak . aymaktık ülkeye mensup . aymala- ağızla kapmak ; balası emçegin , aymalap hırsla kaparak , emiyor ; cel anın betterin aymalap , çaçtarın señseltet : rüzgar onun yüzüne eserek , saçlarını ditmektedir . ayman obur ve tahammülü ( at hakkında ) . aymañga- = ayma . aymaş- müş . ayma – dan ; betterin aymaşıp mec . : şapır şapır öpüşerek . aymın = aybık . aynek f – a . 1 . ayna ; 2 . cam ; köz aynek : gözlük ; eynektey açık : tamamiyle açık . aynı- 1 . sözünden vazgeçmek , caymak , rücu etmek ; aynıp kalba : verdiğin sözden vazgeçme ! aynıbay ; tereddütsüz ; çınıgı kızmay akı aynıbay ösüp catat : şe ‘ ni iş ücreti durmadan artıyor ; soodaları cakındap , cıyırma tıyından aynıp ketişti : onların ticareti sonuna yaklaşmışken , yirmi kopek yüzünden bozuldu : 2 . kööüm aynıdı : bende bulantı var ; köönüm aynıp , canım cer tartıp turat : kendimi fena hissediyorum ve yatmak isitiyorum ( ben düşebilirim ) ; 3 . değişmek ; münasebetini değiştirmek ; sen , aruu kulunum , aynıp keter bekensiñ ! folk . benim temiz tayıcığım ( sevgilim ) , değişir misin , acaba ! aynıt- sapıtmak ( doğru yoldan şaşırtmak ) , caydırmak . aynıttır- et . aynıt – tan . aynikey aynikeyim karmadı : caydım , fikrimden vazgeçtim , sözümü geri aldım . ayoo acıma . ayooluu kendisine karşı ayrıca dikkatle muamele edilen , ayrıca takdir edilen şey ; ayooluu buyumum : takdir ettiğim , ihtiyatla kullandığım , acıdığım nesne ; men kaysı ayooluu kul elem ! : bana kim acıyacak ! ben kime lazımım ! ; benim hayatımı hesaba katmak değer mi , dersiniz ! ayoosuz merhamersiz , amansız ; ayoosuz sokku : kat ‘ i darbe ; kat ‘ i mukavemet . ayooszuduk merhametsizlik , amansız davranmaklık . aypa- aypap – caypap : basarak ( su hakkında ) . aypooç defin esvabı aksamından birinin adıdır ; ak kepindep aruu cuup , aypoo. salıp , belimi buup folk . kefene sararak , temiz yıkayıp , üzerimeaypooç koyarak ve kuşak kuşatarak . ayran I, a . taacüp eden , hayrette kalan , şaşalıyan ; ayranga kal – yahut ayran kal - : hayrete düşmek ; akılı ayran kaldı ( yahut ayran – tañ kaldı yahut ayran – azır kaldı ) : şaştı , şaşa kaldı .\n\n\nII, ayran ( hafifçe su katılan yoğurt ) ; ayran içken kutuluptur , çelek calagan tutuluptur ats . : ayran için kurtulmuş , kova yalayan yakayı ele vermiş ; aş ayran : içine yarma koyulmuş ayran ( gerek arpa , gerekse darı yarması olsun ) . ayrandık ayranlık ( ayran için hazırlanan şey ) ; bir azıraak ayrandık koy : bir miktar sağmal koyun , bir parça ayran alınabilecek olan koyun miktarı . ayrı I, 1 . ikiye ayrılan , çatal , anadut ; temir ayrı : demir anadut ; ayrı kezeñ : eğerimsi dağ ; ayrı kuyruk bk . kuyruk ; ayrı sakal 1 ) çatal sakal ; 2 ) çatal sakallı adam ; ayrı col : yolun ikiye ayrıldığı yer ; eki col ayrı bolso , ittin başı kañgı bolot ats . : yolun ikiye ayrıldığı yerde köpek yolunu şaşırır ; ayrı baş 1 ) iki başlı ; 2 ) = ayrıbaş ; 2 . iki hörgüçlü deve ; …. ayrı emes narça töölördü folk . : iki hörgüçlüleri değil , tek hörgüçlü develeri ..\n\n\nII= ayır . ayrık 1 . bölüm , bölme , yarık ikiye ayrılmış , yırtık ; 2 . dağlardaki çukur ; iki dağ ırmağının kavuştuğu yer . ayrıkça ayrıca , bilhassa ; ayrıkça köñül ber - : ayrıca dikkat etmek , ayrıca meşgul olmak . ayrıkçalık hususiyet , istisnaiyet . ayrıl- 1 . ikiye ayrılmak , bölünmek ; birbirinden ayrı düşmek ; corgo mingen coldoşunan ayrılat, köp caşagan kurdaşınan ayrılat ats. : yorga ata binen yoldaşlarından ayrılır; uzun yaşayan kimse yaşıtlarından ayrılır 2. mahrum olmak; malıman ayrıldım : hayvanlarımdan mahrum kaldım. ayrılgıs ayrılmaz, ayrı düşmez, ayrılgıs dos : ayrılmaz dost. ayrılış I, ikiye ayrılma ; parçalanma ; ayrılış col = ayrı col (bk. ayrı I1)\n\n\nII, müş. ayrıl-dan. ayrıluuçu 1. ikiye ayrılan ; ayrı düşebilen ; 2. gram. es. :mevsuf. ayrım ayrı, ayrı duran ; bir şeye has olan ; ayrım komissiya : o işe has komisyon ; ayrım bigadalar booyuça : ayrı taburlara göre ; açık-ayrım : apaçık , aynen ; açıkça, vazıhan; açık-ayrım süylöş- : açıkça, candan konuşmak; açık-ayrım tüşündür- : noktası noktasına , açıkça anlatmak. ayrıpılan kon. tayyare. ayrış I1.ikiye ayırma ; ayrı düşürme; 2. ayırt etme. ayrış- II, müş. ayır-dan ; baş ayrışsak- börk içine ; kol sındırışsak – ceñ içine ats. : evdeki çörçöpü dışarı çıkarma (harfiyen : baştan ayrılırsak- kalpak içine, kolumuz kırılırsa – yen içine). ayruu ikiye ayırma. ayrunçu 1. ikiye ayıran; 2. gram. es. na’t (attibut) ; sın atooç atruuçu : na’t sıfat. aysız ayı olmayan, aysız; aysız tün : aysız gece. ayt I hayt ! taygandarın <> : lütfen , rica ederim. bacı f. resim, vergi, baç. bacıla vergi tarhetmek. vergi almak. bacılda 1. çok ve manasız söylemek, boş söz (herze) söylemek ; 2. mırıldanmak. bacıldak geveze, yanşak. bacıkdaş- müş. bacılda-dan. bacıldat- et. bacılda-dan. bacıldoo 1. boş söz; 2. Mırıldanma. bacırakay büyük gözlü; patlak gözlü. bacırañda- hareket ve tavırlarından büyük ve patlak gözlü kimseye benzemek. bacırañdat- et. bacırañda-dan. bacıray- büyük, faltaşı gibi açılmış olmak (gözler hakkında) ; bacırayıp kara- : gözlerini geniş açarak bakmak ; bacırayıp kül- : neşeli neşeli gülümsemek, gülmek (büyük gözlü ve dolgun yüzlü kimse hakkında. ) bacırayt- . et. bacıray-dan baça f. es. (fuhuşla iştigal eden oynayıcı oğlan ; kırgızlarda böyle bir şey olamamıştır) ; baylarında içkeni arak, cegeni et, oynotkonu baça ele: bayların (zenginlerim) içtiği rakıdır, yediği ettir ve oynattığı da ahlâksız oğlandır. baçak = soto. baçayı = başayı. baçşagar baçagar, f. Söv. Necis, mundar. baçım hızlıca; çabuk, çevikce. baçımda- hızlatmak, tezletmek. baçımdat- et. baçımda-dan. baçıra- çatırdamak. baçırat- çatırdatmak; bıçarata otun cak- : çatırdata odun yakmak. baçiki tilki yavrusu. bada f. (sığır hayvanları) sürüsü. badaçı çoban. badal 1. Fundalık; çalılıkç: kalıñ badal : koyu fundalık; 2. badal cörük :şahadet parmağı. badalduu funda, çalı ile kaplanmış. yer badam f. badem badana, zırh, cevşen, cebe; koş badana:iki katlı zırh. baderke r.kon. : hediye badılda- . dırlanmak. badır badır-badır : çatırtı; sürekli çatırtı badıra- çatırtı koparmak, çatırdatmak. badırak I = batrak.\n\n\nII, 1.kavrulmuş ve kabuğu ndan ayıklanmış olan arpa; 2. kavrulmuş buğday badırañda- canlı şen olmak; badırañdap cür- : koz olan kağıdı açmak (kağıt oyununda). badırapkana f.avm. ayakyolu, aptesane badırat- et. badıra-dan;badıratıp okuyt : hızlı ve açık okuyor (sesle). badıray- 1.faltaşı gibi açılmak; büyümüş gözükmek (göz hakkında); 2. (büyüklükçe) göze batacak surette temayüz etmek; (büyüklükçe) temayüz eden beyaz oba, keçe ev. badırayt- et. badıray-dan ; çın sözdü badıraytıp betine aytuu kerek : bütün hakikati, sıkılmadan, çekinmeden yüzüne vurmalı. badırek If. murdar, pis.\n\n\nII, pervasız, cesur. badışa f. çar; badışa ökmötü 1) çarlık hükümeti : 2) kon. çarlık hakimiyeti. badışaçıl es. padişah taraftarı, monarşist; badışaçıl ökmöt : çarlık hükümeti. badışalık 1. çara mensup, çarlığa ait; 2. miri, devlete ait;3. çarizm; mutlakiyrt rejimi. badik dönme (bir nevi koyun hastalığı) . badiret = bödröt. badiretçi = bödrötçü. badrie ieesai tmia ömt: a. hağk badiretçilik r. kon. <> : müteahhit. bagaj r. bagaj, ağırlık. bagalak = bagelek. bagalçak atın tırnağının üzerindeki boğum ; tabanla yahut tırnakla aşık kemiği arasındaki yer ; meyli, başı baş, bagalçagı kara taş! : nasıl istersen öyle yap, ne olursa olsun! ; bagalçak kelgen cigit : tıknaz, kısa boylu delikanlı. bagcañda neşeli, keyifli bir halde bulunmak. bagcañdoo işs. bagcañda-dan. bagcay . yassı yüzlü, geniş ve koyu sakallı olmak : bagcaygan teke : ciddi tavırlı, uzun sakallı teke. bafelek donun alt kısmı, parça. bagıl mut. bak. IV ten. bagıldır yabani erkek oglak. bagılt bagınt. bagım = baguu 2; erinin bagımında : kocasının bakımında. bagımdat f. 1. gün ağarması : şafak 2.sabah namazı bagımsız = baguusuz. bagın ram ılmak, boyun eğmek. bagındır ram etmek, boyun eğdirmek ; eldi özünö bagındırıp aldı : halkı kendi tarafına çekti. bagındıruu (herhangi birisine ) boyun eğdirme. bagınıñkı tâbi, muti; müştak (türeme) ; bagınıñkı süylöm gram : tâbi cümle. bagınt kendi tesiri ve nüfuzu altına almak; ram etmek. bagıntuu işs. bagınt-tan. bagınuu (herhangi birisine) ram olma, boyun eğme. bagış sıgın (bu söz yalnız kabiyle ve şahıs atlarında saklanmıştır ) ; sarı bagış (sarı sıgın ) ; çong bagış ( büyük sıgın ) Kırgız kabiylerinin adlarıdır ; ak bagış (beyaz sıgın ) , Kara bagış (siyah sıgın ) ; erkek adlarıdır. bagışta ithaf etmek, kurban vermek; atasına bagıştap mal soydu es. babasının ruhuna ithaf ederek kurban kesti. bagıştal pas. bagışta-dan. bagıştan mut. bagışta-dan. bagıştoo ithaf, ihda (hediye, atiye verme). bagıt yön, veche ; bagıt al : yönelmek, doğrulmak ; sayası bagıt : siyasî veche. bagıtta istikamet vermek, yön göstermek. bagıttal et. bagıtta-dan. bagittoo işs. bagıtta-dan. bagıttooçu istikamet veren, yön gösteren. bagon kon. = vagon. bagön r. kon. omuzluk; epolet. bagörnöy r. yahut bagörnöy kagaz tar. ulak atlarından istifade eylemek için vesika. baguu 1. nezaret, bakım; mal baguu : davarcılık; cılkı baguu : hayvan yetiştirme işi 2. besleme (iaşe ve infak) ; atasının baguusunda : bababsının bakımım altına. baguuçu nezaret eden , bakan. baguuçuluk mal baguuçuluk : hayvan yetiştiricilik, davarcılık ; çoçko baguuçuluk : domuzculuk. baguusuz nezaretsiz, bakımsız kimse. baguusuzduk bakımsızlık, k,msesizlik. bagzal kon. = vokzal. bak I. f. bahçe, bağ; sebze bostanı.\n\n\nII. f. (ve bakıt) : talih, baht: muvaffakiyet: bak kumar : can harisi, ikbalperest; bak kongon cigit : şanslı delikanlı; bak talaş : mevki peşinde koşmak, mevki için çekişmek; baktıñ ozsun! : talihin yükselsin! bak- taalayı açılsın! : şansı açılsın; bak al yahut bak bas : ezmek yenmek; bak aldır : yenilmek, kendisi yendirmek; bak aç : talih yolunu açmak; menin badıma : talihime karşı; babızga kayçı : bahtımıza karşı.\n\n\nIII(bak – bak 1) keçi sesini taklit; 2) mırıldanma: bak-bak etip süylöp atasıñ : mırıldanıyorsun, boş lakırdı söylüyorsun.\n\n\nIV, bakmak, gözkulak olmak: meşgul olmak ; terbiye etmek, itina etmek (bakmak) ;kolgo baga turgan mal : evcil hayvan; başbak : kafayı hafifçe çıkarmak eşikten baş bagıp karadı : kapıdan başını çıkararak baktı; baş bagıp kirerde : tam girecek yerde, madhalde; tam girerken; can bak : dirlik etmek : geçinmek (guda ve mesken bulmak) ban baktı : evfinde oturmıyan; ikram edilmeyi umarak , yabancı avlularda dolaşan. baka I, kurbağa; köl baka : su kurbağası ; taş baka kaplumbağa ; baka baş : karaluş çeşitlerinden biri ; baka calbırak bk. calbırak ; bakanın özü çöldö bolso da, közü köldö ats. : kurbağanın kendisi çölde olsa gözleri göldedir; sekirgen bakaga cetpey kaldı : onun kanatları kırpılmıştır; eski kuvvetini kaybetti ( harfiyen : o, zıplayan kurbağaya yetişmek iktidarında değildir).\n\n\nII,üzerinde değirmen üst taşının döndüğü kazık.\n\n\nIII, baka-şaka : takırtı; gümbürtü; karmakarışıklık; karışıklıkla beraber gürültü, patırtı. bakal Ia. bakkaliye; bakkal; bakl soda : bakkaliye ticareti ; bakal buyum : bakkaliye malları.\n\n\nIIf. saman. bakala müşahede etmek, gizlice gözlemek : attı takalagança, coldu bakala ats. : atı nallamaktansa , yolu seçersen daha iyi yaparsın. bakaçlı bakkal ; ufaktefek şeylerle alışveriş eden . bakalda harman yerinde saman küremek. bakaloor 1. galsama (balıklarda) : 2. boğazın üst kısmı; 3. çenenin alt kısmı. bakan sırık, ki onunla keçe evin iskeletinin üst kısmını kaldırırlar; ala bakan : askı vazifesini gören budaklı sırık ; kol bakan : yaylaya beraberinde aldıkları küçük sırık ; bal bakan : rüzgâr sırasında keçe evin içerisinde dayadıkları sırık ; tündük bakan : rüzgâr veya yağmur sırasında tündük’ü (bk.) dayamak için kullanılan sırık ; baknday azamat : endamlı, güçlü, kuvvetli yiğit; kanlı canlı genç. bakanda sopa ile dövmek; bakandap kuu : dayak atarak, kovmak ;tardetmek. bakandaş müş. bakanda-dan. bakanooz casus, gözcü. bakanoozduk gözcülük. bakat a. mutlaka; münhasıran : ancak, fakat. bakatay taamay ; bakatay özünö tiydi : tam gözlediği yere isabet ettirdi ; tam kendisine, nişana değdirdi; bakatay cakşı çabalbay, çorkoktun biri sen elañ folk. : isabetli vuramayan <>in biri de sensin, çükönün bakatayı : büyük aşık kemiği ; mümtaz aşık kemiği; sık (süngerimsi olmayan ) aşık kemiği. bakay (atı veya sığır hayvanının tırnaklarının üst tarafındaki ) kemikçik; aşık kemiği ; bukta bakay : endamlı (at hakkında). bakañda bagcañda. bakcay = bagcay. bakça f. bahçe; baldar bakçası : çocoklar bahçesi, ana mektebi. bakçı bahçıvan. bakçılık bahçıvanlık. bakene f. alçak, kısa boylu ; cüce. bakenek f. = bakane. bakeş biçilmiş sıra; biçilmiş ot sırası. bakı = baki I; bakının baarı : ne varsa, hepsi; nbakı curttun barısı folk. İstisnasız bütün halk. bakıl a. hasis, ciri bahil. bakıla = bakal. bakılda yaygara etmek; bakıldagan tekeni suu keçkende körörmün ats. : yaygaracı tekeyi su geçerken görürüm. bakıldak mırıldanma ; boş söz. bakıldaş müş. bakıla-dan. bakıldat et. bakılda-dan. bakıloo müşahide edilme; nezaret: murakebe. bakır I, a. fakir.\n\n\nII, 1. bakır (maden) ; 2. madenî kova; 3. iki <>lik bakır sikke; iki <>; eki bakır : dört <>.\n\n\nII, yabanî eşeğin aygırı (bk. Kulan) . bakır-IV gömürdemek, böğürmek; boğazı yırtılırcasına bağırmak. bakırakay patlak gözlü; bakıratay kişi korkok kelet (nişane) : patlak gözlü adam (çokça) korkak oluyor. bakıray- = badıray. bakırçaak bağırgan, çok bağıran (çoköa deve hakkında) ; bakırçaak töönün barı iygi ats. : hiç olmamaktansa, devenin bağırganının bulunması da iyidir. bakırçı bakırcı, bakır ustası. bakırcılık fakirlik; ihtiyaç, zaruret; bakırçılık şaarga keldim: işle şehre geldim; bakırçılık kılıp çatabız : dirlik işlerimizle meşgulüz. bakırçılık II, bakırcı mesleği. bakırık günbürtü; bağırış; bakırık sal- = bakırt- et. bakır IV’den. bakıt = bak ıı. bakıtsızdık = batkısızdık. bakıy- kocaman olmak ; bakıygan cigit : sapa sağlam, iri yarı delikanlı. bakıyış- müş., bakıy-dan baki I, hep, hepsi; baki cok : bütünü; baki coktun baarın ele süylöp oturasıñ : olur olmaz şeylere, söylenmesi lâzım olan ve lâzım olmıyan sözleri söylüyorsun.\n\n\nII, f. Çakı. bakma 1. Evcil, ehlî (vahşi olmıyan) ; bakma ayban : ehlî hayvan; 2. ahretlik, bakma bala : evlâtlık; ahretlik çocuk; 3. Yemlik; bakmada kança bili bar! Folk. : yemlikte te kaç tane fili var!. bakmaçı bakıcı çoban. bakmala = bakala. bakpayak çatal tırnaklı hayvanların tırnağı (bütünü), bakanak. baksa f. Çit çamurundan avlu duvarı; çit çamurundan ev duvarı. bakşı sans. Es. Mutatabbip; şaman; bahşı; ,k, türlü bahşı vardı: ak bakşı ve kara bakışı (daha fazla kuvvet tesirli) ; kara cindüü bakşı : seans celse esnasında taşkınlık eden (kızgın demiri yalıyan, kendisine bıçak saplıyan ve s.) bakşı; berkon bakışı yahut döker bakşı : mahir bakışlı; caman kün cakşı bolot, ualbagan bakşı bolot: kötü gün iyi olur, utanmıyan bakşı olur. başkılık bakşı şaman mesleği yahut veziyeti. bakt = bak ıı. bakta = pakta. baktaçı = paktaçı. baktaçılık = paktaçılık. baktek f. Kumru. baktı baktı kilem (destanda) : bir nevi pahalı halı. baktıluu bahtlı ; baktıluu turmuş: mes’ut dirim. baktır- et. bk. Iv ten. batkısız talihsiz, betbaht. batkısızdık talihsizlik, mahrumiyet; baktısızdığıma karşı : talihsizliğime karşı; talihsizliğim yüzünden. baktököl = tobokel; baktökölgö salalı! : haydi, tehlikeyi göze alalım! baktuu = baktıluu. bakubat f-a. Sağlam; bakubat turasızbı? Yahut bakubat cürösüzbü? : iyi vakit geçiriyor musnuz?. Nasıl yaşıyorsunuz? bakzal = vokzal. bal I, 1. bal kaynat- : ,y, kaynatmak; 2. Folk. : alkollü içki; baldan yapılan içki, bal birazsı; bal açıt-: balı ekşiterek bir içki yapmak.\n\n\nII, a. 1. Fal; fal açma 2. Fal taşları; bal aç- : fal açmak; bal açtır-: fal açtırmak, açmıya zorlamak veya rica etmek.\n\n\nIII, bal-bal can-: alev alev yanmak. bala (cemi şekli: baldar) 1. Çocuk; yavru; kız bala: kız çocuk; uul bala : oğlan çocuk; oğlu; kol bala yahut uya bala (daha yavru iken yuvadan alınmış olan kuş) ; tor bala kılıp al- : evlâtlığa almak; bala sal- : çocuk düşürmek; bala saluu : çocuk düşürme; tün balasında : bütün gece; tün balasında uyku körböy çıktım : bütün gece uyumadım; 2.erkek tarafından torun.\n\n\na. belâ, kaza; bala-kaza : felâket ve kaza; kokus bala bk. Kokus; balağa kal- yahut balaaga tutul- : belâya kalmak bilbegen miñ balaaga tutulat : bilmiyen bin belâya uğrar. balaaluu sık sık belâya uğrıyan. balaçılık = balalık balagat a. bulûğ (erkeklik yaşına erme) ; balagatka cet- : bülûğa ermek. balak f. Tar. Kırbaç yahut değnek, falaka (cismanî ceza âleti) ; balak al- yahut balak ur- : cismanî cezaya çarptırmak; cüz kamçı balak uruldu : (cezandırılana) yüz tane kamçı darbesi indirildi. balakay çocukcağız; balakayım : çocukcağızım. balakçı tar. Cismanî ceza ameliyesini yapan. balaket a. 1. Felâket, kaza; mihnet; bargan ceriñ ot bolsun, balaketi cok bolsun! (iyi dilek) : vardığın yerin otu bol olsun; felâketi olmasın! : balaketiñdi alayın ok. : sevgilim, canım (harfiyen : sana gelen felâketi üzerime alayım) : 2.belâlı hiylekâr; balakettey bilet : çok iyi biliyor. balalık sabilik, çocukluk; saflık; balaloıgıñ başıñdan çoñ : daha gençsin, hamsın (harfiyen :çocukluğun kafandan daha büyüktür) ; balalık kılba! : çocukluk etme! balaluu çocuklu, çocuk sahibi; katın- balaluu kişi : karısı ve çocukları olan kimse; aile sahibi; balaluu üy-bazar, balasız üy-mazar ats. : çocukluk ev- pazar; çocuksuz ev-mezar; agayında kadırın calaluubolsoñ bilersiñ, ata- enenin kadıran balaluu bolsoñ bilersiñ : dostun /4/ kadrini iftiraya uğradığın zaman anlarsın; ana babanın kadrini ise, çocuk sahibi olduğunda anlarsın. balan a. balança. balança a-k. Falanca; balança saarda : falanca şehirde. balans r. balans, müvazene; korkundu balans : son muvazene. balapan palaz, kuş yavrusu. balapanda- balapandap çıkan çöp : hafifçe başgözteren ot. balasınt- çocuksumak, çocuk saymak; al meni balasıntpayt, mamilebiz teñtuş kişilerdey : o, beni çocuk saymıyor, münasebetlerimiz yaşıt adamların münasebetleri gibidir. balasız çocuksuz; çocuğu olmıyan; ör. bk. balaluu. balasızdık çocuksuzluk. balatı taze sınavber fidanları, taze sınavber. balbala- asılı durmak, sarkmak; salbaalagan keñ ceñ : geniş sarkan yen. balban f. Pehlivan; güreşçi : balbanga tüş- : güreşmek, mübarezeye çıkmak. balbıl alev alevlenerek yanan ; alevlenen; ot balbıl-balbıl canat : ateş alevlenerek yanıyor. balbılda- alenlenmek, yalınmak. balbıldat- et. balbılda-dan; balbıldatıp ot cak- : büyük ateş yakmak. balbıldoo alevlenme, yalınlama. balbıra- et. balbıra-dan. balca baştın-balca-bulcasın çıgardı : kafasını parçaladı. balcala- kafasını parçalamak; başın balcalap ciberdi : kafasını kırdı. balcır balcır-bulbur : eğri büğrü. balcıra- bulanmak, bulaşmak. balcırat- et. balcıra-dan; balcıratıp ayran tögüptür : ayranı dökmüş her yanı bulaştırmış. balcuuran . bir ot adıdır. balçabek kon. = bolşevik. balçakta- ağır basmak (diyelim, çarıklı ayakla) ; ayak patırtısı çıkarmak (geniş hayvan tırnaklariyle). balçay- yassılanmak (kocaman ve hantal bir nesne hakkında)balçayt-, et. balçay- dan; balçayta beçet bastı : (büyük) mührü yapıştırdı. balçaytuu işs. balçayt-tan. baçlı falcı, falcı kadın, fala bakan karı. balçık balçık, cıvık çamur. balçılda- adamakıllı ıslatmak. balçlılık I, falcılık mesleği.\n\n\nII, arıcılık. baldak 1. balçak: kılıç kabzasının siperi; 2. Koltuk değneği; baldak menen cüröt : koltuk değneğiyle geziyor; 3. av kulariyle avlananların kolu altındaki destek. baldar bk. bala. baldır baldır-buldur süylöyt : bir şeyler mırıldanıyor. baldıra- vuzuhsuz, anlaşılmaz bir tarzda söylemek; mırıldanmak; anlaşılmayan bir dille konuşmak. baldıraak vuzuhsuz, anlaşılmaz bir tarzda konuşan kimse baldırak = baldırak. baldıraş müş. baldıradan-dan. baldırat- et. baldıra-dan. baldırgan = baltırgan. baldız (insanın karısının kız kardeşi) : baldız; baldızdarı kelgende küyöönün çeri cazılat folk. : baldızlar geldikte damadın derdi dağılır. bale = bala. balek r. 1. araba falakası; silindir; 2. Çelik (<<çelik çomak>> oyununda küçük değnek) . baleket = balaket. balgıç = balçık. balıgır dolgun yüzlü (sarışınlar hakkında) ; şişkin, kabarık. balık balık; balık et : adaleler (gergin oldukları zaman). balıkçı 1. balık avlayan; 2. balıkçıl (kuş). balıkçılık balık avlama m esleği . balıkta- (rad.) balık avlamak. balır 1. bir su yosununun adıdır : akkuu bolup catpasam, başımdı kölgö malbasam, balırdı sorup albasam folk. : eğer koğu olmazsam, başımı göle daldırmazsam ve balırı emmezsem (ben ben olmayım) ; 2. bot. Su yosunları. balırluu balırı olan bk. balır) ; balır biten; balırluu köl : içinde balır biten göl. bali f. 1. Doğru! ; bravo! 2. İşte sana!. balit f. Söv. 1. Pis, necis, balit söz : 2.mundar. balittik 1. Çamur; necaset; 2. Mundarlık. baliysa kon. = politsiya. bakla 1. Çekiç; değirmen çekici; çaar bakla : değirmen taşçı çekici : ay bakla : topuz, çomak; teke bakla : gümüş ve gayet ufak çivileri dövmek için kullanılan küçük çekiç; çapkı bakla : türpü (bk. Türpü 1) kakmak için kullanılan (saraç âleti; 2. Orman bekçisinin baltasıdır, ki o, onunla ağaçlar üzerine kertikler yapar (karş. balkaçı 2.) balkaçı 1. Çekiçle iş gören, demirci; 2. Orman bekçisi; ormana nezaret eden (karş. bakla 2.) balkan balkan tooday : kocaman; yığın, küme, kütle. balkanak kalın etli; balkanaktay bolup şişip ketti : pek fazla şişti, kabardı. balkay- yoğun ve gevşek olmak, şişman olmak (insan hakkında). balkı bir kıymetli kumaşın adıdır. balkı- II, 1. Erimek; yumuşamak; korgoşunday balkıydı(ateşte) kurşun gibi eridi, yumuşadı; 2. Donakalmak, muunu balkıdı : mafsalları, boğumları gevşedi. balkılda- dolgun, yumuşak ve nazik olmak(yüz ve ten hakkında). balkındat yumuşatmak, eritmek. balkıt- fazla yumuşatmak;boy balkıt- :bedeni tam bir rehavet haline getirmek. balkıtuu yumuşatma. balkıy = balkay ; balkıygan : şişman (insan hakkında). balki = balkim. balkim a. /5/ olabilir, belkiç hatta, bile. balo f. Pilav;balo bas- :pilav pişirmek. balp !(ses takliti – onomatopee’dir) çat! balpagan şişman, yoğun; hantal; biçimsiz. balpak şişman ve kısa boylu. balpakta- . Sallanmak (diyelim, boldun ve yenler hakkında). bolpalakta- ağır be çolpa bir surette hareke etmek ( diyelim, ağır ve şişman bir adam veya gayet bol giyim yahut ayakkabı giymiş olan kimse hakkında.) balpañ balpañ-balpañ bas = balpañda- balpağanda- 1. ağır ve çolpa hareket etmek; balpañdap bastım : ağır ve sallanarak yürüdüm (diyelim, derin kar yüzünde ağır ve bol giyimle)2. Mec. Naz niymet içinde, debdebe ve tantana ile yaşamak. balpay- et. balpay-dan. balpıgıy şişman; etine dolgun; balpıgın ayal : etine dolgun, şişman kadın. baplında- 1. Çolpa olmak; 2. Kirli pis olmak; 3. Pepelemek; balpıldagan ak sakalduu, sarı tiştüü abışka bol! (iyi dilek) : sana uzun ömür dilerim). ( harfiyen: pepeleyen, ak sakallı, sararmış dişli ihtiyar olmanı dilerim; 4. Homurdanarak şikâyet etmek. balpıldak kirli, pis; salak; kanıkey kalpıldak yahut korolu balpıldak; bataklıklardaki ot çürüğünün bir çeşidi. balpıldat- et. balpılda-dan. balta 1. balta; ay balta yahut aybalta : savaş baltası, nacak; baltam tap: bir çocuk oyunudur. (harfiyen: baltamı bul! ) ; balta çabar tar. : nacakla müsellâh olan bir nevî asker; ak balta : fabrikada imal edilen balta; kara balta : elişi olan balta; balta cutar yahut balta cutkan 1) bir yırtıcı kuş; 2) büyük ağızlı; 2. Oğlan, bacak (oyun kâğıtlarından. ) baltaçı baltacı, balta yapan; ay baltaçı yahut aybaltaçı : nacakla müsellâh olan muharip, mızraklı asker. baltagay gayet kalın ve hantal olan nesne; buttarı baltagay coon : bacakları kalın ve bantaldır. baltala- balta ile kestirmek baltalamak. baltalattır- balta ile kestirmeye zorlamak. baltaluu baltalıi balta ile silâhlanmış olan; baltaluuga otun cokpu? ats. : baltası odun olmaz mı hiç? baltañda- 1. Hareketlerinde uzun boylu, şişman hantal (kimseye) benzemek; 2. ağır ve iri adımlarla yürümek ( diyelim, derin kar üzerinde). baltañdat- et. baltañda-dan. baltay I. baltay – şaltay es. (başlıca simsar ve telâlar arasında) : lüzumsuz ve boş lâkırdı; baltay – şaltayıñdı koy! : boş lâkırdılarını bırak! baltay- II, şişman ve hantal olmak; baltaygan çoñ : muazzam yığın, küme. baltayt- et. baltay ıı den; üstöldün butun baltaytıp casay salgan : masanın ayaklarını kaba ve kalın yapmış. baltek köpek adı (çok yaygındır ve onun için genelce <> mânasında da kullanılmaktadır.) baltır baldır; baltır beşik bala : küçük çocuk; meme emen çocuk; baltır bir başka çıgatats. : domuzu sofraya oturtsan, ayaklarını sofraya koyar (harfiyen: baldırdaki bit başa da çıkar). baltırgan baldıran (ot) ; uu batlardan : agu otu (ot) ; ayuu baltırgan : kenker otu (ot) ; sasık baltırgan yahut elik baltırgan : bir nevi su yosunu. baltoo on. = palto. banda I= bende.\n\n\nII, r. banda (güruh, çete). banderol r. etiketli kâğıt bağı. bandit r. şaki, soyguncu. bañgi f. beng tiryakisi, bengî. bangi =bañgi. bañgilik bengilik. bañke I, kon. banka.\n\n\nII, r. bokal; hacamat şişesi. bañkıl ak bañkıl (Rad., IV) at ismi. bank r. banka. banket r. ziyafet. bap I, f. hazırlıklı; talim (av kuşu ve at hakkında) ; çakışı kuşka caman kuş babı menen teñelet ats. : kötü doğan talim sayesinde iyi kuşla denkleşir; senin babıñdı tappadım : seni bir türlü memnun edemedim ; bap özü : tam kendisi.\n\n\nII, f. altın bap : altınla dokunmuş.\n\n\nIII, <> ile başlıyan sözleri takviye için ilâve edilir; bap-balpak : tamamıyle yassı. bapak r. <> (yüksek deri kalpak). bapay = apsay, apsıy-. bapılda- = balpılda-. bapıy- = apsay-, apsıy-. bapke kon. = papka. bapsañda- = apsañda. bapsay = apsay. bapta- 1. bir işii ustalıkla yapmak; 2. Talim ve terbiye etmek ( atı ve av kuşunu). baptoo işs. bapta-dan. bar I, 1. varlık; nakit : mevcut olan; bulunuyor; var; bar bolgon : ne varsa, hepsi; kolumda barım : elimde ne varsa; küçünün barınça : var kuvvetiyle, var kuvvetini kullanarak; bar körü turganım : bütün görmekte olduğum; barı cogunan ayrıldı : varı yoğundan mahrum kaldı; maa emine bar? : bunun bana ilişiği ne cihettendir? ;barsıñbı? ; daha sağ mısın? ; bar bol! : var ol! sağ ol! (selâmın cevabıdır) ; 2. (bu mânada daha ziyede : kolunda bar) malik olan; zengin; kolunda bar kişi : varlıklı adam; hali vakti iyi olan, zengin kimse.\n\n\nII= par I. bar- III, kımıldamak, yürümek, hareket etmek, yürüyüp g,tmek; varmak; barıp kel- : gidip gelmek; varıp gelmek; ömrü uzak bargan cok : ömrü uzun olmadı, az yaşadı; ayt uuga oozu barbayt : söylemeye cesaret etmiyor, cesaret yetişmiyor; söylemeye dili varmıyor; barsa kebles sapar bk. sapar; barıp turgan : en yüksek derecede, en âlâ; barıp turgan duşman : anmasız, en şeriri düşman. bara I, fç 1. cüz, kısım; parça; kırıntı; bükön-bara bk. bükön; 2. rüşvet; bara ce- : rüşvet alamak.\n\n\nII, f. kol, kanat; teğirmendin barası : değirmen çarkının kolu, kanadı. baran uzakta görünen bir şeyin nişanesini, beldeği; karaltı; baraanıñdı körgündö baykuş cürök zarpıldap folk. : karaltını gördükte miskin kalp titriyor. baraanduu görülen, fark edilen, büyük. baraban r. davul, trampete; baraban kak- : davul, trampete çalmak. barabar f. müsavi, denk; küçü saa barabar : kuvvetçe o, sana denktir. barabardık =barabarlık. barabarlık müzavat, denklik. baraçı = barakor. barak I, tüylü, tüyü fazla olan, tüyü uzun oloan; barak it : uzun tüylü köpek; barak çelek ağaç kova.\n\n\nII, a. (kağıt) yaprağı, varak. barakat a. yahut cay barakat : sükûnetle, tam bir rahat ve huzur içinde mülâyimane. barakattık cay barakattık : mülâmiyet ; ruhî sükûn ve huzur. barakça (kağıt) 1. yaprakçası, varakpare; 2. name, beyanname. barakeç f. = barakor. barakeçtik = barakorluk. barakelde ! barak eldi!; a. 1. bravo!; ne maharet!; maşallah!; barekallah!; 2. işte al sana. barakor f. rüşvet yiyen, rüşvetçi. barakorluk rüşvetcilik. barako kon. = paroxod. barakta yaprak şeklinde komak; kitabın yapraklarını çevirmek, karıştırmak. baral olgunluk; bülûğ, erkeklik yaşına erme; baralga kel- : tam kuvvetinde, kıvamında bulunmak; baralına kelbey öldü : vaktinden evvel öldü, gözü arkada kaldı. barala- paralamak; parça parça etmek. baraloo işs. barala-dan. barancı f. peçe, perde; barancı tartıngan : peçe tutunmuş, peçe ile örtünmüş kadın. barañ I, f. pistonlu tüfek (çakmaklı ve fitilli tüfekten farklı olarak) ; barañ emes, miltelüü kara mıltık: pitonlu değil, bayağı fitilli tüfek; aybalta canda şıñgırlap, sır barañ condo carkıldap folk. : nacak böğürde şakırdıyor, sırlı, cilalı tüfek sırtta parlıyor.\n\n\nI, ürüñ sözününü tekidir : barañ- ürüñ. barat If. <> sözünün tekidir.\n\n\nII, kon. = parad. baratke . r. sıra, sıralama, tanzim etme. baratkele sıraya koymak, tanzim etmek, yoluna koymak. barayız a. es. İslâm, dinî vazifeleriyle tekliflerinin beyan eden bir kitap adıdır. barbagay büyük ve hantal ; barbagay murun : <>. barbalakta = barbañda. barbalañda = barbañda. barbañda 1. şişman ve iri yarı bir adamın haraketlerine benzer hareket yapmak ; kolu-başı barbañda-dan : büyük kafalı ve parmak uçları kalın olan ; barbañdagan eme eken : çok şişman ve kocamanmış ; 2. mec. : iyi kalpli ve safça olmak : şen ve halinden memnun olmak. barbañdaş müş. barbañda-dan. barbay kabarık, şişkin, şişman bir kılıkta lmak; butu barbayıp kalıptır : bacağı kabarmıştır : murdu barbaygan : burnu patatese benziyor. barbayt et. barbay-dan : aybaltasın barbaytıp folk. Kocaman nacağı uzatarak. barbayuu işs. barbay-dan. barcagay = baycaygan ( bk. barcay ). barcakta şen ve gamsız olmak; bozo barcaktap köbüröt : boza fışkırarak kabarıyor. barcañda = barvakta. barcay şişman, etli ve gevşek olmak; kolu barcaygan : elleri ve parmakları kalın ve etlidir; beti barcaygan : kalın suratlı. barça f. diba (kumaş). barçın altıncı tüy dökmeden sonraki karakuş; ikinci barçın : yedinci tüy dökmeden sonraki karakuş vs. (daha bk. tülök). barda f. perde ; tutuk. bardañke r. <> (bir çeşit tüfek sistemi). bardar f. varlıklı, hali vakti yerinde olan ; bardar kişi yahut kolunda bardar kişi : varlıklı adam. bardaş = baardaş. bardeñke = bardañke. bardık I, varlık; nakit;oluş: bardığı cıyıldı : hapsi toplandı.\n\n\nII, yorulmak ( hızlı sürülen tok at hakkında). bardıktır yormak;bitap düşürmek (tok atı hızlı sürmek suretiyle)adengende katuu çaap, attı bardıktırıp saldıñ : birden hızlı koşturarak atı bitap düşürdün. bardır = bargız. bardiger f. herkes; ne varsa, hepsi; bardigerimdi saa berdim : elimde bulunanın hepsini sana verdim. bargek f. 1. küpe; 2. aylın düğme (ziynet); 3. püskülcük ( ziynet). bargıt (toz) sütunu kaldırmak. bargız hareket etmeye zorlamak veyaq müsaade etmek. bargızdır = bargız. barı = baarı. barık = bark 1, II. barıkta takdir etmek: saymak: hürmet etmek: barıktasa başka cıgat ats. : hürmet edersen, tapene çıkar; yüz verirsen, şımarır. barıktan kendini dev aynasında görmek, kibirlenmek. barıktuu kıymetli : muhterem; otorite sahibi. barıktuuluk değerlilik : otorite sahibi olmaklık. barıla ( yalnız geçen zaman girondifinde): toptan, yığın halinde iş görmek ; tamaktı barılap içeli; yemeği hep birlikte yiyelim!; yemeğe hep birlikte başlayalım. barılda- 1. halinden memnun bir tavırla homurdanmak; 2. yüksek keskin sesle konuşmak; kendine güvenen bir tavırla konuşmak. barımta tar. haksızlık edenin veya onun hısım, akrabalarının hayvanlarını sürüp götürmek maksadıyla yapılan hücumdur, ki iddia edilen hakkı elde etme şekillerinden biriydi. barımtacı tar. elin hayvanlarını aşırmak maksadıyla hücum eden kimse (bk. barımta) barımtaçıl tar. barımta yapmaya yatkın olan kimse (bk. barımta) barımtala- tar. başkalarının hayvanlarını bir karşılık olmak üzere, sürüp götürmek barımtalaş tar. birbirini barımtalamayı caiz kılacak veya ivabet ettirecek münasebetlerde bulunlar; cardı menen coolaş bolgonço; bay menen barımtalaş bol ats. : züğürtle savaşmaktan zenginle barımtalaş olmak yeğdir. barımtalat et. barımtala-dan. barış yürüyüş; yolculuk; yön: barış kayda! : yolculuk nereye ! barış condomö gram. datif. barışnı r. es. <> : madmazel, küçük hanım, hanım kız. barıyant kon. = variant. barız a. dn. bir Müslüman için yapılması lâzım olan vecibe, farz. barikte f-k. bariktep cıy : (calı çırpıyı ) ufak dallariyle, yapraklarıyla birlikte toplamak. bariktüü f-k. dalları çok olan; koyu yaprakla örtülü olan; bariktüü cıgaç : dalları çok ve koyu yapraklarla kaplanmış olan ağaç. bark I, a. 1.fark; vasıf; hususiyet; 2. kıymet; değer; liyakat; otorite, haysiyet; barkımdıkeitrdiñ: haysiyetimi kırdın; barkıñdı tüşürbö! : haysiyetini halelder etme! itke temirdin barkı cok ats. : köpek için demir bir kıymet teşkil etmez; koldo bar altındın barkı cok atsa. : elimizde bulunanı saklamıyoruz, kaybedince ağlıyoruz ( harfiyen : eldeki altının kıymeti yoktur); bark al : ehemmiyet vermek; önemli, dikkatle; değer saymak; dikkat etmek; bar albay oltura bedri : aldırmadan oturmakta devam etti; bark kılganım cok : farkına varmadım; haberim yok; kadırı barkı çoñ : kadri, nüfuzu büyüktür; onu çok takdir ve hürmet ediyorlar; barkınan ketti yahut barkı ketti : kadri nüfuzu kalmadı.\n\n\nII, bark-bark : puf puf (lokomotif ve traktör sesini taklit) ; balanın ünü bark etti : çocuğun yüksek sesi çıktı. barkıldaş karşılıklıca bağırmak, boğazını yırtarcasına bağırmak; yüksek sesle küfretmek. barkıldak bağırgan. barkıldaş- karşılıklıca bağırmak, hep beraber nara atmak. barkıldat et. barkılda-dan; etti barkıldatıp kaynatıp cattı : eti şakır şakır kaynattı. barkıra gümbürdemek, böğürmek; şiddetli çatırtı çıkarmak. barkıraak çok bağıran, bağırgan. barkıraş müş. barkıra-dan. barkırat et. barkıra-dan. barkıt r. <> kadife; plöş; çiy barkıt : onulmuş yara izleri gibi yolları bulunan kadife taklidi pamuklu kumaş. barlık hep; bütünü; herkes; barlık ölkölördün proletarları, birikile ! : bütün ülkelerin emekçileri birleşiniz! barmak parmak; baş parmak : baş parmak; barmaktay : parmak kadar; küçücük; barmaktayımda : küçüklüğümde; barmak bastı, köz kıstıl kıl : işler becersi (harfiyen : parmak bastı, göz kırptı; barmak tişte bk. tişte; barmaktarının başına çeyin titirep turdu : bütün vücudu titredi (harfiyen: parmaklarının ucuna kadar); beş parmak 1) beş parmak; beş barmagınday kılıp tüşündür (ona) öyle anlatmak, ki beş parmağı gibi vazıh olsun; beş barmagımday bilem : beş parmağım gibi biliyorum; 2) kuşbaşı et parçalrından ve hamurdan terekküp eden ve üzerine et suyu dökülen bir çeşit yemek. barmaktuu 1. parmaklı, parmak sahibi; 2 mec. insan . barman f. ferman; buyruk; baydın işi barmen menen , coktun işi darman menen : ats. es. : zengin emirle ( para, mülk ile ) ; fakir ise emekle iş görüyor. barpı bir ot ismi ; baskanı harpı çöp eken folk. : barpı otu üzerinde yürüdü. barpıra titremek. barpıraş müş. barpıra-dan. barpırat et. barpıra-dan. barpıratma 1. titreyen; 2. kaytan halkalardan yapılmış olan tek tuzak (<<çele>> den bk. ve <>tan farklı olarak). barrikada r. barikad. bars I, pars; 2. her biri bir hayvan adı taşıyan ve on iki senelik bir devir ( cycle) teşkil eden yılların üçüncü adıdır.\n\n\nII, bars- bars : pat pat ( şiddetli darbelerin verdiği sesin taklididir). barsay kabarmak, şişmek. barsılda havlamak. barksan çekiç vuranın kullandığı demirci çekici. barskançılık çekiç vuran mesleği veya durumu. barşina r. angarya ( rusçası <> M). bart bart kekir : yüksek sesle geğirmek; bart-bart kül : yüksek sesle ve keyifli keyifli gülmek. barta kon. = patra. bartay şişman, tıknaz, kuvvetli olmak; bartaygan kol : kalın ve sağlam el. bartılkda kıtırdamak; bartıldao kepşe ( hayvanlar hakkında ): kıtırdatarak çiğnemek; bartıldan süylö : kat’î eda ile ve dâvudî sesle konuşmak. bartıldat et. bartılda-dan. bartıy = bartay; bartıygan coon kişi : iri yarı adam. bartıya kon. = partiya. bartoo kemiyetçe az, keyfiyetçe kötü olan bir kısım emtiadır, ki alışveriş yapılırken müşteriye, bir ikramiye olmak üzere, bedava verilir. barzant = merset. bas I, f. bas kel : denk gelmek; adam uluu bas kelbes folk. : on8un denki, eşi yoktur.\n\n\nIII, r. mus. bas, dâvudî.\n\n\nIV, 1. tazyik etmek, basmak; cumurtka bas ( kuşlar hakkında ) : kuluçkaya otyrmak ; kiyiz bas : keçe dövmek ; kırman bas : harman bas : hırsı teskin etmek; hiddet basılmak; ünüñ bas ! : sesini kes! basıp ayt; alçak sesle söylemek; bekte bas yahut etke basıp ayt : yüzüne karşı söylemek; kılgandarın betine basamın : yaptıklarını doğruca yüzüne karşı söyleyeceğim; caltanbay, betine basıp ayt!: sıkılmadan, yüzüne karşı söyle!;bas-bas bolup kal : dinmek, sükûnet kesbetmek , ( diyelim, kılükaller, rezalerler, gürültü, patırtılar vs. hakkında) ; 2. ayak basamak; basıp ketti : yürüyüp gitti; hareket etti; uuru bas : hafifçe, oğrun yürümek; uuru baksan daam ayıl ayagındagı üygö cetti : oğrun yürüyen adam avlunun kenarında bulunan eve yaklaştı; beri bas! : beri gel!; at baspayın degen cerin üç basat ats. : at ayak basmak istemediği yere üç defa basar; çakırgandan kalba, özüñ basıp barba! ats. : çağırıldıkta gitmeden kalma; fakat kendiliğinden gitme!; 3. kaplamak; baştan naşa örtmek; suu aluuçu suğuş bk. soguş I; 4. tabetmek; kitep bas : kitap tabetmek; basıp çıgar : neşretmek (bsılan şeyi); 5. baskın yapmak. basa I, bir daha; tekrar; basa bir ayak sundu : daha bir kadeh sundu; basakiy 1. boyuna (aynı giyimi ) taşımak; sık sık giymek; 2. üzerine çekmek; teri sımın basa kiyip : deri donunu üzerine çekerek; çaydı basa oturup iştedim : özemle çaıştım.\n\n\nII, evet, öyle; elbette; baswa deseñiz! : öyle, açık! basanda = basançala. basaandat = basançalat. basança basılmış, alçaltılmış, sükûnet bulmuş, dinöiş. basançala alçalmak; gevşemek, sükûnet kesbetmek, dinmek; şamal basançalay tüşkön : rüzgâr dindi, hafiflemeye başladı. basançalat et. basançala-dan : ottu basançalatıp koy : ateşi eksilt! basañda = basançala. bsañdat = basançalat. basañdatuu gevşetme. basav alçalmak. basayt alçatmak. basaytuu işs. basayt-dan. basayuu alçalma. baselke r. kasaba; meskûn yer; köy. basık 1. gidiş, yürüyüş ( at hakkında); attın basıgı : atın yürüyüşü; corgo basık : ufak adımlarla yürümek suretiyle yorgayı hatırlatan at ; 2. mec. tavrı harekât; gidişat; basıgın cazbaptır : tavrını değiştirmemiştir. basıl mut. bas IVten ; ooruganı basılsı : ağrısı durdu; ünü basıldı : sesi dindi; caan basıldı : yağmur dindi; eldin ayagı basılbay; biri kirip, biri cıgıp : halk kesilmiyor ( daima, boyuna) biri giriyor, biri çıkıyor. basılt et. basıl-dan. basıluu işs. basıl-dan. basım 1. tazyik; küçü basım keldi : kuvvetli üstün geldi, onu daha kuvvetli olduğu anlaşıldı; barmak basım cer : parmak ucu genişliğindeki toprak sahası; 2. gram. vurgu, aksan; kiçi basım : ikinci derecedeki vurgu, aksan. basımçala ( kadını ) zorlamak. basımçaloo işs. basımçala-dan. basımduu 1. gram. vurgulu; kendisine vurgu düşen; 2. üstün hâkim, ezici, kahir; basımduu köpçülük : ezici, kahir ekseriyet. basın 1. alçalmak, basık hale gelmek; 2. ayakların biribirina çarpması yüzünden ön ayağı aksamak (at hakkında); at aygınan basındı : at aksamıya başladı : yürüken ayaklarını biribirine çarptı, topuk çarptı. basınt hiçe saymak, küçümsemek, hâkir görmek; konok tandan konot, uuru basıntıp uurdayt ats. : misafir. Konuk seçerken geceler, hırsız ise, korkmadığı kimseden çalr. basırık tazyik; otoo basırıgında kalgan eginder : zararlı otlarla kapanıp klamış ekinler; oor basırık : soğuk kanlı; müsbet; ciddi. basırıkta 1. tazyik etmek, basmak; tenkil etmek; 2. tahkir eylemek. basırıktat et. basırıkta-dan. basırıl ezimek; kısılmak; üymöktün töbüsü abıdan basırılsın : kuru ot yığınının tepesi adam akıllı basılmalıdır; suuk topuraktın adlında basırılıp kalasıñ : soğuk toprağın altına basılıp ( gömülüp) kalacaksın. basırıñkı hafifçe ezilmiş, alçaltılmış; basırıñkı ün : basık, kısık ses. baksak bel-baskak : dağ geçidinde küçük çukur, oyuk; murdu bel-baskak : burnu hafifçe eziktir. baskıç 1. basamak; merd,ven; birinci baskıç : birinci basamak; 2. safha. baskıçtuu basamaklı, nasamağımsı. basma matbua; matbuat, basın; neşriyat, yayın; neşriyat müessesesi; memleket basaması : Devlet neşriyat kurumu; basama üyü : matbuat evi; basmakana : matbaa, basımevi: taşbasma; basma söz : matbuat. basmaçı 1. (Orta asyadaki aksi inkılâp hareketine birfiil karışmış olan kimse) ; 2. şaki. basmaçılık basmaçı hareketi (bk. basmaçı). basmakana k-f. bk. basma. basmalat bir şeyi tekrarlamak, sık sık yapmak; basmalatıp kiy : sık sık giymek, uzun zaman taşımak: (giyimi). basmayıl (eyer üzerinden geçen) kolan; basmayıl ötközör : teğeltideki bir deliktir, ki oradan kolan geçirilir; işinin basmayılı geçilip kalgan mec. işi bozuldu, çığırından çıktı. basmayılda kolanı sıkıştırmak; manattan kılgan körpöçö basmayıldap tartılıp folk. kırmızı çuhadan yorgancığı kolanla sıkıştırak. basımloo el koma, zaptetme: zorla seferber haline koma ( başlıca, nakil vasıtalarını). basmır es. Mütecaviz, mutaarrız. basmırdoo eş. Tecavüz, taarruz; basmırdoo unutuluştar : tecavüz temayülleri. basmırduu es. Tecavüzlük, tecavüze ait; basmırduu satasat : tecavüz politikası. basmırloo = basmırdoo. basölkö = baselke. basra 1. basık ; 2. basara mal : ayrılmış olan hayvan ( diyelim, oğul için). basta alçalmak, inmek; dinmek; suu bastadı : su alçaldı; şamal bastayın dedi : rüzgâr yavaşlamaya başladı. basatal = basta. bastaluu alçalma, ağırlaşma, yavaşlama. bastan f. falanca; bastan cerde : falanca mahalde. bastança = bastan. bastat alçatmak, yavaşlatmak. bastatıl mut. bastat-dan. bastatuu alçalma, yavaşlatma. bastek f. 1. çaydanlık; ak bastekke çay demdep folk. : beyaz çaydanlıkta çay demlayerek; 2. mec. kısa basık, alçak; bastek boylu : kısa boylu: bastek boyu bar, añtara kiygen tonu bar ( bilmece) : kısa boyludur, kürükünü yersine çevirip giymiştir ( koy : koyun). bastık alçaklık; korkaklı8k. bastır 1. tazyik etmek; basmaya zorlamak; begireek bastırıp koy! : fazlaca sıkıştırıp koy! ; köçügümdü bastırbay bk. köçük; 2. tabettirmek; tabetmek; kitep bastır : kitap tabetmek; 3. harman dövmek; 4. yürümek; yavaş yürümek; bastırgan barabr, çapkam klar ats. : yavai gidersin uzağa gidersin ( harfiyen: yavaş adımlarla giden maksadına varır, koşan geri kalır); katdan bastırdıñar? : yolculuk nerden ( nereden geliyorsunuz?); 5. ilgeri bastır : imkan vermek yahut ileriletmek; 6. kürkten kenar yapmak; kunduz bastır : kunduz kürkten kenar yapmak. bastırık = bastırma I. bastırış hep beraber harmanı dövmek. bastırma 1. baskı ( arabaya yükletilen kuru otu ve ekin demetlerini bastırmak için kullanılan sırık); 2. arabalık, hangar, sundurma. bastırt et. bastır-dan. bastıruu işs. bastır-dan; kırman bastıruu : harman dövme. bastıruuçu nâşir. basuu 1. tazyik; tenkli; 2. ( demirci körüğiyle) ateşi canlandırma, alevlendirme. baş 1. kafa, baş; çoñ baş : büyükm kafalı; başım ooruyt : başım ağrıyor; öz naşıbdagı töönü körbögön kişi başındagı çöptü köröt ats.: kendi gözündeki deveyi görmez, elin gözündeki çöpü görür; boz baş: 1) büyük, kül renginde olan sakasağan; 2) tepeli doğan sakr; boz baş: bir yırtıcı uşun adaıdır; boz baş katın : genç kadıncağız; boz baş baldar : genç çocuklar; taze gençlik; et baş al. : büyük kafalı; kak baş : kurumuş kafalı; bayga başı bağlanmış, ona köle olmuş fakir; bul iştin başın açış kerek : bu işi aydınlatmalı, onu noktası noktasına bilmeli; başı açık : 1) münakaşa, izah ve aydınlatam götürmeyen iş; 2) alâkası olmayan; 3) serbest ( kimseye ait olmayan); başı açık akıl kalbadı folk. : bilmeyen kalmadı; baş boş 1) birleşmek; 2) yardım etmek; baş tart ( ablatif ile 9 yan çizmek, işin içinden sıyrılmak; ( iy-, ur-, urun-) boyun eğmek; ram olmak; karılıkka baş koyduñuzbu*0 : kocamaya başladınız mı?; 2) baş eğmek : selam vermek; başatan ötkör yahut baştan keçir : baştan geçirmek, yaşamak; bul iş başınan ötkön : bunu yaşamıştır, buna katlanmıştır; bu onun için yeni bir şey değildir; başka kel : başa gelmek 8 dûçar olmak, uğramak); başka kelgendi köz körör ats. : yaşarsak, görürüz (harfiyen : başa geleni göz görür); başına zarıl iş tüştü : ona geciktirilmez bir iş çıktı; öz başı menen : kendi başına, müstakillen, kendi arzusuyla; baş köz bol : göz kulak olmak; sakalduu başıñ menen uşundayda iş kılasıñbı? : senin gibi sakallı bir adama böyle hareket etmek ayıp değil midir?; başı menen )yahut baş otu menen ) bedim; temlik etmek üzere verdim; başma baş sattım : başa baş, üstelik vermeksizin değistim; kara baş (yalnız şahıs, bitişik zamiriyle) : kara başıña . senin kendine, yalnız sana: kara başım : yalnız ben kendim, bir ben; kara başına : onun kendisinde, yalnız ona; kara başıñdı cegir! : vay, seni yaramaz!; baş ıldıy bk. : ıldıy; baş bak bk. IV: bas başında bol bk. kaş I; cabık baş = cabıkbaş; baş kötörböy : baş kaldırmadan, mütemadiyen, özenle; artsız arasız; baş kötörböy : baş kaldırmadan, mütemadiyen, özenle; artsız arasız; baş kötörböy oku : baş kaldırmadan , özenle , yorulmadan , durmadan okumak ; baş kötörböy iç- : ayyaşlığa dalmak , geceli gündüzlü içmek ; 2.başak ; baş sal- yahut baş al- : başaklanmak ; arpa baş saldı : arpa başaklandı ; egin baş alıp kalgan kez : ekinlerin başaklandığı zaman ; 3. reis , amir , serdar ; ulu ; cüz başı tar. : yüzbaşı ; kerben başı : kervan başı , kervan amiri ; karagay başı bk. Karagay ; baş bol- : başa geçmek ; ayıldın başı es. : köyde itibar ve nüfuz sahibi olan ; 4. başlıca ; baş pakta komiteti : baş pamuk komitesi ; baş süylom gram. : baş cümle ; 5. üst kısım , tepe ; toonun başı : dağın tepesi ; biyik toonu körömün desen , başına çıkpa ats. : yüksek dağı görmek istersen onun tepesine çıkma ; 6. başucu ; başımda : başucumda ; daha ör. bk. atta ; 7. iptida , mebde ; arıktın başı : arkın mebdei ; cıl başı : yıl başı ; suu başı : ırmağın başı . membaı ; başta : baştan ; daha evvel ; önce ; uşu baştan : bu dakikadan itibaren ; baştan ayak : baştan sonuna kadar ; baş ayagı cıyırma kün col basıştı : onlar cem’an yolda yirmi gün bulundular ; 8. son köçönön tigi başınan bul başına : sokağın öteki ucundan beriki ucuna kadar ; üç kolunun başı menen tuuragan etten eki aldı : doğranmış etten üç parmağının uciyle üç defa aldı ; temirdin eki başı da ısık ats. : değneğin iki ucu vardır (harfiyen : demirin iki ucu da sıcaktır) ; 9. insan , nüfuz (insanlar sayılırken) ; altı baş : beş nüfus /6/ ; beş kişi ; baartı tört baş can : onların hepsi dört kişidir ; baştık içpeyt , baş içet ats. : yiyeceğin miktarına göre değil de , şnsanların miktarına göre hükmetmeli. (harfiyen : çucal yemiyor , insan yiyor) ; 10. tane (bazı şeyleri sayarken) üç baş pıyaz : üç baş soğan. başa başaa = badışa. başalık = badışalık. başat memba , kaynak başayı f. el dokuması olan bir nevi ipek kumaş. başbak- bk. bak IV. başbakta- şöyle bir bakmak , gözlemek , tecessüs etmek. başçı 1. işleri çeviren , müdür , amir : çarba başçısı : iğelik müdürü ; col başçı = colbaşçı ; 2. kılavuz. başçılık başa geçme , rehberlik. başıl kara başıl 1) kara başlı ; 2) (insan hakkında) : sağlam demevi , bol kanlı ; sarı başıl 1) sarı başlı ; 2) bir ot adıdır. başka diğer , gayri , özge ; yabancı ; başlı başına ; ayrıca ; başka kişi : diğer , özge adam ; mından başka : bundan başka : başka amal cok :başka çare yoktur : dagı başkalar: ve başkaları , ve saire ; bu ögüzdü başka bayla : bu öküzü ayrı bağla ; adamdan başka sana- : adam saymamak , adam yerine koymamak ; adamdan başka sandaldım folk. : kimsenin katlanmadığı zahmetlere katlandım ; aybandan başka canıbar folk. : (bu at) hayvanların en iyisidir. başkaça başkaca , başka türlü ; başkaça aytkanda : başka türlü söylersek , başka ibare ile söylentikde. başkaçalık temayüz , hususiyet. başkala- 1. değiştirmek ; şeklini değiştirmek ; 2. ayırmak , yabancı saymak , yadırgamak ; araya almak ; 3. cay başkala- : dirlik işlerini görmek , kendisinin ve ailesinin geçinmesi ile uğraşmak. başkalık temayüz , imtiyaz. başkar- I, idare etmek ; başa geçmek ; mal başkar- : hayvanlara bakmak.\n\n\nII, değişmek ; münözü başka tüştü : tabiatı değişti. başkarma 1. idare , başarma ; sanak başkarması : sayım , istatistik müdürlüğü ; el çarbacılık esep başkarması : halk iğeliği , istatistik müdürlüğü , 2. idarehane (bir müessese olmak sıfatıyle) başkart- et.başkar-dan başkarttır- et.başkart-tan ; mal başkarttır- : hayvan güttürmek. başkaruu başarma ; başa geçme ; idare ; başkaruu mekemesi : idari kurum ; başkaruu bölümü : idari kısım , şube ; başkaruu apparati : idari cihaz. başkaruuçu başaran , müdür. başkaruuçuluk müdür , direktör vazifesi. başkasın- yadırgamak , yabancı saymak ; meni başkasınba : beni yabancı sayma , beni yadırgama. başkasınt- başkasın- başkı başa ait , öndeki , ilkin ; iptidai ; baş , umumi ; başkı söz : önsöz , mukaddime. başmabaş baş I. başmakta- ayakkabının alt kısmını tamir etmek , kunduraya yeni yüz yapmak. başmaktat- et.başmakta-dan. başmaktoo işs. başkata-dan başmandak taklak atma ; başmandak atıp oyno - : taklak atarak oynamak. başpırt kon. = pasport ; başpırtıñ büttü 1) pasaportun bitti (müddeti geçti) ; 2) mec. : işin berbat , bitmiş bir adamsın. başsız 1. kafasız ; 2. reissiz ; 3. başına buyruk. başsızdık 1. reissizlik ; 2. aşırı serbestlik. başta I, evvelce , önce. başta- II, 1. başlamak ; 2. başa geçmek ; rehberlik etmek ; col başta- : kılavuzluk etmek ; 3. başmakta-. baştaak = baştaanak. baştaanak rehber , kılavuz olmıya mütemayil ( başlıca sürüyü peşine takarak önde giden hayvan , kösemen hakkında). baştagı = baştakı. baştakı evvelki ; baştakı eski yerimde çalışıyorum (yahut yaşıyorum) baştal- mut . başta II den. baştalgıç iptidai , ilk ; baştalgıç okuu : ilk öğretim , tedrisat. baştalış başlanış , iptida. baştalma başlanma , başlama. baştaluu 1. alt kısmı ( başı ) yeni olan ayakkabı ; 2. başlama , girişme ; 3. gram. araya sokulan. baştamal yürüten , başta giden. baştan- 1. niyet etmek , kurmak ; uruşçuu baştanıp turat : dövüşmeyi düşünüyor gibi ; keptey kalçu baştanıp turam : gitmemeği düşünmeye başlıyorum ; 2. kafasının şekliyle birisine veya bir nesneye benzemek ; börü baştangan : kafası kurt başına benziyen. baştandır- çevirmek ; başını çevirtmek ; ögüzdü oñ baştandır ! :öküzü sağa çevir! baştandıruu- işs. baştandır-dan. baştañ bir evin (başlıca kadın) gençleri tarafından (baba ve anneleri evde bulunmadıklarında) diğer evin çocuklarına ve büyüklerine verilen ziyafet. baştant- 1. et. baştan-dan ; 2. baş altına bir şey koymak yahut başı bir şey üzerine koymak ; başın cumşak baştantıp folk. : onun başını yumuşağa koyarak. baştapkı iptidai , ilkin ; ilkel (kadim) ; başta ; baştapkı uyumdar : ilkel teşekkürler. baştaş- 1. hep beraber başlamak ; 2. elbirliği ile yönetmek (sevk ve idare etmek) baştat- et. başta- II den ; col baştat- : birisini önde gitmeye ve yol göstermeye zorlamak ; celge col baştatıp ketti : geniş dünyayı dolaşmıya çıkıp gitti (harfiyen : kendine yeli kılavuz edinerek çıkıp gitti). baştatan baştan , evvelce , önce ; baştatan koldonup kele catkan kural : ta işin başından beri kullanılan silah. baştık I1. amir ; rehber ; başta bulunan ; brigada baştagı : tabur başı ; 2. sergerde , serdar.\n\n\nIItorba , küçük çuval ; at baştık : at başının derisinden yapılan torba. baştoo 1. başlama , başlanma , mebde , iptida ; 2. rehberlik , yönetim. baştooç = baştalgıç. baştooçu yürüten , idare edern , yöneten. baştuu 1. başlı ; ceti baştuu kempirmit : yedi kafalı kocakarı ; 2. reise , amire malik olan ; attuu-baştuu bk. attuu I. baştuuluk bir baştuuluk : tek başlılık , mutlakiyet. bat Ihızlıca , çabuk.\n\n\nII1. kola , undan dutkal ; batı bar kezdeme : hamurlu , kolalı kumaş ; 2. mec. itibar , otorite , şöhret ; ketiriptir baıñdı folk. : itibarını gidermiş , seni terzil etmiş. bat- III, 1. batmak , garkolmak ; sığmak ; sokulmak , geçmek ; suuga batıp ket- : suya batıp gitmek , garkolmak ; cardının bokçosuna koyondun kulagı batpayt ats. : züğürdün kesesine tavşan kulağı bile sığmaz ; tırmagıñ koluma batıp ketti : tırnakların elime battı ; kızıgına bat- : bir şeyin zevkine adam akıllı dalmak ; bizge caman battı : bize pek fazla tesir etti ; 2. gurubetmek , batmak (güneş,ay ve yıldızlar hakkında) ; kün battı : güneş battı ; 3. cesaret etmek , cüret etmek ; oozum batıp aytalbadım yahut aytuuga batpay turdum : söylemeyi kestiremedim ; kirip baruudan batpadık : girmeye cesaret edemdik ; eköögö biröö bata albayt ats. : ikiye karşı bir kişi cüret etmez. bata a. Kur’anın birinci suresinin adıdır , Fatiha ; 2.dn. takdis ; hayırlı dua ; kuru ayakka bata cürböyt ats. : kuru kaşık ağzı yırtar (harfiyen : kuru çanağa dua edilmez) ; arbak bata dn. : ölmüş olan adamdan alınan ve onun ruhu ile himaye edilmiş olan dua ; 3. nişanlanma : ak bata dn. : nişanlanma zamanında yapılan dua ; sizdi ak bata , kızıl kanga koyobuz (nişan şartlarını yerine getirmediğinizden dolayı) (edilen) duanın ve (nişan töreni sırasında kesilen hayvanın) kanının sizin başınıza bir ceza olarak düşmesini dileriz. bataköy a-f. dua etmesini ve iyilik dilemesini seven. batalaş I, işe karışan , methaldar ; fikirdeş , hemfikir. batalaş- II, 1. bir işe iştirak etmek ; 2. nişanlanmak , yavuklanmak , namzet olmak ; bolboso , sanga katuu söz tiydibi , ce seni taştadıbı batalaşkan ? folk. : seni sözle mi incittiler , yahut seni yavuklun mu bıraktı ? ; 3. birbirine kat’i söz vermek ; mından kiyin arak içpeyli dep batalaştı : bundan böyle rakı içmiyelim diye birbirine söz verdiler. batek ayakkabının içine konulan parça mantar. batıba a- 1. tar. şeriata dair müşküş vaziyetlerde müftünün yaptığı tefsir , fetva (bk. muptu) ; 2. mec. karar ; batıba kıl- yahut batıba tok-tot- : karar çıkarmak , karar vermek. batıl I, cesaret , cüret ; batılım barbadı : cesaret etmedim , tehlikeyi göze almadım , cüret etmedim.\n\n\nII, a. dn. boş , vahi , yalancı (muatat olduğu üzere , ahretten ayırmak için , “bu”dünyanın sıfatı olarak yahut gayri İslami dinler hususunda kullanılır.) batım 1. geçinme (bakalariyle birlikte iyi yaşama) ; tük kişige batımı cok : kimse ile geçinemiyor ; 2. cesaret. batın- cesaret etmek ; cüret etmek ; batına albadım : cesaret edemedim , cesaretim yetmedi. batınooz r. “podnos” : tepsi , sini. batır I, batır-butur : sürekli çatırtı. batır- II, batırmak (sıvık bir şeye) ; sokmak , batırmak (sert bir nesneye) batırıñkıra- hafifçe batırmak ; bir parça ezmek , sokmak. batıruu (birisini bir nesneyi) batırma. batış I, 1. batırma ; 2. gurup ; kün batış (yahut düzce batış) : garp , batı.\n\n\nII, müş. bat-III ten. batıştır- et. batış-II den ; sıylıgışup arañarga batıştırgıla : sıkışarak , (onu) kendi aranıza sığdırınız , sıkışınız da (ona) yer veriniz. batıştıruu işs. batıştır-dan. batışuu işs. batış-II den. batinke r. potin. batir r. “kvartira”daire (bir evde) batirçi r. kiracı (bir evde) batka 1. gagalanmış ; delik deşik edilmiş ; 2. kakmak (tezyinat : ağaç , maden üzerine). batkak çamur , bataklık. batkal oyuk , çukur. batkala- 1. oymak , çukurlatmak (diyelim , bıçağın uciyle yahut baltanın köşesiyle) ; 2. kakmak (ağaç ve madenin yüzünü noktalar şeklinde olan tezyinatla süslemek). batkalat- et. batkala-dan. batkalış = batkal. batkalışta- batkalıştap kara- : bir şeyi , çukurlara ve derelere bakarak araştırmak. batkansı- kendini dalmış , batmış hissetmek ; katın kılıp algansıp zıgına batkansıp folk. : o kadınla evlendiğini ve adamakıllı eğlendiğini tahayyül ederek. batman 1. batman (Ferganade 4 puddan başlayarak Talas vadisinde 12 puda kadar olan ağırlık ölçüsü /7/ ; baatır tabat , batman ceyt ats. : çok kazanıyor (buna mukabil) : batmanla yiyor ; 2. batman (Talas vadisinde iki desiatina 8 kadar toprak ölçüsüdür). batmanda- batmandap : batmanla (bk. batman 1) ; batmandap kirgen ooru , mıskaldap çıgat ats. : hastalık batmanla giriyor , miskalle çıkıyor. batnus = batınooz. batpayak = bakpayak. batpirek f. uçurtma (kağıttan) batpiske r. kon. “epodpiska” : imza. batpol r. “podval” : bodrum : kon. : hapishane , cezaevi. batpot = padbot. batrak r. ırgat. batta- kola ile un ve dutkal ile yapıştırmak ; kamır menen battap : hamurla yapıştırarark. battaş- dutkalla yapıştırılmak , yapışmak. battaştır- dutkalla tutturmuak , yapıştırmak. battuu undan dutkal sürülmüş. batuu I, batma , dalma.\n\n\nII, çukur , oyuk. bay 1. zengin , servet sahibi ; kolxoz çular malga bay : ziraat kollektiflerinin hayvarnları çoktur ; kordoluu bay tar. : serveti ecdaddan kalma , irsi zengin ; ordoluu bay tar. : hükümndarın karargahına yakın bulunan , hatırı sayılır bir eve malik olan zengin ; sasık bay : hasis zengin ; baylar 1) zenginler ; 2) kapitalistler (sermayedarlar) ; şehirli muteberan ; baylar tabı : şehirli muteberan (burjuvazi) sınıfı 2. bay terek bk. terek ; 3. es. mal sahibi ; 4. koca ; bayga tiy- : kocaya varmak. baya son günlerde ; baya künü : bu günlerde , son günlerde ; bayatan beri yahaut bayatadan beri : ötedenberi. bayagı deminki ,çoktanki ; bayagıda : eskiden , geçmiş zamanlarda ; bayagıday yahut bayagısınday : eski vaziyette , eskisi gibi , değişiksiz. bayakı = bayagı. bayan I, a. hikaye (anlatma) , beyan ; tasvir (taslak) ; bayan kıl- : anlatmak , beyan etmek , hikaye etmek ; ömür bayan : hal tercümesi , biyografya.\n\n\nII, çegir bayan bk. çegir ; cabır bayan : efsanevi bir haycanın adıdır. bayanda- rapor , beyanname. bayandamaçı rapor , beyanname veren. bayandat- et. bayanda-dan ; bayandatıp süylöyt : uzun ve tafsilatlı söylüyor. bayandoo hikaye etme anlatma. bayandooç gram. müsnet , predikat. bayandooçu hikaye eden , anlatan ; meddah ; kıssahan. bayandor f. 1. enine , arzani; 2. teğelti. bayansız f-k (destanda) : kararsız , vefasız (bu yer dünyasının sıfatıdır). bayatadan bayatan , bk. baya baybaça k-f zengin çocuğu , bey çocuğu baybay-bay-bay korku veya hayret haykırışı. baybayla- bay-bayla- ,bay bay diye bağırmak , haykırmak (korku yahut hayret ifadesi) baybiçe es. , ilkin karı , birinci karı , hatun ; ev sahibesi ; baydı tuup alat , bay biçeni satıp alat ats. mal sahibini doğuruyorlar , ev kadınını satın alıyorlar. baybiçelik “baybiçe”durumu (bk. baybiçe) ; baybiçeliğin karaçı! : baybiçelik tasladığına bak! bayçeçekey = bayçeçekey. bayçıl zenginlerin , şehirli muteberatın kuyrukları (onlara taraftarlık edenler) ; bayçıl ölkö : kapitalist memleket. bayda If. baş gösterme , peyda ; bayda bol- : baş göstermek , zuhur etmek.\n\n\nII, a. (son zamanlarda bu söz ve onun üremeleri ilk sesi “p”olmak üzere , payda , paydalan , paydaluu ve s. şekillerinde kullanılmaktadır.) kazanç , fayda , menfaat , tama ; öz baydasına çabat : şahsi menfaati için koşuyor , çalışıyordu. baydakeç a-f. tamahkar , haris. baydalan- faydalanmak , istifade etmek ; kişi emgeninen baydalan- : başkalarının emeğinden faydalanmak , başkalarını istismar etmek. baydalangıç- faydalanan , istifade eden ;kişi emgeginen baydalangıç : istismarcı. baydalanıl- faydalanılmak , istifade edilmek ; calpı artel baydalanıla turgan cer : bütün birliğin istifade etmekte olduğu toprak. baydalanış müş. baydalan-dan baydalant- faydalandırmak , istifade ettirmek ; eç kimge baydalantpaybız : kimseye istifade , istismar etmeye müsaade eylemeyiz. baydalantuu işs. baydalant-tan. baydalanuu faydalanma , istifade etme. baydasız faydasız. baygambar f. peygamber (daha çokca bundan Muhammed Peygamber diye kastediliyor) : baygambar caşına kelgen kişi : yaşı oldukça ilerlemiş kimse ; altmışını geçen adam (harfiyen : peygamber yaşına eren kimse) bayge 1. at yarışı ; kemege bayge es. : yoğaşı zamanında zenginler tarafından tertip edilen bir çeşit at yarışı ; 2. at yarışları sırasında verilen mükafat ; mükafat ; ikramiye ; bayge say- : mükafat olarak konmak ; bayge sayılgır söv. : mükafat olası! ; kahrolası! ; i., aram bayge! : behey budala! baş bayge : birinci mükafat , ikramiye. baygelüü mükafatlı , mükafat kazanan ; at baygelüü bolsun ! : at ikramiye kazansın (at koşularına gidene söylenen dilek sözü) bayı- I, zenginleşmek.\n\n\nII, 1. sağılmaktan kesilmek , süt vermemeye başlamak ; 2. eksilmek (çekilmek) ; suu bayıdı : su çekildi , suyun seviyesi alçaldı. bayım I, baam.\n\n\nII, intibak etme , uyma ; bayım al- : bir nesneye uymak , intibak etmek ; bir işe azim ve ısrarla girişmek ; emgekke bayım al- : digenerek çalışmak. bayımda- uydurmak , intibak ettirmek. bayımdat- et. bayımda-dan. bayımdatuu işs. bayımdat-tan ; uydurma , intibak ettirme (bir kimseyi veya bir nesneyi) bayımdoo intibak etme , uyma. bayır bağlılık ; itiyat (bir mahalle) : bayır al- : (bir yere( alışmak ve daima onu özlemek , bir yerde yerleşmek ; too etegine bayır aldım : dağ eteğine yerleştim ; bir cerge bayır alıp turgan can emes : bir yere bağlanmış , alışmış kimse değildir. bayırı önce , evvelce ; bayırı çakta : çok eski zamanlarda ; bayırtan beri : eskiden , öteden beri. bayırkı evvelki , geçmişteki , eski zamanlardaki ; iptidai. bayırtan bk. bayırı. bayıt- (birini) zenginleştirmek. bayka- takibetmek , gözetlemek; dikkat etmek ; ihtiyatlı davranmak ; baykap cür- : ihtiyatlıca yürümek ; baykabay kaldım : gözden kaçırdım , dikkat etmedim. baykabastak 1. teemmülsüzlük , tedbirsizlik ; 2. dikkatsizlik i ihmal. baykal- müşahade edilmek , gözetlenilmek. baykat- et. bayka-tan baykoo gözetleme ; baykoomdo : müşahedelerime göre. baykooçu müşahid , gözetleyen. baykooston birdenbire , ansızın. baykuş 1. çobanaldatan kuşu ; 2. mec. miskin , beceriksiz. bayla- 1. bağlamak , bir araya toplayıp bağlamak ; bir yere bağlamak ; bee bayla- : kısrakları sağmak için ayırıp komak ; 2. besiye komak ; bir öönün toogun ceseñ , kız bayla ats. : lif alırsan , kayış verirsin (harfiyen : birinin tavuğunu yersen , kaz besle , hazırla ; hayvanını yersen kız besle , yani kızını vermeye hazırla!) baylagıç bağlamıya yarayan nsne , bağlama yeri ; at baylagıç : at bağlanacak kazık. baylal- bağlanmak. baylam deste , bağ. baylama bağlı , bağlanmış ; baylama tor : kuş avlamak için kapalı ağ. baylamta 1. bağ (rabıta) ; deste , bohça ; bent , büğet : sözünün lamtası cok : sözünün rabıtası yok ; kaçamaklı , abuk subuk konuşuyor ; tabış baylamtası : ses rabıtası ; 2. gram. bağlama edatı , conjonction. baylan- bağlanmış olmak , kendisini bağlamak ; kendi üzerine bağlamak ; kaptı kancıgasına baylandı : torbayı eğer kayışına bağladı ; köz baylangan kezde bk. köz I. baylanış I, rabıta , irtibat ; baylanış bölümü : irtibat şubesi. baylanış- II, birbirine bağlanmak , birbirine geçerek karışmak ; cip baylanışıp kalıptır : iplikler karışmış. baylanışıl- (irtibat) tesis edilmek. baylanıştır- birbiriyle bağlamak , irtibat peyda ettirmek , sıkı , düğümleyip bağlamak. baylanıştırıl- mut. baylanıştır-dan baylanıştuu irtibatı , ilişiği olan. baylanuu işs. baylan-dan. baylaş- hep beraber bağlamak. baylat- et. bayla-dan ; asoo at canına torsuk baylatpayt : harın at yanına tulum bağlatmıyor. baylatma baylatma cin bk. cin I bayloo 1. bağlama , bir araya toplayıp bağlama ; 2. esaret ; bayloogo tüş- : esir düşmek. baylooç 1. bağ (bağlıyacak şey) ; 2. av kuşlarını yakalamak üzere ağa bağlanan yem ; 3. mec. hiçbir işe yaramıyan. baypak- f-k. uzun çorap ; kısa çorap. baypak II, baybak (hantal , çolpa adam) baypañ sallanarak yürüme , bayañ- baypañ-bas = baypañda. baypañda- et. baypañda-dan baypay = baypañda ; basıp keldi baypayıp folk. : ağır ağır sallanarak yaklaştı. baysal sükun , rahat : baysal tap- : sükunet bulmak , rahatlamak. baysalduu sakin , dağdağasız ; köç baysalduu bolsun ! : uğurlar olsun! (başka yere göçenlere söylenen iyi dilek sözü) baysın- kendini zengin addetmek , zenginlik taslamak. baytal henüz kulunlanmamış (doğurmamış) olan genç kısrak ; tay baytal : iki yaşına basan kısrak ; kutan baytal : üçüncü yaşına basan kısrak; bıştı baytal : dördüncü yaşına basan baytal ; tebeteydi bayşına basan baytal ; tebeteydi baytal basım (yahut avm. baytal kötü) kılığ kiy- : kalpağının bir yanını ezmek suretiyle giymek ; başka kelse baytal corgo bolot - : “açlık ne yedirmez?” (harfiyen : zaman olur ki , kısrak da yorga sayılır.) baytalduu ksıraklı ; baytalduuga katın cokpu ? ats. : baytallıya (yani kalın verebilecek kimseye) karı bulunmaz mı hiç? baytalman bela felaket. baytöbö giyiminin bir parçasının adıdır. bayuu I, zenginleşme.\n\n\nII, işs. bayıı-II den. baza r. “baza” : üs , base. bazar f. Pazar ; ar bazar : at pazarı ; mal bazar : hayvan pazarı ; bazarga sal- : (satmak için) pazara çıkarmak ; bazar kötörbögön mal : geçmez , sürümsüz mal , emtia ; bazarı açıldı : orada hayat , canlılık başladı ; canlı faaliyet ; bazar üyüng körböy kal ! (ilenç) : yerini yurdunu görmek nasibolmasın! bazarçı 1. pazara giden yahut oradan dönen ; 2. tacir ; bezirgan. bazarçıla- pazara gitmek. bazarçılat- eğlendirmek için (diyelim çocuğu) kendisiyle beraber pazara almak. bazarlık pazara giden kimsenin getirdiği hediye. bazarluu mal bazarluu bolsun! : pazar ol! (hayvan satmak üzere pazara giden için iyi dilek). bazir = uvazir. bazis r. üs , esas , mesnet. beçaara beçara , f. züğürt ; miskin ; fıkara ; bey-beçaara : fakirler ve arkasızlar. beçaraalık fıkaralık. beçel f. 1. oturak (vakti zamanında yürüyemiyen çocuk) ; maalınan ötköndön kiyin eki cıl beçel kalıptır : (yürümeye başlama) zamanı geçtikten sonra iki sene müddetince yürümeden oturup kaldı ; 2. mec. elingen iş gelmez , beceriksiz , her işi yüzüne gözüne bulaştıran ; ara beçel : büyümüş , ancak gevşek (delikanlı). beçet r. “peçat1 : mühür : beçetbas- : mühürlemek , mühür basmak , mühürleyip kapatmak. beçette- mühürlemek , mühürleyip kapatmak. beçettet- et. beçette-den. beçettöö beçette-den. beçettüü mühürlü , üzerine mühür vazedilmiş ; beçettüü kagaz : mühürlü kağıt. beçkek belek sözünün tekidir. bede f. yonca ; kaba yonca ; uy bede : bir çeşit yonca ; koyun bede : bir nevi yonca; başka bede : latince adı melilotus olan bir çeşit ot ; ak kaşka bede : bu sonuncu otun beyazı. bedel hürmte , itibat ; el içinde bedeli bar : halk arasında hürmet ve itibarı var. bedeldüü itibarlı , sayın. bedelik yonca tarlası. beder 1. (enine yolları olan) benekli kuş yeleği (başlıca , aladoğanın kuyruğu hakkında) ; 2. nakış , kumaş nakışı ; bederi cok torkodon bek tokugan büz cakışı ats. : sık dokunmuş bez , nakışsız ipekliden yeğdir. ; 3. bir nesneye karışan yabancı madde ; sarı altında yabancı madde yoktur. bederlüü nakışlı ;bezekli. bedimis kon . = vedomost. bedöö a. koşu atı bee kısrak (doğurmuş olan) ; bee deseñ , töögö ketet : ben ne söylüyorum tamburum ne söylüyor! ( harfiyen : sen ona kısraktan bahsediyorsun , o deve peşinden gidiyor.) beecay = beycay. beemçek bk. emçek. bek I, sağlam , pek ; muhkemce ; gayet ; bek kişi : sert adam ( tabiat itibariyle) ; bek cerge kat- ; uzakça bir yere saklamak , gizlemek.\n\n\nII, 1. bey ; prens ; 2. (erkek ve kadın şahıs adlarının teşekkülüne giren parça) bekbekey 1. bir kadın gençliğin şarkısının adıdır ; 2. geceleyin sürüyü beklerken haykırma. bekbekeyle- 1. bekbekey (bk.) şarkısını söylemek ; 2. gece beklerken sürüye haykırmak ; 3. mec . titremek (soğuktan) ; tañdı tañday bekbeylep çırgamın folk. : şafağa kadar (soğuktan) titriyorum. bekem a. sağlam , dayanıklı ; (muhkem’den mi acaba? : M.) bekemde- sağlamak , sağlamlaştırmak , tahkim etmek. bekemdel- sağlamlaştırılmak , tahkim edilmek ; perçinlemek. bekemdeş sağlamlaştırma , tahkim etme (bir vetire olarak) bekemdet- et. bekemde-den. bekemdik sağlamlık dayanıklılık. beken bk. bı. bekenek = bakene. beker f. beyhude , boş yere , nafile , boşu boşuna ; beker cür- : işsiz gezmek , dolaşmak ; beker cürgüçö , beker işte ats. : işsiz dolaşmaktansa , bedava çalış ; beker ber- : bedava parasız bermek ; bekerinen : boşuna , büsbütün beyhude ; bekerden beker : boşu boşuna. bekerçi işsiz dolaşan. bekerçilik bekerlik , işsizlik. beket I, r. psota istasyonu durağı ; bir beket col : iki istasyon , durak arasındaki mesafe (20-25 km.)\n\n\nII, kon. =paket. beki- 1. tahkim etmek , pekitmek ; pekitilmek , tahkim edilmek ; pekiştirmek ; 2. örtmek , örtülmek ; kapatılmak ; 3. tasdik etmek (resmen meriyete geçecek hale komak) bekin- gizlenmek , saklanmak. bekinmeçek saklambaç (oyunu). bekint- et. bekin-den. bekinüü işs . bekin-den. bekit- 1. metanet verme , katılaştırma , sağlamlaştırma , perçinleme ; 2. tasdik etme , meriyete geçecek hale koma ; ratification. bekpekey = bekbekey beksil kon. = veksel bekzat- k-f beyzade , beyoğlu. bel 1. bedenin kuşak bağlanacak eri ; bel ; kumurska bel : ince belli endamlı (kadın) (harfiyen : karınca bel) ; bel kuda bk. kuda ; duşmanga bel aldırba : düşmana zafını belli etme ! , düşman karşısında kendini yiğit göster ; bel çeç- : giyimi çıkarmak , soyunmak ; künütünü bel çeçpey folk. : geceli gündüzlü soyunmayıp ; 2. umut ; arka (istinatgah) ; tutma , kayırma ; bel bayla yahut bel buu- : bir işe tamamiyle sarılmak , ciddiyetle , azimle girişmek ; sağa bel bayladım : bütün umudumu sana bağladım ; bel baylagan beli bar , bekip catan ceri bar folk. : dayanacak adamı var , sığınacak yeri var ; bel baylagan beli oşol , bek işengen eri oşol folk. : o onun arkasıdır , o , onun güvendiği bahadırdır ; bul söz maa bir az bel bolo tüştü : bu söz bana cesaret verdi ; 3. dağ geçidi ; dağ sırtı ; bel aş- : geçidi geçmek , aşmak ; aç bel : yaşayanları bulunmıyan dağ sırtı : bel baskak bk. baskak. belboo kışak , kemer ; çok belboo bk. çok I. belçe belçesinen battı : beline kadar battı ; belçemden aldırıp suu keçtim : belime kadar derin olan suyu geçtim ; çokoyun belçesinen basıp cüröt : çicmelerinin burunlarını dimdik tutarak geziyo (ökçeler öne uzamış , burunları yukarı kalkmış) belçir Iat.derisinden dikilen hususi bir çeşit çizme.\n\n\nIIkon. = feldşer. belçirdik kon. “feldşer” lik (sıhhiye memurluğu) mesleği , vazifesi. beldemçi 1. belden başlıyarak yırtmaçlı olan kadın fistanı ; “plaxta” (Ukranya’da bir çeşit fistan , m.) ; 2. bir nevi savaş giyimi. beldik 1. yaşlı kadınların taşıdığı bir nevi fistan; 2. koçun , koyunlara aşmasına engel olan sargı ; 3. kuşak. beldüü kuvettli ; bir üydün beldüü azamatı : bütün bir evin dayangacı olan babayiğit. bele bk. ele II belek atiyye , hediye ; belek-beçkek : atiyyeler , hediyeler. belekey kısacık ; küçücük ; bep-belekey boyu bar , ceti kabay tonu bar (bilmece) : boyu kısadır , yedi tane kürkü vardır (piyaz: soğan) belem bk. ele II ; suu tunuk belem karaçı : baksana , su duru mudur? belen hazır ; belen akça : nakit para ; belen kıl- : hazırlamak. belende- hazırlamak ; ihtiyaten hazırlamak , belki lazım olur diye biriktirmek. belenden- mut. belende-den ; hazırlanmak ; ihtiyaten edinmek. belendet- et. belende-den. belendik hazır bulunma. belendöö hazırlama. beleñ bk. ele II beles 1. tepe , dağın sırtı ; murunday beles aşkıça , buttay beles tegeren ats. : burun büyüklüğündeki dağ sırtını aşmaktansa , ayak hacmindeki sırtı dolaşarak geçmek iyidir ; 2. (rad ;) 8- 10 kilometre kadar mesafedir. belet r. 1. bilet ; kiriş beleti : duhuliye bileti ; 2. evlet korusunda ağaç dikme ruhsatiyesi. beletçi (ağaç kesmek için ruhsatiye veren) orman memuru. belette- kanun hilafı ağaç kesme için para cezası yükletmek ; beletçi belettep ketti : orman memuru para cezası yükletti. belgi alamet , nişane , damga , işaret ; yol göstermek için dikilen nişane ; ula ; canı barda calıngan – caman erdin belgisi ats. : henüz can çıkmamışken merhamet dilenmek- zayıf erkeğin nişanesidir- ; sırt belgi : dış , şekli alamet ; iç belgi : dahili , mantıki vasıf ; uruksat belgisi : ruhsat , müsaade işareti , vize ; bölünö turgan belgi mat. : bölünebilirlik vasfı. belgile- işaret etmek , işraet komak ; ifade etmek ; tayin etmek. belgilen- işraet edilmek ; ifade edilmek ; tayin edilmek. belgilenil- (mana itibarıyle) = belgilen. belgileş- 1. hep beraber işaretlemek ; birlikte tarif etmek ; hep birlikte tayin etmek ; 2. taayyün etmek ; işaret edilmek. belgilet- et. belgile-den. belgiöö işaret etme ; tayin etme. belgilüü malumluk , muayyenlik. belgisiz alameti , işareti bulunmıyan ; meçhul , belirsiz ; belgisiz san mat. : meçhul adet , sayı. belgisizdik müphemlik , meçhullük , alda kanday belgisizdikke köngülüm tolkundanat : bir müphemlik kalbimi dalgalandırıyor. belimçi (ekseriya yaşlı kadınlar hakkında) 1. asabi hastalıklı kadındır ki bu hastalığa musabolan başkalarının hareketlerini mimiklerini ve sözlerini tekrarlar ; 2. isteriye tutulmuş kadın ; şuuru bozulmuş kadın. belim = balkim. belsen- 1. vücudu bele kadar açmak ; 2. mec. gayret , faaliet göstermek ; kapışmaya hazırlanmak. belseniş- müş. belsen-den. belsin- dağ sırtı şeklinde olmak. bende f. s. kul (Allahın) ; mec. insan. bendelik insan zaaf ve kudretsizliği aczi. benzin r. benzin. ber I= peri ; ber kızınday meltirep folk. : peri gibi güzel gözükere. ber- II, 1. vermek ; bir defa vermek ; 2. üzerine vermek ; berip-berip kaldı : iki defa çarptı (şiddetlice vurdu) ; 3. baş fiilinin geçen zaman gerondifi ile birlikte yardımcı fiil sıfatıyle , işin başka bir şahsın tevkili ile yahut onun için yapıldığını v iş neticesinin asıl iş gören şahsa değil de , diğer bir şahsa yöneltildiğini gösterir ; tigi kitepti maa alıp ber : öteki kitabı bana al da ver ! ; uunluğa ton alıp ber : oğluna kürk satın al ! ; katın alıp ber- : evlendirmek , mına bu kattı okup ber : şu mektubu (başkası için okuyuver ! ; kılıp ber- : (başkası için) yapmak ; utup ber- : (başkası için) kumarda kazanmak , yutmak ; satıp ber- : başkasının tevkili üzerine satmak (ve parasını malın sahibine vermek) ; men aytkan cakka barıp ber : folk. benim söylediğim cihete git ; degen sözgü könüp ber folk. : onun dediğine muvaffak et ! ; 4. baş fiilin hal gerondifi ile beraber oldukta işin sanki ahval dışında yahut mükerren yapıldığını gösterir ; ala ber : hiçbir şeye dikkat etmeden alıver ! ; bere beret daysiñbi ? : durmadan vereceğini mi düşünüyorsun ? ; kündön küngö arıktay berdi : gün geçtikçe zayıfladı ; kire ber ! : gir gir! ; akçamdı cep kete berebi ? : demek , benim paramı benimseyecek , varsın benimsesin ; suroosuna tüşünö berbey : hala meseleyi anlamamakta devam ederek ; kala berse : hatta daha beter , bu daha bir şey değil , fakat… hatta daha fazla ; eğer bu az ise , o halde… (harfiyen : eğer kalacaksa) ; üy aylana bergençe : ev etrafını dolaşıncaya kadar. bercak (beri cak) : bu yan , bu taraf ; bercakta : bu yanda , bu tarafta ; bu yana doğrı ; bercaktan : bu yandan , bu taraftan. berci kon. = birja. berç katılaşmış dahili (deri altındaki) şiş , lahmi zaid. berçten- katılaşmak (deri altındaki şiş hakkında). berçtüü katılaşmış (deri altındaki şiş hakkında) berdir- vermeye icbar veya müsaade etmek , verdirmek ;coldoşu alam degenin berdirbey , başkaga bergen elem : ona , arkadaşının istediğini verdirmedim de başkasına verdim ; koyo berdir- : koyvermek , salıvermek. berdirt- et. berdir-den. beregi = bereki. berek = berirek (bk. beri I) bereke a. başarı , muvaffakiyet ; araketi köp , berekesi cok ats. bu koyun derisi serpilmeye değmez (harfiyen : çabalaması çok , hayrı yok) ; kızılga bereke ! bk. kızıl ; berekesi menen al- : bir nesneyi fazlasiyle , artığiyle almak ; berke tap 1) Allah razı olsun! ; 2) eve yarasın ! (alım satım esnasında muameleyi kapatan sözdür) ; bereke tappagır ! : ilik , hayır görmeyesin ; kolunun berekesi cok : elinin hayrı yok , eli talihsiz ; iştin berekesin kaçırdı : işi bozdu. berekelüü bereketli , feyizli ; berekelüü tamak : mugaddi yiyecek ; berekelüü mal : karlı , kazançlı (semere veren ve s.) hayvan. berekesiz bereketsiz ; bahtsız. bereket = bereke. bereki beregi , bu ; işte bu ; bereki bala : işte bu çocuk ; tee bereki : işte öteki ; bereginde : işte burada , buraya doğru. beren f. 1. kuvvetli , kudretli ; bahadır , kahraman , yiğit ; tanınmış ; berenim : dul kadın ölen kocası için ağlarken , sık sık onu böyle tesmiye eder ; berenim enem Kanıkey folk. : aziz anneciğim Kanıkey ; berip beren bolguça , berbey sarañ bol ats. : hisset , hamakat değildir (harfiyen : vererek , yiğitlikle meşhur olmaktansa , en iyisi verme ve basislikle tanınmış ol ! ) ; cılkı – beren , cılkını bakkan eren ats. : atlar nimeti tanırlar (faydalıdırlar , hoşturlar) , onları yetiştiren de yiğittir. 2. hakim , akıllı ; 3. kadife ; 4. (rad.) en iyi çelik ; baldagı altın ak beren folk. : altı baldaklı en iyi çelikten kılıç ; 5. terkedilmiş , bakımsız bırakılmış ; beren kalsın ! :mahvolsun , kahrolsun! berenci f. (karş. barancı) 1. bir kumaş adıdır ; berenciden köynögün beline orop tañdı emi folk. : berenciden giyimini beline sardı , kuşandı ; 2. giyim adıdır ; berenci kiygen etme beş tırmak tagın saldırba folk. : berenci giyimi tenimde beş tırnağının izlerini bırakma! berendik müc. beren-den ; berendigi belgilüü folk. : kahramanlığı bellidir. berene mus. çalgı düzeni , akort. berenlüü mus. düzenli , düzenlenmiş ; roguz berenlüü : dokuz düzenli. berermen ; vermesi gereken kimse ; verici (bk.alarman) berese borç ; anın maa beresesi bar : bana borçludur ; sizge berese bolsom : size borçlanırsam. bereseçi bereslüü , borçlu ; al maa beresçi : o , bana borçludur. bereşen cömert ; bayga karaganda cardılar bereşen bolot : fakirler zenginlerden daha cömerttirler. bergensi- verir gibi görünmek , vericilik taslamak. bergi algı-bergi : hediye alışıp verişmek ; algı-bergige mıktı . almasını bilen fakat vermek hususunda kusur etmiyen. bergile- birkaç defa vermek ; bir çoklarına vermek. beri I, bu yana doğru , buraya ; daha yakın ;beri kel : buraya , beriye gel ; beri tur : buraya yakın dur! ; arıktan beri : arkın bu tarafına berisine ; berirek : buraya daha yakın ; berirek kel : daha yakın , beriye gel ! ; beri bolgondo : en azı ; beri bolgondo elüü som : en azı elli ruble.\n\n\nII= peri. beril- 1. verilmek ; 2. teslim olmak ; mağlubolmak ; 3. sadakatli olmak ; keñeş ökümötünö berilgen : Sovyet hükümetne sadık. berile- beriye doğru hareket etmek. berilet- beriye doğru hareket ettirmek. berilgendik sadakat ; partiyaga berilgendik : partiye sadakat. berim alım-berim bk. alım 4 berimsek = berese. berim- srk. 1. çarpmak ; 2. yapışmak , sarılmak , tutunmak ; körüngön cerge urunup berine berbe . rast gelen her şeye sarılma , yapışma! ; urunup berinbey artıñdı baykay cür ! : her şeye sarılma , akibetini düşün! beriş I, veriş , teslim ; alış-beriş bk. alış II beriş- II, 1. hep beraber yemek ; 2. yenilmek , teslim olmak ; berişpeske tırış- : yenilmemeye çalışmak. berişmen alışman sözünün tekidir. berişte f. melek , ferişte ; altın körsö , berişte coldon çıgat ats. altın görürse melek de yoldan çıkar yolunu şaşırır. berk I, f. (bitkinin) yaprağı.\n\n\nII= bek II. berki bu tarafta bulunan , beriki ; arkı- berki sözdür aytıp : öteden beriden konuşarak ; berkinisi : onların içinden bu anda bulunanı ; işte şu. berkon f. yalancı tabip ; ruhları çağıran. bermet f. (karş. merbet) sedet ; inci ; boncuk ; casalma bermet : yapma inci. bermette- sedefle kaplamak veya işlemek. bermettel- sedefle kaplanmış veya işlenmiş olmak , sedefe benzer bir şekle girmek. bermettet- et. bermette-den. bersent = merset. bert = mert ; arıstan ayga minemin dep , ayagın bert kılıptır ats. : arslan aya çıkmak istiyerek bacağını sakatlamış. bertin- = mertin- ; beli bertinip kalıptır : belini kırmış ; sıngandan bertingen caman ats. : kemiğini yerinden oynaması , çıkması kırılmaktan beterdir. bertint- = mertint- ; kolumdu bertinttim : elimin kemiği yerinden oynadı , çıktı. berüü verme. besir r. es. “pisar” ; katip ; nahiye müdürlüğü katibi. beskek = bezgek. bespartiye r. kon. “bezpartiyniy” : fırkasız , bitaraf. beş beş ; beşten belgilüü : (kendinin) beş (parmağından) daha vazılı ; beş cıldık : beş yıllık ; beş yıllık plan. beşatar ; beş atımlı. beşene f. 1. alın ; 2. kader , kısmet ; beşenege sızgan yahut beşenege cazgan : mukadder ; beşeneden körömün folk. : kaderin iradesine güvniyorum. beşi r. “veşçi” : eşya , bagaj. beşik beşik ; beşik üyü . çocuk sığınağı , kıreş. beşilik 1. bk. ilik I ; 2. beşlik (iskambil kağıtlarında). beşiltik “beşlik” yerine hesap edilen (karş. biriltik , ekiltik). beşim f. 1. hemen öğle zamanını takip eden vakit ; kırgız beşim “beşim”den sonra gelen zaman(saat 15-16 suları) ; 2. öğle namazı. beşmant belli olarak dikilen üst giyim : beşmet. beşöö beş parça , beş tane ; ör. bk. alarman. bet 1. yanak ; oñ betinen öptü : sağ yanağını öptü ; bettin çükösü bk. cükö : 2. yüz ; bet may = betmay ; betme-bet : yüz yüze ; betke ayt- : yüze karşı söylemek ; betiñ küy-gür söv. : utanmaz , (harfiyen : yüzün yansız) ; betten al- : şerircesine saldırmak ; söz aytsa ele “ar!” dep , betten alat emü : kendisine bir tek söz söylenir söylenmez yaygarayı basıyor ; betten ala süylö- : saldırır gibi ve kabaca konuşmak ; bet bur- : yüz çevirmek ; bet aç 1) yüz açmak ; 2) utangaçlığını , sıkılganlığını gidermek ; 3) ,. yüzünü açmak , ifşa etmek ; beti açıldı : içyüzü meydana çıktı ; beti açılgan düşman : içyüzü açığa vurulan düşman ; betke kara yahut bet bak veya betbaş : utanmak , sıkılmak ; saygiyle muamele etmek ; (birisinin) mevkiini göz önünde tutmak ; senin betiñe karardım , bolboso- alat elem : yalnız senden sıkıldım , yoksa alacaktım ; bet bagıp , kişi karay albayt : yüzüne bakmak onu korkunç görünce insanı dehşet alıyor ; colborsko bet basıp kişi bara albayt : kaplan üzerine kimse yürüyemiyor ; betine basıp ayt- bk. bas IV I ; betbaktır- : yüz çevirmeye icbar veya müsaade eylemek , yöneltmek ; bet baktırbay turgan boroon : öyle bir tipi ki yüz çevirmenin imkanı yoktur ; bet aldı : aklına estiği cihete doğru , bir meçhul semte doğru ; bet aldı bastıra berişti : herkes canı istediği yana gitti , mühtelif istikametlere dağıldılar ; bet kel : karşılaşmak ; yüz yüze gelmek ; baatırlarga bet kelseñ , sayışçu elen talıkpay folk. : alplarla karşılaştığında cesaretle savaştın ; bet kıl : yüz yüze koymak , yüzleştirmek ; alğtın baarın bet kılan folk. : bütün alpleri toplıyacağım ; bet aldınça : müstakillen , kendi başına , resen ; öz betinçe : kendi başına , müstakilen ; öz betibizçe : kendi başımıza , müstakillen : beti kara yahut kara bet 1) lekelenmiş , betbaht (adet olduğu üzere , dul kadın veya yavuklusunu kaybeden nişanlı kız hakkında söylenir) ; 2) hayasız , namuslu ; eldi körö albadım , kara bet boldum : elin yüzüne bakamadım , ben lekelenmişim (dul kadın yahut kocası tarafından şüpheye duçar olan kadın böyle söylerdi) ; eri turup erge tiygen- bettin karası ats. : kocası varken kocaya varmak-yüz karasıdır ; bet cırt : (ölüye ağlarken) yüz yırtmak , tırmalamak ; betin cırtıp , tulga kalgan folk. : yüzünü tırmalayıp , dul kalmış kadın ; bet mañday : karşı karşıya , yüz yüze ; bet mañday süylöşköndö : yüz yüze konuştuğumuz sırada ; koydu bet mañday cayıp , taştadık : koyunları bibirine karşı duran (dağ yamaçlarında) otlamak için bıraktık , koyuverdik : et- betinen : yüzü koyun ; et betinen cıgıldı : yüzüstü düştü ; et-betinen catıp : yüz üstü yatarak ; beti kalın : vurdum duymaz ; inatçı ; kök bet bk. kök III ; er cigit el çetinde , coo betinde ats. : cesur yiğit (daima) memleketin kenarında , düşmanın karşısındadır ; 3. satıh (yüzey) ; suu beti : suyun sathı ; beti kaldı “aptala çıkma” kağıt oyununun bir çeşididir (harfiyen : satıh , yani üstteki kağıt kaldı) ; tsilindir beti mat. : üstüvani satıh ; cumalak bet mat. : müdevver satıh ; cerdin betin berbey : yerin sathını baştan başa kaplayıp ; 4. hayvan çehresi , suratı ; erge çarık tabılat , cegen ittin betine kara ats. : yiğite çizme (daha doğrusu çarık : m.) bulunur sen onu yiyen köpeğin suratına bak (şu veya bu suretle haldeten , ancak kabaatini itiraf eden adam hakkında söylenir) ; 5. yönet (istikamet) ; kaysı bette ? : hangi istikamette (bulunuyor?) ; bet al- : yönelmek , muayyen bir temayül göstermek ; coonu bet alıp : düşman istikametine doğru , düşman üzerine ; bet alış : yönet alma , yönelme ; bet aldır- : yöneltmek ; saydı bet aldırıp , beş-aştı iret mıltık atıldı : dere istikametinden beş altı defa ateş edildi ; 6. sahife ; beş bet okup çıktım : beş sahife okuyup bitirdim ; 7. vicdan ; haya ; beti cok : vicdansız ; utanmaz ; kaysı betim menem baram ! : ne yüzle gideyim! ; benim gitmem ayıp olur ; kaysı betiñ menen uşunu kıldıñ ? : bu işi yapmaya nasıl utanmadın ? ; et degende bet barbı ! ats. : “et” deninde utanma olur mu ? (onu yemeden kim dayanır ? ). betbak f. al.çak , rezil. betege rişi (yeleğimsi) kılgan out ; bir nevi ayrık otu (latincesi : festuka , M.) betegelüü rişi kılgan (latincesi stipa , M.) , otu biten mahal. beter f. yahut beş beter : daha fazla , daha iyi ; staxanovçul metodtoru cılkı baguunu mından beter öydölötüünü kamsız kıldı : Staxanof usulleri at yetiştirmenin daha fazla genişlemesini temin etti ; ogo beter bk. ogo. betkey meyil , yamaç ; bir betkey : bir yana ; bir yanlı , bir taraflı olarak ; bir betkey süröttö- : bir yanlı , bir yalnız vecheden , tasvir etmek ; koy cılkı , töö bir betkey ketti : koyunlar , atlar ve develer hep bir tarafa gittiler. betmay yüze sürülen kosmetik krem. beron r. beton betonşik r. betoncu. betpak = betbak. bette- istikamete , vecheye malik olmak ; cerge bettep cat- : yüzü koyun , yüzüstü yatmak. bettel- çevrilmek , yöneltilmek. betteliş- = betteş. betten- yüzünün ifadesi yahut şekli ile birisine , bir nesneye benzemek ; yüzce benzemek (karş. baştan 2 , közden , oozdon) ; ayuu bettengen : ayı suratını andıran yüzlü.betteş- , yüz yüze gelmek , karşı karşıya gelmek , yüzleşmek. betteştir- 1. iki nesneyi karşı karşıya getirerek , yüz taraflarıyle yapıştırmak , bitiştirmek ; 2. yüzleştirmek , muvacehe. betteştiril- mut. betteşir-den. betteştirüü işs. betteş-ten ; iki nesne yüzleriyle karşı karşıya gelme ; yüzleşme. bettet- yüzünü çevirtmek ; yüzü ile döndürmek. bettüü alı bettüü yahut ali bettüü = alibettüü. bey I, f. (kendi başına kullanılmaz , beraber kullanıldığı kelimeden ayrı da bitişik de yazılır) bi (nefi ve selp manasiyle isimlerin başına giren bir sözdür , M.) ; beytaanış : bilmdik , tanımadık (kimse) ; bey-daarat = daaratsız ; beyopa = oopasız ; bey esep = esepsiz.\n\n\nII, f. bahtsız. beybaş f-k. yol bilmez , söz dinlemez , yaramaz , haşarız ; terbiyesiz , edepsiz ; beybaş süylö- : edepsizce söylemek , konuşmak. beybaştık yaramazlık ; terbiyesizlik ; söz dinlemezlik ; nezaketsizlik ; itaatsizlik. beybay = beypay. beybelçek beybelek , ayak parmaklarının boğumları. beycay f. uygunsuz , intizamsız ; zor , güç (vaziyet hakkında). beycaylık uygunsuzluk ; intizamsızlık ; zorluk (vaziyet hakkında). beydaarat bk. bey I. beydarman f. = darmansız. beygam f-k. gamsızca , kaygusuzca ; gamsız , kaygusuz. beyıyman f-a. =imansız. beyil a. 1. hulk ,seciye ; kiçi beyil : hürmetkar ; nezaketli ; zarif ; mültefit , terbiyeli ; beyil çeç- : şen ve şatır olmak ; beyil bol- : tasvibetmek ; muvafakat etmek ; sözüñö beyil boldum : sözünü kabul ettim ; beyili keñeydi yahut beili keñidi : gereği gibi hatır saydık ; adamakıllı cömert oldu ; beyili tar. : hasis ; ar kim öz beyilinen tabat ats. : hırsızın fiiline göre cezası , ıstırabı (harfiyen : herkes tabiatına göre bulur) ; beyil küt- : kabarmak (kibir ve gurur göstermek) ; kurulmak ; 2. arzu , heves ; beyilim çappayt : canım istemiyor ; tamakka beyilim çappayt : iştahım yok. beyildik kiçi beyildik : nezaket ; zarafet ; hatırsayarlık. beyim = belem (bk. ele II) beyiş f. cennet , uçmak , behişt ; segiz beyiştin kızı mit. : sekiz uçmağın kızı , hur , huri. beyişi f. cennete mensup , ennetlik ; mec. ölmüş , muteveffa ; beyişi bolgon apam : cennetlik annem. beyit a. mezar taşı kitabesi , epitaphe ; beyit başı dn. : ölünün vefatından kırk gün geçtikten sonra yapılan dua töreni. beykam = beygam. beykaruu f-k kuvvetsiz , gevşek. beykaruuluk gevşeklik , dermansızlık. beykasam f. 1. bekasap (boyunca ufak çizgileri olan , yarı iprekli , yarı pamuklu parlak kumaş) ; 2. bu gibi kumaştan yapılan cüppe. beykayrat f-a gayretsiz , beceriksiz. beykayrattık gayretsizlik. beykut f. sakin , dağdağasız ; sükunetle ; dağdağasızca. beykutçuluk dağdağasızlık , sükun. beykutsuz rahat durmıyan (rahatsızlığı mucibolan) beykuttuk = beykutçuluk. beyl = beyil. beyle- beylep uk- : dikkatle dinlemek ; menden uksañ , beylep uk folk. : eğer beni dinlemek istersen , dikkatle dinle. beym = belem (bk. ele II) beyman = meyman. beymaza f. bıktırıcı ; rahat durmıyan ; yol bilmez ; beymaza kıl- : rahatsız etmek , bıktırmak. beymazalık bıktırıcılık. beymençek 1. ayak bileği ; 2. bilek. beynamaz f. 1. namaz kılmıyan , binamaz ; 2. mec. müslüman olmıyan , gayri müslim. beyopa f-a = oopasız. beypay f. azap , ıstırap , elem , acı ; rahatsızlık ; beypay tart- : eziyet ve zahmete katlanmak ; azap çekmek , rahatsız olmak ; beypayga sal- : azaplanmıya sebebolmak ; rahatsız etmek ; betiñ kızıl tabılgı beypayga saldıñ canımdı folk. : yüzün kırmızı tabılgı ağacı gibidir , benim ruhuma ıstırap çektirdin ; beypayıñ tarttım bir neçe folk. : senin yüzünden kafi derece azap çektim. beypayla azaplamak , ıstırap çektirmek ; rahatsız etmek. beypaylık = beypay. beypil 1. refah , sükun , huzur ; beypilde cat- : refah içinde yaşamak ; 2. sakin ; nezaketli ; zarafetli ; beypil bolgun : nazik , terbiyeli ol. beypilçilik 1. kaygusuzluk , refah ; 2. barışlık ve rahat zamanlar. beypilde- müdahane etmek ; hizmete hazır bulunmak , yaramıya çalışmak ; hizmet göstermek için çabalamak. beyrömçö = böyrömçö. beysaza f. haysız , utanmaz. beysazalık = hayasızlık , utanmazlık. beyşembi f. Perşembe. beyt = beyit. beytaalay a-f talihsiz , bitalih. beytaanış bk. bey I beytarap f-a bi taraf , tarafgir olmıyan. beytaraplık bitaraflık , tarafgir olmamaklık. bez I, gudde , bez , ur ; bez çocu- : teşekkül etmek , varlığa gelmek (ur hakkında) ; bez kişi 1) hissiz ; “kalın derili” adam ; 2) tabiatça kapalı kimse. bez- II, inkar etmek , tanımamak ; bir adeti terkeylemek ; bizar olmak , bıkmak , usanmak ; candan bezdi : hayttan bıktı , bizar oldu ; at beze kaçtı : at kaçarak uzaklaştı ; ata bezer : öyle bir adam , ki (öz) babası ondan bezmeye hazırdır. bezbeldek toy kuşunun bir nevi (latincesi : otis tetrax , M.) bezdir- nefret telkin etmek , inkar ettirmek. bezel cer çeçegin bezep ırdadı : güzel ve gönül kaparcasına ırladı , teganni etti. bezelen- bağırıp ağırmak ; tolgoo kelip , bezelendi : kabile arasında kapışmalar başladı ve feryat koptu. bezelent- et. bezelen-den ; bezelentip ırda- : özenerek , candan ırlamak. bezen- süslenmek , tezyin edilmek. bezent- tezyin etmek , süslemek ; tezyin ettirmek. bezentüü işs. bezent-ten. bezenüü süslemek , bezenmek. bezer f. yahut azar-bezer ; rahatı kaçan ; güç duruma konulan ; ıylap bezer kıldı : ağlamasıyle bıktırdı. bezermen azarman sözünün tekidir ; azarman – bezermen. bezgek malarya , sıtma. bezilde- şiddetli rahatsızlık , telaş göstermek , rahatsızlanarak kıvranmak ; buuday kuurganday bezildeyt : başına marsık vurmuş gibi kıvranıyor (harfiyen : kavrulan buğday gibi) bezir = besir. bezmen r. “bezmen” : kantar. bezmende- “bezmen” le tartmak. bezmendeş- müş. bezmende-den. bezmendet- et. bezmende-den. bı soru (istifham) ekidir ; eklendiği sözün sesçe düzülüşne göre bu ek şu aşağıdaki şekillerde bulunmaktadır : bi , bı , bu , bü , pi , pı , pu , pü ; barbı ? : var mı ? ; atpı . atpı ? ; at mıdır ? keldibi : geldi mi ? ; itpi ? : köpek mi ? ; kolubu : kolu mu ? ; cokpu ? : yok mudur ? ; tööbü ? : deve mi ? ; ötpü ? : öt mü ? ; ele sözile (bk. ele II) ve eken kelimesiyle (bk. eken9 birleştiğinde bu ekin seslisi (saiti) düşüyor : keldi beken ( bi eken) , cok peke ve s. bıc bıc-bıc tahammür etme , fısıldama , kaynama onomatoopee’si ; bıc bıc etken torgoylar : cıvıldayan tarla kuşları. bıcı I, 1. (Alay’da) kıyılmış , kavrulmuş , pirinçle veya unla karıştırılmış etten yapılmış olan sucuk ; 2. (Talas vadisinde) : beyinden , kuyruk yağından , kandan yapılmış olan sucuk.\n\n\nII, kuştar bıcı-bıcı sayşarat : kuşlar şen ötüyorlar. bıcılda- 1. ses çıkararak kabarkam ; bozo bıcıldap açıyt : boza ses vererek kabarıyor. 2. kaynaşmak , dolup boşalmak ; pek çok mikdarda bulunmak (diri mahluklar hakkında) ; buçuldagan kurt : kaynaşan böcekler. bıcıldat- et. bıcılda-dan. bıcına = bıcılda-. bıcıra- cıvıldamak ; torgoy sayrap bıcırap folk. : tarla kuşları ötüyorlar ve cıvıldıyorlar. bıcırakay- kıvırcık (sakal hakkında). bıcıray- kıvırcıklanmak. bıcırayt- et. bıcıray-dan ; köz bıcı- bıç- 1. biçmek , kesmek ; kölökögö karap , ton bıçpayt ats. : gölgeye bakarak , giyim biçmezler ; keñ bıçkan kiyim cırtılbayt ats. : bol biçilen giyim yırtılmaz ; 2. iğdiş etmek , burmak , enemek ; 3. noktası noktasına tayin etmek ; kalıñ bıç : tar. kalın (mihr ,ağırlık) takdir , tayin etmek. bıçak bıçak ; bıçak ur- : bıçak saplamak ; özüñö bıçak ur , oorubasakişige ur ats. : bıçağı kendine sapla da , acımazsa başkasına sapla ! ;men anı menen kırdı bıçak : ben onunla bıçak bıçağa gelmişim. bıçakta- bıçak saplamak , bıçaklamak , bıçakla yaralamak. biçaktaş- hep beraber bıçak saplamak , karşılıklıca bıçakla yaralamak , bıçaklaşmak. bıçaktaşuu işs. bıçaktaş-dan. bıçaktat- et. bıçakta-dan. bıçaktoo bıçakla yaralama. bıçıl- 1. biçilmek , kırpılmak ; 2. burulmak , enemek , iğdiş edilmek ; sın bıçıldıñbı ? : sen yoksa erkek değil misin ? 3. takdir edilmek. bıçın 1. biçim ; 2. şekil ,endam. bıçmal iğdiş olmuş ; bıçmal oopaz : iki yaşına basmış olan enenmiş tosun. bıçuu 1. biçme , kırpma , biçki ; 2. iğdiş etme , eneme ; 3. noktası noktasına tayin , takdir etme. bıdı bodur , pürüzlü. bıdıra- çatırdamak (diyelim , makineli tüfek hakkında) bıdıraş- müş, bıdıra-dan. bık I, bık-bık et- = bıkılda-. bık- II, 1. hafifçe kaynamak ; 2. sessizce kaynamak ; samoor bıkıldayt : semaver fıkır fıkır kaynıyor. bıkısı- fena koku çıkarmak ; tütün bıkısıp letti : adamakıllı duman yayıldı. bıksıt- pis koku çıkmak , fena koku yayılmak. bıkşı- = bıksı. bıktır- sessizce kaynamak. bılañke- kon. = blank. bılbıra- pek fazla yumuşamak , sölpümek , yumuşayıp cıvık bir hale gelmek ; ekşimek. bılbırat- et. bılbıra-dan. bılcı- tahammür etmek ; bılcıgan carma : keskinleşmemiş , tahammur etmiş olan carma (bk.carma 2) bılcıra- 1. yarım mayi halinde ; vıcık vıcık ; 2. yarı mayi ; cıvık ; bıcırak topurak : yapışkan , cıvık toprak ; bılcırak kamır : cıvık , yapışkan hamur, 3. mec. beceriksiz , miskin. bılcırat- et. bılcıra-dan. bılç bılç-bılç çayna- : dudaklarını şapırdatarak yemek , çiğnemek. bılçıgıy = bılçıygan (bk. bılçıy). bılçılda- 1. cıvıklanmak , bir çaynasañ , may çayna - - bıçıldasın oozuñda ats. : bir çiğnesen de yağ çiğne , ki ağzında cıvıklansın ; 2. saçma sapan şeyler söylemek ; bılçıldaba ! : saçmalama ! , masal anlatma ! bılçıldat- et. bılçılda-dan. bılçıy- yassılanmak , ezilmek (herhangi bir küre şeklinde olan nesne hakkında) ; bılçıyıp otur- : biçimsiz bir oturuşla outrmak ; bılçıygan : yassı ve kalın yüzlü (kimse). bılçıyt- et. bılçıy-dan ; bılçıyta bas- : basarak ezmek , yufka şekline getirmek. bıldıra- 1. = bırkıra ; 2. = buldura. bılga- = bulga- 2. bılık I, 1. bozuk ; çirkin ; necaset ; mundarlık , pislik 2. sürünceme (iş hakkında). bılık- II, 1. intisamsız , karmakarışık olmak ; üydün içi bılıkıp ketti : evin içi altüst oldu ; 2. çörçöple dolmak , tıkanmak. bılıktır- intizamsız bir hale komak , karıştırmak. bılıktıruu işs. bılıktır-dan. bılk bılk etpey turdum : kımıldamadan durdum ; bılk ettirbedi : kımıldamaya müsaade etmedi , kımıldatmadı ; başka capsa , bılk etkis : (aldırmayan) adam. bılkak = bulkak. bılkı bılkı-bılkı : titriyen , dalgalanan , sallanan. bılkılda- silkinmek , titremek (diyelim , bataklık hakkında) bılkıldaş- müş. bılkılda-dan. bılkıldat- titremek , sallamak. bılkırat- = bırkırat-. bılpılda- yumuşamak bıltır geçen sene , bıldır ; geçen senede. bıltırkı geçen seneki. bır ufak toz (hububatta , elbisede ve s.) ; bırı-çırı çıktı : kırılıp parça parça edildi ; bırı-çırı çıgıp üzüldü : yırıtılıp paralandı. bırbıgıy ağlamalı ve buruşuk şekilde bulunmak (yüz hakkında). bırbıñda- ağlar gibi buruşmak (yüz hakkında) ; ağlamalı olmak , boyuna sızlanıp durmak. bırbıñdat- et. bırbıñda-dan. bırbıy- ağlamalı ve buruşmuş şekilde bulunmak (yüz hakkında). bırbıyt- et. bırbıy-dan. brılda- burun çekmek. bırıldak boyuna burnunu çeken. bırıldat et. bırkılda-dan. bırınığda- dilenir gibi yalvarmak , sırnaşmak , sırnaşıklık etmek. bırıñdat- et. bırınığda-dan. bırış I, 1. buruuk (isim olarak) ; betine bırış kirip kalgan : yüzünde buruşuklar belirdi ; 2. kırışık (isim olarak) ; köynöktün bırıştarı : (ütüsü bozulmuş) giyimin kırışıkları. bırış- II, 1. buruşmak , kırışmak (giyim hakkında) 2. yüz buruşmak. bırk bırk-bırk etip kaynay : şarkı şarkı kaynıyor. bırkılda- = bıkılda. bırkıldat- et. bırkılda-dan. bırkıra- kırılarak paralanmak , kırılıp bin parça olmak ; tuyagına tiygen taş taruuday bolup bırkırap folk. : tuynağı (tırnağı) altına tasgelen taşlar , darı gibi , parça parça oluyorlardı. bırkıran- (manaca) = bırkıra-. bırkırat- kırıp parça parça etmek. bırkıratuu işs. bırkıra-dan. bırpıra- 1. titremek ; 2. fırfır açmak , pır diye uçmak (kuş) ; 3. fışıldamak ; hışırdamak ; tersktiñ başı bırpırap , candıñ baarı kıbırap folk. : kavağın tepesi hışırdadı , bütün canlılar kımıldadı. bırs = mış ; bırs etip külüp ciberdi : sü püfler gibi birden gülüverdi : püskürdü. bırtıgıy minnacık , küçücük (çocuk hakkında) ; çocukcağız , yavrucuk. bısmıl büyük , onulmayan yara. bısmılda ! a. Allah’ın adiyle! : bismillah! bış I, sık sık burundan soluk alma ; bış debeyt yahut bış etpeyt : hiç aldırmıyor ; ona göre hava hoş ; al cumuşuña bış etpeyt : senin bu işin ona hiçbirşey değil (o , bunu bir çırpıda yapar). bış- II, olmak (olgunlaşmak) ; (meyve pişmek) ; aş pişmek kavrulmak ; berbestin aşı bışpas ats. : vermek istemiyenin yemeği uzun zaman pişmez ; denesi bışkın : vücudu pişmiş , sağlamlaşmış.\n\n\nIII, (kımızı) bişşek ile çalkalamak , karıtırmak ; may bış- : yağ çalkalamak , dövmek ; bıçak menen kursakka bışıp aldı : karnına bıçak sapladı. bışakta- sık sık burundan solumak ; boyuna burnunu çekmek ; hıçkırmak. bışalak bışalak sarı 1) soluk sarı ; 2) açık sarışın. bışañ I, sızlanma ; hıçkırma ; bışañ ıyladı : hıçkırarak ağladı.\n\n\nII, 1. atın burnunun aşağı kısmında kesmek suretile yapılan damga ; 2. atın yanağında yakmak suretile yapılan damga. bışañda- boyuna sızlanıp durmak ; hıçkırmak. bışañdat- et. bışañda-dan bışar- ağarmak vebüzülmek (diyelim , ılık suya batırılan deri hakkında) başıguu işs. bışık II den ; Stalindik bışıduu kişileri : Stalince pişkin kimseler. bışık I1. sağlam , dayanıklı ; 2. çevik ; hareketlerinde mahir ; gayretli (enerji) ; bışık kişi : çevik , sağlam (seciye yönünden) ; adam ; ookatka bışık bk. ookat ; bışık cip : dayanıklı iplik , oynoboy bışık sırıñdı ayt ! : şaka etme , iç sırrını söyle ! 3. şüphesiz , muhakkak. bışık- II, pişmek (sağlamlaşmak) , muhkemleşmek ; cumuşka bışıkkan bala : işe alışık çocuk ; anın beti suukka da , ısıkka da abdan bışıkkan : onun yüzü hem soğuğa , hem sıcağa alışmştır. bışıkçılık ekinlerin ve yemişlerin olma çağı. bışıksın- gayretli olmıya çalışmak. bışıkta 1. sağlam , dayanıklı ,sebatlı yapmak ; noktası noktasına takdir eylemek ; sabak bıkışta- : ders hazırlamak ; keleriñdi bışıkta ! : gelip gelemiyeceğini kati olarak söyle ! ; 2. teyit , tekidetmek. bışıktal sağlam , dayanıklı yapılmak ; noktası noktasına tayin , takdir edilmek. bışıktat- et. bışıkta-dan. bışıktık 1. sağlamlık ; muayyeniyet ; sebat ; 2. çeviklik. bışıktır- et. bışık II den ; deneni bışıktır- : vücudu gereği gibi sağlamlaştırmak. bışıktıruu işs bışıktırdan. bışıktoo sağlama ; gereği gibi pişirme (sağlamlaştırma) ; işti bışıktoo kerek : işi adamakıllı yapmalı (ki hiçbir ilişecek yeri kalmasın). bışılda- sık sık burundan solumak ; boyuna burnunu çekmek ; bışıldapıyla : hıçkırarak ve burnunu çekerek ağlamak. bışıldaş- müş. bışılda-dan. bışıldoo brunundan soluma , boyuna burnunu çekme. bışıluu pişmiş , olgun ; bışıluu tamaktın küyütü caman ats. : hazır yemeği bırakıp gitmek insana ağır geliyor ; asıluu kazan , bışıluu aş ats. : kazan asılmış , demek yiyecek hazr. bışım yetişme , olma (olgunlaşma) ; aş bışım (zaman ölçüsü) : yemek pişecek kadar zaman ; iki üç saat ; aş bışımga kün caadı , anan açılıp ketti , cark etip folk. : iki üç saat yağmur yağdı , sonra hava açtı. bışır- 1. pişirmek ; kavurmak ; hazırlamak ; tokoç bışır- : (yağda) ekmek , çörek , pişirmek ; iç bışır- : bıktırmak , sıkıntı vermek ; 2. (kerpiçi) pişirmek , yakmak. bışırış- müş. bışır-dan. bışırt- pişirtmek yahut kavurtmak ; boorsok bışırtıp aldı : kendisine boorsok (bk. boorsok) pişirtip aldı. bışıruu pişirme ; kavurma. bışıruuçu pişirici ; kavurucu ; iç bışıruuçu : bıktırıcı. bışkar- = bışıkta-. bışkaruu sabah bışkaruu : ders hazırlama. bışkır- (beygir) aksırmak ; murduña çenep bıkır ats. : yorganına göre ayağını uzat ! (harfiyen : burnuna göre aksır ! ) bışkırık (beygir) aksırması. bışkırış- müş. bışkır-dan. bışkırt- hayvanı veya insanı aksırtmak. bışma bişekle dövme. bışman = buşman. bıştak kaynamış sütten alınan bir nevi kesmik ; bıştaktay yahut baştaktay sarı : kızıl saçlı (insan hakkında). bıştan eyerin minderini tutan kayış. bıştay- (saç) sarı , kızıl olmak ; bıştangay sarı kişi : kızıl saçlı adam. bıştı dört yaşına basan hayvan ; dört yaşına basan at. bıştır- et. bış-III ten ; kımız bıştır- : kımız çalkatmak. bıştıruu işs. bıştır-dan. bıt bıt-çıt : param parça ; külü savrulmuş ; bıt-çıt kılıp tarat- : her yana dağıtmak , saçmak ; bıt-çıt bol- : külü savrulmak ; kırılıp parça parça olmak ; bıt .ıtı çaktı : yağma edilerek perişan edilmiş. bıtıkı bıtıkı-çıtıkı : intizamsız , karışık , içinden çıkılmaz hal. bıtılda- cıvıldamak ; titrek bir sesle uzun boylu ötmek ; bıtıldap kaynayt : fıkır fıkır kaynıyor (koyu bir nesne hakkında) bıtıldaş- müş. bıtılda-dan. bıtıldat- et. bıtılda-dan ; bıtıldatıp kaynat- : fıkır fıkır kaynatmak (koyu bir şey hakkında) bıtıra I, saçma , (küçücük kurşun taneleri). bıtıra- II, 1. saçılmak , darma dağınık olmak ; 2. parçalanmak ; azalar birbirinden ayrılmak. bıtırat- et. bıtıra-II den. bıtıratuuu 1. saçma (dağıtma) ; 2. parçalama ; azaları birbirinden ayırma. bıtıray- kısa ve kalın , kısa ve şişkin olmak. bıtkıl = butkul. bıtmıy 1. bulaşkan , cıvık (fazla pişmiş cıvık pilav , aşırı koyu erişte ve s.) 2. beceriksiz , sölpük. bıtpıldık bıldırcın sesinin taklidi ; bödönönün üyü cok , kayda barsa “bıtpıldık” ats. : bıldırcının evi yok , nereye giderse orada “bıtpıldık” diye ötüyor. bıyak bu yan , bu cihet : bıyakısı 1) bu yanı , tarafı ; 2) onlardan bu. bıyba = pıyba. bıyıl bu yıl , bu yılda. bıyılkı bu seneki , bu yılın ; bıyılkı cılı : bu senede ; bıyılkı cıldın cazında : bu sene yazın , bu yılın yazında. bıykıy maske. bıypıgıy = bıypık. bıypık yassı ve basık burunlu , küçücük ve yukarı kıvrılmış burunlu. bıypıske r. kon. = 1. vıveska ; 2. (bir vesikadan) çıkarılan nüsha , kopya. bi bk. bı. biçik (destanda) Kalmıkların mukaddes kitabı. bikir a. fikir , düşünce ; bikir alışuu : fikir teatisi , mübahese. bikirdeş I, fikirdeş , hemfikir. bikirdeş- II, fikir alışmak ; müşavere etmek. bikirdeştik düşüncelerin , görüşlerin tevafuk etmesi ; fikirdeşlik. bil I, a. fil. bil- II, 1. bilmek ; anlamak ; bilbegen uu içet ats. : bilmiyen ağu (zehir) içer ; kim bilsin ! : bilinmez ki ; bilip aytasıñbı , cön elebi ? : bilerek mi söylüyorsun , yoksa tahmin ile mi ? ; suuktu suuk bilbey : soğuğa ehemmiyet vermeyip ; soğuğa aldırmayıp ; 2. güç yetmek ; muktedir olmak ; 3. idare etmek ; tasarruf eylemek ; özüñ bil ! : bildiğin gibi yap! bilbegendik bilmezlik , habersizlik. bilbestik bilmeme , haberi olmama. bildir- bildirmek , haber vermek ; bildirbey : sezdirmeden , gizlice. bildirme ilam. bildirüü ilan ; ihbar ; malumat verme. bilek 1. dirsekle el arasındaki kısım ; bilek ; bilimi toluk miñdi cıgat , bilegi coon birdi cıgat ats. : bilgisi kamil olan bini yıkar , kolu kalın olan tek bir taneyi yıkar ; uuktun bilegi bk. uuk I ; bilek söögü : bileği teşkil eden iki kemiğin küçüğü ; 2. hayvan ayağının aşağı kısmı ; kalbır öpkö , cez bilek folk. : ciğer elek gibidir , bacakları bakırdandır (sık sık destanda bahadırın atı böyle tasvir edilmektedir ki koşuda hafifliği ve yorulmazlığı ifade eder.) bilerik 1. bilezik ; 2. altın ayaklarındaki arzani (enine) siyah daireler. bilermen bilen , bilgiç ; curt bilermenderi yahut el bilermenderi : cemiyette itibar ve nüfuz sahibi olanlar ; bir üydün bilermeni : bir evde baş rolü oynıyan kimse. bilgensi- bilgiçlik taslamak ; bilen gibi gözükmeye çalışmak. bilgi = bilgiç ; cön bilgi bk. cön 3 bilgiç 1. haberdar ; bilgiç ; akıllı ; hakim ; 2. kılavuz , rehber. bilgiçsin- bilgiçlik taslamak. bilgiçtik akıllılık ; bilgi. bilgilik = bilgiçtik. bilgir = bilgiç 2 bilgiz- 1. bildirmek ; haberdar etmek ; öğretmek ; 2. tabi kılmak , hakimiyeti altına vermek ; kılt ettirbey bilgiz : birisinin tam ve kayıtsız şartsız tabiyetine vermek. bilgiziş- müş. bilgiz-den. bilgizlüü = bildirüü. bilik (mumun , lambanın) fitili /8/ bilim bilgi , ilim. bilimdüü bilgili ; haberdar ; alim , tahsil görmüş ; biilmdüünün bilimi cugat , bilimsizdin iriñi cugat ats. : bilgi sahibinin bilgisi geçer (sirayet eder) bilgisizin pisliği geçer. bilimdüülük bilim sahibi olma , alimlik. bilimdüüsün- bilgiçlik , alimlik taslamak. bilimot kon. = pulemyot. bilimotçu kon. = pulemyotçu. bilimpoz k-f. Âlim ; ilim adamı. bilimsiz bilgisiz, cahil , bilmez; habersiz. bilimsizdik cehalet; bilgisizlik, tahsilsizlik. bilin- bilinmek: aydınlanmak; meydana çıkmak; kişi camani kirip çıkıca bilinet, öz camanı ölgönçö bilinbeyt ats. : başkasının pisliği derhal biliniyor; kendi pisliği ise ölünceye kadar bilinmiyor. bilint- ilâm etmek, bildirmek; bilintpey kılat : gizlice, bildirmeksizin yapıyor. iliş I, 1. belli, malûm ; birge taanış bolgonço, miñge biliş bol ats. : bir tek kişiyle tanışmaktansa, bin kişi tarafından tanınmış ol!; bir körgön --- biliş, eski körgön taanış ats. : bir defa gördün --- bildik oldun; korkok biliş kılıp al- : korkutarak, kendine itaat bettirmek; 2 bilgi ; becerme. biliş- II, müş. bil II den. bilmeksen (malûmat (ma edinmek maksadiyle) bilmezlikten gelen; bilmez gibi gözüken ; bilmeksen bol- : bilmezlikten gelmek; bilgen iş dagu bilmeksenge aylandı : malûm şey bir daha meçhule döndü. bilte f. fitil. bilüü bilme, tanıma; bilüüñçö kıl : bildiğin gibi yap! : bilüümçö: benim bildiğime göre. bint r. sargı. biologia r. biyoloji. bir I, bir; birisi; bir defa; bir som: bir ruble; biri kalbastan : hiç biri kalmaksızın; bir şaarda: bir şehirde; filanca şehirde; bir künü : bir kere ; bir zaman; birinen biri ötüp : birbirini geçerek ; biribiz : aramızdan biri, birimiz; birbiribizdi : birbirimizi; birileri yahut birderi: onlardan bazıları; birderi barabız, birderi barbaybız deşet : bazıları gideceğiz, bazıları gitmiyeceğiz diyorlar; bir da biri kaytpas ele : onlardan kimse dönmezdi ; birin tapsa, biri çok : birini bulursa, ötekisi yok ;bir künü kelerbiz: günün birinde geliriz ; eköönün birin kılabız: ikisinden birini yaparız; biri yahut birisi : onlardan biri; seniñ bu kılıgıñ birdi körsötöt (yahut bir cerge alıp barat) : senin bu yaptığın hayra götürmez (alacağın olsun!) ; al birdi kılan: o, bir haltedecek ; birme- bir : biricik; tañ atkanın oşondo bir bildik : şafak söktüğünü yalnız işte o zaman bildik, farkına vardık; birdin biri: bu neviden biricik, yegâne; birin eki bk. birin; bir da birin bk. da; bir …. bir yahut birde…. birde : kâh….kâh bir köböyüp, bir azayıp : kâh çoğalarak, kâh azalarak; birde kelse , birde kelbeyt : kâh geliyor; kâh gelmiyor; közdörü birde cumulup, birde açılar ele: gözleri kâh açılıyor, kâh kapanıyordu; birde biri yahut bir da (ondan sonra gelen menfi şekil ile birlikte) : hiçbiri; hiçbir zaman; asla; bir da kelbeyt : hiçbir zaman, asla gelmiyor; bir da can cok : kimseler yok; hiçbir diri varlık yok; bir az : biraz, bir parça; bir-ok = birok; eç bir: hiçbir; birdi- carım : birisi, şu veya bu, herhangi birisi, bir iki; birin serin bk. birin; bir nesre yahut bir neme = birdeme.\n\n\nII, f. es. ruhanî üstat, ruhanî rehber; efendi (hâmi). biratala tamamen, büsbütün; nihaî surette. birde bk. bir I. birdeke = birdeme; birdeke degen boldu : bir şey söyler gibi oldu. birdemele bir nesne, bir şeyler. birdemele- müphem bir iş yapmak veya söylemek; baldırap özü bilbey birdemeleyt : ne olduğu belirsiz bir şeyler söylüyor. birdeş- birleşmek. birdeştir- birleştirtmek. birdeştirüü = birigiştirüü. birdey aynen, aynı, tıpkısı. birdik 1. birlik; ölçöö birdigi : ölçü birliği, vahidi kıyasî 2. teklik; 3. birleşme, birlik (ittihat). birdiktüü birleşik ; birlikte iş gören ; birdiktüü plâtforma; birleşik esaslar, umdeler. birdiktüülük birlik; biz özübüzdün birdiktüülügübüz menen çıñbız : biz birliğimizle sağlamız. birerde bir zaman; bazan ; arasıra. birge beraber, birlikte ; anı menen birge bk. al II; birgem : özüm, öz adamım (folklorda sık sık karı kocasını yahut koca karısını böyle tesmiye eder) ; menin tilim al, birgem folk. : sözümü dinle canım. birgele- birgelep : hep beraber, birlikte; birgelep cürüñüz : birlikte yürüyünüz! birgeleş- birleşmek, karışmak. birgeleşme birleşik, kolektif. birgeleştir- birleştirmek, , karıştırmak. birgeleştirüü işs. birgeleştir-den. birgeleşüü işs. birgeleş-ten. biriçke r. <> : bir nevi araba. birigada = brigada. birigiş I, birleşme, uzlaşma. birigiş- IIbirleşmek,bağlanmak; birigişken : birleşmiş, birleşik. birigiştir- birleştirmek. birigiştirüü birleştirme (insanları). birigişüü işs. birigiş II den. birik- birleşmek. birikme birleşme, birleşik, kollektif; birikme çarba : kollektif iğelik; birikme süylöm gram. dökme (grift) cümle. birikmeleş- birleşmek, kollektif kurmak, kollektifleştirmek. birikmeleştir- birleştirmek. birikmeleştirüü kollektifleştirme. birikmeleşüü = birigiştirüü. birikteş- birleşmek. birikteştir- birleştirmek. birikteştiril- birleştirilmek. birikteştirüü birleştirme (bir vetire veti olmak üzere). birikteşüü = birigişüü. biriktir I, kaya koruğu (Latincesi : sedum acre, M.) (kemik kırıldığında ilaç olarak kullanılan bir bitki).\n\n\nII= birikteştir; oozz biriktir bk. ooz 1. biriktiril- birleştirilmek. biriktirilüü işs. biriktiril-den. iril-den. biriktirüü = birigiştirüü. biriltik 1. birlik, vahit yerini tutan (bk. bk. ekiltilik) ; bir çükö’ ye muadil (bk. bk. çükö) ; 2. müstakil, başkasına tâbi olmıyan ; keldiñ emi keziñe, boluuga tırış biriltik folk. : artık büyük oldun, müstakil olmıya çalış! birimdik birlik, koalisyon. birin (bir <>in ), birin- serin : tek tük, seyrek; bizdikine birin – serin kişi kelgilep turat : bize bazan, nadiren gelenler oluyor; sakalında birin- serin agı bar : sakalında tek tük beyaz kıllar var ; birin – eki : bir şeyler ; bazı kimseler ; ötede beride ; birin – eki malım bar : bir iki hayvanım var; 16- ıncı cılı el birin – eki maldan kol cuudu. 16 ncı yılda (yani kıyam yılı olan 1916- da) halk son hayvanlarını kaybetti. birinçi birinci. birinçilik birincilik. birinde- muhtelif birliklere ayrılmak; birindegen çarbalar : dağınık iğelikler; birindebey çoguu oturgula : toplu oturun, dağılmayın! ; birindep – serindep : tedricen; azar azar bir bir, birer birer; çok seyrek vukua gelerek. birindeek = birindek. birindek ayrılmış, münferit; ayrı ; nadir; birindek sakal : seyrek sakal. birindet- bir şeyin teşekkülüne giren cüzleri ; ayrı ayrı birliklere bölmek; birindete ayt- : tâfsilatiyle anlatmak. biristetil r. kon. <> : reis, başkan. birja r. borsa; emgek birjası es. : emek borsası. birikarol kon. = prokuror. birkez r. kon. <> : emir. birok fakat, lâkin; maamafih. birotolo = biratala. birönöbük kon. = bronevik. biröö bir tane, bir tek; birisi; biröönün özü baatır, biröönün sözü baatır, ats. : birinin kendi cesûr, birinin ise sözü cesûr; biröö - carım : herhangi birisi, şu veya bu; ar biröö: onlardan her biri; eç biröönö: hiç birine. birtike küçük, minnacık, bir parça. birtke = birtike. birtököl kon. = protokol; birtököl kıl- : <>, mazbata tanzim eylemek. Bişkek kımız karıştırmak için kullanılan değnek, bişek, bişşek. bit kehle, bit; biti bitine batpayt: sevinç içinde; tarifi kabil olmıyacak derecede seviniyor; bittin açuusun sirkeden atlat ats. : bittin acısını sirkeden çıkarıyor; bitey : küçücük, minnacık; bitteyinen : tâ çocukluğundan beri ; biteyimden : tâ küçüklüğümden beri; bilbegeni bit : bilmediği yok ; bitin sıgıp, kanın calagan : cimri, aşırı hasis. bite bite karın bk. karım. bitediyinen = bitteyinen (bk. bit). bitir a. 1. orucun sonu; 2. orucun bitmesi dolayısıyla verilen sadaka, fitre. bitkor k-f. bitli . bitre- hasislik etmek; nekes olmak; bitregen bikir cigit : cimri, hasis. bitte- I, biti çoğalmak.\n\n\nII, iğdiş etmek, enemek, burmak. bittel- iğdiş edilmek, enenmiş olmak. bittet- et. bitte- II den. bittibek bittüü = bitkor. bittöö işs. bitte- I, II den. biy I, raks, dans, oyun.\n\n\nII, 1. Kırgız veya Kazak halk hâkimi (inkılâptan önce) ; buga cokto torpok biy ats. : koyunun bulunmadığı yerde keçiye Abrurrahman ahman çelebi derler (herfiyen: boğanın bulunmadığı yerde tosunda biy sayılır) ; 2. arifane cünbüşü tertip eden. biyaban f. ıssız çöl, beyaban. biyba = pıyba. biyçi oynayıcı erkek; oynayıcı kadın, dansöz. biygöbör r. kon. tekdir; tevbih. biyik yüksek (hem sıfat, hem zarf mânalarına olarak). biyiksin- yükselmek, sivrilmek. biyikte- yükselmek; çıkmak; köönü biyikteyt : ruhî hâleti yükseliyor. biyiktel- yükselmek, çıkmak. biyiktet- yükseltmek. biyiktik yükseklik. biyke = biykeç : katın biyke : baldız. biykeç kızcağız; es. hanım kız, madmazel. bilye- I, oynamak, dansetmek. biyele- II, idare etmek, tasarruf etmek., emretmek. biylegensi- emreder gibi ve buna hakkı var gibi görünmek, âmirlik taslamak. biyleş- müş. bilye-den. biylik 1. hâkimiyet; özz biyligi menen : kendi selahiyetiyle; 2. es. diktatörlük; 3. tar. biy vaziyrti yahut vazifesi (bk. ( . biy II) ; biylik al- : tar. adlî aracılık, mahkemede bir davaya bakmak mukabilinde ücret almak. biyliksiz emirsiz; menden biyliksiz: benim emrim olmaksızın.. biylöö 1. oyun, dans (bir vetire olmak üzere).\n\n\n2. idare, hüküm sürme; el biylöö iretinde : idari yolla; el biylöö bölümü : idarî kısım, şube. biylööçü I, 1. hükümdar, hükümran; 2. diktatör.\n\n\nII= biyçi. biylööçülük idare etme, hüküm sürme. me. biyna =vino, = biyna açıtuuçu : şarap imal eden. biysi- kendini biy gibi tutmak (bk. biy II); II) biylik taslamak. biz (söyliyen ile arkadaşlarını ifade eden zamirdir, M.) : biz. bizdik bizimki; bizdik bolup süylödü: bizim lehimize, bizden yana söyledi. bizdiki bizimki; bizim ev; bizim aile; bizdiki caka barıp keleli : bize gidelim; bizdikinde : bizde, bizim evde, bizim evimizde. blank r. <> : başlıklı kâğıt. blok r. <> birleşim; kommunistterdin cana partiyada coktordun blogu : komünistlerle bitarafların bloku. bloknot r. bloknot yaprağı. boburek r. <> : kunduz. bocolusta = bacalısta. bocomol tahmin; tahmîni hesap, tarif. bocomoldo- tartmak (iyice mülâhaza etmek); yeniden hatırlamak; göz önüne getirmek, tasavvur etmek, tevehhüm eylemek. bocu r. <> << : arabacının kullandığı uzun dizgin . boçke r. <> : fıçı. boçto boçtoo, kon. = poçta boçtoçu boçtooçu , kon. poçtaçı. bodo bodo mal : iri sığır hayvanı. bodosu- kendini kuvvetli saymak; cesaret taslamak. bodur bodurr - bodur = budur - budur (bk. budur). boduray- = buduray-. bogok 1. guşa (bazı yerlerde insanların boyunlarında hasıl olan büyük ur); guşalı; 2. çene altında peyda olan ikinci çene; 3. apiyimdin bogogu : haşhaş çiçeğinin ke’ si (çanağı). bogokyuu 1. guşalı; 2. ilave çeneli, ör. bk. bozlan. bogoo bukağı, pranga. bogoolo- 1. bukağı vurmak; 2. köle etmek. bogoolon- 1. bukağı vurulmak; 2. köle haline konulmak. bogooluu 1. bukağı vurulmuş, zincirlenmiş; 2. köle haline konmuş. bok . avm. gait; bok-cin bk. cin II; bok kuy- : tezek yapmak; bok murun 1) sümüklü 2)Kırgız destanı kahramanlarından birinin adıdır; bok ooz : pis ağız, ağzı bozuk, küfürbaz; bokton oñoy : en kolay şey , en basit; bok ce- : mânasız, ahmakça söz söylemek yahut iş yapmak; bok cebe! mânasız (ahmakça) söz söyleme yahut iş yapma! ; uruştun başı -- <> ats. : dövüşün başı - sövmedir ; cebegeni bok boldu folk. : yapmadığı mânasızlık kalmadı; bokko carabayt : hiçbir işe yaramıyor; çoyundun bogu yahut temirdin bogu : cüruf, demirboku.. bokço bohça, çıkın; küçük çanta; bokçosun tint- mec. : (birisinden yahut birisi hakkında) sırrı, gizli düşünceleri öğrenmeye çalışmak. bokoçogoy tıknazve kısa boylu. bokçoñdo- hareketlerinde tıknaz adama benzemek. bokçoy- bohça, çıkın şeklinde olmak; kısılmak. bokçu avm. aptesane temizleyici; sagıskan eldin cokçusu, karga eldin bokcusu folk. : saksağan halkın yoklayıcısı, karga ise – halkın aptesane temizleyicisidir; bokçu karga : ekin veya tohum kargası denilen büyük karga. bokok (rad.) = bogok. bokono yalancı kaburgalar (adlani kâzıbe); bokonosu katpagan : henüz pekleşmemiş; bokonosu kaktan : pekleşmiş ( büyümüş, kuvvetlenmiş, pişmiş); bokono kem (insan hakkında): beden kuvvetine malik olmıyan. bokto- sövmek, küfretmek. boktoo sövme, küfür. boktooçu söven, küfürbaz. boktoş- birbirine sövmek, sövüşmek. boktot- et. bokto-dan. boktu avm. gaitle pislenmiş, boklu; anı boktu tayak menen kuup çıktı : onu gürültü ile, terzil ederek koğdu. bol- 1. olmak; olmaya başlamak; dönmek (bir halden diğer bir hale tahavvül etmek); vuku bulmak; husule gelmek, yapılmak; sen kayda bolduñ? : sen nerde idin? ; kim bolot? : kim oluyor?; saga emne boldu? : sana ne oldu?; dos bol- : ahbap olmak, dost olmak; ketkenine beç kün boldu : gideli beş gün oldu; bolso bolsun : peki, haydi öle olsun; bolso bolor : olabilir, bunda şaşılacak bir şey yok; siz men bolup : siz ve ben (biz ikimiz); okutuuçu bolup bir top bala : öğretmen bir çocukla beraber; direktor bolup iştegen : direktör, müdür sıfatiyle, müdür olarak çalıştı; kanday da bolso : nasıl olsa da; ne pahasına olursa olsun; kim da bolso : kim olursa olsun; kanday gana col menen bolbosun : ne gibi vasıta ile olursa olsun; ne pahasına olursa olsun; bolboso: eğer olmazsa, aksi takdirde; bolsoñ bolgondoy bol, bolbosoñ – koy! : yapacaksan yap, yapmıyacaksan, bırak! (girişme!); munuñ adam bolboyt : bunun adam olacağı yok; adam bolboy kal! : halbuki kendisi insan adı taşıyor! bolor iş boldu : olacak iş oldu (hiçbir çare yok);; bolboy koyboyt : mutlaka olacak, behemehal vukua gelecen; emneni oylop oturat boldu? : acaba, ne hakkında düşünüyor? ; emneden ciyirkendi boldu? : acaba neden iğrendi?; añgıça bolbodu : bu ise vâki olmadı; henüz bu vukua gelmemişken….; 2. maksada uygun, kâfi olmak; boldu! : yeter!, muvafık, mutabık!; bolot,erteñ keleyin : olur, yarın geleyim; bolbogon : uygunsuz, yolsuz, söz dinlemez; bolor ceri : son fiat; nihaî şart; bolor ceri – otuz som : son fiat – otuz rubledir; 3. şu veya bu kılıkta, şekilde gözükmek; körbögön bolup : görmezlikten gelerek; uktagan bolup : uyumuş gibi görünerek; 4. bitirmek, sonuna kadar ermek; okup bolduñbu? : okuyup bitirdin mi? ; üşüp boldum : adam akıllı üşüdüm; 5. muvaffakiyetli olmak; bolbodu : olmadı, çıkmadı; bolor bolbos nesre üçün barganım cok : olur olmaz şey için gitmedim; boş yere kendimi yormak istemedim; bolor bolbos işke taarınat : olur olmaz şeylerden güceniyor, alınıyor; bolor muzoo bogunan ats. : kendisinden bir mâna çıkacak buzağı, tersinden belli olur; 6. sebep olmak; uruştu küçötkön sen bolduñ : dövüşün şiddetlenmesine sen sebep oldun; 7. muvafakat etmek; aga bolbodu : buna kapılmadı, muvafakat etmedi, buna uymadı; zorluguña bolboymun : sen beni zorlukla ele alamazsın; 8. bol! : çabuk, tez!; 9. bolo! (önde gelen mahrutî şekille beraber) : ne iyi olurdu, (daha iyi olurdu) ; barsañ bolo! : gidersen iyi olur; 10. mak / mek eklerile bol fiili lüzum – gereklilik yahut niyet, kast ifade eder : kelmek boldu : gelmeye karar verdi; biz bermek bolduk : biz vermeye karar verdik; iş bolmok boldu : işin muvaffak olacağı anlaşılıyor; 11. uçu uuçu ekleriyle ve üçüncü şahsın hal ve istikbal zamanlariyle birlikte bol- fiili subjonctif ( iltizamî siyga ) şekli yapar; kelet boluçu : o gelirdi ; alat boluçumun : gelirdim; kelbeyt boluçu : gelmezdi. bolco- tahmin etmek; tahminen tayin ve tarif etmek; öncedeb tahmin ve tarif eylemek; bolcogonum bolgondoy keldi : ben nasıl tahmin ettiysem, öyle çıktı; talaadagını üydö bolcobo ats. : kırdakiyi evde (oturarak) oranlama : <>. bolcogus bolcoguz, takribî tarifi ve tayini bile kabil olmıyan ; ölçülemiyen. bolcol . 1. tayin edilen müddet, vâde; keler bolcolu boldu : gelecek zamanı oldu; geleceği zaman hulûl etti; 2. tarif, tayin; ölçü; bolcolu cok çoñ : kocaman, muazzam; bolcol kıl- : tarif ve tayin eylemek;k; hesap etmek. bolcolduu önceden tayin edilmiş, önceden tesbit olunmuş. bolcolsuz ölçüsüz; ölçülmez; bolcolsuz tezdik : ölçüsüz sürat, tezlik; mutemel olmıyan tezlik. bolcon- mut. bolco-dan. bolcoş- görüşme zamanı yahut yeri hakkında sözleşmek; bolcoşkon cerge kelişti : sözleşilen yere geldiler. bolçoñdo- kendisinin hareketlerinde kocaman ve şişmana benzemek. bolçoñdot- et. bolçoñdo-dan. bolçoy- kocaman ve yoğun kılığa malik olmak;; bolçoyup karap turat : koskoca nesne duruyor ve bakıyor. bolçoyt- bol et. bolçoy-dan. boldomoçu = poldomoçun. boldur- 1. = boltur 2. kuvvetten düşmek; atım boldurup kaldı : atım kuvvetten düştü. bolgonsu- tamamlanmış, vukua gelmiş gibi gözükmek. bolgus aytıp bolgus : sözle ifade edilmesi, söylenilmesi kabil, caiz olmıyan,,söylenilmez, ifade edilmez. bolk bolk et- : titremek; çalkanmak; cürögü bolk ete tüştü : yüreği titredi, çarptı; bolk dedirip yahut bolk dedire : had bir şekilde, sertçe, şiddetle. bolkulda- titremek; çalkalanmak. bolkuldat- et. bolkulda-dan.. bolmuş oluş. bolo bk. bol 9. boloçok olacak; istikbal; olacak, vukua gelecek şey, iş. bolokcot torunun çocuğunun çocuğu ( kız tarafından dördüncü nesil). bolokto- boloktop ıyla- : bol bol göz yaşı dökerek ağlamak. bolot f. çelik, pulat; bolot kılıç : pulat kılıç. bolotnay r. (<>) : madapolam denilen bez. bolpoç şişmanca; bolpoç bala : gürbüz çocuk. bolpoñdo- hareketlerinde, deve, kocamana, şişmana benzemek; bürkütbolpoñdop uçup geldi : kocaman kara kuş uçup geldi. bolpoy- şekil itabariyle kocaman, şişman fakat gevşek olmak; bolpoyup kelip kalıptır : o (kocaman nesne) yaklaştı. bolşevik bolşevik; parti yada bar cana partiyada cok bolşevikter : fırkaya mensup olmıyan Bolşevikler. bolşevikçe bolşevikvari. bolşeviktik bolşeviliğe mensup, nsup, ait, müteallik; ör. bk. ookattuu. boltogoy kalın; şişman; tıknaz. boltulda- (karş. karş. bulañda) : deprenmek, oynamak (yumuşak, fakat tüysüz nesne hakkında). boltuldat- et. boltulda-dan. boltuldatuu işs. boltuldat-tan. boltur- varlığa getirmek; bolturbaska kerek : varlığa gelmesine müsaade etmemeli. boluk yoğun, şişman (insan hakkında); gürbüz (çocuk hakkında) ; boluk tart- : şişmanlamak, hafifçe toplamak; boluk cigit : güçlü kuvvetli, sağlam delikanlı. boluke = bölkö. bolukşu- gevşemek; tatlı bir rehavet duymak. bolum oluş; hazır bulunuş; dubandan izdep tappadım, tügöngür, sendey bolumdu folk. : bütün kazada aradım ve senin gibisini bulamadım. bolumduu iyi, uygun, elverişli. bolumsuz hiçbir işe yaramıyan; yaramaz. bolumsuzduk hiçbir işe yaramazlık. bolun- olmak, yapılmak; kamsız bolundu : kendini temin etti, temin edildi. boluskey r. beyaz maden (Rusça <> söziyle ilgili olacak , M.) boluş I, r. tar. 1. <> : nahiye; 2. nahiye müdürü; 3. kom. nahiye icra komitesi reisi. boluş- II, yardım etmek; taraftar olmak; sağa boluşpaymın : seni tutmıyacağım. boluşçaak yardımsever; merhametli, şevkatli ; enesi boluşçaaktın kızı ıylaak, atası boluşçaaktın uulu ıylaak ats. : anası merhametli olanın kızı ağlayık; babası şevkatli olanın oğlu ağlayık. boluştas tar. aynı << volost>> a (nahiyeye) mensubolan, nahiy yedeş. boluştuk tar. << volost>> a –nahiyeye mensup ait,müteallik. bombo r. bomba. bombolo- bombalamak, bombardıman etmek. boo I, 1. bağ, bağ (demet) ; kınnap; eşik boo : keçe, evin kapını bağlamıya mahsus ip; üzük boo üzük’ ü (bk.) bağlamak için kullanılan ip; tuurduk boo bk. tuurduk ; cel boo : tündük’ ten ( bk. tündük 3) 3 aşağıya doğru inen ve keçe evi yel zamanında pekitmeye yarıyan (ikiiki) ip : baş boo : dört tane iptir, ir, ki bunlarla üzük, tündük’e (bk.) ; keregeye (bk.) ve kırçoo’ ya (bk. kırçoo1) bağlanır; orto boo; keçe evde baş boo’ dan aşağıya doğru inen dört tane ip; etek boo : türkü üzük’ ten (bk. üzük) keçe evin önüne dpğru inen ipler; batiñke booloru : kundura bağları; bel boo : kuşak; oymok boo= oymok booç (bk. booç) ; çolok boo : alıcı kuş için kullanılan köstek, ayak bağı; 2. ekin demeti, külte; boo bola - : demet bağlamak.\n\n\nII, mal boo tüştü : hayvan kırıldı, helâk oldu; boo tüşür- : imha etmek, felâk etmek. mek.\n\n\nIII, bk. bul I. booç = booçu; oymok booç : bir ipliktir, ki onunla yüksek parmağa bağlanır; parmak booç : Kırgız nakışlarından birinin adıdır; kazık booç : gevşek düğüm. booçu 1. her nevi bağlar; ufak koşum parçalrı (kolan, üzengi kayışları ve s.) ; köz booçu bk. köz; üydün booçusu : evi bağlımaya yarayan her şey (ipşer, şeritler ve s.); 2. ekin demetleri bağlayan; 3. ekin demeti (külte) bağlayan âlat, makine. boolgolo- tahmin etmek, tahminen söylemek; sırın anık baamdabasa da, bolgolodu : sırrını hakkiyle bilmese de, tahminen farkına vardı. boola- demet bağlamak. boolan- demet şeklinde bağlanmak. boolaş- hep beraber demet bağlamak. boolat- et. boolo –dan. boolattır- et. boolat- tan. booluk 1. bağ (demetleri bağlamak için kullanılan bağ); 2. herhangi bir ilmiktir ki bir nesneyi bağlarken, ipin, ipliğin ve s.nin ucu onun içinden geçirilir. booluu bağlı, kınnapalı; booluu kuş : şeritli, bağlı kuş. boor 1. karaciğer ; kök boor: dalak; boor tolgo = boortolgo ; booru ker : nezaketli : yardıma hazır; iyi; merhametli, şefkatli; booru kerdik; yardıma hazırladık sıfatı; iyilik; booru taş yahut taş boor : katı yürek, taş yürekli; boor ooru : canı acımak; aga boorum ordu : ona acıdım; boor oorusañ bolboydu? folk. onun haline acısan olmaz midi? ; booru açıldı bk. açı 2; sen ücün boorum ezilip ketti : senin için canım acıdı; boor tart- : havırhahlık etmek; teveccühünü bildirmek; kayırmak; aga sen emne üçün boor tartasıñ? : niçin onu kayırıyorsun, ona acıyorsun? ; boorgo tart- : kendi tarafına çekmek, kendinene meylettirmek; ani men boruma tarttım : ben onu kendi tarafıma çektim, kendime meylettirdim; boor kurt: ‘ ufak hayvanlar hastalığı adıdır; kara boor : bağrı kara çil; 2. kan kardeşi ( bu mâna ile yalnız ölü için ağlarken kullanılmalıdır); 3. dağ yamacı. boordoş akraba, hısım akraba. boordoşuu kardeş olma. boorduştuk 1. kardeşlik, uhuvvet; 2.kan 2. kardeşliği. boorlo- boordo- , boorlop cür, boordop cür- : dağ yamacı boyunca yürümek. boorloş = boordoş. boorsok = bavursak ( yağda kavrulan kuşbaşı hamur parçaları); çiğ boorsok yahut kırtıldak boorsok : ufak ve gereği gibi, süt, yağ ve yumurta ile yuğurulmuş ( kıtırdayan) gevrek bavursak; açıktan boorsok : mayalı hamurdan yapılan bavursak; boorsoktoy çaçalıp catat : bavursak gibi saçılmış halde yatıyor. boortko = boorutka. boortokto- karın ve göğüs üzerine yatmak, yüzüstü, yüzü koyun yatmak. boortoktot- et. bortokto- dan; balanı boortoktotup catkızıp koydum : çocuğu karnı üzerine yatırdım. boortolgo boortolga bolup berdi : istemiyerek, tereddüt ederek verdi; boortolgoñ bolso, kayta al : eğer acıyorsan, geri al! boortorgolon- kararsızlık yahut memnuniyetsizlik hissi duymak. booruker = booru ker (bk. boor I). boorukerdik = booru kerdik (bk. boor I). boorutka beşikteki çocuğun ellerini bağlamak için kullanılan iki tane bağ, sargı (kol boorutka); ayaklarını bağlamak için olanına ayak boorutka denir. booz gebe. boozu- gebe kalmak; kız bozup, enesin korkutat ats. : kendi suçunu başkasına isnat ediyor (harfiyen : kız gebe kalarak, annesini korkutuyor.) utuyor.) bop I, r. <> : papaz.\n\n\nII, <> << ile başlıyan kelimeleri takviye için katılır : bop-boz : tam boz renkli. bopoloñ r. (<>) (<< kon. : birlikte, beraberce; haklarda müsavı olarak; cerdi bopoloñ ottoylu : otlaktan hep beraber istifadee edelim! boporoz r. kon. <> : cigara ; boporoz tart- : cigara içmek. bopu = böpü; borum; çocukcağazım. bopuza f. korkutma, tehdit; bopuzañdı koy : tehdidinden vazgeç! bor I, tebeşir.\n\n\nII, hayvanı kesmek için besiye komak; borgo bayla- : besiye esiye komak.\n\n\nIII, bor-bor kayna- : şakır şakır kaynamak; çalkanmak. borbaş = bor baş (bk. baş 1). borbor 1. <> (bk. bk. ordo 3) oyununda dairenin merkezidir, ki oraya <> yuvarlatı ve aşıklar konulur; 2. merkez; tegerek borboru mat. dairenin merkezi; me 3. başşehir, payitaht. borbordoş- merkezileşmek, temerküz etmek. borbordoştur- merkezileştirmek, temerküz ettirmek. borbordoşturul- mut. borbordoştur- dan. borbordoşturuu merkezileştirme, centralisation. borborduk merkezî, merkezlik; borborduk uk komiteti : merkezî komite; borborduk maydan : merkezî cephe. borbuy kasık; borboyu kötürülp kalıptır : büyüdü, artık büyük oldu; borbuyun kötörüp algan soñ : boy attıktan, büyüdükten sonra. borbuyla- kasığına vurmak ( başlıca, atın kasığına kamçı ile il vurmak) borcok 1. kabarma; 2. kabaran köpük. borcokto- 1. kabarmak; 2. barcakta- (ancak büyük kafalı ve şişkin yüzlü insan hakkında). borcoy- = bucuray- ; borcoygon kişi : yüzü sivilceli olan kimse. borç = boruç. borço büyük parça; etti borço –borço kılıp sal : eti parça parça ederek koy; kara borco öskön bala : sıcağa, soğuğa alışmış ve emek ve hayat meşakkatleri içinde büyümüş olan çocuk. borçolo- iri parçalar şeklinde doğramak (başlıca, kemiksiz eti); borçologon et : parçalanmış et; etti borçolop sal : eti doğrayıp koy! borçton- = boruçtan- . borçuk 1. dağ sırtındaki sivri kaya ; 2. çopur, çiçekbozuğu (yüz hakkında). borçuktuu kayalı. bordo- I, ağartmak.\n\n\nII, hayvanı, kesmek maksadiyle besiye koymak. bordoku kesmek için besiye konmuş yahut ya bu maksatla semirtilmiş olan. bordol- I, kesmek için semirtilmek.\n\n\nII, mut. bordo- I den. bordot- et. bordo- I , II den. borguldan- bol bol terlemek, ter dökmek. borguldant- et. borguldan-dan ; borguldantıp terdet- : bol bol terletmek. bork bork bork kayna- = borkuldap kayna- (bk.( borkulda-) . borkok I, 1. çocuk göğüslüğü ; 2. buzağı burunsanlığı.\n\n\nII, sütten rakı çıkardıktan sonra kalan kesmeyimsi çöküntü, tortu; taş borkok : içine kzıgın ufak taşlar atmak suretiyle kaynatılan süt. t. borkulda- <> << diye ses çıkarkmak; borkuldap kayna- : şakır şakır kaynamak. borkuldan- mut. borkulda- dan ; borkuldanıp terdep ketti : adam akıllı ter döktü. borkura- = borkulda-. boro I, borodoy : kocaman, büyük ; murdu borodoy : burnu kocamandır. boro- II, tipi yapmak. boroko = borkok II. boroñ kara boroñ et : yağsız, yaven et (semiz hayvandan olsa dahi) ; iyi, fakat yağsız et. boroon tipi, kar kasırgası ; kara boroon : karsız, şiddetli kasırga. boroondo- dönmek (yel hakkında); tipi pi yapmak. boroonduu tipili. boros (rad.) : evlenmemiş (krş.boroz III). borostoy r. kon. <> : sade; ehemmiyetsiz; borostoy ele cüröt : şöyle böyle giyinmiş. boroşo kar kasırgası. boroşolo- kasırga yapmak. boroşolot- et. boroşolo-dan; karlı boroşolotup sogup bergen boroon : karı döndüren tipi; boroon kardı boroşoloto baştadı : tipi karı döndürmeye başladı. boroşoluu tipili ; kasırgalı; boroşoluu cel: tipili yel. boroşonduu = boroşoluu. boroylo- burguyla. boroz I, 1. r. <> borozda>> : saban çizgisi; 2. çizgi yap! çizgiden yürü! (yer sürerken).\n\n\nII, r. (koz, atı olmıyan) bayağı kâğıt.\n\n\nIII, kanı kaynıyan kimse (karşı Sibirya Ruslarındaki poroz). poroz borpoñ sölpük ve gevşek; borpoñ topurak : yumuşak toprak, toz. borpoşo = bortoşo. bors bors-bors ür- : kesik kesik havlamak; bors-bors kül- : kahkaha ile gülmek. borsogoy değirmece; şişmanca; şişko. borsoñdo- hareketleriyle bir şişkoya benzemek. borsoñdot- et. borsoñdo-dan. borsoy- hafifçe öne doğru çıkmak (karın hakkında). borsu- pis kokmak; sasımak. borsulda- yavaş, kesik sesler çıkarmak. borsut- et. borsu-dan. bort I, kesik kesik çatırdıyı taklit : bort kekir : yüksek sesle geğirmek.\n\n\nII, r. <> : güverte. bortmexanik r. gemi makinisti. bortoşo az miktarda olan n et; içinde az et bulunan çorba. boruç borç. boruçta- borçlanmak; boruçtap ookat kıl-: borçlanarak yaşamak. boruçcan- (mânâ itibariyle) = boruçta. bozuk iki yaşında olan koç. borukşu- = bolukşu; borukşup terde- : ter dökmek. borukşut- = bolukşut- . borum kon. form, şekil ; borumu Kırgız boz üydöy folk. : şekilce Kırgız obasına benziyor; 2. moda; şıklık; parlak. borumda- kon. şekil vermek, şekle, kalıba göre yapmak; güzel yapmak. borumdat- kon. et. borumda- dan. borumdu kon. şık; endamlı; borumdu cigit : şık delikanlı. bos I= boz I .\n\n\nII, r. kon. <> : nokta (başlıca, sınır boylarında). bosogo kapı çerçevesi; kapı söğesi; eşik; cer bosogo : kapı söğesinin alt kısmı, eşik; baş bosogo : kapı söğesinin üst kısmı; bosogo tayak : kapı söğesinin bütün dört parçası. bostek sülüm kuşunun dişisi. bostok üstökö sözünün tekidir. boş 1. hali, boş, serbest; tutulmamış; konokko aş koy, eki kolun boş koy ats. : konuğun önüne yemek koy, iki e’ini boş bırak; kolum boş : serbestim (meşgul değilim) ; kolum boş emes : vaktim yok , meşgulüm; boşko ketti : beyhude gitti; boş kıyal : boş hayal, olmayacak rüya; 2. zayıf. boşçuluk boşluk, meşguliyetsizlik. boşo- 1. boşalmak, serbest kalmak; 2. gevşemek; muunum boşodu : gevşedim ; kendimi çok gevşemiş hissediyorum. diyorum. boşon- \n\n\nboş kalmak; kurtulmak. boşoñ gevşekçe, hafifçe gevşemiş olan. boşoñdo- gevşemek. boşoñdot- gevşetmek. boşoñdut gevşeklik, rehavet. boşoñku = boşoñ; boşoñku munduu ün : zayıf, hazin ses. boşoş- gevşemek, rehavet kesbetmek. boşoştur- gevşetmek. boşoşturuu gevşetme. boşoşuu gevşeme. boşot- boşaltmak, serbest bırakmak. boşottur- et. boşot-tan. boşotul- mut. boşot-tan. boşotuu serbest bırakma, boşaltma; gevşetme. boşto kon. = poçta. boşton 1. serbest bırakma, serbesti, hürriyet; başına boşton berdi emi folk. : şimdi onu serbest bıraktı; 2. boşuna; işsiz, maksatsız; boşton cürot : boşta geziyor, işsiz dolaşıyor. boştonçuluk işsiz zaman, işsizlik hali, meşguliyetsizlik, boş vak vakit. boştonduk hürriyet; söz boştonduğu : söz hürriyeti. boştuk zaaf; belli boştuk : seciyesizlik. botagarı avcı kuşun kösteğinin altındaki yumuşak sergi. botala bulanık, boz ; çamura veya toza bulanmış. botonik r. bitkiler uzmanı : botanist. botanika ; r. bitkilik, botanik. botko 1. darı, bulgur ve benzerleri pilâvı; 2. mec. saçma sapan ; boş lâkırdı . botkok = bogok; apiyimdin botkogu : haşhaş çiçeğinin ke’ si çanağı. botkolon- bulanık, kirli olmak (su hakkında). boto I, 1. bir yaşında olan deve yavrusu, süt emen deve yavrusu; boto köz : büyük ve mahmur gözler; boto közdü : büyük ve mahmur gözlü (dilberin mutat vasfıdır); 2. okşama veya taaccüp ifade etmek için kullanılan sözdür : o botom! : ah, babam!\n\n\nII, a. yahut boto kur : boyundaki sargı; boto salın mec. : tam bir itaat göstermek; merhamet dilemek. botoçuk küçül. boto I 1. den. botolkö = bötölkö. botolo- 1. dişi veya doğurmak; 2. boto diye çağırmak (okşama suretiyle). botoluu poduklu. boy 1. (bedenin uzunluğu ve yüksekliği); boy; boyu uzun : uzun boylu; boyu kıska : kısa boylu; kişi boyu : insan boyu; boyum cetpeyt : boyum yetmiyor (bunun için benim boyum kısa gelir) ; boy veyahut boygo cet- : bülûğa ermiş kız, gelinlik kız; kızı boy tartıp kalıptır : kızı olgunlaşmıştır 2. endam, boy bos; göğde; tulku boyu yahut kara boyu : endam; göğde; boy koş- 1) yaklaşmak; bitişmek; 2) mec. karı, zevce olmak; boy kotör- : burun şişirmek (kibirlenmek ) ; kendine fazla ehemmiyet vermek : kurulmak, gururlanmak; boy kötörüü : kurulma, gururlanma; boy taşta – boy kötörün karşıtıdır; boy tartkan kız : işveli kız; boyun kaçırat : (güreşte) kaçınıyor. sakınıyor; büt boydon yahut bütkül boydon : bütünü, tamamı ; baştan sonuna kadar ; büt cana toluk boydon : tamamiyle ve kâmilen; dayar boydon : hazır halde; kalınbındagı boydon : temiz halde; kalıbındagı – boydon koldolunbayt : temiz halde kullanılmıyor; kekte boydon daynı cok : gittiği günden beri onun hakkında haber yoktur; öz boyuna dos bolsun : kuvvetinden emin olsun, kuvveti kafi gelsin ; boy ber- : yenilmek, dayanamamak; boy berbe! : yenilme! : boy salışı tireş- : kıyasıya tutuşmak; boy cıydır- : ihtiyarına bırakma; imkân verme; boyunda bar : boyunda var : gebe; boyuna bolgon yahut boyuna bütkön : gebe kaldı; boydon tüş- : vuku bulmak (çocuk düşürmek hakkında) çocuk düşürmek; boydon tüşkön bala : düşük çocuk; boydon tüşürüü : ( sun’ î surette) çocuk düşürme; boydon boşon - : boydon boşanmak (doğurmak); boyunan ketip kalıptır; düş azdı, ihtilâm olmuş; 3. imdidat; col boyu : imtidadınca, seyahat esnasında; yolda; üç cıl boyu : üc yıl imtidadınca; ömür boyu : bütün ömür boyunca; tünü boyu : bütün gece; suu boyu 1) nehir boyunca; 2) nehrin kıyısı; suu boyunda : nehir kıyısında; 4. bir, tek : evlenmemiş; boy cigit : bekâr delikanlı; boy keldim : yalnız (kadınsız, ailesiz) geldim. boyboy ! vay vay! ; boyboyuna koyboston, atın aldım : bütün itirazlarına (vaveylasına) bakmaksızın atını aldım. bovbozdo- ulumak; hıçkırmıya başlamak; gürlemek; böğürmek; ızgaar boybozdop turuptur : soğuk şiddetini artırıyor. boybozdot- et. boybozdo-dan. boykot r. boykotaj. boylo- derinliğini boyunu ölçmek; boyunca gitmek; suu boylop : ırmak boyunca; boylobodu : dibine kadar eremedi. boyloo işs. boylo- dan. boyluk calgız (boyluk : yalnızlık). boyluuu uzun boy, uzun boylu; kıska boyluu : kısa boylu. boyo- boyamak; köz boyo- o- : aldatmak, göz boyamak. boyok 1. boya; 2. boya otu. boyokçu boyacı. boyokçuluk boyacılık mesleği. boyol- boyanmak. boyolmo boyanmış, yeni boyanıp bitirilmiş.. boyoluş- müş. boyol-dan. boyomo 1. boyanmış; 2. sahte; 3. boyama; köz boyomo : göz boyama. yama. boyoo 1. boyama; 2. = boyok 2. boyot et. boyo-dan. boypoñdo- 1. yaranmak; yaltaklanmak; 2. tek durmayıp, boyuna zıplamak, hoplamak. boypoñdoş- müş. boypoñdo-dan. boypoñdot- et. boypoñdo-dan. boypoy- boypoygon bala : sâkin, rahat oturan (gürbüz) çocuk. boyro f. sazdan yapılmış hasır. boysun- boyun eğmek, itaat etmek. boysunbooçuluk boyun eğmeme, itaatsizlik. boysundur- boyun eğdirmek; itaat ettirmek, ram etmek. boytoñ çocuğa, küçüğe mahsus hareketler. boytoñdo- hareketlerinde küçüğe benzemek; kımıldamak, yürümek (küçük çocuklar hakkında). boyunça 1. göre; tevfikan; çakıruu boyunça : davete göre; 2. bütün (hudutları içinde); respublika bıyunça; bütün cumhuriyette; rayon boyunça ; bütün bölgede. boyuz r. kon. <> : tiren,, katar. boz I, 1. beyaz; açık kuşunî; kır; ak boz : açık kurşunî; boz at : kır at; boz ala bk. ala 1. ; boz bala : genç çocuk; boz baldar yahut boz baş baldar : taze gençlik; boz ton 1) kurşunî kürk; 2) mec. çok giyilmiş, eskitilmiş kürk; boz kıroo = bozkıroo; 2. havadaki karanlık (gayet sıcak günde); 3. el değmemiş toprak, bâkir toprak. boz- II1. (ebediyen ) kaçmak ; arkasına bakmadan koşmak; kaçkan bozgondor : kaçkınlar, kaçaklar; 2. nefret etmek. bozdo- 1. bağırmak, bozlamak (dişi deve, deve yavrusu hakkında); 2. elem ve kederle ağlamak ; botodoy bozdop ıylan olturat : poduk gibi bozlayıp ağlıyor; boy bozdo = boybozdo. bozdok bağırma (deve hakkında) ; botosu ölgön ingendin bozdogu : poduğu ölen dişi devenin bozlaması.\n\n\nbağırma (deve hakkında). bozdoş- müş. bozdo-dan. bozdot- elem ve kederle ağlatmak; boy bozdot bk. boybozdot. bozdotuu işs. bozdo-dan. bozgun 1. kaçış; 2. muhaceret. bozgunçu 1. kaçak (mülteci); 2. muhacir. bozkıroo 1. kırağı (güzün) ; 2. Songüz. bozlan genç oğlan; kısrak calduu kaldı, kız emçektüü kaldı, bozlan bogoktuu kaldı, boz toktu kaldı folk. (kişi teşyi ederken söylenilen şarkı) : kısırak yelesiyle kaldı (bk. bk. cal I), kız memeleriyle kaldı, oğlan ilâve çenesiyle kaldı, kül renkli kuzu kuyruğiyle kaldı (kışın şiddetine rağmen). bozo boza (hububattan ( yapılan bir çeşit alkollü içki). bozoçu bozacı. bozogo = bosogo. bozokor k-f. 1. = bozoçu; 2. boza içen. bozomtuk yüzün solukluğu, yüz renginin solması; bozomtuk tart- : yüzün rengi solmak. bozoñ küçük tepe, tepecik; bozoñgo çıgıp oturduk : tepeye çıkıp oturduk. bozor- yüzün rengi solmak, kül rengine girmek; bir kubarıp, bir bozorup : (korkudan) kâh solarak, kâh kül rengine girerek. bozort- et. bozor-dan. bozorruñku solukça; kül rengine mail, bozca. bozoruu bozarma, arma, kül rengine girme. bozoy genç oğlan, delikanlı. bozum iki yaşında olan karakuş. böbök 1. bebek (büyük erkek kardeşine nisbetten); 2. meme emen çocuk. böcök yahut koyondun böcöğü : tavşan yavrusu. böcöy- ürpermek; böcöyüp otur- : ürperip oturmak.. böcü- çabuk ve şaşırmadan koşmak (yorga hakkında). böcük- saklanmak, gizlenmek; böcükkön bödönödöy : saklanmış bıldırcın. böcürö- sâkin, kendi halinde olmak; böcüröp cür- : sâkin, mütevazi olmak. böcüt- et. böcü-den. bödönö bıldırcın. bödöt r. tar. <> : vergi. bödröt r. <> : müteahitlik. bödrötçü mütahit. bödüröy- = büdüröy- . böf !, (iki dudağın iştirakiyle çıkarılan f-dir) fi! (nefret ifade eden interjection’ dur). bögö I, aşığın sırtı; bögö tüş- : bögösü (sırtı) yukarıya düşmek; ek; bögösünün böktü deyt folk. : kavis gibi büktü.\n\n\nII, 1. suyun önüne set çekmek; 2. yolu kapatmak; engel olmak. bögöcüktö- = mögdö-. bögönök sarımtırak renkli sinek. bögööl = bögöt I. bögööldö- yolu kapatmak; arkuru gitmek. bögöş- müş. bögö II den. n. bögöt I. bent, set, engel, mania.\n\n\nII, et. bögö- II den. bögü güçlü kuvvetli; töödön bögü çaar ingen, çaar ingendi bergin, alayın, ata folk. : benekli dişi deve, develerin en kuvvetlisidir; benekli dişi deveyi ver, ben (onu) alırım, baba! bök tepe; yükseklik; şiberdüü böktü caylagan folk : koyu otla örtülmüş tepede yayladı (yazı geçirdi) ; ara bök = arabök. bökçögöy kanburlaşmış, kanburumsu. bökçöktö- = bökçöñdö. bökçöñdö- kanburlaşmak, arkası çıkmak; kempirçe bökçöñdöp : kocakarı gibi kanburunu çıkararak gezmek. bökçöñdöt- et. bökçöñdö-den. bökçüy- büzülmek; bökçüyüp cat- : büzülerek, kıvrılarak yatmak. bökö I, (Rad.) kuvvetli. bökö- II, birşeyden nefret etmek; doymak, bıkmak; mayga bököp kaldım: yağdan bıktım, ondan tiksiniyorum. bökön I, sayga (iri bir nevi karaca): saiga tatarica; bököndün tañınday: beyaz çizgili, beyaz benekli.\n\n\nII, (atın) kuyruğunda kalın kıl yahut (insanın) başında kalın saç (saç hastalığı). böksö 1. dağ eteği; 2. ilk yaz otlağı; 3.göğdenin aşağı kısmı; 4. tam değil; kenarlara kadar değil; çöyçöktü böksö kuyduñ: kovayı kenarlarına kadar doldurmadın. böksölö- 1. dağ yamacı boyunca gitmek, dağ yamacı boyunca inmek; 2. (koyunu, keçiyi) kesmek ve etini havalandırmak (fakat parçalamamak) böksör- eksilmek, tükenmek, alçalmak (bir mayiin seviyesi hakkında) ; candıktan kan böksördü: hayvanlar zayıfladılar, kurudular; men kaytarçu muzoolor kündögüdön böksörböptür : benim güttüğüm buzağılar mutat durumda idiler (zayıflamadılar da, eksilmediler de). böksört- bk. böksör. böktör I, tepe, hüyük. böktör- II, eyer kayışına bağlamak, takmak. böktörgö I, eğer kayışına bağlanan öteberi.\n\n\nII, sazlık veya bataklıkta yaşayan dişi puhu; puhu yavruları. böktörgölüü 1. eğer kayışına bağlanmış öteberisi bulunan; 2. arkası sağlam olan (at); kuvvetli. böktörün- kendisi için eğer kayışına bir şeyler bağlamak; kap böktörünüp : eğer kayışına torba bağlayıp. böktörünt- et. böktörün-den böktürmö atmacanın (yere yaklaştığı zamandaki uçuşu). böl- bölmek, tevzi etmek; söz böl- : sözü kesmek, can böl- bk. can II; köñül böl- : dikkate almak; kün köñülümdü, tün uykumdu böldüm: gece gündüz rahat gezmedim. bölçök 1. parçacık; 2. mat. kesir; kadimki bölçök : bayağı kesir; üzdüksüz bölçök : devamlı kesir; çeksiz üzdüksüz bölçök : sonsuz devamlı kesir; çektüü üzdüksüz bölçök : sonu olan devamlı kesir; buruş bölçök : kaideye uymıyan kesir; bölçök menen körsötüü: kesirle ifade. bölçöktüü parçalara bölünen; ayrı ayrı parçalardan düzülmüş olan. böldür- bölmeye müsade veya icbar etmek. böldürüü işs. böldür-den. bölgüç 1. bölen, tevzi eden; 2. mat. kasım (bölücü). bölkö r.1. <>: francala; 2. Rus suliyle pişirilmiş ekmek (mayasız yufkadan farklı olmak üzere). bölköbnük bölköndük, kon. = polkovnik. bölmö oda. bölö I, iki kız kardeşin çocukları; (ana tarafından) kardeş çocukları; erkekler ve kızlar. bölö-II çocuğu kundaklamak, sarmak; kundaklanmış çocuğu beşiğe yatırmak. bölök 1. parça, kısım; 2. başka, diğer; hususi, ayrı, bölök kişi : başka , yabancı adam; bölök- bötön emessiñ folk. : yabancı, yat değilsin. bölökçö ayrıca, hususi; mükemmel, ekmel. bölöktö- 1. yadırgamak, yabancı saymak, yabancı gibi muamele etmek; 2. ayırmak; kamap koydu bölöktöp folk. onu ayrıca hapse attı. bölöktük 1. ayrı bulunma (cümlede Rus diline <>, diye tercüme olunur); 2. yat olmaklık; akraba olmamaklık. bölön- 1. mut. bölö- II den; 2. mec. bir nesneyi bol bol elde etmek. bölöş- hep beraber çocuğu kundaklamak. bölöt- et. bölö- II den. böltögöy herhangi gereği gibi karışmamış olan bir nesnenin yuvarlakları (diyelim, bulamaç hakkında) böltök (orman) kenarı. böltöy- kabarmak, şişmek. böltöyt- et. böltöy-den. böltürük kurt yavrusu. bölük parça, kısım, bölüm; (mekanizmanın) parçası; maşina bölüktörü: makine yedek parçaları, düynö bölüktörü: dünya kıtaları. bölüm şube, kısım; daire, müessese; el agartuu bölümü: maarif şubesi; ortok bölüm mat. : mahreç; ortok bölümgö keltirüü mat. : kesirlerin müşterek mahrecini bulma. bölümçö tali şube. bölün- taksim edilmek, bölünür olmak, ayrılmak. bölünbös bölünmez; bölünbös fondu : bölünmez ihtiyat akçesi. bölündü 1. ayrı parça, kısım; 2. mat. harici kısmet, hisse. bölünt- et. bölün-den: taydın etin bölüntüp, taramışın körüntüp folk. (kamçı darbeleriyle) tayin bedenini yararak ve veterini meydana çıkararak. bölüntüü işs. bölünt-ten. bölünüş bölünme, ayrılma. bölünüü bölünme, parçalanma, şikak. bölünüüçü 1. bölünen; 2. mat. maksum (taksim edilen sayı) ; ortok bölünüüçü: müşterek muzaaf sayı; eñ kiçine ortok bölnüüçü san : en küçük müşterek muzaaf sayı. bölüş I, taksim. bölüş- II, aralarında paylaşmak, hep beraber bölmek. bölüştür- taksim eylemek, ülüştürmek. bölüşüü işs. bölüş II den. bölüü bölme (taksim etme) , üleştirme; toluk bölüü mat. tam taksim; kalındıluu bölüü mat. bakiyeli taksim; mazmununa karap bölüü mat. : muhtevasına göre taksim; bölümdörgö bölüü mat. : kısımlara ayırma. bölüüçü mat. bölücü (kasım) ; tak bölüüçü: tam kasım; ortok bölüüçü; müşterek bölücü; eñ çoñ ortok bölüüçü: en büyük müşterek bölücü. bömöştük r. kon. <> muavin. böö böödöy kuur- : israf etmek; bitap düşürmek; rahat bırakmamak. böödö f. beyhude, boşuna; böödösünön tayak cedi : boşuna (haksız yere) dayak yedi. böödösü- küçümseyerek muamele etmek, kurulmak. bööş = pööş. böpö = böpü. böpölö- = böpüldö-. böpü avcı kuşu çağırmıya mahsus ses. böpülö- (böpü böpü diye seslenmek suretiyle) alıcı kuşu çağırmak. börçök r. kon. <> : (arşının 16 da biri nisbetinde bir uzunluk ölçüsü, M.) börçöktö- kon. <> la ölçmek. börk = börük. börsö kanguru (hayvan) : macropus. börsögöy = borsogoy. börsöñdö- = borsoñdo. börsöñdöt- = borsoñdot. börsöy- = borsoy. börşök = börçök. bört- şişmek, kabarmak, şişmanlamak. börtmö resimli ve nakışlı; börtmö cibek cooluk : nakışlı ipek mendil. börtüü işs. bört-ten. börü 1. kurt (yırtıcı hayvan) ; börü atar cigitti börkünön taanı ats. : kurt avcısı olan yiğiti kalpağından tanı; coo börüsü : cesur, cesaretli; börü catış : bir cilt hastalığının adıdır; kök börü : tekeyi çekişmek suretiyle yarış, koşu; (harfiyen: boz kurt) ; 2. bahadırın müsbet sıfatlarından biri idi (krş. karışkır) . börük 1. kalpak; börük alıp kel dese baş kesken ats. : kalpak getirmeyi emrettiklerinde baş keserdi; 2. (çivi) kalpağı. börüktö- (çivi) kalpağı yapmak. börütöt- et. börüktö- den bötögö kuş midesi, kursak, taşlık; kırgooldun bötögösündöy: pis kokan (harfiyen: sülün kursağı gibi). bötölkö r. 1. <> : şişe; 2. cam; bötölkö çelek : cam bokal bötön başka; yabancı, yat.\n\n\nbaşka türlü, ayrıca, hususi, nevi şahsına mahsus. bötönçölük hususiyet, nevi şahsına mahsus olmaklık. bötöndö- hususiyet vermek, başkalarından ayrı komak. bötöndöö hususiyet verme, başkalarından ayrı koma. bötöndük = bötönçölük. bötöy- = böltöy. böy böyü, <> : (zoologiyada Lycosa tarantula denilen bir çeşit zehirli örümcektir M.) böydö = böödö. böyön <> : (Phalangina denilen zehirsiz büyük örümcek, M.) böypöñ atın link yürüyüşü ; böypöñ- böypöñ celdirip kele catat: atını link yürüyüşle koşturarak, gelmektedir. böypöñdö- 1. atı link yürüyüşle koşturmak; 2. mec. yaltaklanmak, yaranmak; yalancıktan iş görür gibi görünmek. böypöñdöt et . böypöñdö- den. böypöy = boypoy. böyrök böbrek (anat.) : böyröktön sezgenüü: böbrek iltihabı; böyrögü çıgıp toyup aldı: adamakıllı doydu; böyrök tayan 1) ellerini böğrüne koymak (kocası için ağlıyan dul kadın hakkında) ; 2. mec. kederlenmek. böyröktö- yandan, böğürden yanaşmak, harekete geçmek. böyrömçö 1. gömlek eteğinin ön kısmı; 2. alıcı kuşun kayışının altındaki kumaştan yapılmış halka. böyü (krş. böy) zehirli örümceğin adıdır; cılan çakkan kaytat, böyü çakkan kaytpayt ats. : yılan sokması onulur, böyü sokması onulmaz. böz bez (elişi olan beyaz, kaba pamuklu kumaş) . bözçü bez dokuyan (bk. böz) brigada r. brigade. brigadir r. brigade amiri. bronenosets r. <> . bronevik r. <> . bu I= bul I .\n\n\nII, bk. bı . bubak don, kırağı; otların ucundaki don. bubaktuu donlu. bucugur 1. sarmaşan; dalgalı, kıvırcık; bucugur sakal: kıvırcık sakal; 2. çopur; bucugur kara kişi: çopur esmer adam. bucuray- sarmaşmak; kıvırcıklanmak. buçkak hayvan ayak derilerinden kürk; buçkagıma çeyin terdedim: tepeden tırnağa kadar terledim; buçkagına teñebeyt: on paralık kıymet vermiyor, sıfır yerine koyuyor. buçkakta- bacağından kapmak (diyelim, teke çekişmesi oyununda; bk. börü) . buçkaktaş- müş. buçkakta- dan. buçkaktat bacaklara vurmak; atın buçkaktatıp cetip keldi: atının bacaklarına vurarak geliverdi. budala- karıştırmak, altüst etmek. budalakta- = budala. budalan- 1. telaş etmek; 2. kıvranmak, debelenmek, yuvarlanmak; kumga budalanıp catat: kumda ağnıyor. budamayla- iğfal etmek, kafese koymak. budamaylık göz boyama. budamayloo kafese koma. budcet = byudjet. buduñçañ allak bullak, karmakarışık; buduñçañ tüşür- : ortalığı karıştırmak. budur yahut budur-budur yahut adır- budur: tepeleri çok olan yer. budurakay çopur; bodur; pürüzlü, düz olmıyan. buduray- bodurlaşmak; pürüzlü olmak. budurayt- et. buduray-dan. bufet r. büfe. bufetçi r. büfe işleten. buga bk. bul I. bugaltır = buxgalter: muhasebeci. bugu 1. geyiğin yahut maralın erkeği; 2. bugu (bir Kırgız kabilesinin adıdır). 3. Kırgız halk takviminde bir ayın ismidir. buguçar genç geyik yahut genç maral. bugul- saklanmak; kabak cerden buguldu: o, derede saklandı. buk I, tasa, can sıkıntısı; bugun cazıp alsın yahut bugun çıgarsın: tasasım dağıtsın! : aytıp bugumdu çıgardım: (uzun zaman sustuktan sonra)içimde toplananın hepsini söyledim, içimi boşalttım; buk kılat: (beni) sıkıyor; içi buk: içini kedi tırmalıyor. buk- II, gizlenmek; bir kenara çekilerek susmak; bugup cat- : saklanarak yatmak; boz turumtay umtulsa, boz çımçıktar bukpaybı? folk. : boz muymul (latince Falco vespertinus denilen bir nevi doğan, M.) saldırırsa, kuşcağızlar gizlenmez mi hiç? buka 1. damızlık öküz, boğa; kök buka: bir nevi oyun: köl buka: balaban kuşu (latince adı botaurus olan ve balıkçıl soyundan bir kuştur, M.) ; 2. düğümleri çözmek için kullanılan (sert ağaçtan yahut boynuzdan yapılan) sert bir küçük değnektir. bukaçar genç öküz, tosun. bukara 1. a. tebaa; 2. tar. avamdan olan kimse, avam; kara bukara tar: ayaktakımı. bukaralık tebaalık. bukçuguy yoğun, şişman. bukçuy- = bursuy. buket r. çiçek demeti. bukta- f. 1. çevik; tecrübeli; 2. metin (seciyece) ; 3. sağlam, dayanıklı; bukta bakay bk. bakay. buktur- 1. saklanmıya zorlamak; gizlice yaklaştırmak; 2. sokmak, şiddetle saplamak. bukturma pusu; bukturma koy- ; pusuya yatmak; egerde coo köp bolso, bukturma koyup uruşkan: eğer düşman çok olursa, pusuya yatarak vuruşuyorlardı. bukturuu işs. buktur-dan. bukulda- kesik kesik ve yavaş sesler çıkarmak. bukuldaş- müş. bukulda-dan. bukuy- ciddi tavır takınmak; yüzünü buruşturmak; bukuyup, başın cerge koyup: yüzünü buruşturarak ve başını eğerek; bukuyup uk-: fikrini temerküz ettirerek dinlemek; taarıngan emedey bukuyup it catat: köpek sanki birisine gücenmiş gibi, surat asarak yatıyor. bul I, (genitif: munun, datif: buga yahut boo, akküzatif: munu) : bu; erkek; munun emine keregi bar? : bu, neme lazım? ; munu kördüñbü? : bunu gördün mü? ; gör şunu bakalım! : munuñ kim? : bu yanındaki kimdir? , bu nasıl adam? : munuñ emine? : nedir bu senin? ; daha ne uydurdun? ; munusu emine? ; ondaki nedir bu? ; daha ne uydurdu? ; munuñ üçün yahut munu üçün yahut mun üçün: bunun için, bundan dolayı.\n\n\nII, 1. para; 2. mal, meta; manifatura; 3. mülk, kıymet, servet; bul coy-: zevk ve safa için para israf etmek; bul coyguç: müsrif.\n\n\nIII, yırtıp, kesip parça parça etmek, kırmak; etegimdi it bulup ketti: köpek eteğimi yırttı; eşiğinin eñsesin kılıç menen bulgamın folk. : kapısının sürgüsünü kılıçla parçaladım. bula f. 1. lif; cañı bula ösümdüktörü: yeni sınai bitkiler; 2. ipek; 3. yumuşak, tüylü, lifli; buladay kebez: yumuşak, ipeğimsi, lifli pamuk; buladay cün: yumuşak yün; 4. kıymetli bir dokuma adıdır; bula menen cibekti folk.: bula ve ipek.\n\n\nII, çala sözünün tekidir. bula- III, şerit gibi yükselmek (duman, toz hakkında) ; betegesi belden bulagan folk.: orada betege (bir nevi ot) insanın beline kadardır; samoordun tütünü bulap, kömür cıltıldayt: semaverin dumanı yukarıya yükseliyor ve kömürler parlıyor. bulaan 1. kargaşalık; 2. yağma; bulaanga tüşkön mal folk.: elden ele geçen hayvan (birisi yakalamış, ondan başkasına geçmiş ve s.) bulaanda- kargaşalıktan, karışıklıktan istifade ederek, başkasının mülkünü kabullenmek. bulaarı- 1. bullarıp ketti: hiçbir habersiz kayboldu gitti; 2. at bula arıp suutmak folk.: atı binerek talim ve terbiye etmek. bulaçı sınai bitkileri yetiştirmek veya tetkik etmekle iştigal eden. bulak I, 1. pınar; mec. kaynak (memba) ; anık bulaktardan alıngan malımattarga karaganda: mevsuk membalardan alınan malumata göre; 2. sıraca; kulagı bulak: sıracalı (kulaktan irin geldiğinde) ; emçek bulak: meme iltihabı.\n\n\nII, bulak- bulak et = bulakta; bulak- bulak etip, koyon kaçıp cönödü: zıplayarak (tüylü) tavşan kaçmıya başladı. bulakta- I, deprenmek, bir yandan öbür yana sallanmak (yumuşak, tüylü nesne hakkında, diyelim, tilki kuyruğu hakkında) ; bulaktap bas- (genç kadın hakkında) : süzülerek, tavus gibi yürümek.\n\n\nII, fışkırmak (mayi hakkında). bulaktat- et. bulakta II den; caş bulaktat- : bol bol gözyaşı dökmek. bulaluu lifli; uzun bulaluu pakta: uzun lifli pamuk. bulamık bulamaç. bulan 1. bir nevi ceylan; 2. kula; 3. parlak. bulañ bulañ et yahut bulañ kak: ansızın gözükmek (göze hoş gelen herhangi bir nesne hakkında) ; tülkü bulañ etip (yahut bulañ kagıp) köründü: ansızın tilki gözüktü (güzel bir şekilde ansızın göz önünde peyda oluverdi) ; eleñ- bulañ bk. eleñ. bulas eles- bulas körünöt: hayalmeyal görünüyor (uzakta bulunan bir nesne hakkında). bulasta- parlamak, yıldıramak; parlak ve mükellef görünüşte bulunmak; << dişitavus >> şeklinde olmak; bulastap bas- : tavusvari yürümek (nefis ve parlak elbiseler giyerek) ; bulastagan köynök: iyi kumaştan dikilmiş olan bol ve uzun giyim. bulastat- et. bulasta- dan; bulumdan kılgan çong içik bulastata camındı folk. kıymetli kumaştan mükemmel bir kürkle örtündü; bulastatıp köynök kiydi: o kadın (iyi kumaştan) bol elbise giydi. bulat et. bula- III ten. bulay- 1. rengi ak olmak, ağarmak, ak gözükmek; 2. gözükmek; içeriden başını dışarı uzatmak. bulayt I, ihtiyatsızca; kirlice.\n\n\nII, et. bulay- dan. bulca balca sözünün tekidir. bulcur balcır sözünün tekidir. bulcut- (yalnız menfi şekilde) : bulcutpay: değiştirmeksizin, önceki şekilde bırakarak. bulçuguy kabarık, şişkin (diyelim, gergin adaleler hakkında). bulçuñ 1. iki başlı adale; 2. adale. bulçuñda- bütün ağzı doldurarak, çiğnemek; dişsiz ağızla pepeleyerek çiğnemek. bulçuñduu adaleli, adalesi gelişmiş. bulçuy- tümseklerle kabarmış görünmek (diyelim, gergin adaleler hakkında) ; şişkin görünmek (diyelim, ağız hava ile dolduğunda yanaklar hakkında). bulçuyt- et. bulçuy- dan. bulçuyuu işs. bulçuy- dan. buldan- 1. para pul edinmek, paralanmak; 2. mec. kurulmak, övünmek. buldur- I, 1. müphem, açık olmıyan, muayyen olmıyan; buldur kabar: kafi derecede doğru (mevsuk) olmıyan haber, rastgele bir haber; buldur körün- : belirsiz görünmek; 2. pelteklik, peltek; buldur- buldur til: çetrefil dil; 3. baldır sözünün tekidir.\n\n\nII, et. bul- III ten; etegimdi itke buldurdum: köpek eteğimi yırttı. buldura- açık, muayyen olmamak (ses hakkında) ; buldurap süylö- : (dinliyene anlaşılmıyan) bir dille konuşmak. buldursun bahadırın kırbacı, kamçı; asıy ögüz terisinen örüm kılgan buldursun folk. : bütün üç yaşında olan öküzün derisinden örülen kırbaç. bulduruk step çili (kuş). bulga- 1. sallamak (diyelim, çağırırken el sallamak); depretmek; baş bulga : baş sallamak; 2. döndürmek; 3. kirletmek, bulaştırmak, pisletmek; ötügü caman tördü bulgayt, oozu caman eldi bulgayt ats. : çizmesi fena olan tör’ü (bk. tör I) pisletir; ağzı kötü olan (bütün) eli pisletir. bulgaarı telâtin (sahtiyan) ; sepilenmiş deri; bulgaarı zootu : deri işleme yeri. bulgala- it. bulga-dan. bulgalakta- 1. kıvrılmış; 2. tekrar tekrar sallamak; kuyruk bulgalakta : kuyruk sallamak. bulgan I, ipek.\n\n\nII, bulaşmak; çörçöpten tıkanmak. bulganç bayağılık, alçaklık; bulganç işter: pis, bayağı, çirkin işler. bulgangandık çörçöpten tıkanmış olmak- lık. bulgant- et. bulgan II-den. bulganuu pislenme, tıkanma. bulgarı = bulgaarı. bulgaş- müş. bulga-dan; kolun bulgaştı : ellerini salladı. bulgoo işs. bulga-dan. bulk- keskin bir hareket yapmak, fırlamak. bulkak sepilenmemiş deriden yapılan, yüksek, üst kısmı dar olan kova. bulku- keskin bir hareket yapmak, fırlamak; bolor kulun celede bulkuyt, bolor bala beşikte bulkuyt ats. : iyi olacak tay bağlandığı yerde rahat durmaz, adam olacak çocuk beşikten fırlar; bulkup aldı çılbırdı, culkup aldı tizgindi folk. : kemendi kopardı, dizgini yakaladı. bulkulda- 1. «bulk» sesi çıkararak suya düşmek; 2. ani surette titremek. bulkuldat- et. bulkulda-dan; kımızdı bulkuldata çayka-: kımızı (tulumda) «bulbulk» çıkacak surette karıştırmak. bulkun- deprenmek, koparcasına sallan- mak, çalkalanmak; kurtulmaya çaba- lamak; bulkunup köldü tolkutat, silkinip eldi korkutat folk. : kurtul- mıya çabalıyor ― göl talazlanıyor, silikiniyor ― eli korkutuyor. bulkunt- et. bulkun-dan. bulkuş- hep beraber çekmek, silkmek; çekişmek. bulkuy- kocaman ve şişman olmak (insan hakkında) ; bastırıp ketti bulkuyup folk. : koskoca nesne gitti; orta caşka kelgen bulguykan kişi : orta yaşlı şişman kimse. bulkuyt- et. bulkuy-dan. buloo 1. buğu, buhar; 2. sahte tabibin tedavi usullerinden biri ( buğu ile emlemek). buloolon- buğu çıkarmak; cabuudan kök buu çııgıp, buloolonup cattı : çuldan koyu mavi buğu çıkıyordu. buloolont- et. buloolon-dan; aldıbızga buloolontup et koydu : önümüze dumanı üstünde olan eti koydu. bult bult ber- : fırlamak; ürkerek, bir yana atılmak, sıvışmak. bultakta- yan çizmek, bir bu yana bir o yana atılmak. bultaktat- et. bultakta-dan; kuyruğun bultaktatıp : kuyruğunu sallayıp; bultaktatıp, karmatpayt : kendini yakalatmıyor. bultalakta- sıvışmak; özünün aybı cönündö eç kanday söz aytpay bultalaktadı : yan çizdi ve kendinin suçuna dair hiçbir şey söylemedi. bultay- dışarıya doğru çıkık durmak, şişmek; tili bultaydı : dili dışarı çıktı. bultayt- et. bultay-dan; til bultayt-: dilini çıkarmak. bultuguy = bultuk bultuk dolgun yüzlü, kalın yanaklı. bultulda- 1. = boltulda-, bulçuñdarı bultuldadı : adaleleri oynadı; 2. hırslanmak, hiddetlenmek. bultuldat- et. bultulda-dan. bultuy 1. surat asmak; 2. kabarmak, şişmek; bultuygan bala: şişkin yanak- lı çocuk; közüm bultuyup şişip ketti : gözüm fena surette şişti. bultuyt- et. bultuy-dan; eki uurtun bultuytup tolturup : ağzını öyle dol- durdu ki, iki avurtu kabardı, şişti. bulun (Rad., V) = buulum. buluñ köşe, bucak. buluñda- sinirlenmek, hırslanmak. bulut bulut. buluttan- bulutlarla kaplanmak bulutlan- mak. buluttuu bulutlarla kaplanmış, bulutlu. bunt kon. = punkt. bupet = bufet. bur- döndürmek, çevirmek; yoldan çevirmek; suu bur- : suyu başka yönete çevirmek; attın başın bur-: atın başını çevirmek. bura- I, 1. koklamak; 2. kokmak, koku vermek; cıpar añkıp, cez burap folk. : mis kokarak ve kalay kokusu vererek (karş. cıtta).\n\n\nII, vidalamak, vida ile mıhlamak, bükerek sıkıştırmak; saat bura-: kurmak: içim burap oorup turat : miydem buruyor ve ağrıyor. buradar f. 1. dost; 2. mahbube; mahbup. burak I, (Rad.) koyun ağılı.\n\n\nII, a. 1. mit. efsanevî binek hayvanı. (Bu hayvana binerek Peygamber Muhammed göğe çıkmıştır) : 2.yürük at. buraktat- caş buraktat : iri gözyaşları dökmek. bural- 1. burmalı olmak; yılankavı olmak; vida ile mıhlanmış olmak, bükerek pekitilmiş olmak; 2. gevşemek; buralgan aç : gayet aç. buralış- müş. bural-dan buralt- et. bural-dan; boporoz tütünün buraltıp : (ağzından) cigara dumanını savurarak. buraluu işs. bural-dan. burama burmalı; vida; burgu, şişeaçar (tire-bouchon). buramaluu vidalı, burmalı. burana 1. direk; 2. kule burañ kıvrılma; kırıtma; cılanday burañ taştayt : yılan gibi kıvrılıyor; cılanday burañ bel : ince ve bükülgen bel; burañ bel kelişimdüü kız : ince belli, endamlı kız. burañda- 1. kıvranmak; yılankavı olmak; 2. yapmacık, düzme hareketlerde bulunmak. burañdoo işs. burañda-dan. burasant kon. = protsent. buraş- müş. bura-II den. burat- 1. büktürmek, burdurmak; buram buram (toz, duman) çıkarmak. buratala = biratala burcuaziya = burjuaziya burcuaziyaçıl = burjuaziyalık burcuguy 1. bodur; 2. tümseklerle kaplan- mış (diyelim, gergin adaleler hakkında) . burcuy I= burjuy. burcuy- II, 1. bodur şekilde olmak; 2. kabarık, şişkin olmak. burç köşe, zaviye (açı); kızıl burç odada başköşe; keñ burç mat. : geniş açı (zaviyei münferice); tar burç mat. : dar açı (zaviyei hadde); tik burç mat.: dik açı (zaviyei kaime) ; çekteş burç mat. : komşu açı (zaviyei mütecavire); köp caktuu burç mat. : çok yüzlü açı (çok vecihli zaviye); sızık burç mat. : çizgi açı; içki burç mat. : iç açı; tışkı burç mat. : dış açı; kaptal burç mat. : yan açı; kabarıñkı burç mat. : çıkıntılı açı; kayçı burç mat. : kesişen açılar (mütekatı zaviyeler); köp burç mat. : çokgen (mudalla); beş burç mat. : beşgen (muhammes). burçtan- keskin bir çıkıntının açı şeklinde öne doğru uzanması. burçtuk 1, köşeli köşeleri olan; 2. sathında köşeleri çok olan. burda- şiddetle çekmek; fırlamak; şiddetle bir yana çekmek; kulagımdı burdap alıp tartıp-tartıp ciberdi : kulağımı yolarcasına kaç defa çekti; tamaktı burdap ceyt : hırsla ve büyük büyük lokmalar alarak yiyor; it burdap ketti : köpek kaptı, şiddetle çekti (ısırdı ve sıçrayıp kaçtı) . burduk- yiyeceğe hırsla atılmak; hırstan tıkanmak. burganak kar kasırgası. burganakta- kasırga yapmak; burganaktap kar caadı : kar yağdı ve kasırga yaptı. burgu- buram buram yükselmek (duman hakkında) . burgut- buran buram toz kopararak koşturmak, (atı) dörtnala koşturmak. burguyla- dörtnala koşmak . burjuaziya r. burjuvazi (zadelerle halk arasında orta şehirli muteberan sınıfı). burjuaziyalık burjuva’ya mensup, mütealik ait; burjuaziyalık ulutçul : burjuva taraftarı milliyetçi. burjuy r. burjuva. burk burk-şark : kızarak, hiddetle ; burk- şark etip uruşa ketti : söverek üzerine atıldı; burk etken mıltık tütünü gana körünüp kalat : yalnız arasıra birden tüfek dumanı gözüküyor. burkak tipi, kar kasırgası. burkakta- tipi yapmak. burkan I, burkan-şarkan : gürleme; çatırdı; burkan-şarkan tüşüp ıyla : (sövüp sayarak ve bağırıp çağırarak) acı acı ağlamak, gözyaşları dökmek.\n\n\nII, (destanda) pul, sanem. burkanda- (mâna itibariyle) = burkan- dan-; taş burkanda : kızışmak, kızgın bir mahiyet almak; bozo taş burkandap kürüldöyt : boza gürleyip kabarıyor; coro taş burkandap çıkkan sayın… : işret kızıştıkça. burkandan- taşkınlık etmek, gaddarlık etmek. burkulda- 1. gürlemek, çalkalanmak; oozundan burkuldap köbük agat : ağzından fışkırarak köpük akıyor; 2. tehevvüre kapılmak, aşırı derece kızmak : kirgen buuraday burkuldayt : kızgın deve gibi gazebe geldi. burkuldat- et. burkuda-dan. burkura- 1. buram buram çıkmak, yükselmek (duman, toz hakkında) ; 2. mec. acı acı ağlamak, yüksek sesle gözyaşları dökmek. burkurak burkurak cıttuu : kuvvetli koku dağıtan, pek fazla kokan; güzel kokulu. burkuat- et. burkura-dan; makorkeni burkuratıp sorup alıştı : (mahorka denilen kaba tütünü) buram buram duman çıkararak çekiyorlardı. burma burmalı, burma; burma köz : işveli nazarlar atan kadın, göz atan kadın; burma moyun (bir kuş adıdır) : burma boyun. burmala- 1. burma şeklinde hareket ettirmek; döndürmek ; 2. bir şeyin tabiat ve mahiyetini bozmak. burmalan- mut. burmala-dan. burmaloo 1. bükmek, burmak; 2. tahrif etmek 3. sis. inhiraf (sapkınlık). burmalooçu 1. bükücü, burucu; 2. sis. inhirafçı (sapkın). buroo bükme, burma, vidalama. bursat a. zaman, fırsat; bursatka kelbey üzüldü : vakitsiz öldü. bursuguy küçücük ve şişmanca (çocuk hakkında) ; gürbüz çocuk. busuy- küçücük ve şimanca olmak, görünüşile şişkoyu andırmak. burta sığır midesi (kırkbayır) yanlarının kalın yerleri. burtuguy yüzünü buruşturan, suratını ekşiten, surat asan. burtulda- gürültü ile fışkırmak (gazler, mayiler hakkında); gürlemek; tütün burtuldayt : duman buram buram çıkıyor. burtuldat- et. burtulda-dan. burtuñda- surat asmak. burtuy- surat asmak, yüzünü ekşitmek. buruguy bükülmüş, burulmuş, burmalı. buruksu- güzel koku neşretmek, güzel kokmak. buruksut- et. buruksu-dan. burul- dönmek. burulda- şakırdayan, gürleyen ses çıkarmak; çatırtı ile fırlamak; buruldap kara koyuu kök tütündör buralıp kalıp barat : kara, koyu mavi duman buram buram çıkıyor, yükseliyor; mıltıktın tütünü buruldap sozuldu : tüfeğin dumanı fırlayıp uzadı. buruldat- et. burulda-dan; boporostun tütünün buruldatat : cigaranın dumanını buram buram çıkarıyor. burulma yan sokak. burult- döndürmek, çevirmek; attın başın burult! : atın başını çevir! buruluş 1. dönüş; (yol, sokak veya ırmağın döndüğü yer); 2. mec. buhran, dönüm noktası. buruş I, çevirme, dönüş; coldon buruş : yoldan sapa yerde, yol üzerinde olmıyan; buruş cür- : dolambaç yoldan gitmek, yürümek; mec. yalan dolanla yaşamak.\n\n\nII, muvakkat damga, im ( başlıca, koyunlar üzerinde) buruş ur- : muvakkat damga vurmak. buruştuk yalan. burut Kırgız (Kırgızları bu isimle Kalmuklar adlamaktadırlar. Kır- gızlar yalnız Kalmuklar ağzından naklen kendilerini tesmiye ederler). buruu çevrilmiş, düz olmıyan; tili buruu al : yabancı dil (harfiyen: eğri dil); Kırgızda sizdey cok eken, çıkpasa tili buruudan folk. : yabancı dillerle konuşanlar arasında bulunmazsa, Kırgızlar arasında senin gibi dilber yoktur; öñü buruu : görünüşü, şekli ile temayüz eden (başkalarına benzemeyen). buruuçu çevirici, döndürücü. buruy- bükülmek, burulmak, burmalı olmak. buruyt- et. buruy-dan. busulman a-f. müslüman adam. busurman = busulman. buş- şaş sözünün tekidir. buşman f. tasa, acı : (pişman, M.) but I, r. pud (Rus ağırlık ölçüsü) .\n\n\nII, 1. bacak, but (insan hakkında); butunun başı menen : ayağının uçlariyle; butu kolu cerge tiybey cüröt mec. : sevinçten kendisinden geçmiş; 2. art ayak.\n\n\nIII. sans. put; mukaddes tasvir. buta I. 1. çalı, çalılık; kara buta : bir çalının adıdır; 2. kurşun menzili; buta atım : bir ok atımı yer (koşularda mesafe) ; 3. nişan, hedef; buta koyup attık : nişan dikerek attık; butaga tiygendey süylöyt : isabetli söylüyor.\n\n\nII, (Rad., V) bir kumaş adıdır. buta- III, dalları kesmek, budamak; (ağacı) dallardan ayıklamak; ka- nap- butap : amansızca döverek. butak dal, budak; mazardın butagı bele! : sanki bir kutsî şeydir! (harfiyen : bir mezar dalı değil ya.) 2. dallanma. butaktuu budaklı. butal- dallardan ayıklanmak, budanmak (ağaç hakkında). butat et. buta-III ten. butkul oyuk; burmalı oyuk. butta- «pud» la tartmak, pudlamak; tartmak. buttaş- 1. karma karışık olmak; 2. ucu kaybolmak; buttaşıp cogoldu: kayboldu gitti (elden ele geçerken) buttaştır- et. buttaş-tan; kamçımdı buttaştırıp cogottu : (elden ele geçirmek suretiyle) kamçımı kaybetti. buttuk at buttuğu : eğerin bir parçasının adıdır; eki cagında teminöörü cana at buttugu bolot: (eğerin) her iki yanında tepengüler ve at buttuğu bulunuyor. butur batır I sözünün tekidir. buu- I, 1. buğu, buhar; 2. (herhangi bir şeyi kaplamak için) maden mahlûlü; bul altın emes, altındın buusu : bu altın değil, yaldızdır; altındın buusuna karmagan : altın mahlûlü ile yaldızlanmış.\n\n\nII, boğmak; bağlamak, sağlam bağlayıp pekitmek; kaptın oozun buu- : çuvalın ağzını bağlamak. buudak (meselâ, duman) sütunu; buudak at- : buram buram yükselmek. buudan 1. yürük (dayanıklı ve süratle koşan atın vasfıdır); altı ay minse, arıbagan buudan : altı ay fasılasız binilse dahi yorulmıyan yürük at; Aç buudan : bahadır Coloy’un atının lâğabıdır; 2. bahadır, yiğit. buudandık 1. süratli yürüyüş, yorulmaz- lık; 2. yiğitlik. buuday I, buğday; buudaydın barar ceri―tegirmen ats. : tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer kürkçü dükkânıdır ( harfiyen : buğdayın varacağı yer değirmendir); kara buuday : çavdar; kodura buuday : yabanî buğday; uu buuday : karamuk; buudaybaş = buudayık I; ak buuday çayna- (destanda) : and içme şekillerinden biridir (harfiyen: ak buğday çiğnemek) ; tişi buuday : sarıdişli; mec. : ihtiyar (insan hakkında) ; buuday cüzdüü yahut buuday öñdüü : beyaz yüzlü; buuday kuur- 1) buğday kavurmak; 2) mec. durmadan çene çalmak, heyecanla söylemek, konuşmak.\n\n\nII, pılı pırtı, eski püskü nesneler (terzilerde). buudayık I, yere sürünen Triticum repens otu; karamuk.\n\n\nII, efsanevî bir yırtıcı kuş. buudayla- (giyim sırılırken) astar içine eski püskü nesneler sokmak. buudur- et. buu-II den. buul- Boğulmak, sıkıştırılmış, sıkı bağlanmış olmak; buulgan ün : kısık ses. buula- buğulamak, tebhir etmek. buulan- buğulanmak, tebhir edilmek. buulat- et. buula-dan. buulgansı- boğulur gibi olmak, bo- ğulayazmak. buuluk- 1. keskin ve anî hareketler yapmak ( diyelim, fazla kızmış olan at hakkında) ; 2. kuvvet hamlesi hissetmek. buuluktur- 1. et. buuluk-tan; 2. baştan çıkarmak, iğva eylemek. buulum 1. kıymetli bir kumaşın adıdır; için suusar içtetip, tışın buulum tıştatıp folk. : (kürkün) içini zardava (Mustela) kürkile astarlayıp, yüzünü ise, buulum kumaşiyle kaplayıp, 2. bir kürk adıdır. buuluu buğulu, buharlı. buum bağ (demet), bağ (sargı); 2. 6-7 puda muadil olan hububat ölçüsü (muayyen ölçüdeki çuvallara hububat o tarzda doldurulur ki, çuvalların ağızlarını bağlamak çok kolay olur) ; bir buum buuday (6-7 pud ağırlığında) : bir çuval buğday. buuma 1. bağlanmış! 2. hububat ölçüsü = (bk.) ; çımçıp buuma : ağzına kadar öyle doldurulmuş olan çuvaldır ki, bağlanması güç olur; şalkı buuma: öyle doldurulmuş olan çuvallardır ki onun kenerlarını kolayca bağlamak mümkün olur. buun- (kendi üzerine) sıkı bağlamak; başına buunup aldı: başına sardı; belin bekem buunup folk. : beline muhkemce kuşak sararak. buura- deve aygırı: buğra, pugur, bugur, buhur; kirgen buura : kızgın buhur; buura çögör bk. çögör; buuraga çöktür- bk. çöktür-. buurcun genç erkek devedir ki dişiye aşma çağına ermiş olur. buurçak 1. nohut; 2. uçlarında küçücük ilmikler olan kısacık iplerdir ki, bunlar kuzulrı bağlamıya yararlar. buursun 1. saban; 2. pulluğun yahut sabanın sapı. buuruk- 1. kin beslemek; 2. can sıkılmak, kederlenmek. buurul karışık kır (at donu) ; buurul tün bk. tün. buurulcun = buurcun. buurusun = buursun. buxgalter r. muhasebeci. buxgalteriya r. muhasebecilik. buy I, iğelik meşguliyetleri; maişet işleri; caman atıñ buyga min, tünöp kalgan uyga min folk. : kötü atına binerek, dirlik işlerinin peşinden koş, (bilmem nerede) geceleyip kalan ineğini aramaya git; buy bolup kettim: bana artık bezginlik geldi; ay aalamdı buy kılgan folk. : bütün cihanın rahatını kaçırdı.\n\n\nII= buykta; buyga kir- : kuytu bir yerde saklanmak. buyda = dalda I; buydaga kirgenken kiyin: kuytu, örtülü yere girdikten sonra. buydal- 1. bir parça eğlenmek, duraklamak; 2. afallamak; buydalıp süylöy albay kaldım : afalladım ve söyliyemedim. buydoo engel, alıkoma; işke buydoo kıldı: işe mani oldu, işi durdurdu. buygat dağ yamacındaki küçük dere (dağın tepesine yakın yerde) ; cıbıt (bk.)’ ın yukarıki dalları. buyla 1. öküzün yahut devenin burun kıkırdağına geçirilen küçük çubuk; 2. iğin ucundaki çubuk. buylala- burun kıkırdağına buyla geçirmek (bk. buyla 1). buylalan mut. buylala-dan. buylalat- et. buylala-dan. buylaluu burnunda buyla (bk.) bulunan. buynat a. /9/ esas; hilkat, yaratık; buynat bolgon kuyundan folk. : o, kasırga- dan yaratılmıştır. buyro = byuro. buyru iyri-buyru : eğri büyrü, yılankavı. buyruk 1. buyrultu, emir, ferman; 2. gram. fiilin göğdesi; emir şekli; kat buyruk etiş : ikinci derecedeki icbar fiili; ters buyruk etiş : fiilin menfi esası. buyruktuu önceden taayyün etmiş. buyruu emretme. buyta- savuşmak, sıvışmak, gizlice uzak- laşmak; birdenbire ve keskin bir surette dönmek; coldon buyta- : hızlıca ve birdenbire yoldan bir kenara sapmak, gizlice yoldan bir yana gitmek. buytaş sıvışkan; çevik. buytat- et. buyta-dan; buytatıp kettim : dönüverdim (diyelim, at üstünde iken, onu âni surette ve hızlıca dönmeye icbar eyledim); buytat- pastan alkımdan al- : şiddetle gırtlağa sarılmak. buytka 1. kuytu mahal; örtü, sedir; 2. mec. samimiyetsizlik; iğfal; buytkası turat cüzündö folk. : yüzünde aldat- ma alâmeti görünüyor. buytoot buytoot cer : yoldan bir kenarda bulunan kuytu bir mahal. buyuk- donmak, tamamile soğumak, soğuktan, kar tipisinden helâk olmak; boroondo buyugup cogoldu : tipi esnasında (soğuktan) şuurunu kaybetti ve mahvoldu; buyukkanga cıldız ― ot ats. : suya düşen yılana sarılır (harfiyen : üşüyene yıldız ― ateştir). buyuktur- et. buyuk-tan. buyum şey, nesne; buyum-tayım : her türlü eşya. buyumdat- buyumdata dalil : cürmün işlendiğini gösteren maddî ve katî delil. buyumsut- dikkate değer saymak, önem vermek. buyur- 1. emretmek; ısmarlamak; 2. önceden tayin etmek, önceden tahsis etmek; buyursa da, buyurbasa da: herhalde; her hali takdirde; uyalbagan buyurbagandan içet ats. : vicdansız kendisine tahsis edilmiyeni de yer; at saga buyursun : at senin olsun; tamekiñ barbı? ― buyurbasın! : tütünün var mı? ― zerre kadar! buyurkan- hırslanmak, hiddetlenmek; bet tügün çıgarıp buyurkanat : hırtan ürperdi. buyurt- et. buyur-dan. buyurul- mut. buyur-dan. buz- tahrip etmek, ihlâl etmek, bozmak; et buz- : et bölmek (kesilmiş ve derisi yüzülmüş hayvanı parçalamak) ; kar buz- : kar üzerinden yol açmak. buzakı = buzuku. buzakılık = buzukuluk. buzdur- et. buz-dan. buzgandık mıyzam buzgandık : hukuku ihlâl etmek; kanunsuzluk. buzuk yıkık, bozulmuş; hovarda; bozuk adam (ahlâksız) ; kuyu buzuk : aşırı ahlâksız; niyeti bozuk; fena fikirli, düşünceli; buzuk oroy : bayağı, müptezel; buzuk sal- 1) akın yapmak; 2) tahribat yapmak. buzukçuluk = buzukuluk. buzuktaş- gürültü patırtı çıkarmak, kavga etmek. buzuktuk hovardalık; ahlâksızlık, bozuk- luk. buzuku talaşman, baştan çıkarıcı. buzukuluk talaşmanlık. buzul- yıkılmak; ihlâl edilmek, bozulmak; içim buzuldu : miydem bozuldu; el buzulgan cılı kon. : halkın ayaklandığı senede (1916 yılında). buzult- et. buzul-dan. buzuu tahrip, ihlâl, ifsat (bozma). buzuuçu tahrip edici, ihlâl edici; çek aranı buzuuçu : hududu (sınırı) ihlâl edici. buzuuçuluk ihlâl, tahrif, bozma. bü bk. bı. bübü f. sahte kadın tabip; kadın şaman; kadın bahşı. bücet = byudjet : bücüñdö- 1. hareketlerinde kıvrılmışa, kanburlaşmışa benzemek (kocakarı ve ihtiyar hakkında) ; 2. mec. yaranarak bükülmek, eğilmek. bücürö- 1. kanburlaşmak, bükülmek; kartaygan kişi bücüröp kalat : ihtiyar adamlar kanburlaşıyorlar; 2. mec. yaltaklanmak, yaranamak. bücüröñdö- tereddütle, korkarak basmak (diyelim, yalınayak adam biçilmiş ot yahut kaşlar üzerine) ; taşırkagan at taştuu cerde bücüröñdöp basat : ayağı incinmiş olan at taşlık yerde tereddütle basıyor. bücüröş- müş. bücürö-den. bücüy- 1. kıvrılmış, büzülmüş şekilde bulunmak (diyelim, saklanmış tavşan hakkında) ; yaranarak dört büklüm olmak; 2. sinmek (gizlenmek). büçü paltoda veya gömlekte düğme yerini tutan bağ; büçüdöyün kaltırba : zerre kadar bırakma! büçülö- düğme yerini tutan bağ ile iliklemek (diyelim, gömleğin yakasını). büçülük 1. büçü; 2. kadınların göğüsleirnde taşıdıkları bir ziynetin adıdır. büçür tomurcuk (bot.) (karş. küçük 2). karagaydın büçürü : sınavberin iğne- leri. büdö a. can büdögö tüş- : telâş etmek. büdömöktö- büdömöktöp ayta albadı : afalladı ve söyliyemedi. büdür sivilce; carmanın büdürü : çorbada toplar (yuvarlaklar); kolunda maldan büdürü cok : elinde zerre kadar hayvan yoktur. büdüröy- pürüzlenmek (ufak pürüzler hakkında.) büdüröyt- et. büdüröy-den. bügörökçö öyle olmaktansa, en iyisi…; bügörökçö, barbay ele koyom : öyleyse, en iyisi ben gitmeyim. bügül- bükülmek, eğilmek. bügült- et. bügül-den. bügün bugün. bügündük bugünlük, bugünkü gün iyi yetişecek miktar; bügündük ele tamak : yalnız bugün için kâfi gelecek yiyecek. bügünkü bugünkü. bügüş büklüm (dikişte). bük I, büküm yeri, kıvrım.\n\n\nII, bük tüş 1) yüz sürmek; 2) sıkıntı, keder içinde bulunmak. bük- III, bükmek, kıvırmak; tize bük- : diz eğmek, ayakları bükmek. bükçügüy bükülmüş, kanburlaşmış. bükçüñdö- hareketlerinde kanburlaşmışa benzemek, kanburlaşmak. bükçüy- kanburlaşmış şekilde bulunmak. bükçüyt- et. bükçüy-den. bükön bükön barası çıgıp kıyradı : parça parça, bin parça oldu. büktö- sarıp bağlamak, bükmek. büktöl- mut. büktö-den. büktölüü tomar yapılmış (diyelim, bir kağıt tomarı) ; şaymandın baarı büktölüü folk. : teçhizatın, levazımın hepsi sarılmıştır (azimet için anıklanmıştır). büktömö 1. bükülmüş, bükme; bükmek yolile toplanmış; 2. iki katlı (kumaş hakkında). büktöö sarma, bükme. büktöş- müş. büktö-den. büktöt- et. büktö-den. bükülü bütünü, tam olarak; bükülü et : bir parça et; bükülü cep iydi : hepsini, (gereği gibi çiğnemeden) tamamını yuttu. bükür kanbur. bükürököy = büküş. büküröñdö- hareketlerinde kanburlaşmı- şa benzemek , kanburu andırmak, kanburlaşmak. büküröñdöö işs. büküröñde-den. büküröy- kanburlaşmış şekilde olmak, kanburlaşmak. büküröyt- et. büküröy-den. büküş bir parça kanburlaşmış, azcık arkası çıkık olan. bül- kavgalı, nizalı olmak. bülbül sönük, çok az yıldırayan; bülbül tart- : sönmek (solmak) ; köz bülbül tarttı : gözlerin feri kaçtı. bülbüldö- azcık yıldıramak (ışık hakkın- da), pek az gözükmek; bülbüldögön karaandar körünö baştadı : göze zor ilişen karaltılar görünmeye başladı. bülbüldöt- et. bülbüldö-den. büldö kıymetli bir kumaş adıdır. büldür- bozmak, berbat etmek; bütkön işti büldürdüñ : bütün işi berbat ettin. büldürgö kırbaçta, kamçıda bileğe geçirmek için olan ilmik. büldürgüç 1. yıkıcı, zarar verici; 2. talaşman, yıkıcı faaliyette bulunan. büldürgüçtük yıkıcı faaliyet. büldürkön çilek, ufak çilek. büldürt- et. büldür-den. büldürüü işs. büldür-den. büldürüüçü = büldürgüç. büldürüüçülük = büldürgüçtük. bülgün (mâna itibariyle) = büldürgüçtük. bülgündük 1. yıkma, tahribat, haraplık; 2. kargaşalık, fitne; bülgündükkö tüşür ― 1) tahribetmek; 2) kargaşalık salmak, çıkarmak. bülk bülk et- 1) silmek, çırpmak (yumuşak bir nesneyi); 2) yavaşça dürtmek ve fısıldamak. bülküldö- silkinmek, çırpınmak (yumuşak bir nesne hakkında); tamır bülküldöp sogot : nabız ölçülü dabelerle atıyor; balanın emgegi bülküldöyt : çocuğun baştepeciği soluyor; kötönü bülküydöty mec. : cesaretini kaybetti, korktu. bülküldök 1. karnın ahşa kısmının iç tarafını kuşatan zar, 2. gurgur etme gurlama, guruldama (midede). bülküldöş- müş. bülküldö-den; eköö bülküldöşüp süylöşöt : ikisi yavaşça konuşuyorlar, sohbet ediyorlar. bülküldöt- et. bülküldö-den; eerin bülküldöt- : dudakları birbirine dokundurarak ses çıkarmak; bülküldötö cürgülö! : atı hızlı koşturarak gidin! bülküldötüş- müş. bülküldöt-ten. bülleten = byulleten. bülö aile uzvu; aile; üy bülö : aile ferdi, uzvu; bülö kıl- : evlâtlığa almak; eçe üy bülösü bar? : onun aile efradı kaç?; bölü sook keçesi: aile gecesi (müsameresi). bülöö (karş. kayrakI) bileği taşı; (bıçak, ustura ve s. bilemek için) ince bileği taşı. bülösüz ailesiz. bültügüy küçücük pürüz (diyelim, küçücük çıban) . bültüy- bir parça pürüzlü, azcık şişkin olmak; hafifçe şişmek, kabarmak; uktap, közü bültüyüp kaldı: uykudan gözleri şişti; carası bültüyüp turat: yarası hafifçe şişmiş. bültüyt- et. bültüy- den. bülük kargaşalık, niza; iç savaş; bülük tüş- : kargaşalık, karışıklık husule gelmek; tabışın uga koyup, töşekten ırgıp turup, bülük tüşüp kalar ele: onun sesini duyarak, yataktan sıçradı ve şaşkınlıkla kıvrandı. bülün I, talaan- bülün bk. talaan. bülün- II, 1. kargaşalık husule gelmek; 2. perişan olmak, iflas etmek. bülünçülük kargaşalık, karışıklık; isyan; nizalar. bülündür- et. bülün- II den ; işti bülündürdü: işi batırdı. bülünüü kargaşalık, karışıklık; niza, kavga. bünküt : = punkt. büp bü hecesiyle başlıyan sözlere takviye için katılır;büp-bütün. : büsbütün, tam. bür I, tomurcuk (bot. ) ; taze yapraklar; bür bayla- : tomurcuk çıkarmak, bağlamak; yeşil yapraklarla kaplamak. bür- II, dikmek; büklümler yaparak dikmek, kıvırmak;köynöktü cuup,bürüp aluu kerek: gömleği yıkamalı, kıvırarak dikmeli. bürçök köşe; köşecik; kızıl bürçök: başköşe. bürdö- tomurcuk bağlamak ; yapraklar açmak ; gereği gibi yeşillenmek (bitkiler hakkında) . bürdön- mut. bürdön- den. bürdönüş- müş. bürdön- den. bürdöt- et. bürdö- den; bak bürdöt- : bahçeyi çiçek açma çağına erdirmek. bürdüü tomurcuklarla , taze yapraklarla kaplanmış olan. bürgöbör r. kon. prigovar, karar(cemiyetin birisi hakkında çıkardığı hüküm) . bürgön kara börgön: tuzlu yerlerde biten çöğen otu, salsola. bürgönöktö- hızlı koşmak, alabildiğine koşmak. bürgönöktöt- hızlı koşturmak, dört nala koşturmak. bürk- bir mayii ağza alarak serpmek; boyuna tükürmek. bürkö- örtmek, kapatmak; kabagın bürködü: kaşlarını çattı, surat astı. bürkök 1. örtük, 2. kapalı, kapalılık (hava hakkında) ; kün bürkök: hava kapalı; bürkök tart- : kapanmak(hava hakkında) . bürköl- mut. bürkö- den; kün bürkölüp turat. hava kapanıyor; kabagı bürköldü: kaşlarını çattı, bürkön- bürünmek,örtünmek; kabagı bürköö: surat astı, kaşlarını çattı: keyfi yerinde degil; kün bürköö: hava kapanıyor. bürköö kapama, örtme; kabagı bürköö: surat astı, kaşlarını çattı: keyfi yerinde değil; kün bürköö: hava kapanıyor. bürktür- et. bürk- ten. bürküm ağza alıp serpilenilecek kadar su; bir birküm suuça daarıgan cok: hiçbir tesir yapmadı. bürküt karakuş; ala bürküt: karakuş nevilerinden biri; suu bürküt: deniz kartalı( haliaetus) ; bala bürküt: bir yaşına kadra olan karakuş yavrusu; bürküt karısa, çıçkançıl bolot ats: karakuş kocarsa fare avlar; şodokondun bürkütündöy bolbo: fazla haris olma! bürküü fışkırma. bürmö kırma( giyimde) . bürmölö- kırmak (dikişte) . bürmölöt- et. bürmölö- den. büro = byuro. bürokrat = bayurakrat. büröö = biröö . bürsügünü öbürgün, yarından sonra. bürt bürt ket- yahut bürt öl- : ansızın ölmek (karş. mürt) . bürtük küçük top(yuvarlak) ; bir bürtük buuday: bir tane buğday; bir neçe bürtük caş: birkaç damla gözyaşı. bürük 1. hitan ameliyatı yapılmamış olan zeker(penis) ; 2. henüz hitan ameliyatı görmemiş çocuk. bürül yahut ürül bürül : sabah veya akşamın alaca karanlığı; akşam karanlığı; bürüldö cakşı taanıy albadım: alaca karanlıkta iyice tanıyamadım; atçan kişi ürül-bürüldün içine kirip cogoldu: atlı adam karanlıkta kayboldu. bürüş- büzülmek, buruşmak. bürüştö- buruşmak, kanburlaşmak bürüştür- et. bürüş- ten. bürüşüñkü hafifçe buruşmuş; bürüşüñkü tart- : hafifçe buruşmak, büzülmek. bürüşüü işs. bürüş- ten. büşürkö- müphem bir surette göz önüne getirmek, karışık bir tarzda hatırlamak; seni büşürköp, taanıy albay turam: seni hatırlar gibi oluyorum, ancak tanıyamıyorum; biraz büşürköp, taanıy kettim: bir parça düşündüm ve onu tanıdım. büt I, bütün, tamamen , tam olarak,tamamile! akçañdı büt berdim: paranın hepsini verdim; büt boydon: tamamen, tam olarak, büsbütün; büt cana toluk boydon: tamamen ve kamilen. büt- II, 1. bitirmek; bitirmek üzere bulunmak; işiñdi erterek büt! : işini erkence bitir!; 2. bitmek; bitmek üzere bulunmak; işim büttü: işim bitti: okuu kaçan bütöt?: dersler ne zaman bitecek?; özü bütöt: kendiliğinden uçmak(sıvışmak): 3. bütkön beçi: hep, büsbütün; can bütköndün baarı: bütün diri varlıklar, bütün canlılar; 4. bitmek(nabit olmak) , neşvünema bulmak ; atka cal büttü: atın yelesi çıktı, büyüdü; 5. gebe kalmak; 6. belirmek; cer bütköndön: alemin yaratılışından beri; 7. onulmak; carası bütö elek: henüz yarası onulmadı. bütkön = bütkül (örnek bk. büt II, 3). bütkör- bitirmek, bitirmek üzere bulunmak, ikmal etmek, tamamlanmak. bütkörül- bitirilmek, tamamlanmak. bütkörülüü işs. bütkörül-den. bütkörüü bitirme, tamamlama. bütkül hep, bütün, tamamile. bütkür = bütö. bütküs = bütürgüsüz. bütö- düzeltmek, tamir etmek. bütöl- bütünlenmek; düzülmek; üstü bütölüp, karındarı toydu: onlar giyindi ve karınları doydu (artık giyim ve yiyecek ihtiyacı hissetmez oldular) ; etegi bütölüp, ceñi uzadı: iyi yaşıyorlar, kötü elbise ile gezmiyorlar (harfiyen: etekleri bütünlenerek, yenleri uzadı ) bütölümüş şöyle böyle inşa edilmiş.\n\n\ntamamile, büsbütün. bütöö I, işs. bütö-den.\n\n\nII, her yandan kapalı. bütügüy dar gözlü, gözleri küçük yarık gibi olan. bütük fasılasız, bütün; deliksiz; bütük köz = bütügüy. bütülü bütün, tamamile; bütülü iş: artık(müsait bir surette) tamamlanmıya hazır olan iş. bütüm uzlaşma, barışma; hüküm (mahkeme kararı) ; bütüm al- : es. hava parası almak ; barışma mukabilinde mükafat almak. bütün tam bütün, tamamiyle; bütün dünüyö proletarları, birikkile! : bütün ülkelerin (harfiyen : bütün dünyanın) emekçileri birleşiniz!(bk: barlık) . bütündö- bütünlemek; bütündöp camap ber : bütünleyip, yamayıp ver. bütündöt- et. bütündö- den. bütündöy büsbütün, tamamiyle. bütüñdö- dar gözlü olmak. bütür- bitirmek, bitirmek üzere bulunmak. bütürgüs = bütürgüsüz. bütürgüsüz bitirilemiyen, bitirilmez. bütürt- et. bütür- den. bütürül- bitirilmek. bütürüü 1. bitirme; 2. imha etme, yok etme. bütüş- müş. büt- II den. bütüştür- barıştırmak, uzlaştırmak. bütüü son, bitme. bütüy- daracık olmak, küçük yarık şeklinde olmak; bütüygön köz: daracık gözler. büylö yahut tiştin büylösü: diş etleri. büyrö Idayanıklı, muhkem (zarf olarak) ; sıkı (zarf olarak); tıknaz çevik; ookatka büyrö cigit : çevik, anlayışlı, kavrayışlı,tedarikli delikanlı.\n\n\nII= byuro. büyür- ufak büklümler yapmak (diyelim, giyimde) ; toplamak(eteği avucuna) ; buruşturmak(burnu) . büyürmö- ufak bükümler şeklinde toplanmak (diyelim, bir kese şeritle toplandığında) . büyüz bu cihet; bu yüz, bu kıyı. byudjet r. büdjet, bütçe. byudjettik bütçeye mensup, bütçeye ait; byudjettik tekşerüü: bütçe tetkiki. byulleten r. bülten, belleten. byuro r. büro. byurokrat r. bürokrat. byrukrattık bürokratizm. byust r. (bütün manalarıyle) büst (buste). caa I, yay (silah) ; caa tart- : yayın kirişini çekmek ; caasın tarttı: yayını gerdi; caasın tarttı: yayını gerdi; caa tartkıç: yaycı(yayla müsellah olan muharip) ; menden caa boyu kaçat: o, benden günlükten kaçan şeytan gibi kaçıyor( harfiyen: ok atımı mesafede… ) .\n\n\nII, caa berbey yahut ee caa berbey bk. ee II. caa- III, yağmak(kar, yağmur hakkında) ; camgır caayt : yağmur yağıyor. caaçı I, yaycı (yayla müsellah olan muharip) ; 2. (latince adı: Mantis religiosa olan bir böcektir, M. ) caadır- , et. caa- III den; caadır- : ok yağdırmak, her yandan üstüste ok atmak. caadır- et. caadır- dan. caadıruu- işş. caadır- dan; ok caadıruu : ok yağdırma, her yandan ok atma. caak 1. çene ; üstüñkü cakk: üst çene ; astıñkı cakk: alt çene ; çapcaak: arık yanaklı (elmacık kemikleri çıkık olmayan insan hakkında; caak canı bk. canı; cakktayan- ; çeneyi ve yanağı avucuna dayamak(düşünceye dalarken) ; caagıñ bas! : çeneni kes! , sus! , caak basar 1) ilk açlığı gidermeye yetecek miktar yiyecek; 2) herhangi bir şeyin asgeri ihtiyacatı tatmin edecek miktarı; caak ayır- : bir şeyi aşırı miktarda yemek yahut içmek, çene oynatmak; kımızdın caagın ayırdık: kımızı adam akıllı içyik; 2. bazı nesnelerin yan yüzü yahut yan kısmı ; altın caak, kümüş til komuz folk. : çerçevesi altından , dili gümüşten olan ( bir nevi musiki aleti) , kopuz; altın caak aybalta folk. : altın delikli savaş baltası; altın caak sır cebe folk. yanları altından olan, perdalahmış ok temreni, 3. oyanın gemden keçigeye ( bk. keçige 2) doğru uzanan yan kayışları. caaktaş- birbirine sövmek; münakaşa etmek. caaktaşuu sövüşme. caaktık bk. talaa. caaktuu elmacık kemikleri çıkık olan. caal a. 1. kötülük , fenalık; 2. şerir, muzır. caala- 1. üzerine atılmak; toptan saldırmak; 2. (söz , bağırma vasıtasile) begenmemeyi bildirme(halk kütlesi hakkında) ; taanıgandarda, taanıbagardar da tuş- tutan caalap unçuguştu : tanıdıklar da, tanımadıklarda her yandan beğenmediklerini bildirerek bağrıştılar. caaldık fenalık, kötülük; şerirlik, şirret. caan I, yağmur; ak caan: ufak sicim gibi sürekli yağanyağmur; sepeleyen yağmur; caan- cuun: cevvi (atmosferik) teressüpler.\n\n\nII, f.cihan (alem) caançıl yağışlı , yağmurlu. caanger caangir f. 1. dünyayı zapteden, cihangir; 2. es. emperyalist. caap cap III ten gerondif. caarapıya = geograiya. caat 1. düşman taraf; caat bol- : birbirine karşı husumet besleyen zümrelere ayrılmak; cek- caat bk. cek I; 2. zümre, grup ; ulutçul caat: milliyetçi zümre. caatçıl husumete yatgın; nifaka mütemayyil; bölünmeyi, parçalanmayı seven. caatçılık nifak; niza; zümrelerin mücadelesi. caattaş- I, taraftar.\n\n\nII, birbirine karşı düşmanlık besleyen zümrelere bölünmek. caaz a. = celdik. caba- bk. cap- IV. cabagı I, beş alı aylık tay (doğduğunun ilk güzünde).\n\n\nII, yapagı (ilkyaz koyun yünü). cabalakta- 1. bir işi toptan, kütle halinde işlemek; 2. kütle halinde saldırmak, hücum etmek. cabalaktaş- müş. cabalakta- dan. cabalaktat- et. cabalakta- dan; kana, iştin cay maanisin cabalaktatçı! : haydi, işle ilgili olan herşeyi ortaya koy, bakalım! cabayı 1. sade; sun’i olmıyan; 2. vahşi vahşileşmiş. cabdı- 1. lazım olan şeyleri yetiştirmek, kurmak. cabdık 1. silah; 2. tedarik ve teçhizat maddeleri, aletler, aygıtlar. cabdıksız 1. silahsız; 2. teçhizatsız, tedariksiz. cabdıksızdık 1. silahsızlık; 2. teçhizatsızlık, tedariksizlik. cabdıktal- silahlanmış olmak; 2. teçhizatlı, tedarikli ve kurulmuş olmak. cabırkat- cebretmek, zulmetmek, müteessir eylemek, tazip etmek. cabırkay cardı (sözünün tekidir). cabırkoo ıstırap. cabırla- = cabırda- . cabırlan- = cabırdan. cabış- yapışmak. cabışma yapışkan. cabıştır- yapıştırmak, zamk ile yapıştırmak. cabıştırıl- yapıştırılmaz, dutkallanmak. cabıştırun dutkallama, yapıştırma. cabışuu yapışma. cabuu I, örtü; çul; at cabuu: çul; tündük cabuu: obanın duman deliğini örtmek için kullanılan keçe; cabuu astında cal kalat, cal kalbasa, can kalat ats. : çul altında yele (bk.cal I) kalır, yele kalmazsa can (herhalde bir şey ) kalır.\n\n\nII, bk. cabı. cabuula- I, örtü, çul sermek.\n\n\nII, cabuu-cabuu diye söylemek (bk. cabı). cabuulat- örtü, çül serdirmek. cacılda- 1. mırıldanmak; çene çalmak; 2. alevlenmek, kuvvetlice yanmak; yalınlamak; cacıldap catkan kızıl calın :büyük kırmızı alev. caçeyke kon. = yaçeyka. cada- 1. nefret etmek; iğrenmek; men senden cadadım: ben senden bıktım; kütö kütö cadadı: bekleye bekleye bıktı; it cadasa – üröt, kişi cadasa külöt ats. : köpeğin canı sıkılırsa havlıyor,insanın canı sıkılırsa gülüyor; 2. istidatsız, aciz olduğu anlaşılmak; dermansız düşmek; cada kalsa yahut cadap kalsa yahut cadaganda 1) bu daha bir şey değil; yalnız bu ise, ehmmiyetiz bir şey oludu; 2) eğer iş o yola dökülürse. cadagay bir ev kuşunun adıdır. cadat- et. cada- dan; sen meni cadattıñ: sen beni bıktırdın! cadı I, kurn ot biçme aleti, saman kesme aygıtı.\n\n\nII, cadı kuuray: bir ot adıdır.\n\n\nIII, f. sihir,büğü;sihirbazlık. cadıra- lezzetlenmek, zevk duymak; saadetin yüksek derecesine çıkmak. cadırat- lezzet, zevk ve saadet vermek. cadoo 1 işs. cada- dan; 2. bitap düşmüş; tazibedilmiş. cagaldan- kurulmak, caka satmak; cagaldanıp süylö- : kurularak, yüksek perdeden. kendini beğenerek konuşmak: cagaldanıp bas- (genç kadın hakında) : süzülerek, etrafa işveli nazarlar atarak yürümek. cagalmay 1. latince Falco subbuteo denilen doğan; 2. latince Falco vespertinus denilen doğan. cagana f. yapayalnız, biricik, yegane; kozolordu cagana kıluu 1) pamuğu kesmek; 2) pamuğu budamak. cagcay- = cakcay- . cagdan r. camadan. cagday şart; durum. ahval; iştin cagdayına kara! : işin ahvaline bak! cagdayluu cagday’a ilişkin olan; üy cagdayluu cumuştar: ev işleri evdeki işler. cagımtalan- = cagın- I. cagın- I, yaltaklanmak, hoşa gitmaye çalışmak, yaranmak; aga emine cagınasıñ? : neden ona hep yaltaklanıyorsun?\n\n\nII, sürmek; upaga endikti koşup cagındı: üstübece allığı karıştırarak sürdü. cagınuu işs. cagın- I, II. cagınuuluk müdahane, riya, yaranma; öñ karamalık, cagınuuluk: riya ve yaranma. cagış hoşluk, gökçeklik. cagıştık = cagış. cagıştuu hoş, gökçek. cagni a. yani; başka tülü söylersek. cagoo 1. ağaçtan iğneleri bulunan ve alıcı kuşun boynuna takılan bir iptir , ki bu, onun, gagasıyla üzengi kayışına ilişmesine mani olur; 2. yaka; 3. boyunbağı, kıravat. caguu I, işs. cak- II den.\n\n\nII, tutuşturma, yakma.\n\n\nIII, yağ sürme , yağlama. cak I, 1. cihet; tün cak: şimal, kuzey; kün cak: cenup, güney: kıbla cak es. : garp, batı; sol cak: sol taraf; oñ cak: sağ taraf; bazardın beri cagında: pazarın bu tarafında; anın arı cagında: onun öte tarafında ; üy cakka: ev tarafına, ev istikametinde, eve doğru; sayası caktan zıyanduu: siyasi cihetten zararlı; sen cak bolboymun: senin tarafını tutmayacağım; sana taraftar olamyacağım; cagınan: cihetten, göre; forması cagınan uluttuk, mazmun cagınan sotsialistik: şekilce milli , özce sosyalist; men cagınan kaygı cebe. : benim hususumda düşünme! ; calpı cak mat. : müşterek yan; burç çağı mat. : açının kenarı, zaviyenin dılı; 2. gram. şahıs; üçüncü cak: üçüncü şahıs. cak- II, 1. hoşa gitmek; mayday cagat: çok hoş, pek hoşa gidiyor; konülümo cakpasa: eğer hoşuma gitmezse; tuura söz tuuganga cakpayt ats. : doğru söyliyeni dokuz köyden kovmuşlar (harfiyen: doğru söz kardeşin hoşuna gitmez) ; 2. faydası dokunmak (yiyecek , ilaç, hava hakkında) ; maa et cakpadı: bana et yaramadı; caga berbey kal- : arzuya göre olamk; münasip zamanında düşünmek; elverişli fırsat çıkmak; anın uruşkanı maga caga bergey kaldı: onun sövüp sayması, benim işime geldi; zaten bende bunu bekliyor, arzu ediyordum.\n\n\nIII, yakmak, tutuşturmak; otcak- : ateş yakmak; otko cak- : ateşte yakmak, ateşe vermek.\n\n\nIV, sürmek; yağlamak; kara köö cak- : kurum sürmek. caka 1. yaka; kayırma caka: yatık yahut bükülebilen yaka; tik caka: dik yaka; caka karma 1) yaka silkmek; 2) mec. hayret etmek; eki kolu cakasında: o hayret içinde, mebhut, dermansız bir haldedir (harfiyen: iki eli yakasında) ; can uyada, caka kolda bolso: sağ esen olursak ( harfiyen: can yuvada , yaka elde olursa) ; ak caka 1) beyaz (kolalı) yaka; 2) al.münevver; alka- caka: yakanın ön kısmı; mec. göğüscükler: alka- cakadan al- : göğüscükleri ellemek; 2. kenar, kıyı; suu cakasında: su kenarında; çet cakadan cetkirilgen: başka yerden ; öteden getirilmiş (yerli değil) ; 3. dağ eteği ; el cayloodan cakaga tüştü: el yayladan dağın eteğine indi. cakala- 1. yaka geçirmek; çapan cakala- : paltoya yaka dikmek; 2. yakaya yapışmak; kişiyi cakala- : insanın yakasına sarılmak; 3. kenar boyunca yürümek , sahilden gitmek; suu cakala: kıyı boyunca yürümek; ot cakalay: ateş etrafında. cakalaş- (karş. çaçtaş- ) : dövüşmek, gırtlak gırtlağa gelmek ( yaya erkeler hakkında ; harfiyen: birbirinin yakasına sarılmak) . cakalaştır- , et. cakalaş- tan. cakalaşuu dövüş (yaya erkekler arasında) . cakalat- et. cakalaş- tan. cakaloo işs. cakala- dan. cakaluu yakalı ( ör. bk. calduu) . cakcay- (göğüs , omuzlar hakkında) 1. geniş olmak; 2. açık olmak. cakcayt- et. cakcay- dan; kökörügün cakcayptıp tura kaldı: (çıplak) göğsünü gererek durdu, durakladı. cakçı taraftar, tarafgir. cakı destanda tesadüf edilen ve kırgızlaraca teesür ve keder ifadesi için kullanılan moğalca bir kelime.dir; turamın dep, turalbay , cakı dep catıp kaldı Koñurbay folk. : Koñurbay kalkmak istedi, fakat kalkamadı, ve cakı dedi yattı; cakı cakı ! deptir deyt, Karaçakan kaçtı deyt folk.: cakı cakı! diyerek kaçtı, gitti. cakın 1. yakın (zarf olarak) ; yakın; üygö cakın kaldı: eve artık yakın kaldı; cakın cerde: yakında; cakın kalıptır, bügün- erteñden kelet: az kaldı, bugün yarın gelir; cakın kaldık: bize artık yakındır; biz artık yaklaştık; cakında kelet: yakında (yakın bir zamanda, şu günlerde) gelecek; 2. hısım, akraba, dost, ahbap; cakıñ talaşsa, catka cem ats. : akraba olanlar kavga ederlerse yabancılara yem olurlar. cakınçıl (yürük at hakkında) tez koşan, fakat dayanamıyan. cakında- yaklaşmak, yakın gelmek; orok ubagı cakındap kaldı: ekin biçme zamanı yaklaşıyor; kalaga cakındaganda: şehre yaklaşırken. cakındaş- birbirine yaklaşmak; birbirine yakın gelmek; birbirine cakındaştı: birbirine yaklaştı. cakındat- yaklaştırmak, yakın getirmek. cakındatıl- mut. cakındat- tan. cakındatuu işs. cakındat- tan. cakındık yakınlık. cakındoo işs. cakında- dan. cakır züğürt, fakir; coor cayın cakır bilet ats. : (atın sırtındaki) yağırın manasını fakir bilir (onun, bu gibi atın yerine koymaya başka bir atı yoktur) ; cardı- cakır bk. cardı. cakırçılık züğürtlük, fakirlki. cakırdan- fakir düşmek, züğürtlemek. cakırdandır- züğürtlemeye sebebolmak. cakırdandıruu işs. cakırdandır- dan. cakırdanuu züğürtleme. cakırdık cakırlık, fakirlik, züğürtlük. caki f. yahut, veya. cakşı 1. iyi (zarf olarak) ; cakşının özü ölsö da, sözü ölböyt ats. : iyi adamın kendisi ölürse de, sözü ölmez; eñ cakşı : en iyi, çok iyi ; attın cakşısı : atın en iyisi; cakşısıñbı? : iyi misin? , nasıl yaşıyorsun? ; cakşı kör- : sevmek; cakşı körgön atım: benim sevdiğim at; 2. es. muteber. cakşıla- 1. övmek; tasvibetmek, onamak; 2. iyileştirmek, ıslah etmek; 3. cakşılap: iyicene; layikiyle; cakşılap tüşün- : iyice kavramak, iyice anlamak. cakşılık 1. iyilik; hayır işi; cakşılık kıl- : iyilik etmek; hayır işlemek; 2. iyi evsaf. cakşılıktuu iyiliği ihtiva eden; hayırlı; iyi. cakşıloo 1. övme; onama; 2. iyileştirme. cakşınakay iyi bir parça. cakşır- iyileşmek; daha iyi olmak. cakşırt- iyileştirmek. cakşırtuu iyileştirme; mal tukumun cakşırtuu: hayvan neslinin ıslahı. cakta birisinin tarafını tutmak, taraflı olmak; kim caktap kol kötördü? ; daha ör. bk. kalıs. caktal- gram. tasrif olunmak, çekilmek. caktalış gram. tasrif olunuş , çekiliş. caktama gram. zamir (pronom) . caktaş- hep birlikte birisinin taraflısı olmak; birisinin tarafını tutmak, birbirini tutmak. caktır- I, tasvibetmek, onamak; caktırmadı: tasvibetmedi; hoşuna gitmedi.\n\n\nII, yakmıya icbar veya müsaade etmek; otun albaganga ot caktırba ats. ; odun devşirmeyene ateş yaktırma (çalışmayan kimse emeği neticelerini taktir etmez).\n\n\nIII, sürdürmek(bir ilacı) . caktırıl- tasvibedilmek. caktırış- hep beraber tasvibetmek. caktıruu I, tasvibetme.\n\n\nII, işs. caktır- II den.\n\n\nIII, işs. caktır- III ten. caktoo işs. cakta- dan. caktooçu 1. taraftar; 2. müdafacı. caktuu bir tarafı tutan , taraflı, tarafgir; birisinin tarafını iltizam eden; ar caktuu: etraflı; alar bir caktuu bolup, biz bir caktuu karmaştık:(iki karagaha ayrılarak) tutuştuk, onlar bir tarafta , biz öteki tarafta idik; işti bir caktuu kıl: işi sonuna erdirmeli, nasılsa da olsa halletmeli, bitirmeli. cakut yakut (taş). cal I, yele; at calın tartıp min- : gençlik çağına ermek(oğlan kendi başına ata binebilecek çağa ermek) ; kök cal 1) boz yeleli ( kurt) ; 2) bahadır, cesur; 2. atı yele altındaki yağı (at gövdesinin lezzetli parçası sayılır) ; kazı kertip, caldı cep folk. : karın yağını keserek, yele altındaki yağı yiyerek; caya orduna cal bergen , may orduna bal bergen folk. : but eti yerine yele altı yağı, yağ yerine de bal veriyorlardı; calı barda calıngan- caman attın belgisi ats. : henüz yele altı yağı varken yalvarmak (merhamet dilenmek) kötü atın nişanesidir.\n\n\nII. mükafat, iş ücreti, ayak teri; cal küçü: ücret mukabilinde tutulan işçi gücü.\n\n\nIII, cal- cal 1. bir melodinin adıdır; 2. olgun kız; dilber; 3. maa cal- cal karayt: o kadın bana aşık gözile bakıyor. cala I. iftira. zem (yerme) : cala cap bk. cap- IV.\n\n\nII. cala ayak = calayak; oozun cala ayaktay kılp : ağzını geniş açarak.\n\n\nIII. yalamak: it bok calagıça avm. : dakikasında, çarçabuk; may karmagan barmagın calayt ats. : yağ tutan parmağını yalar( bal tutan parmağını yalar) . calaagan = calaak. calaak yalağan, yalamayı adet edinen. calaçıl iftiracı, iftiraya, zemme yatgın olan. calak 1. tuzlak yerde koyunların yalamasından hasıl olan küçük oyuk; taş calak (uyum tuudu ve s. oyununda) kaybediş, yutulma (oynayanın hesablarında yanılarak boş oyuklar alması yüzünden) ; kaybedilerek boş el kalmak; 2. dudaktaki carha. calakay tahammülsüz, sabırsız; uysal; gevşek, kuvvetsiz; işke calakay 1) işe istidatsız; 2) tembel. calakaylık 1. tahammülsüzlük; 2ç tembellik. calakor k- f. iftiraci, iftiraya, müzevirliğe yatkın olan. calakorduk iftiraya, müzevirliğe yatgın olmaklık. calakta- = calañda I; calaktagan cigit; kanlı canlı yiğit; uuru ittey calaktap: hırsız köpek gibi telaş ederek; koygo tiyçü börüdey erdi murdu calaktayt: koyun üzerine atılmaya hazır bulınan kurt gibi dudakları ve burnu kımıldıyor. calaktaş- müş. calakta- dan. calaktat- et. calakta- dan; kancar calaktat- : hençeri kınından çıkarmak, hançerle oynamak. calaluu iftiraya yatgın, müfteri yalancı. calam yalnız yalamaya yetişecek kadar olan miktar; calam talkan: azcık kavut. calama düz pürüzsüz; calama zoo: yüksek ve düz kaya ; calama boor: düz dağ eteği. calan- yalanmak: koygo tiygen börüdöy, oozu murdun calanıp folk. : koyuna saldıran kurt gibi ağzını burnunu yalayıp. calañ yalnız , yalın; münhasıran;calañ kabat: bir katlı; calañ kabat tereze: tek pencere; calañ çay tamak bolboyt: yalnız çay yiyecek sayılmaz; calañ ele kımız içtik(başka hiçbirşey ) ; calañ çapan: yalnız çapan (hiçbir başka giyim) ; kalkı calañ ele kıtay: ahalisi yalnız Çinlilerden ibarettir; cöö- calañ: yaya ; calañ kuduya işingen cöö kalat ats. : yalnız tanrıya güvenen yaya kalır. calañda- I, 1. kanlı canlı, çevik, hareketlerinde çabuk olmak; enerjik hareket etmek; calañdagan at: oynak et; calañdagan cigit: çevik delikanlı; 2. çabuk ve aç gözlülükle yalanmak.\n\n\nII, cöö- calañdap bk. cöö I, 1. calañdat- et. calañda- I, II,den; bıçak calañdat- ; bıçağı çevirmek; kılıç calañdat- : kılıç sallamak. calañgıç yahut canalgıç 1. mit. : ölüm meleği, Azrail; 2. korkunç nesne ; anı men calañgıçımday körüm: ben ondan candan nefret ediyorum; catkan eken çoñ Ürgönç, calañgıçtay körünüp folk. : büyük Örgen (şehri) yayılıp yatıyor ve korkunç manzara görünüyordu. calañtık 1. tek tabakalılık, sadelik; 2. yalnızlık ; calañ carma calañtık kılat: yalnız carama (bk. carma; 2. tatmin etmiyor, kafi bir yiyecek olmuyor. calañtöş bk. töş. calap a. avm. orospu. calaptık avm. orospuluk, fuhuş. calaş- müş. cala- III ten ; kılıç (yahut bolot) mizin calaş-: hep beraber kılıçın yüzünü yalamk(bu eski andiçme şekillerinden biridir) . calat- et. cala- III ten ; erdirine kızıl calatkan : dudağına allık sürmüş. calayak (bk. cala II) çocuğu elde tutarken muşamba yerine kullanılan kundak bezi; calayak ooz 1) dudakları ince olan ağız; 2) mec. konuşkan , söz ebesi. calba calba- culba: parça parça olup yırtılmış. calbar- yalvarmak; küçülerek( tezellül ederek) rica etmek; calınıp calbarıp: yalvarıp yakarak. calbarın- (manaca) = calbar- . calbır- dalgalanmak, sallanmak, titremek. calbırak (bitki) yaprağı ; baka calbırak: latince plantago denilen bitki. calbıraktuu yapraklı; koyu yapraklarla örtülen. calbırat- et. calbıra- dan; calbıratıp çaç koygon : dalgalandırarak saç bırakmış. calbırla- = calbırtta- . calbırt tutuşma; alev. calbırtta- tutuşmak, alevlenmek, alev alev yanmak. calbız nane. calcagay = alcagay. calcakta- sırıtmak; gevezelik etmek. calcañda- = alcañda… calcay- = alcay- II. calcılda- korku, rica ifade eylemek (gözler hakkında) . calcıldat- et. calcılda- dan; köz calcıldat- : korku ile rica edermiş gibi bakmak. calçı I, ücretle çalışan işçi, ırgat.\n\n\nII, murada ermek ; gerek olanı ele geçirmek; bözçü bözgö calçıbayt ats. : kunduracıda çizme yok (harfiyen : bez dokuyanın bezi yok) . calçıt- tatmin etmek; baydın bergen azıgı çalçıtpadı: bayın ( patronunun ) verdiği erzak kafi gelmedi. calda- ücretle tutmak, kiralamak; it caldagan suu keçpeyt ats. : yarım yamalk tedbirler maksada erdirmez (harfiyen : köpek kiralayan kimse suyu geçemez. ) caldama ücretle tutulan, kiralanan. caldan- ücterle işe girmek. caldanma- ücretle tutlan, ecir. caldanuu işs. caldan- dan. caldap f. celep; simsar. caldapçılık celepçilik; simsarlık; celep, simsar mesleği. caldat- = celdet- . caldık kök caldık: cesaret ; yararlık. caldıra 1. rica, arzu ve intizar ile bakmak; şaşkınlıkla rica etmek; yalvarmak; hazin gözükmek; küy gönümden men seni köp karaymın caldırap folk. : seni özleyerek , sana umutla bakıyorum:2. kıvılcım saçmak, parlamamk (rica eden gözler hakkında) . caldırama marazi dalgınlıktır, ki insanın manasız ve kavrayıssız nazarlarla bakması bunun ifadesidir; caldırma tiygenbi saga? : sersemledinmi , çıldırdınmı yoksa? ; (neden öyle alık alık bakıyorsun? ) . caldırat- et. caldıra- dan ; meni caldıratıp taştap ketti: beni ihtiyaç içinde bıraktı; caldıratpay ar kimge, baktıñ ele caşıman folk. : ta çocukluğumdan beri , beni şuna buna tabi olmama müsaade etmiyerek terbiyeledin. caldıroo işs. caldıra- dan. caldoo ücretle tutma , kiralama. calduu yeleli; tokmok calduu aygır: kolu yeleli aygır; calduu bolso- at, cakaluu bolso- ton ats. : yelei olursa – attır, yakalı olursa – kürktür. calga- 1. ekelemek; 2. birleştirmek; 3. özök calag 4. yardım etemek(iyilik yapmak) ; andan calgasın albayasıñ: ondan teşekkür işitmezsin; ak calgasın! : giyime tesadüfen süt döküldüğü zaman söylenilen tabirdir ( ki alamet sayılır; harfiyen : aksüt takdis edilsin! ) ; eteğinen calgadı: çocuğu doğurdu. calgama düzme, sahte; calgama çırbon: kalp çervonets ( Rus lirası) . calagalam- taklidi yapma, sahtekarlık etme. calgamaloo taklidini yapma, sahtekarlık etme. calgan I, 1. yalan , gerçek ve doğru olmıyan(sıfat olarak) calgan süylö- : yalan söylememk; calgandan: yalandan; sözdü calgan kılbaylı! : sözümüz yalan çıkmasın; vadimizi tutalım; 2. sahte , kalp; calgan rapiske: sahte senet, makbuz; 3. calgan yahut calgan düynö: yalancı es. mec. : fani , dönek, karasız, yalancı dünya.\n\n\n. II, 1. eklemek:eklenilmek; 2. bitişmek. calgançı yalancı, daima yalan söyleyen; calgançı bol- : yalancı çıkmak; sözünü tutmammak; calgançı düynö= calgan düynö ( bk. calgan I,3. ) calgançılık = calgandık. calgandık yalancılık ; yalan. calganma 1. ekleme; 2. db. iltisaki (agglutinant) ; calganma tilder: iltisaki diller. calgasın es. kurbanlık; calgasın bee: kurbanlık kısrak ( karş. calga 4) . calgaş müş. calga- dan; kol calgaş elden ele vermek. calgız tek, biricik, yalnız, münferit; calgızdan- calgız: yapayalnız ; calgız- carm: yalnız; bir bir; calgızcarım colooçu: yalnız yahut nadir bir yolcu; calgız ayak bk. ayak I. calgızda- yalnız olmak yahut yalnız hareket etmek; canına coldoş albaştan calgızdap atka mindi emi folk. : yanına arkadaş almadan yapayalnız ata bindi. calgızdık yalnızlık; calgızdıgın caşırgan köböyböyt ats. : yalnızlığını saklayan adam çoğalmaz (hayır hahlık görmez, dostlar taraflar kazanmaz) calgızdoo işs. calgızda- dan; calgızdoo tart- : yalnızlık duymak. calgızsın- içtimai ve akrabalık müzaheretinden mahrum olan yalnız kimseye muamele eder gibi muamelede bulunmak. calgoo 1. ekleme; 2. gram. affiks (ek, edat) ; söz tuudurguç calgoo: söz türetme eki ; calgoo maanisi : (sözün) sarih manası. calık- tembellik etmek, tembelleşmek. calın I, yalın, alev. calın- II, yalvarmak, yakarmak, ısrarla ricada bulunmak;cakşıga calınsa- can kalat; camanga calınsa- bir kaşık kan kalat ats. : iyi adama yalvarsan- can( hayat) kalır; fena adama yalvarsan yalnız bir kaşık kan kalır (o seni öldürür) . calında- yalınlamak, alevlenmek, alev alşev yanmak. calındat- alevlendirerek yakmak, alevlendirmek; közünön ot calındatat: gözü ateş püskürüyor. calındır- yalvarmaya mecbur eylemek. calınduu alevli; kızgın; calınduu salam: hararetli selam; calınduu makabbat: ateşin muhabbet. calınıç rica, yalvarış. calınıçtuu ricaya müteallik; hazin. calınt- et. calın- II den. calk- korkak, ürkek olmak; (korkudan) arzu ve hevesini kaybetmek; anda bargadan calkıp kaldım: bende oraya gitmek arzusu kalamadı, oraya gitmeye korkuyorum. calkı tek yalnız, bir (ikiz, üçüz ve s. değil) . calkın buttun calkını: tabanın üst kısmının eni; baltanın calkını: balta yüzünün eni; calkını karış ay balta folk. : yüzü bir karış olan savaş baltası. calkıt- ürkütmek; hevesini gidermek; itti urup calkıtıp koy, üygö kirbesin: köpeği korkutup koy ki eve girmesin. calkoo tembel, aşırı tembel, işsiz gezmeyi seven. calkoolon- tembellik etmek. calkoolonuu işs. calkoolon- dan. calkooluk tembellik; boşta gezerlik; işsiz dolaşmayı sevme. calkootay ürkütülmüş, ürkek; attı başka çaap calkootay kıldı: atın apışına vurarak ürkekleştirdi. calma I, culma sözünün tekidir. calma- II, ağızla kapmak; çiğnemek(dudaklarla) ; hırsla yemek; ubadasın calmagan mec. vadini bozmuş. calmal- mut. calma- II den. calmala- ağızla ve dille kapmak(diyelim, anasının memesini ağzına alan kuzu ve asılı duran paçavrayı kapmaya çalışan buzağı hakkında) . calmalat- et. calmala- dan. calmañda- yiyecek görünce sabırsızlık göstermek, aç gözlülük etmek; hırsla bakmak. calmañdaş- müş. calmañda- dan. calmañdat- 1. et. calmañda- dan; 2. = calañdat- ; calmañdatıp kılıçtı, cabılışıp çıgıştı folk. : kılıçları sallayıp kütle halinde çıktılar. calmanış- yutmaya hazırlanarak vahşiyane bir tarzda gözlerini oynatmak ve dudaklarını kımıldatmak; suratına , ete acıkmış olan yırtıcı hayvan kılığı vermek. calmoo işs. calma- II den. calmooz = celmoguz. caloon caloodoy cigit: cesur, hareketlerinde süratli, becerikli, yiğit, delikanlı. calooru- rica ve intizar ile bakmak: acıklı ve aciz durumda bulunmak. calp onomatopee (taklit söz) dir ; calp etip: ansızın, birdenbire. calpaktık yassılık. calpalakta- 1. temayül ve teveccüh göstermek; calpalaktap süylöş- : nezaketle konuşmak, karşılıklıca nezaketli sözler söylemek; 2. yaranmak; emine üçün maa mınçalık calpalaktap kaldıng? : neden bana bu kadar koltuk veriyosun? calpanağ- müdahane, yaltaklanma; calpañ ur- : koltuk vermek, müdahene etmek. calpañda 1. yassılanmak2. geniş ve maharetsizce hareketler yapmak; calpañdap uç- : büyük kanatları maharetsizce çırparak uçmak; 3. = calpalakta- . calpay- ezilmiş gözükmek; geniş ve yassı olmak. calpayt- yassılatmak; kalp ayttım, kalpagımdı calpayttım coç. : yalan söyledim, kalpağımı yassılattım(arkadaşlarını aldattıktan sonra çocuk böyle der) ; calpayta çap- 1) yassılanacak tarzda çalmak; kesmek; 2) mec. imha eylemek. calpı umumi; calpı soyuzduk: bütün ittihada ait; calpı cıynalış: umumi toplantı; calpı- cayık : hepsi, toptan, kütle halinde; calpı iş taştoo: umumi iş bırakma, grev; ealpıga paydaluu: umuma faydalı. calpıla- umuma yaymak, tamim etmek. calpılda- 1. temayül, teveccüh göstermek; 2. uşakça hareket etmek; yaltaklanmak. calpıdaş- müş. calpılda- dan. calpıldat- et. calpılda- dan. calpıloo tamim etme, umumileştirme. calpıy- yassılamak, ezilmek. calpıyt- ezmek, yassılatmak. calt çabuk hareketi, ani faaliyeti ifade eden taklidi sözdür; calt ber yahut calt et- : silkinmek;bir yana atılmak; bir yana sapmak; birden koparılmak; atım calt berip, cıgılıp kala cazdadım: atım ürkerek bir yana sıçradı, bende düşeyazdım(az kaldı düşecektim) ; ot calt etti: ateş tututştu, parladı; calt karardı: ani bir göz attı; gözleri parladı; calt- calt et yahut calt cult et- : yıldıramak, yalabımak. caltan- ürkek bir yana atılmak bir yanan sapmak; korkudan titremek; aytuudan caltanbayt: söylemekten çekinmiyor. caltançaak ürkek, korkak, korkutulmuş. caltançak = caltançaak. caltañ (bu sözün muhtelif manaları bazen hakkile yakalanamıyor) ; temiz; parlak kök caltañ muz: yüzeyi düz olan tertemiz buz; kök caltañ taş folk. : düz, kaygak taş; kök zoonun başı kök caltañ folk. : mavi kayanın tepesi açık mavidir; ak caltañ 1) açık beyaz; bembeyaz , apak; 2) buzla örtülmüş kaya; ak zoonun başı ak caltañ, añdabay basıp tay gıldım folk. ak kayanın tepesi buzla örtüldüğünden ihtiyatsız basarak ayağım kaydı; caltañ kişi: korkak, çekingen adam. caltañda- korkarak bakınmak, mütereddit bakmak. caltar- 1. esaretini kaybetmek, korkmak; 2. kaçınmak, sakınmak (diyelim, darbeden) . caltılda- göz kamaştırırcasına parlamak, yıldırmak. caltıldat- et. catılda- dan. caltıldoo yıldırma, yalabıma. caltır parlak; caltır muz: parlıyan (yüzeyi dümdüz olan) buz. caltıra- yıldırama, yalabıma. caltırat- et. caltıra- dan. caltıroo parlaklık. caluu 1. böbürlenme, burun şişirme, kibir; 2. arzu istek; can caluum aytayın folk. : kudsi arzumu söylemek istiyorum. caluun r. kon. maaş, aylık iş ücreti. cam I, cemi; tekün, top.\n\n\nII, müdafi; taraftar.\n\n\nIII, (bk. küm) bala üçün kişi otko, camga tüşöt : evlat için insan ateşe ve suya düşmeye hazırdır (harfiyen: ota ve suya düşer ) .\n\n\nIV, f. cam kese : kadeh; bokal, kupa. cama I, yahut kara cama : ıskarbot (hastalık) ; oozuñdu kara cama cesin! (yahut alsın! : ağzını ıskarbot çürütsün! ) . cama- II, yamamak, yama koymak. camaa = camaat. camaaçı yama. camaaçıla- yamamak, yama koymak. camaaçılat- et. camaaçıla- dan. camaaçıluu yamalı, yamalarla dolu. camaat a. camaat; cemiyet. camaattaş- hep beraber, elbirliğiyle hareket etmek. camacay ağzın köşeleri. camaçı = camaaçı. camak 1. yama; 2. irtical (şi’ri yaratış nevilerinden biri olmak üzere) . camakçı 1. tamirci soğuk kunduracı; 2. irticalci; hanende şair (bu gibi şairin proğramına bahadır destanı girmez) . camakçılık camakçı (bk.) mesleği, zanaatı. camal a. güzellik, cemal. caman 1. fena, kötü, berbat, bozuk; cakşını söz öltüröt, camandı tayak öltüröt ats. :iyi adamı söz öldürüyor, kötüyü ise, yalnız dayak öldürüyor; meni caman kıldı: bana fenalık yaptı; caman aytpay cakşı cık atş. : iyiliksiz kötülük yoktur (harfiyen: kötüyü söylemeden iyi olmaz) ; caman at yahut camanat: fena şöhter, kepaze olma; caman at kıl- yahut camanatta- : terzil etmek, kepaze etmek; camanattuu : rüsva olmuş; caman kör- : sevmemek; teveccüh göstermemek; caman cay. avret (ut) yerleri; 2. tar. avamdan olan ; fakir ; 3. pek, gayet; caman çoñ : gayet büyük; caman cakşı: pek iyi; açuusu caman: gayet hiddetli; 4. çocuk, evlat; bir camanım bar: bir çocuğum var; ayuu amanın tileyt, cakşı camanın tileyt ats. : ayı halasını ister; iyi ( adam) çocuk ister. camanat bk. caman 1. camanatta bk. caman 1. camanattu bk. caman 1. camançılık fena, kötü muamele; camançılık kör- : felaket ve fenalık görmek. camanda - , yermek, çekiştirmek; kınamak( tayibetmek) ; camandap süylö- : menfi yönden tasvir etmek; ters söylemek(diyelim, ileri sürülen namzetlere karşı) . camandal- mut. camanda- dan. camandaş- hep beraber zemmetmek, karşılıklıca çekiştirmek. camandat kınamaya müsaade veya icbar eylemek. camandık fenalık; camandık kıl- : fenalık etmek. camandıktuu kötü, fena; muzur. camandoo yerme, kınama. camansıt- tasvibetmemek; fena saymak. cambaş harkafa, kalça kemiği, but; navsala (anat) . cambaşta - , uzanmak, yatmak. cambaştaş- hep beraber uzanmak. cambı muhtelif şekillerde ve muhtelif ağırlıklarda olan ve Çin’ de para yerine kullanılan gümüş sebikeleri(dökme parçaları) ; böyrök cambı: böbrek şekillerindeki gümüş sebikesi. camda- toplayıp bir yekün çıkarmak; tamim etmek. camdaş- yekün teşkil etmek; tamim etmek. camdaştır- = camda- . camdoo toplayıp yekün çıkarma; tamim etme. camgır yağmur; kara camgır: sağanak. camgırla- sağanak şekilde yağmak. camı a. hep ; onların hepsi. camın- saklamak; örtülmek; kapatılmak; örtünmek (elbise giymek) ; kiş içigin camınıp folk.: samur kürk giyinirek; say camınıp kaç- , : derede saklanarak kaçmak; tün camınıp : gece karanlığında. camınçı 1 .örtü; örtünmeye yarayan nesne; 2. mec. hami, müdafi. camınt- et. camın- dan; bürügö koy terisin camıntpa: kurda koyun kürkü giymeye müsaade etme. camıra- çabucak yığın halinde toplanmak ; birbirine üşüşmek (diyelim anasının yanına bırakılan kuzular hakkında) ; kök camıray baştadı: taze ot gür bir surette filizlenmeye , intişaş etmiye başladı; tuş- tuştan camırap: kütle halinde her yandan üşüşerek; kozu camıradı 1) kuzular yığın halinde üşüştüler; 2) mec. : kıvılcımlar sıçradı (diyelim, kurum yanarken) ; top kişinin ökürüğü çıktı; orbuzdan tura kalkıp, biz da camıradık: kala balık insanları ağlama sesleri duyuldu, bizde yerimizden fırladık ve ( ağlamada) onlara katıldık. camırat- et. camıra- dan. camoo 1. yama koyma; 2. yama. campa inek tezeğinden yakmak için yapılan yufka. campay- 1. yan gelip yatmak, uzanıp yatmak; 2. yassılamak; basık, ezik olmak. campoz karakuş nevilerinden biridir. camşıy- bir yana sapmak, eğrilmek; caagı camşıydı: çenesi çarpıldı. camşıyt- et. camşıy- dan. can I, yan, cihet; biyik toonu canınan kör, başına çıpka, cakşı kişini alıstan uk, canına barba- ats. : yüksek dağa yanından bak, tepesine çıkma; iyi adam hakkındaki sözleri uzaktan dinle, yanına varma! (yakından onlar ehemmiyetlerini kaybediyorlar) ; canımda: nezdimde, katımda; canımda cok: üzerimde yoktur; canına bar! : yanına yaklaş! canınan tölödü: kendisi, kendi hesabına, kendi cebinden ödedi; cancagın karanıp: etrafına bakarak; canın karardı yahut can- cagın karardı: etrafın abakındı; coktun canında: yokun yanında, hemen hemen yok gibi; can tart- ,: birisinin tarafını tutmak; birisinin tarafına geçmek; canga bas- 1) saklamak; 2) cebe koymak, kabullenmek, benimsemek.\n\n\nIIf. ruh, can; canlı varlık; insan; canı barbı? : diri midir? , daha soluk alıyormu? ; can coldoş: canciğer dost; canı kolunun uçunda: canlı cenaze (harfiyen: canı elinin ucunda) ; can cok anda: o korkaktır; başın kötörör canı çok: başını kaldıracak gücü yok, o büsbütün kuvetten düştü; can kişige aytpa! : kimseye söyleme! ; canga körünböy: kimseye görünmeden; candan murun: herkesten önce; candın mittaamı: dolandırıcıların elebaşısı; üyün körgön can emespin: ben hiçbir zaman onun evinde bulunmadım (harfiyen: ben onun evini gören can değilim) ; canım töbömö çıktı: canım tepemem sıçradı : gayet korktum; canım ökçeye gitti (harfiyan: canım tepeme sıçradı) ; canım kulagımdan uçuna çıktı: pek korktum (harfiyen: canım tepemem sıçradı) ; canım kulağından ucuna fırladı) ;can açır tuugan: (yakınları için) canı acıyan hısım ; akrabalarını düşünen akraba; can baguu yahut canbaguu: maişet kaygıları, geçinme meşgaleleri; can baktı bk. bak IV; can kolgo al- : herşeyi göze almak (harfiyen: canı ele almak) ;kılıç menen çabışp, canın kolgo alşıp folk. : birbirine kılıç çalarak, sonona kadar dövüşmeye karar vererek; canıñdı oozuña tiştep bar! : cesaretle yürü! ; can talaş- 1) ölümle güreşmek, can çekişmek; 2) mec. büyük gayret sarfetmek, bütün kuvvetiyle çalışmak; can talaştır- : büyük gayret sarfettirmek, aşırı derecede kaygılandırmak; can ber- 1) can vermek, hayatını bağışlamak; 2) andiçmek; can sal- es. : andiçmek için kendi yerine başkasını kovmak; canım tört çarçı boldu: parçalarınıyorum, büsbütün bittim; canına battı: bizar oldu; canı çıktı1) canı çıktı, öldü; 2) kendini kaybetti; carım can: canlı cenaze; kılça can: kıl kadar can: siyah can; çımın can: sinek can; altın can: altın ruh (bunlar folklorda sık sık kullanılan vasıflardır) ; kara canın zorgo bgıp cüröt: zor geçiniyor(harfiyen: kara canını zor geçindiriyor) ; kara canın cesin! : kahrolsun! (harfiyen: siyah ruhunu yesin! ) : can – canıbar : bütün canlı varlıklar; can bütkön yahut canbütkön :bütün yaşayanlar; amalın candan aşırdı: sanatiyle herkesi geçti (harfiyen: her diriyi..) ; can cer: çocuk doğurma azaları; can dilibiz menen: can ve gönülden; başımla beraber; can candan bk. candan; can algıç: Azrail; can kıygıç: katil, canı keçke cetpesin! : akşama kadar yaşamasın! ; canın sabap: bütün kuvvetiyle; canımdı cebeymin! : (yalan söyledimse) canım çıksın; kendimin düşmanı değilim ya! can- III, dönmek; sözdön can- : sözden caymak, sözünden dönmek; ciptin uçu candı: ipliğin ucu dağıldı, çözüldü; şişik candı: şiş indi; cüz canbagan cigit: cesur pervasız yiğit, delikanlı.\n\n\nIV, yanmak, tutuşmak. can-V = canı- . cana yine, daha; mükerreren. canadil kon. cenaddel. canakı = cañkı. canaş- 1. yan yana bulunmak; yan yana bulunmak veya hareket etmek; canaşa: yan yana; böğür böğüre; canaşa cat- : böğür böğüre yatmak; canaşa bastır- : yan yana gitmek; 2. yaklaşmak, yanaşmak. canaştır- yaklaştırmak, yan yana koymak, böğür böğüre koymak. canatan gene, yeniden, yeni baştan. canayak kulplu çanak (daha fazla nasıbay bk. tütünü övütmek için kullanılır) . canaza a. dn. cenaze namazı kılmak. canbaguu bk. can II. canbaktı = can baktı ( bk. bak IV) . canbaş = cambaş. canbütkön bk. can II. cancak (can- cak) bk. canI. cancökör tarafdarlık, yardakçılık. canç- dövmek; parçalamak, ezmek. cançıl- ezilmiş, dövülmüş olmak. cançıra- kırılmak, parçalanmak, ezilmek. cançmal darı yarması, süt ve yap ile yapılan bir nevi yiyecek. cançuu işs. canç- tan. cançuur havan (havaneli ile birlikte) . canda- 1. yanında bulunmak; yan yana durmak; 2. yakın gelmek, yanaşmak; 3. hizmet etmeye çabalamak; yaltaklanmak; yaranmak. candama 1. yanda bulunan nesne; yandaki; teğit( temas eden) ; süylömdün candama müçölörü gram. : cümlenin tali ( ikinci derecedeki) üyeleri; 2. (kuşakta) üzerinde bıçak taşınan kayış; 3. yol arkadaşı. candan- 1. canlanmak; 2. candan yahut can candan- : aile sahibi olmak; tentirep cürgönçü mal mal maldanayın, can candanayın: işsiz dolaşmaktansa, mal ve aile sahibi olayım. candandır- canlandırmak. candandırıl- canlanmak, canlılık kesbetmek. candandıruu işs. candandır- dan. candant- canlandırmak, ruh vermek. candanuu işs. candan- dan. candar f. canlı, diri varlık. candarm candarman= jandarm. candaş- es. işi ant vermek suretiyle halletmek. candat- yahut candatıp ayt- : kapalı, kinayeli söylemek. candık 1. diri varlık; 2. (koyun, keçi gibi) ufak evcil hayvanlar. candır- I, tutuşturmak( yakmak) ;kundaklamak.\n\n\nII, geri vermek, iade etmek; cip candır: bükülmüş ipliği çözmek, açmak; candırıp sura- : tekrar sormak veya dilemek(rica etmek). candıral kon = general. candırmak çözmek, halletmek; tabışmakka candırmak: bilmeceyi çözmek. candırmaktuu candırmaktuu kep: ima, telmih; ima ile söylenen söz; daha ör. bk. canıktat. candıruuçu yakıcı; kundakçı; soguş otun candıruuçular: harp kundakçıları. candimi bk. dimi. candooçu kız kuuduru. (bk. kız) oyununda delikanlıya yahut kıza refakat eden erkek. canduu canlı, diri. cañ jest, hareket. cañak ceviz. cañakı (rad. , V) = cañkı. cañcal f. şamata, kavga. cañcalçıl kavgacı, şamatacı, nifakçı. cañcaldaş- kavga etmek, patırtı çıkarmak. cañcaldaştır- işi kavgaya, patırtıya çıkarmak. cañcalduu nizanlı, münazaalı. cañcuñ çin. (destanda9 : vilayet amiri, umumi vali. cañda- ellerle jest yapmk; cañdap süylöş- : jestlerle anlaşmak. cañdoo jestler yapma. cañgak = cañak. cañgızdık = calgızdık. cañı 1. yeni; ay cañısı: ayın ilk yarısı; aydın beş cañısı: ayın beşinci günü; 2. ahiren, az bir müddet önce; cañıdan: ahiren: ahiren bir müddet önce; henüz; cañıdan kötörülgön ay: henüz doğan ay. cañıçıl müceddit, yenileyici. cañıl- yanılmak. cañıla- yenilemek; et cañılap cesin dep, elüüdön aşık cılkı aldım folk. : taze et yiyebilsin diyerek, elliden fazla et aldım. cañıldır- yanıltmak, şaşırtmak. cañıldıruu yanıltma, şaşırtma. cañılık yenilik, yeni şey; yeni haber; kündün cañılıktarı: günün yeni haberleri. cañılış I, yanlış,hata; yanlış olarak. cañlış- II, yanılmak, şaşırmak. cañılıştık yanlışlık. cañlıştır- et. cañılış- II den. cañılıştıruu = cañıldıruu. cañılt- = cañıldır- . cañıltuu = cañıldıruu. cañır- I, çınlamak,yankılamak (yankı hakkında) .\n\n\nII, yenilemek; köönüm cañırat: gönlüm ferahlıyor. cañırıkta- yankılandırmak; gürletmek (havayı sesle doldurmak) ; oy- toonu cañırtıp ırdap kele atat: dereleri, dağları yankılandırarak rlayıp (şarkı söyleyip) geliyor. cañırtıl yenilenmiş olmak. cañırtış- müş. cañırt- tan. cañırtuu işs. cañırt- I den. cañıruu işs. cañır- II den. cañkı deminki; anılan. cañsa 1 .(bir yönetiyi göstererek yahut darbeyi defederek) el sallamak; elin ters yanıyla vurmak; 2. jestler yapmak. cañsak- = çala; cañsak uktum: kulağıma çalındı; işittim amma, tam olarak işittiğimden emin değilim; soyul cañsak tiydi: sopa hafifçe dokundu. cañsıl işibiz bir cañsıl boldu: işimiz açıklandı, karalaştırdı, bitti. cağonsoo 1. ( yönetiyi gösterirken yahut bir darbeyi defederken) el sallama; 2. jestler yapma; el kol hareketleri yapma. canı , 1. ilişmek, dokunmak; yandan yanaşmak; yanından geçemek; 2. kah bir yanını, kah öteki yanını sürterek (bıçak, ustura ve s.) bilemek; caak canı- : çene çalmak, dırlanmak; caagın canıgan: geveze; azuusun avga canıgan bk. azuu. canıbar I, f. hayvan.\n\n\nII, kon. = yanvar. canıktat- ima etmek, kinaye ile anlatmak; candırmaktuu kep aytam, canıkatatıp dagı aytam folk. : kinaye ile söylüyorum, bir daha ima ile anlatıyorum. canıma 1 . sürtünen; 2. kad. bileği taşı. canış- müş. canı- dan. canıt- et. canı- dan; caak canıt- : çene çaldırmak, dırlandırmak. canıtma 1. es. tefrika (gazetede) : 2. rastgele ileri sürülen küçük bir fikir. cannat a. 1. cennet, uçamak; 2. (folklorda) kıymetli bir kumaşın adıdır. cansar f. çala cansar: yarı diri, canlı cenaze. canselek = canserek ( bk. serek) . cansıra- yarı diri, ölüme yakın olamk, takatten düşmek. cansız I, cansız;hissiz.\n\n\nII, çasıt, casuz. cantalaş- yahut can talaş bk. can II. cantalaştır- yahut can talştır bk. can II. cantay- yan yatarak, dirsekle dayanmak; cantayıp cerge catpayın folk. : yanımla yere yatmayım! cantayma dağ yamacı. cantayuu işs. cantay- dan. cantık yamık, eğilmiş, mail,eğrilmiş; cantık kurt zol. : bir nevi karides; cantık sızık bk. sızık I. cantıy- eğilmek, eğrilmek; apkıtı cantıygan caman kepiç: ökçesi eğrilmiş berbat lastikler. cap I, ( rad. ) kazılmış hendek.\n\n\nII, ca sesiyle başlıyan kelimelerin önüne takviye için katılır: capcaman: çok fena;cap- cakşı: pek iyi; cap- cañı: yepyeni;cap- calgız:yapa yalnız, büsbütün yalnız; cap – caşıl: yemyeşil; cap- caş: çok yakın, yan yana.\n\n\nIII, caagı cap boldu: çenesi durdu, sustu. cap- IV, örtmek, kapatmak; kapatmak; üy cap- : keçe evi örtmek; eşik cap- : kapı kapamak; cara acpkan: yaralarla kapanmış, yaralar içinde; tokoç cap- : ekmek pişirmek ( karş. : bışır- ) ; caba: baştan başa; cala cap- : iftira etmek; zemmetmek; yalandan itham eylemek; sarpay cap- : hil ‘at giydirmek. capa capa tırmak bk. tırmak. capaa 1. a. cefa; tazip; cebir; capaa kör : cefa görmek; capaa kıl- yahut capaa sal- : rahatını kaçırmak; eziyet vermek; 2. hiyanet, ahdi bozma; ahit bozan. capalak puhu (kuş) . capalakta- kuşbaşı kar yağmak; capalaktap kar caap turat : kuşbaşı kar yağıyor. capaldaş alçak ( kısa) ; calpadaş boyluu, keñ dalı folk. : kısa boylu, geniş omuzlu. capan 1. vahşi, yabani, ele alışmayan, evcil olmıyan; capan bolup kal: vahşilemek; 2. işlenip bakılmamış; capan bede: yaban yoncası ; 3. barbar; 4. çöl. capandık vahşilk, barbarlık. capañ capañ- cupañ : kuşbaşı şeklinde (kar) . capañda- hareket etmek; harekete getirmek gayet geniş, çuvalımsı giyim giymiş yahut ezik kalpak giymiş kanburu çıkmış insan hakkında) . capar a. dn. her şeye kadir, cebbar (Allahın sıfatıdır) . capayı sahravi, vahşi, yabani. capayıçılı vahşet, yırtıcılık. capılda- 1. çok söylemek ; 2. yaltaklanarak konuşmak. capır- devirmek, bükmek; yere doğru eğmek ; (diyelim, yelin otu eğmesi gibi) : congoş konu şamal capırdı: yoncayı rüzgar yaktı; izdep cüröm capırıp folk. : özenle araştırıyorum; at ku’ agın capırdı: at kulağını kıstı. capırak = calbırak. capıray- alçak, basık olmak: capı raygan caman üy: kötü, basık oba. capırıl- mut. capır- dan; mizi capırıldı 1) diş diş oldu; 2) mec. burnunu kırdılar ( kibrini giderdiler) . capırt yahut cabıla capırt : toptan, kütle hallinde; baştan başa; hepsi, tamamiyle; capırt birdey: baştan başa aynıdır; capırt atka minisip folk. : hepsi birden ata binerek. capıs = capız. capız alçak, kısa boylu; ezik; capız üy: basık ev; capız töbö: alçak, yassı tepe. capkak kubbe ( çatı) . capkıç kapak ; al capkıç: önlük. capma örtülmüş, kapanmış; capma alaçık: kerege (bk.) siz oba; capma çelek: az mikdarda boza, insanın kendisi için yahut en yakın dostları için saklanmış olur. capsar örtü ( örtecek nesne ) taştın capsarına koydu: taşın arkasına koydu. capşır = cabıştır; cerge capşıra çap! : öyle çarp ki yere yapıssın. capşırıl- = cabıştırıl- . catı kazanga captı: kazanda pişirilen ince yufkalar. captık = capdık. crtır kapatmak, örttürmek; ürttük captır- : örtü, çul ile örttürmek. captıruu işs. captır- dan. car I, f. dost, yar, sevgili kadın, metres; car körüşüü: bir oyunun adı ( bk. oyun) esnasında erkek ve kadın gençlik bununla eğlenir; car körüş, car körüşüü oynamak; car- car: düğün şarkısının nakaratıdır; tört car = çaryar.\n\n\nII, f. moyunum car berbeyt: arzum yok, tembelliğim tuttu; moyun car berbegendikten: arzusuzluk yüzünden, tenbellik dolayısıyle.\n\n\nIII, yar, uçurum, dik sahil; car taş: deniz kıyısındaki sırt kaya.\n\n\nIV, feryat; ilam; ilan;car sal-: feryat, yardıma çağırma; (münadi vasıtasıyla) umuma bildirme.\n\n\nV. yarnak, parça parça etmek; otun car- : odun yarmak, kırmak; cara çap- : yararcasına kesmek, çalmak; artık döölöt baş carbayt ats. : fazla servet kafa yarmaz, kırmaz, fazla mal göz çıkarmak. cara I, yara; cerha; karha. cara- II, 1. hoşa gitmek, yaramak; carayt: olur; iyi; işe yarar; işke carabayt 1) işe yaramıyor; 2) hükümsüz; biz dagı sizdiñ bir işiñizge carap kalarbz: bir vakit bizde sizin bir işinize yararız: bir ooz. << kel >> digenge carabayt: << buyu runuz inşallah >> demesini bile bilmiyor; 2. antrenöman görmek; koşuya, sefere hazır bulunmak (at hakkında ) caraat . a. = cara I. caradar k.f. = caraluu. carak silâh; teçhizat; coo carak: savaş silâhları; carak-cabdık: teçhizat; tedarikât; kerek-carak 1) gerekli teçhizat vetedarikât; 2) silâh ve mühimmat; kerek-carak koomu: yoğaltım (istihlâk) şirketi. caraksız 1. işe yaramıyan, berbat; 2. müsellâh olmıyan, silâhsız. caraktan- silâhlanmak. caraktandır- silâhlandırmak. caraktandıruu işs. caraktandır-dan. caraktant- silâhlandırmak. caraktanuu işs. caraktan-dan. caraktuu 1. işe yarayan; cumuşka caraktuu: çalışabilen; 2. silâhlanmış; caraktuu künü coo kelbeyt ats.: insanın silâhlandığı gün düşman galmez. caral- yaratılmak, halkedilmek. carala- yaralanmak, cerhetmek. caralan- yaralanmak, cerhedilmek. caraloo yaralama. caraluu yaralı, mecruh; caraluu kiyik cata albas ats ats.: yaralı geyik (bk.) yatamaz; coo aaygan - caraluu ats.: düşmana acıyan kendisi yaralanır. caram yarama; işe yarama. caramazan a. dn. ramazan ayında söylenen âyinlik şarkı (bk. ramazan) . caramdık istidat, işe yararlık. caramduu 1. yarayan; işe yarayan; caramduu cer: (ekim için) yarayan toprak; 2. sevimli; caramduu at: endamlı, güzel at. caramduuluk 1. yararlık, işe yararlık; istidat; ar kimden – anın caramduuluguna caraşa, ar kimge –anın emgegine caraşa: herkesten istidadına göre, herkese emeğine göre; 2. sevimlilik. caramsıktan- yaranmak; iş görür gibi gözükmek. caramsız yaramaz, işe yaramıyan; caramsız cer: (ekim için) yaramıyan toprak. caramsızdık yaramazlık, fena hareket; tayip edilir hareket ve iş; intizamsızlık; hovardalık. carañka 1. ufak kırılmış odun, yonga; 2.<>: kopuntu. carardık yararlık, yarayan; işke carardık: kullanılabilen. carasız yarasız, mecruh olmıyan. caraş- 1. barışmak; 2. yakışmak; münasip ve yaraşık olmak; bizge içkilik caraşpayt: bize ayaşlık yakışmaz; bakkan eesi caraşsa, kara küçük sak bolot ats.: sahibi uygun olursa, kara (yani bayağı, soysuz) enik dahi uyanık olur caraşa göre (tevfikan); tatbikan; cergeliktüü şarttarga caraşa: mahallî şartlara göre uygun olarak; daha ör. bk. caramduuluk. caraşalık uygunluk, mutabakat. caraşık yararlık, işe yararlık; caraşıgı cok kiyim: yakışmayan giyim, özenle dikilmemiş elbise; çaraşık kün: açık, iyi gün. caraşıktuu yarayan; hoş; yakışan; caraşıktuu kiyim: tam gelen, yakışan elbise. caraşımduu yakışık, yaraşık. caraşpastık barışmazlık. caraştır- barıştırmak. caraştıruu işs. caraştır-dan. caraşuu işs. caraş- 1 den; caraşuusu.cok küröş: barışılmaz mücadele. caraşuusuz barışmaz. carat- 1. tasvibetmek, beğenmek; 2.işe yarayanı seçmek, iyisini ayırtlamak; cılkından caratıp at mingen folk.: sürüden seçerek en iyi ata binmiş; 3. antrenöman yapmak: at carat-: atı koşuya veya sefere hazırlamak için antrenöman yapmak; at suutup caratıp folk.: atı antrenöman yaparak; 4. yaratmak, halketmek. caratıl- yaratlmak, halkolunmak. caratılış tabiat, fıtrat; caratılış baylıktarı: tabiat zenginlikleri. caratkan dn. yaradan, hâlik. caratuu ı, tasvibetme.\n\n\nıı, yaratma, halketme; icad etme, varlığa getirme. carbañda- lâübalilik etmek, lâübalice şaka etmek, lâübalice kucaklamak. carbay- zayıf olmak (başlıca, gülümseyen yüz hakkında). carçı münadi, çığırtkan. carda 1. su aşındırmak; eşmek; kazımak; alışğndı bek bayla, cardap ketse suu berbeyt folk.: arkını iyi pekit, kazılırsa su vermez; 2. sıraya dizilmek; beleske çıgıp cardagan folk.: dağ geçidine çıktılar ve sıraya dizildiler. cardam . f. yardım, müzaharet. cardamçı yardımcı, muavin; cardamçı etiş gram.: yardımcı fiil. cardamdaş ı, birine yardım edenler. caramdaş ıı, karşılıklıca yardım etmek. cardamdaşuu yardımlaşma; cardamdaşuu komissiyası:müzaharet komisyonu; cardamdaşuu kassası: karşılıklı yardım sandığı. cardamsız yardımsız, âciz, yardım görmiyen . cardan- merakla, hayretle bakmak, gözlerini geniş açmak (çok şahıslar hakkında); adamdın baarı çuuldap, katar turup cardanıp folk. :bütün halk sıraya dizilerek ve hayret ederek gürültü yapıyor; emine cardanasıñar?: neden gözlerinizi faltaşı gibi açıyorsunuz? cardañ (rad.) canlı; canlılık. cardaş- müş. carda 2 den. cardı fakir, züğürt; cardı-cabırgay yahut cardı-cakır: fakir halk. cardıçılık = cardılık. cardık = carlık. cardılan- fakir düşmek, züğürtle- mek . cardılık fakirlik; cardılığın caşırgan bayıbayt ats.: fakirliğini gizliyen zenginleşmez. cardır- yardırmak, kırdırmak (diyelim odunu ); tabıt cardır-: tabut yaptırmak. cargak 1. zar (bir iç havuzu kaplıyan yahut iki uzvu birbirinden ayıran ince deri, m.); 2. tüyünden ayrılmış ve arıtılmış hayvan derisi; cargak şım: deri şalvar; cargaktay:arık, zayıf. carganat yarasa. cargı taş cargı: taş yarıklarında biten bir otun adıdır. cargıç yırtıcı; cargıç kuştun mıktısı alp kara kuş bar eken folk.: orada yırtıcı kuşların en güçlüsü olan kartal varmış. cargılçak el değirmeni cargız- patlatmak. cargızıl- patlatılmak; dinamit menen cargızılgan: dinamitle patlatılmış. carı ı, töş carı bk. töş. carı- ıı, haliden memnun olmak; gereği gibi tatmin edilmek (daha fazla menfi şekilde kullanılmaktadır); al tamakka carıbagan: (eskiden) adamakıllı yiyecek görmemişti; er carıbagan nerse: değersiz nesne; boş; ufak tefek. carık ı, ışık, aydın; carıkka çık- : aydınlığa çıkmak (dünyaya çıkmak: neşrolunmak, tabedilmek); carık kıl-: aydınlatmak; lâmba yakmak.\n\n\nıı, çatlak yarık, çatlamış olan. carıkçılık ışık; aydın dirim; mesut yaşayış. carıktık göz nuru; sevgili. carıl- ı, aydınlatılmak, aydınlanmak; mañdayı carıldı: alnı aydınlandı, sevinçten nur saçıyor.\n\n\nıı, yarılmak, çatlamak, patlamak, infilak etmek. carılda- çene çalmak, çok ve durmadan söylemek. carıldak yarasa, vespertilio. carılgıç 1. yarılmaya müstait, çabukyarılan; 2. patlamaya müstait; carılgıç nerseler yahut carılgıç buyumdar: patlayıcı maddeler. carılgıçtık patlayıcılık. carılış ı, infilâk, patlayış. carılış- ıı, müş. carıl- ıı den. carıluu 1. çatlama 2. patlama, infilâk; 3. yarılma, parçalanma. carım ı, yarım; carım saat: yarım saat; carım tıyın: yarım kopek (para); carım som:yarım ruble (elli kopek); tüm carım: gece yarısı; carım es: kaçık, şuuru çatlak, aptal; birdicarım bk. bir; calgız-carım bk.calgız.’\n\n\nıı, kârlılık, verimlilik; carımı cok :kârsız, az verimli. carımçak yarımlı; carımçak töşök 1) tek yataklı döşek; 2) kız yatağı. carımdal- yarısını bitirmek. carın- kendisinin karnını yarmak; carınıp ölö kalayın folk.: karnımı yarayım da öleyim. carış ı, 1. birbirini geçmek maksadiyle koşma; 2. yarış; müsabaka; sotsialistik carış: sosyalitçe yarış; carışka kir-: müsabakaya girişmek; atış carışı: atış müsabakası; carış söz: münakaşa, münazaa; carış sözgö kim çıgat?: münakaşaya kim çıkacak? carış- ıı, hep birlikte yarmak, kırmak.\n\n\nııı1. koşu; birbirini geçmek maksadile koşmak; 2. yarışmak. carışçak 1. koşma yarışı amatörü; 2. at koşularına aktif bir surette işitrâk etmeyi seven kimse; calgız attuu carışçaak, caman katun uruş- çaak ats.: tek atlı kimse yarışı sever; kötü adam kavgayı. carıştır- et. carış ıı, ııı ten taş carıştır-: taş atmakta yarışmak. carıştıruu 1. yarıştırma; müsabaka maksadiyle koşturma; 2. müsabakaya teşvik. carıştıruuçu 1. konuya teşvik eden; 2. yarışa teşvik eyleyen: söz carıştıruuçu: münakaşalara karışan. carışuu 1. koşu; 2. müsabaka. carıt- et. carı- ıı den; tük iştep carıtpayt: fena çalışıyor, işinin hayrı yok; bugün carıtıp tamak içkeniñ çok: bugün adam akıllı yemek yemedin. carıtıluu = carıtımduu; carıtulu iştegen işi çok: hoşa gidecek, beğenilecek hiçbir iş yaptığı yok; işi için kendisine teşekkür etmeye hiç bir esas yoktur. carıtımduu yetecek kadar, kâfi tatmin edici; kanaat verecek şey (daha fazla menfi şekilde kullanılır) ;carımtıduu iş: müsbet neticeler veren iş: carımtıduu eme berbeyt: beğenilecek, insanı tatmin edecek hiçbir iş yapmaz. carıtımsız ehemmiyetsiz; dikkate değmez; tatmin etmez. carıya a. cariye, odalık. carıyala ilân etmek; münadi vasıtasile bildirmek, umuma bildirmek. carıyalaş- hep beraber ilân etmek. carıyalat- ilân ettirmek; aşikâr kılmayı buyurmak. carıyalatuu işs. carıyalat-tan. carıyaloo a. ilân, tamim. cark bir işin ânî bir surette vukuunu, beklenikmeden peyda olan parıltıyı, ışığı taklidi ifade eden bir onamatopee’dir; cark etti: birdenbire parladı; ansızın belirdi; çındık cark etip: hakikat birden açıldı; cark etip külümsöröp ciberdi: ansızın neşeli gülümsedi; cark-curk: çabuk parlıyan; gözalıcı ışığı tayin etmek için taklitlik tabirdir. carka (rad.) parıltı. carkı- parlamak, yıldıramak. carkılda . = carkıra-. carkın aydın, gözalıcı; ışık okş. nur topu. carkıra- parlamak, yıldıramak. mucibolmak. carkoo bahane, sebep; carkoo kılıp:den dolayı sebepli. carköp r. <>: kızartma: kuşbaşı şeklinde doğranarak kızartılmış et, kebap. carlık ferman, emir, buyrultu; buyruk_carlıktar: buyrultular ve emirler. carma 1. yararak koparılmış (uzun) çıra; 2. üvütülmüş arpadan yahut buğdaydan yapılan çorba. carmaç 1. zayıf, dermansız; carmaç kişi: zayıf adam; fakir kimse; carmaç cürök: gevşek yürek, kalb; 2. mec.: fakir. carmaçtık 1. gevşeklik, dermansızlık, 2. mec. fakirlik. carmak 1. folk. para; 2. (şarkî türkistan’da) 1) en küçük bakır sikkenin adıdır; 2)bakır para. carmalık carma (bk. carma 2) carma pişirmeye yarayan yahut yetişecek kadar olan; bir carmalık buğday: bir defa carma pişirmeye yetecek kadar buğday. carmañke r. <>: panayır. carmaş ı= carmaç. carmaş- ıı, takılmak, sarılmak, tırmanmak, tırmanarak çıkmak; carmaşıp ele art cagıman kalbay cüröt: peşime takılıp kalmıyor. carmaşış- müş. carmaş- ıı den; tırmalap aşuuga carmaşıştı: tırmanarak dağ geçidine çıktılar. carmaştır- et. carmaş- ıı den. carmaşuu işs. carmaş- ıı den. carmoo r. <>: boyunduruk. carna hisse, pay. carnak pay; carnak kapitali: hisse sermayesi. carnakçı paydaş, hissedar. carnaktuu payı olan, payı ihtiva eden; car-naktuu doo: çalınan maldan muayyen bir-hisse iddia etme; senin mende carnaktuu-dooñ barbı?: neden bana iddialarınla takılıyorsun? carnlaş ı, hisse ortağı, bir şeyden başkasiyle birlikte hisse almak hakkına malik olan. carnalaş- ııpaydaş olmak. carnama k-f. buyrultu hükûmet ilânı. caroo karın ve böğürleri incelmiş; atıñ caroo: atın incelmiş; atım caroo tartıp ketti:atım inceldi, atımın karnı ve böğürleri inceldi. carooker okşayıcı, nüvazişkâr; okşamayı arayan; sâkin; şefkatli; hayırsever. carookerdik okşayıcılık, merhametlilik; hayırseverlik. carookerlen- cömert olmak; yumuşamak. caroosuz yaramaz, işe yaramıyan; bozuklu-ğu yüzünden atılan; bozuk, döküntü marda mal, emtia; caroosuz iş: fena iş: kötü hareket. caroosuzduk yaramazlık, işe yaramazlık. carp carpım açıldı yahut carpım cazıldı: neşelendim. cartı yarı, yarım. cartık 1. yarık, çatlak, 2. yarı, yarım. cartıla- (âdet olduğu üzere, geçen zaman gerondifi ile ve carım sözü ile birlikte): carım cartılap: yarı yarıya, tam değil. carımtımduu = carıtımduu. casa- 1. yapmak; düzmek; yaratmak; sınbastı usta casabayt ats.: hiçbir şey ebedî değildir (harfiyen: usta, kırılmıyacak hiçbir şey yapamaz); 2. süslemek, bezemek. casagan = caratkan. casak bir serdarın maiyetindeki savaşçı müfrezesi. casaker = carooker. casakerden- müdahane etmek, yaltaklanmak; birisinin teveccühünü aramak. casakerdik = carookerdik. casalga tezyinat, bezek, süs. casalgala- tezyin etmek, bezemek, süslemek, tefriş etmek. caslgalan- tezyin etmek, bezenmek, süslenmek, tefriş edilmek; kvartirim radio, elektir cana başka uşular öñdüü kerektöölör menen casalgalangan: mesgenim, radyo, elektrik ve başka kolaylıklarla süslenmiştir. casalma suni, yapma, calî, düzme; caslma bermet: yapma inci; casalma colu menen kuuduruu: sunî usulle çoğaltma (hayvanları). casama sunî; casama at: lâkap, takma ad. casan- 1. giyinip kuşanmak, süslenmek; 2. tamagın casanıp: (söylenmeden yahut ırlanmadan önce) boğazını düzeltmek için öksürerek. casat ı, a. 1. ten; cesed; et; 2. ölü (naaş), cenaze. casat- ıı, et. casa-dan. casayıl sadak, ok kabı (karş. caza. yıl) . casım = cazım. caska- (başlıca, elin ters tarafıyla vurmak için) el kaldırmak, sallamak. caskala- defetmek için sallamak; sallamak (diyelim köpeği korkutmak için değneği sallamak). caskan- 1. bir yana sıçramak, yerinden fırlamak (darbeden sakınarak); darbeden korunmak (diyelim, elle korunarak); 2. içti nabetmek; bir kenarda durmak; caskanbay ayt!: sakınmadan, kırılmadan doğruca söyle!. caskançaak çekingen; korkutulmuş. caskandır- et. caskan-dan. caslı r. yahut balalar caslısı: kreş, çoçuk sığınağı. casmin r. yasemin. casoo 1. düzüş; tanzim etme; bezeme, süsleme; 2. askerî nizam; casoocasa-: askerce –sıraya gelmek, sıraya dizilmek; 3. asker, ordu. casooçu 1. düzen; parovoz casooçu zoot: lokomotif imal eden fabrika; 2. mat. teşkil eden. casool tar. bir hükûmet memuru yanında bazı yumuşları (hizmetleri) yerine getiren; 2, kavas. casta- = cazda- ıı. castık = cazdık ı. caş 1. genç; caştayınan: gençliğinden beri; caştayımda cetim kaldım: çocukluğumda öksüz kaldım; 2.ham (olmamış); caş kayış: sepilenmiş deri; 3. yaş (ömrün yıl ile ölçülen miktarı); caşka tol yahut caşka cet-: bülûğa ermek (erkekler hakkında); mektep caşına ceptgeen baldar: mektep çağına ermemiş çocuklar; caşıñ caş: sen daha gençsin; -4. ömür, hayat; ceti kündük caşım bar folk.: yedi günlük ömrüm kalmış; ırgıp ketet başıñız, tügönüp kalat caşıñız folk.: başınız uçar, ömrünüz sonuna erer; gözyaşı; çolok caş: bir damla gözyaşı; közünön çolok- caş çıktı: gözünden yaş damlaları aktı. caşa- yaşamak, sıhatte ömür geçirmek; cıyırma caştı caşagan: yirmi sene yaşamış , yirmi yaşında; caşasın!: yaşasın!. sağ olsun!;caşasın bütkül dünüyödögü sotsialistik revolutsiya!: yaşasın bütün cihan sosyalist devrimi; köpcaşagan bilbeyt köptü körgön bilet ats.: çok yaşıyan bilmiyor, çoğu görenbiliyor. (çok yaşayan değil, çok gezen bilir.) caşamal yaşlı. caşañ yeşil, taze (ot hakkında); caşañ çöp: taze, yeşil ot. caşañkıra- 1. bir parça yaşamak; caşañkıragan: yaşlı; 2. biraz gençleşmek. caşar ı, (filân kadar) yaşında; altı caşar: altı yaşında, altı yaşında olan. caşar-ıı gençleşmek. caşart- gençleştirmek, tazelik vermek. caşartuu gençleştirme. caşaruu gençleşme. caşat- yaşatmak, yaşamal imkânı vermek. caşçılık gençlik; gençliğe has olan her şey ve hal. caşı- hemen ağlayacak bir durumda bulunmak, gözler yaşarmak; neşe kaçmak; söögüm caşıdı: (acımaktan) yüreğim kan içinde kaldı. caşıñkıra = caşıñkıra. caşık 1. yavan (et hakkında); arık; zayıflammış, caşık et: arık hayvanın eti, yavan et; eti caşık (hayvan hakkında) semiz olmıyan; eti kalgan kök caşık, kanı kalgan bir kaşık folk.: teni morlaşmış kanı bir kaşık kalmış; zayıf, sağlam değil, gevşek (diyelim- demir bıçak hakkında); caşık temir: adî-demir(çelik değil); caşık cürök: yüreği yufka, merhametli, ağlayık,; 3. daima ağlar gibi duran; caşık ün: ağlayık kimsenin sesi; 4. hazırcevap olmıyan kimsenin hali. caşıktık 1. arıklık; bitkinlik; 2. zayıflık; gevşeklik, ağlar gibi duran adamın hali; 4.hazır cevap olmayan kimsenin hali.caşıl, 1. yeşil; yeşillik (ot) , sebze; caşıl bak; yeşil bahçe; çaşıl öngöt, caş çoñoyot ats. : yeşil soluyor, genç büyüyor; 2. taze; açık; caşıl gül: açık çiçek. caşıldan- 1. yeşillenmek; 2. göz yaşarmak; közü caşıldanıp ketti: gözü yaşardı. caşıldant- 1. yeşillendirmek, yeşil renge boyamak; 2. köz caşıldant: göz yaşarmaya başlamak. caşıldantuu yeşil renge boyama. caşıldanuu işs. caşıldan- dan. caşılduu yeşil otla örtülmüş; caşılduu caykı talaa: yeşil otla örtülmüş olan ilkbahar stepi caşın- gizlenmek, saklanmak; töö minip eçkige caşınba ats.: deveye binmişken keçi arkasına saklanma! caşınbak saklambaç (oyun); caşınbak oyno_ saklambaç oynanak. caşıñkıra- gözyaşı akıtmak, gözler yaşarmak. caşınt- gizlenmeye zorlamak; gizlemek (diri bir varlığı). caşınuu işs. caşın-dan. caşır- gizlemek, saklamak; oorusun caşırgan caşırgan ölöt ats.: hastalığını gizleyen ölür. caşırık sır. caşıreıkça gizlice, saklıca; caşırıkça türdö: gizli tarzda. caşırın- ı, hafi, saklanmış; esrarengiz; caşırın türdö: gizlice; caşırın at: müstear isim, psivdonim; caşırın adabiyat: kanunsuz edebiyat, gizli edebiyat.\n\n\nıı, gizlenmek, saklanmak. caşırınpak = caşınbak. caşırış- hep birlikte saklamak. caşırmak = caşınbak. caşırmay saklama; çöp caşırmay: bir oyunun adıdır. caşırt- gizlemeye müsaade etmek yahut zorlamak; saklamayı emretmek. caşıruu gizleme, saklama. caşıruun = caşırın ı. caşış müş. caşı-dan. caşıt 1. yaşartmak (göz hakkında); 2. yumuşatmak; temir caşıt_: demiri tavlamak (ateşte son derece kızarıp dövülebilecek hale getirmek). caşoo yaşayış; geçiniş. caşooru 1. gevşek ve kederli olmak; 2.dert yanmak. caşta- gözyaşı dökmek. caştay bk. caş 1.caştık, gençlik. cat ı, yad; yabancı; cat süylöm gram.: araya giren cümle (cümlei mutariza, proposition incidente); cat söz: araya giren kelime.\n\n\nıı, f. yâd, anma, hatıra getirme, hâfıza; catka aldı: ezberledi; cat bilet: ezberden biliyor.\n\n\nııı, 1. yatmak, uzanmak; bulunmak; ikamet etmek; üydö catat: evde yatıyor, yahut- bulunuyor, ikamet ediyor; şaarda beş gün-cattım: şehirde beş gün bulundum (ikamet ettim geçirdim); men üygö catam: ben obada (odada, evde) yatacağım (uyuyacağım);türmödö catkanda; hapishanede yattığında;2. ait olmak, taallûk etmek: ilgilenmek; mına bul törö çülükkö catabı?: buna kibarlık, zadelik (bürokrasi) denilebilir mi?; 3. catkan (çokça menfi ve beğenme manasında olarak); en yüksek derecede, son derece, catkan bir uuru: benzeri görülmiyen bir hırsız; 4. (<> ile biten kelimelerden sonra) niyetini bildirmek, hemen yapmıya hazır bulunmak; ketkeni catat; gitmeye hazırlanıyor, şimdi gidecek; turganı cattı ele: kalkmaya hazırlandı, kalkmak niyetinde idi; 5. yardımcı fiil rolünde <> işin uzun sürdüğünü ve o âna, o dakikaya uygun- olduğunu ifade eder (bk. at ıv); söz süylöp catat: söz söylüyor (söylemekte devam ediyor); oynop catat: oynamakta devam ediyor; okup catat: öğreniyor, okuyor; kat cazıp catkanda: mektup yazarken; kayda bara-catat, emnege bara catat?: nereye gidiyorlar, niiçin gidiyorlar? orusça süylöp catabı,-kırgızça süylöp catabı?: (şu dakikada) rusça mı söylüyor, kırgıca mı söylüyor?; iştep kele catat: o çalışıyor (muayyen dakikadan şimdiye kadar); biz catıp catkan u bakta: bizim yattığımız zamanda; biz attanalı dep catkanda: ata binmeye hazırlandığımız- zamanda; suu agıp catat (akmakta devamediyor); bazan cat fiilinin hal zamanının 3 üncü şahsı (yardımcı fiil olarak kullanıldığında) catır yahut catırı şekline girer; eldin baarı cırgap catırı; stalindin armivası ceñilbes, ulamdan col körsötüp catırı folk.: halk hazediyor, mütelezziz oluyor; stalin’in ordusu yenilmez; o, (o orduya) dai-ma yol gösteriyor;: kele catır külroço etrafına bakınarak geliyor. cata, cata karın: sarkık karınlı; calama toodan teke atkan, cata karın eçki atkan folk.: kayalı dağlarda tekeler atmış, sarkık karınlı keçiler atmış. catak 1. yatacak yer, yatak, geceleyecek mahal; 2. in; yabanî hayvanların yuvası; ayuunun catagı: ayının ini; bödönönün catagın körda, etine taarınba ats.: bildircının yuvasını gör de eti az diye kızma!; kar it catak bolup kalıptır: kar erimiş, yalnız onun ötede beride bazı yığınları kalmış; 3. daimî mesken (kışın ve yazın aynı yerde kalan mesken); catakka kal_: yazın ya dakışlağa göçmeksizin yazlıkta kalmak; 4. caakkana. catakana = catakkana. catakçı tar. yatak (yani hayvanları bulunmadığından, yazı dahi kışlakta geçirmeye mecbur olan fakir kimse); catakçını ter kıssa, cügün cöö taşıyt ats.: catağı (yazın) ter sıkıştırırsa eşyasını (yaylağa) -yaya taşır. catakkana k.f. geceleyecek yer; konak; mesken; birlikte yaşanan yer. catalak bir nevi at hastalığı. catıgış- müş. catık ıı den. catıguu yatgınlık, temavül: okuuga az azdan catıguu gerek: tahsile azar azar alışmak lâzım. catık ı, yamık, yatgın (mütemayil); catık tildüü yahut sözü catık: tatlı sözlü, tatlı dilli; catık cazılgan angeme: sade yazılmış –hikâye.\n\n\nıı, yatgın olmak; kapılmak, bağlanmak. catıktıruu temayülünü arttırma, heveslendirme. catıl- mut. cat ııı ten. catın 1. döl yatağı, rahim (anat.); 2. son, döleşi, meşime; 3. yatma yeri, yatak; uydun catını 1) ineklerin yattığı yer; 2) inek meşimesi. catındaş = kindikteş. catır catırı=catat catırkoo yabancılık hissi, yadırgama; mende catırkoo cok, kimdin üyünö barsam da, öz üyümdöy: ben sıkılmıyorum (yadırgamıyorum) , kimin evine gidersem, o ev benim kendi evimdir. catış ı, işs. cat ııı ten ulandı gram.: lokatif- (mefulüfih). catış- ıı, müş. cat ııı ten; okup catışat: oku- yorlar. catkansı- gûya yatmak, yatar gibi gözükmek. catkır- yatırmak; uyutmak; orun salıp çatkırıp folk.: yatak yaparak ve uyumaya yatırarak. catkız- = catkır. catta- 1. ezberden hatırlamak; 2. ezberden söylemek. cattat et. catta-dan. cattık ı, yabancılık, yadırgama. cattık- ıı, yabancı olmak, yadırgamak.\n\n\nııı= catık- ıı. cattıktır- yabancı olma hissini uyandırmak. cattıktıruu (herhangi bir kimsede) yaban-cılık duygusunu uyandırmak. catuu yatma. cay ı, yaz; cayı kışı yahut cay kış debey: kışın ve yazın; bütün yıl; cayında: yazın, yaz zamanında; cayın: yaz boyunca, bütün yaz.\n\n\nıı, f. 1. yer, mahal; cayında 1) yerinde; 2) her şey yerinde; 3) hakkında; dolasıyla -dair; traktor remontu- cayında: traktörlerin tamiri yolundadır; cayın tap: (birisinin) hakkından gelmek; mec. öldürmek; cayıñdı tabam: hakkından gelirim (senin); anın cayı tabılat: sıvışamaz; onu ele alırlar (harfiyen: onun yeri bulunmuştur); oyuñ cayınan çıkpay kaldı: düşündüğün meydana çıkmadı, dediğin olmadı; 2. mesken; ev yapma; 3. iş evi; teşebbüs yeri; önör-cay: sınaî iş yeri; kagaz önör cayı: kağıt sanayii; okuu cayı 1) okuma yeri: mektep; 2) sağlık işlerinin durumu; den sooluk cayı 1) sağlık müessesi 2) sağlık işlerinin durumu; önör cay akca pılanı es.: sınaî, malî plân; 4. (bu mana ile daha fazla: maani- cay): vaziyet; hâlet; cayıñdı aytçı: kim olduğunu ne olduğunu söyle, anlat!; zorduk kılgan tol. toydum maanı-cayın köröyün folk.: bakayım, bu zorbalık yapan-toltoy kimmiş (ben ona gösteririm!); ca-man, cayın aytam dep, baarın aytat budala vaziyetini anlatayım derken, her şeyi meydana koyar; 5. esas; sebep; ıylay turgancayı cok: ağlamasına sebep yok.\n\n\nııı, 1. böyle (işsiz); işte!; sebepsiz; cayça yahut cayça ele: böyle (muayyen bir –maksat olmaksızın); cay adam: yabancı kimse; hususî adam; cay sooda: hususî ticaret; 2. ağır, yavaş, sükûnetle; cay cür-:ağır, yavaş yürümek; cay barakat= cayba rakat; canı cay tapkanı cok: rahat yüzü görmedi; cay bolot: ölecek; cayma-cay: rahça, acele etmeden: cay aldır: dinlendirmek cayı ketken: rahatı kaçmış; bitmiş.\n\n\nıv, cay cayla- bk. cayla ııı; cay taş bk taş 1. cay- v, 1. sermek, yaymak, asmak diyelim, kurutmak için çamaşırı); dağıtmak (diyelim saçları); açmak (diyelim kitabı) ; kitep cay-: kitap yaymak, açmak; argımak oozun caydı: at ağzını açtı; çaçın caydı: kadın saçlarını dağıttı (örgülerini çözdü) ; aştıkka suu cay-: ekinlere su akıtmak; butuman kan caya beriptir: bacağımdan boyuna kan aktı: 2. yaymak; elge cay_: umuma, halka bildirmek; ilân etmek; 3. otlağa çıkarmak; caygan atı miñ; bolsun, salınganı kis bolsun folk.: atları bin tane olsun, sergisi ise samur kürkü olsun! caya atın but eti (burası lezzetli parça sayılır). cayan bk. cayın; kızıl cayan: kana bulaşmış; murdu kızıl cayan bolup ketti: burnukan içinde; kar kızıl cayan bolup kaldı: kar kandan kıpkızıl oldu. caybarakat f-a. rahatça: kendi zevkine; mesut olarak. caybarakattan- mesut yaşamak, rahat geçinmek. caybarakattanuu rahat geçinme. caybarakattık saadet, rahat. cayça bk. cay ııı. cayçı gûya cay taş yardımıyla havayı değiştirebilen yakarışçı: (bk. taş 1). cayçılık sükûn, huzur; boş vakit: cayçılıkta cazarbız: bir fırsatta yazarız. cayçılıktuu rahat, sâkin. caydak (süvari hakkında): eğersiz; caydak min- yahut caydak atka min-: ata eğersiz, atın sırtına hiçbir şey sermeden binmek; caydak töş: açık döş, ğöğüs; caydak tam: boş (mobilyasız, mefruşatsız ve gayri meskûn); eşiği çok caydak tamda catkamın: kapısız, boş evde oturdum. caydakta- at caydakta: atın eğrini ve teğreltisini çıkarmak, almak. caydaktan- fazla giyimi ve yükü çıkararak hafiflemeka; beşmantçan bolup, caydaktanıp algan: yalnız bir beşmet (palto) ile kalarak kendini hafifletti. caydaktat- et. caydakta-dan. caydaktoo eğeri ve teğeltiyi çıkarmak. caydañda- hareketleriyle halinden memnunluk, şenlik göstermek; halinden memnun, neşeli olmak. caydarı açık tabiatlı; şen adam; caydarı açık: içten, samimî olarak; güler yüzlü; bayagı kadimkidey caydarı açık süylöşöt: eskisi gibi samimî konuşuyorlar. caydık yazlık; caydık kiyim: yazlık giyim. caydır- et. cay v ten. caygar- tanzim etmek, düzeltmek. caygarmanlık işbilirlik, işbecerirlik. caygaş- 1. nizama girmek; 2. yerleşmek, sığmak, vatan edinmek. caygaştır- 1. tanzim etmek, yoluna koymak; çeki düzen vermek; idare etmek; yerli yerine koymak; 2. iskân etmek. caygaştırıl- mut. caygaştır-dan; iş köñöldögüdöy caygaştırıldı: iş istenildiği gibi yoluna konuldu. caygaştıruu 1. nizam verme, yoluna koyma, düzme; yerli yerine koyma; küçtördü caygaştıruu: kuvvetleri tanzim etme; 2. iskân etme. cayıbaş haşlanmış hamur parçalarıyla ve yoğurtla yapılan bir yiyecek. cayık yayvan, yayık; cayık bet geniş yüzlü, yassı suratlı. cayıl ı, a. 1. gaddar, şerir şirret (insanlar hakkında); 2. şerirlik; fenalık beslemek; cayılım karmadı gayet hırslandım. cayıl- ıı, serilmek, yayılmak, her yana açılmak, genişlemek; keñiri cayılgan: geniş yayılmış; caman kagazga sıya cayılıp ketet: fena kâğıda mürekkep yayılıyıveriyor. cayıldan- hırslanmak, gazaba gelmek. cayıldanuu hırslanma, gazaba gelme. cayılım malga cayılımı cok cer: hayvanların yayılıp otlamasına imkân yer. cayılma serilmiş, yayılmış; cayılma süylöm gram.: uzun cümle (süje ile predikattan başka üyeler de bulunan katmerli cümle). cayılt- et. cayıl ıı den; etek cayılt-: eteği uzatmak; sovet soodasın keñ cayıltılı: sovyet ticaretini genişletelim. cayıltuu yayma; geliştirme; partiyanın içki demokratiyasın cayıltuu: partinin iç demokrasisini inkişaf ettirme. cayıluu ı, işs. cayıl_ ıı den.\n\n\nıı, serilmiş; tastorkon cayıluu: masa örtüsü serilmiş. cayın ı, bk. cay ı.\n\n\nıı, yayın balığı; folk.: balık şeklindeki deniz canavarı, cayın balık= cayın; cayın ooz: büyük ağızlı. cayış işs. 1. gütme, otlama; mal cayıtın bilbeysiñ: hayvanlar nerede ve nasıl gütmesini bilmiyorsun; 2. mer’a, otlak; maldın cayıtı bolboy bara atat: hayvanlar için mera yetişmiyor; otlak işleri yolunda değil; çar cayıt= çarcayıt; 3. genişlik; engin; een- cayıt turmuş: müreffeh hayat. cayka 1. silkmek, çırpmak; harekete getirmek; ak sakalın caykagan: (koyu ve uzun) ak sakalını sallıyor; 2. = caygar; aldap- soo-lap caykayın folk.: hile ile ve ustalıkla ben yoluna koyarım, işi düzeltirim. caykakta- atla öteye beriye koşturmak; ata bir veya yarım çark yaptırmak. caykal- 1. bir yandan o bir yana sallamak; caykala bastı: süzülerek, kurularak salınarak geziyor; sakalıñ caykalgan: sakalın küremsiğidir, kaba sakalsın; sakalın özenle taranmış; sakalın sana mühim bir tavır veriyor; çöbü caykalgan cer; koyu ve taze otla örtülmüş olan yer; 2. tam gelmek, yakışmak; köynögü caykalgan: elbisesi yakışıyor ve tam geliyor. caykalt- et. caykal-dan. caykana f. 1. büyük erkeklerin ordoya (bk. ordo 3) benziyen oyunu: 2. dn. ebedî istirahat yeri. caykı yazlık, yaza ait; caykı cumuştar: yazlık işler. cayla- ı, yazı geçirmek; yazlık meralarda bulunmak, yazı dağlarda geçirmek; cayında çöldü cayladıñ: yazı cölde gaçirdin: aksunun başın cayladık folk.: yazı aksunun membaında geçirdik.\n\n\nııı, yahut cav cayla- (şaman tabiri): cay taş (bk. taş 1) yardımiyle havayı değiştirmek; ayla menen cay caylap folk.: hile ile havayı değiştirerek.\n\n\nıı, 1. düzmek; yerli yerine yerleştirmek; maldı cayla!: hayvanları yerleştir (bağla, yerli yerine koy, yem ver ve s.); anı-munu cayla!: şunu bunu tanzim et, köñül cayla-: kalbi teskin etmek; 2. mec. öldürmek; catkan yerinde cayladı: yattığı yerde hakladı, öldürdü. caylan- nizama konmak; sükûnet kesbetmek; köñülü caylandı: kalbi sükûnet kesbetti. caylanış sığmak; yerleşmek; teessüs etmek; karakolgo caylanışıp aldım: karakol şehrinde) daima kalmak üzer yerleştim. cayalnuu işs. caylan-dan. caylaş- müş. cayla ı, ıı den. caylaştır- yerleştirmek, yerli yerine koymak, gereği gibi her şeyi yerine koymak. caylaştıruu her şeyi yerli yerine koyma, yerleştirme. caylaşuu işs. caylaş-tan. caylat- et. cayla- ı, ıı den; caylata: bütün cay (yaz); bütün yaz boyunca; caylata kılgan meenetinin cemişi: bütün yaz sarfettiği emeğin yemişi. caylı işi bir caylı bolgonço: işi yoluna konuluncaya kadar; henüz işi aydınlanmamışken. cayloo ı, nizama koyma; yerli yerine yerleştirme.\n\n\nıı, yazlık otlak, yaylak (bunun yaylada olması mutattır). caylooloş yaylaktaş, yayla ortağı. caylooluu uygunlaştırılmış; yere intibak etmiş. cayluu ı, rahat; iyi, hoş; cayluu, eptüü mal eken; manikerdi maga ber folk.: maniker atı) bana ver; çevik, hoş bir hayvanmış.\n\n\nıı, üylüü sözün tekidir. cayma 1. yayılmış, dağıtılmış, dağınık; cayma kökül: dağınık kahkül; dağınık örgü; cayma kuyruk 1) dağınık kuyruk; 2) gevşek; cayma bazar: öyle pazar yeridir ki orada mallar işportalara ve yere serilir; 2. ağzına kadar doldurulmuş çuval (hububat ölçüsü); eki kapka cay kılıp aldım: tam, ağzına kadar doldurulmuş çuval aldım; 3. teke ile yarışın bir safhasıdır ki o zaman bu yarışa (sadece onun ilk müteşebbisleri değil; herkes iştirâk eder) . caymalan- kenarlarla bir hizaya gelmek; dümdüz, yassı olmak. cayna- 1. geniş ve çok dökülmek; caynagan el kele atat: kaynaşan halk kütlesi geliyor; caynagan kol: gayet çok asker; buuday cerne carnap kaldı: buğday pek fazla döküldü; cıldızdar caynap çıgıp kalıptır: yıldızlar göğü kapladılar; 2. güzel ve büyük olmak (gözler hakkında) ; botodoy közü caynayt: o kadının (güzel) gözleri geniş açıldı; 3. gönül kaapcasına güzel gözükmek; aldına kilkildegen caş kozunun eti, kımız, boorsok debey, caynap keldi: genç kuzunun eti, kımız, ve boorsok onun önüne gönül kaparcasına dikildiler. caynamaz f. namaz halısı, seccade; namaz kılarken ayak altına serilen kumaş parçası yahut temiz giyim. caynat- et. cayna-dan; botodoy közün caynatkan folk.: o kadın gözlerini geniş açtı. caypa- yassılanmak; baştan başa örtmek, kapamak; geniş sahaya taşmak; cerdi suu caycap ketti: yeri su bastı, kapladı; cer caypagan kozular: yeri baştan başa kaplayan gayet çok kuzular. caypak- yassı, düz. caypat- et. caypa-dan. caypoo sorusu caypoo bolot dep üstünö colborston keçim captırgan (rad. , v): sağrısı caypoo olmasın diye kaplan derisinden çul örttürmüş. cayra- ölmek; caşıñda cayrap kal!: genç yaşında öl inşallah!; caştayında cayrap kaldı: genç yaşta öldü. caysañ çin. (destanda) kalmuk serdarı, zaysan. caysañda- caysañdap caylap ketet: tertemiz biçiyor (ekini) caysız rahat olmıyan; konogu caysız boldu: misafirlerin ikramı şöyle böyle idi. caytaş = cay taş (bk. taş 1) cayuu işs. cay ıv. den. caz ı, ilkbahar, ilkyaz; cazı menen: ilkbaharda, ilkbahar boyunca; cazında: ilkyazda; cazday: bütün ilkbahar, ilkjyaz içinde; ala cazdan bk. ala 4. caz- ıı, 1. yazmak; kat caz-: mektup yazmak; 2. tasarlamak; tahmin etmek; kudaydın cazganı dn.: takdirî ilahî, kader, kısmet; 3. yaymak, açmak; genişletmek; muştumun cazdı: yumruğunu açtı; kapa caz-: can sıkıntısını dağıtmak; çıngırığın cazbadı: acı acı sesi kesilmedi; çer caz-: kedri, tasayı gidermek.\n\n\nııı, yanılmak; hedfe değdirememek; yolu şaşırmak; caza çap: kılıçla, balta ile vururken hedefe isabet etmemek; cazatiy-: dosdoğru hedefe değdirememek; cazbayat-: isabetli atmak; caza süylö-: yanlış bir söz kaçırmak; sözde yanılmak; cazbay taanhıyt: yanlışsız tanıyor; karañğgda cazbay tabamın: karanlıkta yanılmadan buluyorum; atardın dübürü cazbay uguldu: atların ayak sesleri yanlışsız duyuldu; dele oşonuñdan cazba!: işte bundan yanılma, nasıl yaptınsa, şaşırmadan öyle yap!; tük cazuçuu emes ele: o, hiçbir zaman yanılmadı; cazdım yahut cazıp- tayıp: tesadüfen, rastgele, yanlışlıkla; cazdım (yahut cazatayım) bolup ok cañıldı: serseri kurşun isabet etti; cazatayım kelip kaldım: yakalaya yazdım (yakalıyordu, fakat o yakayı kurtardı); caza- buza basıp cıgılıp kettim: ayağımı iyi basmayıp, düşüverdim; men saa emine cazdım: ben sana karşı ne kusur yaptım? caza ı, a. ceza; kıyın; ceza tart-: karşılığını almak: ceza çekmek; cazaga tart: cezalandırmak; cazaga tartıl-: cezaya uğramak; cazanıñ eñ cogorku çarası: en ağır ceza; ölgöndün cazası- kömgön ats.: ölenin cezası gömmektir. caza- ıı= casa-. cazaker a-f. suçlu, cezaya mahkum; cala kılgan söz menen cazaker kılsam beker dep folk.: eğer ben onu yalan ihbara göre cezalandırırsam, bu doğru bir hareket olmaz. cazala- cezalandırmak, tedip ve tenkil etmek. cazalat- ceza verdirmek, tedip ve tenkil ettirmek. cazaloo ceza verme; cazaloo ekspeditsiyası: tenkil seferi; cezaloo otryadı: tenkil müfrezesi. cazana a. para cezası; cazana tart-: para cezası ödemek. cazanakor a-f. para cezası ödemeye mecbur olan; suçlu; men saa cazanakor emesmin (neden bana takılıyorsun?) ben sana karşı suçlu değilim ki. cazasız cezasız, cezalanmamış. cazasızdık cezasızlık, cezalanmazlık. cazat = casat ı. cazatayım ansızın; tesadüfen (ör. bk. caz ııı). cazay = sazay; cazayın bedrim: cezasını verdim haşladım . cazayıl a. çakaloz topu. cazayılçı çakaloz topundan atan topçu. cazda- ı, (hal zaman gerondifi şeklinde olan fiilden sonra) az kaldı; cürögü çıga cazdadı: yüreği çıka yazdı: az kaldı çıkacaktı; az kaldı düşecektim.\n\n\nıı, (birisinin başaltına) yastık koymak; (birisi için) bir şeyi yastık yerine kullanmak; anın başına cazdık cazda!: başaltına yastık koy! cazdal- mut. cazda- ıı den; başı karga cazdalıp cattı: başını kara yasladı. cazdan- başaltına yastık koymak; yastığa yaslanmak; herhangi bir şeyi yastık yerine kullanmak; kar cazdanıp mal taptım folk.: kar üstünder yatarak (emeklere ve mahrumiyetlere katlanarak) mal kazandım. cazdanış- müş. cazdan-dan. cazdant- et. cazdan-dan. cazdık ı, yastık; kuş cazdık: kuş tüyüm yastık; cazdık kap: yastık yüzü, kılıfı.\n\n\nıı, (mutat olduğu üzere köz söziyle bir arada): mal köz cazdıgında kalbasın: sakın hayvanları gözden kaybetmeyelim; kitep köz cazdığında kalbasın, cakşılap karagın: kitap köşe bucakta kalmasın, iyice bak; köz cazdıkta kalbasa, barbagan cerim kalbadı folk.: belki tesadüfen gözden kaçırmış olabilirim, yoksa, gitmediğim yer kalmadı.\n\n\nııı, ilkbahara ait, yazlık ekin. cazdıktaştıruu ekini yazlığa çevirme. cazdım = cazım (ör. bk. caz ııı) . cazdır- ı, yazmayı rica yahut emretmek.\n\n\nıı, doğru yoldan çıkarmak, şaşırtmak dalâlete düşürmek. cazdoo yazlık mera, yayla, yazlık konak, durak, yaylak. cazga- = caska. cazgala- = caskala-; iterdi çıbık menen cazgalap, tuş- tuşka kubuladı: çubuğu sallayıp, köpekleri koğup dağıttı. cazgan- = caskan. cazgançaak = caskançaak. cazgı ilkbahara ait; cazgı egin: yazlık ekin; cazgı turu yahut cazgıturu: ilkbahar, ilkbaharda, ilkbahara doğru, ilkbahara göre; cazgısın: ilkbaharda, ilkbahara göre. cazgıç yazgıç, yazıcı. cazgır- baştan çıkarmak; dalâlete düşürmek, aldatmak; köz cazgırıp ket-: sıvışmak, sezdirmeden gitmek. cazgıruu işs. cazgır-dan. cazgısın bk. cazgı.\n\n\nbk. cazgı. cazı 1. geniş; yassı; cazı mañday: geniş alın; boru cazı: bağrı geniş; geniş göğüslü; cazı kur bk. kur ıv 1; 2. = cazık ıı 2. cazık ı, günah, suç, kabahat; saa emine cazık kıldım?: senin karşında benim ne kabahatim var?; mende ne cazık?: benim kabahatim var; ukkan kulakta cazık cok ats.: duyan kulak suçlu değildir.\n\n\nıı, 1. düz; 2. ova caıktuu kabahatli, kabahat yapan, kusur işliyen. cazıktuuluk suçluluk. cazıl- 1. yazılmak; 2. abone olmak; gazetaga cazıl-: gazeteye abone olmak; 3. yayılmak; cazılgan talaa: geniş step; 4. ayrılmak, çözülmek; çıñırgan ünü basılbayt, çıñırığı cazılbayt folk.: acı sesi dinmiyor, ciyak ciyak bağrışı kesilmiyor. cazılın- yazılmak; zarıldık kıskandığından cazılınıp oturat: zaruret zorlanmasından dolayı yazılıyor (diyelim, mektup hakkında). cazılıñkı hafifçe yayılmış, hafifçe açılmış; kabağı cazılıñkı: bir parça şenlendi. cazıluu 1. yazılı, yazılmış; 2. abone; gazetaga cazıluu: gazeteye abone yazılma. cazıluuçu abone. cazım 1. isabetsizlik; yanlış (zarf olarak); tesadüfen; 2. kaza; felâket; ölüm. cazımış 1. kader, takdiri ilahî; ezeldegi başka bütkön cazımış: ezelden mukadder olan; 2. yazar gibi görünen; cazımış bolup oturat: yazar gibi gözükerek oturuyor. cazında bk. caz ı. cazıñkı hafifçe açılmış, hafifçe yayılmış; cazıñkı bet: yayık yüz, yassı yüzlü. cazıñkısın ilkbahara doğru, ilkbahara doğru olan zaman; bıltır cazıñkısın kış kıyın boldu: geçen sene (bıldır) ilkbahara doğru kış şiddetli oldu. cazkı = cazgı. cazma yazma; tahrirî; elyazması; cazma arız: tahrirî dilekçe. cazmış = cazımış. cazuu yazı, yazış; cazuu-sızuu: kitabet, tahrirat, edebiyat. cazuuçu yazan, muharrir. cazuuçuluk muharrirlik mesleği yahut vaziyeti. ce ı, yeter! elverir!; cebi?: yeter mi, emi?; ce-ce!: yeter yeter! ce- ıı= cee.\n\n\nııı, yemek; tadını almak; tamakce-: yemek yemek, akça ce-: para yemek, ihtilâs; akımdı cep ketti; hakkımı yedi, bana ait olan hakkı vermedi; tayak ce-: dayak yemek; sopa ile dövülmek; suuk ce-üşümek (diri varlık hakkında); kam-ce-: yumruk yemek, yumruk darbesi almak; suu cep ketti: su eşerek götürdü (diyelim, sahili); bok ce bk. bok; kulak meemdi cebey, tınç koyosuñbu?: kulağımın dibinde dırlanmadan vaz geçerek, beni rahat bırakacak mısın yoksa? : cebe 1. ok; cebe tart-: ok çekmek, ok atmak, 2. temren; ketmendin cebesi: çapanın yüzü, tepesi müstesna olmak üzere, bütün yassı kısmı; 3. yay (silâh); cebenin ogu: ok. cebek sıra, saf; cebek tart-: sıraya dizilmek, bir sırea olmak. cebele- ok gibi uçmak, atılmak. ceber cer-ceberge cet-: sövüp saymak. cebilge (göç sırasında yahut gelini köyüne yollarken) binek hayvanlarını süslediklewri saçaklar ve süslü çullar. cebire- dırlanmak, çene çalmak; cebire ele maydalatıp süylöy beret: durmadan çene çalıyor; cer-ceberin cebireyt: saçmalıyor. cebireş- müş. cebire-den. cede- cedep: gayet, pek, son derece; cedep maş bolgon: adamakıllı pişmiş (insan hakkında);çok pratik olmuş; cedep til uga berip, kulagı coy bolgon: o kadar tekdir sözleri işitmiş ki artık bunlar ona tesirsiz kalıyor; cedep kişi katarınan cıgıptır: itibarını büsbütün kaybetmiş (hâkimiyetini ve s. kaybetmiş) tir. cedir- yedirmek (yemeye zorlamak yahut müsaade etmek); beslemek; akısın cedirdi: hakkını yedirdi, hakkını vermediler, onu aldattılar; başkasına hakkını yedirmiyor. cedirmek aşık oyunun adıdır. cedirt- et. cedir-den. cee f. 1. yahut, veya; cee sen maga kelesin, cee men saga baramın: ya sen bana geleceksin yahut da ben sana varacağım; 2. ne (menfi mânada) cee eşiği cok, cee terezesi cok tam: öyle bir ev ki ne kapısı, ne penceresi var. ceek ı, bostanlarda uzunca tümsekler; arkın kenarı; kenar; pervaz: tañ ceek saldı: şafak söktü;: ceegi cok: çenesi durmaz; sıkılmaz, söylemekten çekinmez.\n\n\nıı, ağzına geçen her şeyi çiğneyen (diyelim, hem paçavrayı, hem ipi, hem at kuyruğunu çiğneyen buzağı gibi); doymaz, obur. ceekte- kenar, kıyıboyunca yürümek; su ceektep; nehir kıyısı boyunca yürümek. ceektet- et. ceekte-den. ceel erge-ceel: cüce. ceen yeğen yahut kadın tarafından torun; ceen kız: kız yeğen yahut kadın tarafından torun; ceen ayak es.: kabile ziyaretlerinde ceen’lere hususî ikram; şölenlerde ceen’in amcasından yahut dedesinden canı istediği gibi ikram edilme yahut sürüden istediği atı seçme hakkı; ceen kelgençe, ceti börü kelsin ats: yeğen gelmekten ise, yedi kurt gelsin. ceendik es. (yeğenin amcasından yahut dedesinden hediye seçme yahut onları sürüsünden istediği hayvanı alıp götürme hakkında dayanan) ceene verilmesi mecburî olan hediye. cerde kızıl, al; cerde at: al donlu at: cerde sakalduu: kızıl sakallı. cegde erkek gömleği. cegiç 1. obur; 2. atılgan. cegiçtik 1. oburluk, 2. atılganlık. cegiliktüü yenir, yenilebilir şey. cegiz- = cedir-:tayak cegiz-: dayak yedirmek (dövmeye zorlamak yahut müsaade etmek.) cek ı= ceke ı; cekme-cek: bire-bir; cekme- cek çık- yahut cekke çık-: mübarezeye çıkmak; cekcaat yahut cek-caat: tayeke-ceen (krş. tay 1 ve ceen); sıhrî yönden akrabalar, ahbaplar.\n\n\nıı, husumet; nefret, nefretle bakış; cek- kör-: nefret etmek nefretle bakmak; cek körün-: nefreti mucibolmak; cek körünçü bolbo!: kendinden nefret ettirme!.. cekcaat bk. cek ı. cekçil nefret eden, husumet besliyen; cetpegen cekçil ats.: bakmıyan iyi amma, hakikatta çiğdir (harfiyen: toy olan- nefret edicidir). ceke ı, f. ayrı, mümtaz, hususî; münferiden, tek başına, yalnız; ceke irette: şahsî yola; ceke nalog: şahsa mahsu vergi; ceke çarba: husuî iğelik (ekonomi); attı cekebayla: atı (başkalarından) ayrı bağla!; suraganga beker ber, suusaganga ceke ber! ats.: istiyene bedava ver, susayana- ayrıca (daha fazla) ver!; ceke gana bul emes: yalnız bu değil; ceke biylik: mutlakiyet idaresi; ceke kapital: hususî sermaye.\n\n\nıı, kök ceke yahut ceke ötük (destanda) bir çeşit kıymetli ayakkabı. cekeçil şahsiyetçi, individualiste. cekeçilik şahsîcilik, individualisme. cekele- 1. tek başına hareket etmek; cekelep cooga kir: düşmana tek başına saldırmak, tek başına savaşa atılmak; 2. tek bir kişi üzerine iki kişi (üç kişi ve s.) birden saldırmak; eköö cekelep ketti: tek bir kişi üzerine ikisi bvirden yürüdüler. cekelen- bölünmek; ayrı ayrı vahitlere (teklere) ayrılmak. cekelik teklik, yalnızlık. ceken kuga dahi denilen saz (bataklık bitkisi). cekendi cekendi ton (destanda): bir üst giyimin adidir. cekendos f. oturmak için küçük, dar, sirilmis sergi. cekeri tar. kendisine silâh takilan kuşak, kemer. cekey başa giyilecek bir şeyin adidir. cekir- sövmek, kötü muamelede bulunmak. ceköös = cököös ceksen f. 1. ayni; düzeltilmiş; yeksan; cer menen ceksen kildi: yerlere yeksan eyledi, ezdi; 2. mahvolmuş, bitmiş. ceksende- yerle yeksan, bir emek; imha etmek; ceksendep köm- 1)gömmek; 2) sathini düzeltmek. ceksöörün menfür. ceksööt- ceksöörün. cekşembi f. yekşenbe: pazar günü (hafta günlerinden birinin adidir). cekte- nefret etmek; husumet beslemek. cel i, kemik çürümesi, rim (hastalik)\n\n\nii, rüzgâr, yel; koñur cel: hoş esin, serin, hafif yel, esin; caydin koñur celi: hoş yaz esini, yeli; cel öpkö bk. öpkö; cel söz: yel söz, boş söz; cel tiygizbey maktayt: yel dokundurmadan övüyor. cel- iii, yenmiş olmak.\n\n\niv, yelmek (hizli koşmak). celbegey yakasi açik olarak; sirta atilmiş olarak (palto hakkinda). celbegeylen- celbegeylenip oturat: paltosunu sirtina atarak oturuyor. celbi = celpi i. celbir celbir-culbur: sallanip duran. celbire- esmek (rüzgar hakkinda); dalgalanmak. celbiret- et. celbire-den. celbirööç = celbürööç. celbirtte- dalgalanmak; cooluk uçtari celde celbirttegen: mendil uçlari rüzgarda dalgalandi. celbirttes- müs. celbirtte-den. celbürööç ; 1. ziynet yerine kullanilan türlü köstekler, madalyonlar, cici biciler; 2. köttük’ün bir parça yukarisinda (bk. köttük) kuskuna takilan süsler. celde- 1. kopmak, çikmak (yel hakkinda); kün celdey tüsüp, möndür caadi: rüzgar çikti ve dolu yagdi; 2. genis yayilmak: atagim curtka celdegen folk.: ünüm (söhretim) halk arasina yayilmis. celden- rüzgarin tesirine maruz kalmak; rüzgarda serinlemek, havalanmak. celdet a. 1. cellat; iskence yapan; 2. tar. muhafiz, bekçi; nöbetçi. celdik eger yastigi. celdir- yeldirmek (hizli kosturmak). celdirt- et. celdir-den. celdirüü iss. celdir-den. celdüü 1. rüzgarli yelli (hava ve yer hakkinda); kün celdüü bolup turat: hava rüzgarli duruyor; celdüü cer: rüzgarli mahal veya bölge; 2. mec. hoppa, hafif mizaçli, hafifmesrep; celdüü cigit: hoppa delikanli. cele 1. uçlari iki kaziga baglanarak gerilen, taylari ve buzagilari baglamak için hizmet eden ip; karkira-turuna, cele tart!: turnalar siraya diziliniz! (uçup gitmekte olan turnalari, çocuklar iste bu sözle tesyi ederler); 2. sira ile dizilmis olan tuzaklar; 3, örümcek agi; cörgömüs cele tartiptir: örümcek agini kurmustur. celek 1. bayrak; 2. hafif, erkek üst giyimi (çokluk, elisi kumastan ve astarli olarak dikikilir) 3. yensiz çocuk giyimi; 4. (destanda) bayrak günderinin ucu; celegi altin tuu folk.: günder ucu altindan olan bayrak. celektüü bayrakli, bayrakla teçhiz edilmis olan. celelen- katar halinde dizilmek. celep ; elep sözünün tekidir. celetke r. «jiletke»: yelek; kiz celetke: küçük kiz mintani. celgüür kimiz tulumunda, fazla gazlari çikarmaya yarayan menfez. celigis i. cosma, cosma haleti. celigiç- ii, coşmak, heyecana gelmek. celigüü işs. celik- ii den. celik i, yelme (at yürüyüşü) celiği cakşi at: yelmesi, yelişi iyi (yumuşak) olan at. celik- ii, taşkinlik etmek; kendini zaptedemez hâle gelmek. celiktir- . aşiri gazaba getirmek; kişkirtmak. celiktirüü işs. celiktir-den. celim zamk; sari celimdey: «hamam yapraği gibi» (yapişkan). celimçi zamk yapan. celimde- zamk sürmek, zamkla yapiştirmak. celimdel- zamk sürülmek, zamkla yapiştirilmak. celimdet- zamk sürdürmek, zamkla yapiştirtmak. celimdöö zamk sürme, zamkla yapiştirma. celimdüü zamk sürülmüş, zamkli. yapişkan. celimek ufak sinek, thrips (böcek). celin hayvan memesi. celinde- 1. meme toplamak (diyelim, buzağılamadan biraz önce inek hakkında); 2. haya torbasının şişmesinden mustarip olmak (aygır hakkında). celiş ı, yeliş (at yürüyüşü). celiş- ıı, hep beraber yelmek. celke 1. ense; beygirin yele arkası; celkenin çuñkuru: ense çukuru; üyün celkemdin çuñkuru körsün!: “evini ensemin çukuru görsün!” evine ayak basacak değilim; 2. ense, yele arkası derisi; cegeni celkesinin çıgarılsın!: yediği burnundan gelsin: senin yaptığın (yahut benim yaptığım) iyiliğin hayrını görmesin!: ceen el bolboyt, celke ton bolboyt ats.: ceen (bk). hısım olmaz; yele arkası derisinden kürk olmaz. 3. geri, kıç; arka kısım.; ayıldın celke cagında: avulun (köyün) öte yanında. celkele- arkadan yürümek; kırk celdetim cetelep, kırk uvazir celkelep folk.: kırk muhafızım önde, kırk vezirim arkada. celki 1. dudaklardaki yahut gözkapaklarındaki çatlaklar, sivilceler 2. dudaklarında yahut gözkapaklarında bu gibi çatlaklar ve sivilceler bulunan kimse. celmaya = celmayan. celmayan yürük deve; hecin devesi. celmooguz 1. cadaloz karı; 2. mec. obur. celötkö = celetke. celp . taklitlik söz (onomatopee); celp degiz: hafifçe dalgalandırmak, sallamak. celpi ı, ceñil ı sözünün tekidir. cepli- ıı, çırpmak, silkmek. celpilde- dalgalanmak. celpildek her zaman silkinen kimse celpildeş- . müş. celpilde-den. celpildet- et. celpilde-den. celpin- . silkinmek, çırpınmak. celpiniş ı, 1. çarpışma, karşılaşma (rad., v); 2. cerdin tübü celpiniş folh.: yerin ucu, kenarı. celpiniş- ii, müş. ceplin-den. celpint- . havalandirmak suretiyle serinlendirmek, havalandirmak (hava aldirmak); colborston keçim captirip, ceteletip, celpintip folk.: ati kaplan derisinden çula örttürerek, onu sürerek ve serinleştirerek. celpirüün 1. yelpaze; celpirüün tabak 1) yelpaze işini dahi görebilecek olan ince tepsi; 2) un kepçesi; 2. hububati silkmek suretiyle temizlemeye, ayiklamaya yarayan kap. celpit- et. celpi- ii den. celt taklitlik söz (onomatopee); bütkön boyu celt etti: bütün vücudu ürperdi, titredi. cem yem, hububattan yem; cemçöp- hububattan, ottan olan yem: cem saldi kil- 1) yemle beslemek; 2) rüsvetle avlamak; ak cem: suda birakilan et (suda birakilarak islatilan ettir ki avci kuslari, semirmesin diye, bununla beslerler); cem çaç-: yiyecegi kusmak (alici kus hakkinda); kam-cem albay: dinlenmeden. cemçil hububattan olan yemi seven (hayvan hakkinda). cemde- hububattan olan yemle beslemek; cemdep bakkan at çidamduu bolot: hububattan olan yemle beslenen at dayanikli oluyor. cemden- doymak, adamakilli doymak (hayvanlar yahut kuslar hakkinda); hububattan olan yemle beslenmek. ceme yahut kör ceme: tehdit, gözdagi; sövme; cemege al-, = cemele. cemeçil sövmeyi seven kimse. cemekey 1. rüsvetçi; 2. tufeyli, issiz, bosta gezmeyi seven; avare. cemekeylik 1. rüsvetçilik; 2. tufeylilik, avarelik. cemele- tehdit etmek; sövmek; tekdir etmek, paylamak. cemelöö iss. cemele-den. cemir- kirmak. yikmak, bozmak. cemiril- yikilmak; kazilmak. cemis 1. yemis; meyva; cemis bagi: meyve bahçesi; 2. (bu mana ile cer cemis dahi denir): çilekler. cemisten- 1. meyve ile örtülmek; 2. meyveli, semereli olmak. cemistent- 1. yemis verdirmek; 2. meyvelerle, aslarla teçhiz etmek. cemistüü 1. meyveli, çilekli (agaç, çali, bitki hakkinda); 2. mec. semere veren; cemistüü is: semereli is cemkor k-f. yemle beslenen hayvan. cemkorok k-f. (hayvanlar hakkında) yeme haris olan, obur. cemsöö kuş kursağı; kara cemsöö 1) obur; 2) soyguncu: rüşvetçi. cemsöölük kara cemsöölük: kendisine tevdi edilen nesne hakkında dürüst harekette bulunmamaklık. cenaddel r. es. kadin şubesi. ceñ- i. yen, kol; ceñ türüp iş kil-: yenleri, kollari sivayip çalişmak; özenle çalişmak; ceñ içinen yahut ceñ uçunan: gizlice, hafiyyen: ceñ içinen bütüs: her iki tarafin rizasiyla anlaşmak (gizlice, başkalarina haber vermeden); ceñden körün-: meydana çikmak; sakli kalmamak; ceñ cuñ: kalintilar, bakiyeler, kirintilar, artiklar; bir ceñden kolçigar-: «bir yenden kol çikarmak»iyi dostça geçinmek; eteği bütölüp, cengi uzardi bk. bütöl\n\n\nii, yenmek; akilim ceñip barbadim: akil ettim de gitmedim. ceñde- (yalniz geçen zaman gerondifi ile): cumuştun köbün ceñdep taştadim: işin büyük bir kismini bitirdim. ceñdeş boyca ve vücudun kuruluşunca denk olan. ceñdir- yendirmek; yenilmiş olmak; mukavemet edemez hâle gelmek; boyun eğmek; suukka ceñ dirdi: kendini soğuğa yendirdi; akilga ceñdir-: etraflica düşünmek, makul bir tarzda hareket etmek; mastikka ceñdir-: sarhoş olmak; balalikka ceñdir-: çocukça hareket etmek; oygo ceñdir-: düşünmek, düşünceye dalmak; sözgö ceñdirbeyt: münakaşada altta kalmiyor, söz bulmakta aciz kalmiyor. censdüü yenli, kollu. ceñe yenge. ceñey = ceñe (yaşça büyük kadinlara hitap ederken bu kelime kullanilir.) ceñgetay (yasça büyük olan kadinlara hitap ederken kullanilan okşama sözüdür); yengecik, gelincik ceñgetaylik es. nişanli kizin yaşça büyük akrabasindan olan ve delikanliya nişanlisini gizlice ziyaret etmekte yardim kadina güveyin verdiği hediye. ceñgis ceñgisiz. ceñgisiz yenilmez. ceñil i, hafif, yeğni; ceñil cigit: çevik delikanli; ceñil tart-: hafiflemek; oorusu ceñil tartayin dep kaldi: hastanin durumu iyileşti; ceñil barip, oor kel!: hafif git de, yüklü dön! (ağir ganimetle dönmek hususunda îyi dilek); ceñilcelpi: çok hafif, hafifçe. ceñil- ii, hafiflemek, yeynileşmek. ceñil-iii yenilmek; duşmanga cengilbeybiz: düşman karşisinda yenilmeyiz. ceñilbes yenilmez. ceñilbestik yenilmezlik. ceñildet- hafifletmek. ceñildik 1. hafiflik, hafifleme; 2. hiffet (hoppalik); taammülsüzlük; ceñildik kilip koyduñ: taammülsüz hareket ettin, aşiri derecede acele ettin; 3. muafiyet; ceñildik ber-: muafiyet bahşetmek. ceñilgis yenilmez. ceñilüü bozgun, hezimet. ceñiş 1. yenme, zafer; fetih; oktyabr revolutsiyasinin ceñişteri: ilkteşrin devriminin başarilari. ceñiş- ii, yarişmak, müsabakaya girişmek; birbirini yenmeğe çalişmak. ceñiştüü zaferli, muzaffer; cengiştüü cürüş: muzafferce yürüyüş: ceñiştüü türdö: muzafferce muvaffakiyetlice. ceñüü zafer, yeniş. ceñüüçü muzaffer, yenen. centek sağ yağdan yahut yağli kavuttan ibaret bir aştir, ki çocuk doğduktan yahut deve doğurduktan sonra ikram edilir. centekte- gidip yeni doğan çocuğun ve annesinin hâlini sormak. ceper = ceber. cer 1. arz, yer; mahal; cer kaymaktap bütköndö bk. kaymakta; cerin karap kaçkan: vatanina kaçmiş; men ani cerine cetkirem: ben ona gösteririm, ben ona kim olduğumu bildiririm; bir cerine cetken kedey: son derece fakir; cer kara bk. kara ii; cer-ceber bk. ceber; cer cemiş bk. cemiş; 2. cercerde: muhtelif yerlerde, ötede beride; cer- cerlerde: yerli yerinde; cer menen cer kilip koy-: yerle bir kilmak; cer menen cer bolup kal-: yerle yeksan olmak; munun eç bir arsarsiy turgan ceri cok: bunun hiç bir şüpheyi mucip olacak yeri yok; cerge kal-: boşuna mahvolmak; erge kilgan cakşilik cerge kalbayt ats.: mert kişiye yapilan iyilik boşuna gitmez; bir cerge 1) bir mahalle: 2) bir yere; barip turgan ceri: bir şeyin en yüksek derecesi; cer baspay turgan kezinde: kuvveti ve refahi yerinde iken; cer baspay turgan at: hizli yürüyen, yeğni bacakli at; ani men külüp turgan cerinen çakirdim: ben onu tam gülüp durduğu zaman çağirdim; salgan cerden yahut çukul cerden: ansizin, birden bire: hiçbir sebep yokken: cer-suu 1) yersu (üzerinde çîftçilik yahut davarcilik ile meşgul olunabilecek olan toprak ve şartlar); 2) mit. toprak-su ilâhi (fena ruh); cersuu tayi-: yer-su ilâhina (merhamet dileyip) kurban kesmek; vermek; 2. mesafe; beş kündük cer: beş günlük yer, mesafe. cerçil doğduğu yahut uzun zaman yaşadiği yere temayül eden (diyelim, hep eski sahibine gitmeyi düşünen köpek hakkinda). cerde- yaşamak, oturmak (ikamet etmek); tekesti cerdedik: tekste yaşadik; cerdegen ceri talas: ikamet ettiği yer - talas’tir. cerdeş i, hemşeri. cerdeş- ii, birlikte ikamet etmek. cerdik 1. yabanî (ehlî olmayan); cerdik kuş: vahşî kuş; 2. kendi kabilesinden yahut avulundan uzaklara göçüp giden kimse; insanlardan uzakta yaşayan adam. cerdiktüü yerli, mahallî. cerdöö ikamet cerdööçü ikamet eden, oturan. cerdüü 1. toprağa malik olan; arazi sahibi; 2. = cerdiktüü; cerdüü kizmatçi: yerli hizmetçi. cerge 1. sira; 2. hanin karargahi, sarayi: askerdi arbin baştapsiz, cetim tul katin, cergeñdi karan taştapsiz folk: büyük ordu sevk ettin; öksüzleri, dul kadinlari ve karargahini bakimsiz biraktin. cergele- siraya dizilmek; cergeley kon-: sira sira olarak konmak, yerleşmek. cergelet- siraya dizmek; sira düzmek; cergelete kondu: siralar teşkil ederek oturdular yahut kondular (halk, kuşlar vs. hakkinda) cergesiz soyu sopu belli olmayan; cergesiz cetim debeseñ, cetilsem seni bagamin folk.: eğer soyu sopu belirsiz yetim demezsen, büyüyünce ben sana bakarim. cergilik mahallî; aslî. cergilikteş- yerlileşmek; (diyelim, resmi işlerde) yerli ahalinin diline geçmek; yerli ahalinin mümessilleri memuriyete alinmak. cergilikteştir- yerlileştirmek; (diyelim, resmî işlerde) yerli halkin lisanini tatbik eylemek; mahalli halkin oruntaklarini memuriyet kadrolarina almak. cergilikteştirüü yerlileştirme; aparatti cergilikteştirüü: idare cihazini yerlileştirme. cergiliktüü = cerdiktüü; cergiliktüü el: yerli ahali; cergilik tüü komitet: mahallî komite. ceri- 1. yadlaşmak, yadirgamak; 2. kendi yavrusunu kendine yaklaştirmamak; koy kozusun cerip ketti: koyun kuzusunu kendine yaklaştirmadi (kuzulayinca onu kabul etmedi). ceris- müs. ceri-den. cerit- et. ceri-den. cerlik yerli; (su veya bu) bölgeye ait olan; osol cerlik: o yerin ahalisinden; biz hemserileriz. cersi- vatanini özlemek, vatanini düsünmek. cersin- yeri elverişli saymak ve oraya yerleşmek. cersiz topraksız cersizdik topraksızlık cerüşö .=cer üşö (bk. üşö) cerüşöö işs. cerüşö-den. cese- ortaya çıkmak, hareket etgmek (keşifçiler hakkında); cesekçi cesep kaldı: keşifçiler harakete geçtiler. cesk şehir kapısı; kordon; keşif (başlıca, at hırsızlarını gözetleme yahut yakalamak için); cesek at kazdık; kordon kurduk, eşifçiler koyduk; cesek attandı: keşifçiler harekete geçtiler. cesekçi keşifçi; kordoncu. ceset = casat ı cesir a. dul kadın (karş. tul ve tul- duu); olco cesir tar. : harp esiri; cesir akı: dul kadın hissesi. ceş ı, tenavül etme, alıp yeme içme; içiş ceş kerek: yemeli içmeli. ceş- ıı, müş. ce- ııı ten; deşpe, deşkenden kiyin bok çeşpe ats.: bir işe girişme, girişince de sızlanma! (harfiyen: sözleşme, sözleşince de bok yeme!) ceşil- karşılıklıca bilinmeye maruz kalmak (birbirine sürtme yüzünden, diyelim, iki değnek hakkında) cet- varmak; ermek; erişmek; ulaşmak; şaarga cettik: şehre vardık; muratka cet-: murada ermek, maksada vasıl olmak; kuup cet-: peşinden yetişmek; cetip ozup ket-: yetişmek ve geçmek; akıl cet- peyt: akıl almıyor, akıl ermiyor; caşka cet- bk. caş 2.; boygo cet-: bk. boy 1; boyum cetpeyt: boyum yetmiyor ( bu iş için benim boyum kısadır); közü cetti 1) göz gezdirdi; 2) kanaat hasıl etti, yakinen bildi; köz cetpeyt: gözükmüyor, göz alamıyor; kekçe cete: akşama kadar, ta akşama kadar; cete okugan: çok okumuş, alim;acalı cetdi: eceli yetmiş; aramdıgıñ öz başıña cetet: hainliğin kendi başını yedi. cete ecdad, dedeler; menşe, kök; cetesi caman: kötü temayüllü; ceteñ caman, kişi bolboysuñ: temayüllerin fenadır, sen adam olmazsın. cetek 1. yedeğe alınmış; cetekke cürböyt: yedekte yürümüyor; 2. rehberlik, sevk, idare. ceteçi rehber, şef, rehberlik eden; cetekçi kızmatçılar: rehner işçiler; cetekçi organdar: rehber kurumlar. cetekçilik yönetim (sevk, idare); güdüm; şeflik; cetekciliği astında: rehberliği altında. cetele yedeklemek, yedeğe almak. ceteleme yedek, yedeğe alınmış; azır men ceteleme taylakmın folk.; ben henüz yedeğe alınmış bir poduğum (yani küçük müstakil olmayan bir adamım). cetelen- mut. cetele-den. ceteleş- yedeğe aldırmak; ayırmaçka tañılıp ceteletken bala: bir çocuk ki (at üzerinde) eğere bağlı olarak duruyor ve atı da yedekde götürülüyor. cetelöö 1. yedeğe alma; 2. rehberlik; güdüm. cetelüü ( Rad. ,V ) kılıçlı , kılıca malik olan. ceterdik yetecek kadar. ceterlik = ceterdik. cetesiz 1. soyu sopu belirsiz; 2. bakımsız; enesi cok kız , atası cok uul –cetesiz ats. : anasız kız , babasız oğul – bakımsızdırlar. ceti 1. yedi; ceti tündö bk. tün; 2. hafta. cetigen yediger; Dübbüekber ( yıldız topu) ; 2. Kırgız kabilelerinden birinin adıdır. cetik 1. yetecek kadar; 2. elverişli; ahılı cetik: fikren olgun; 3. uzağı gören; akıllı (hakim) . cetiktik 1. kifayet; 2. elverirlik. cetiktüü = cetkileñ. cetil- 1.varılmak; 2. olmak , yetişmek; 3. kurulmak; çapsa , bolot ketilet; çarıkka karmasa , cetilet ats. : çaldıklarında kılıç gedikleniyor; bileği çarkına tutulursa yeniden keskinleşiyor. cetilik yedilik. cetilt- et. cetil-den. cetim yetim , öksüz; cetim öz kindigin özü keset ats. : öksüz kendi göbeğini kendi keser; cetim kabırga: en kısa kaburga kemikleri; cetim sümbö: kısa , tüfek harbisi. cetimçilik = cetimdik. cetimdik yetimlik öksüzlük hali. cetimiş yetmiş. cetimsire- kendini öksüz hissetmek , yetim kalma duygusuna kapılmak. cetimsiret- et. cetimsire-den; balanı cetimsiretpey cakşı bak! : çocuğa kendinin yetimliğini hissettirmeden iyi bak! cetin- tatmin edilmek , iktifa etmek; tamakka , kiyimge cetinip kaldık: yiyecekle ve giyecekle tamamiyle temin edildik; cetine albay : sevinerek , mütehassis olarak. cetinçi yedinci. cetiñkire- muayyen bir derecede ermek; bir dereceye kadar kâfi gelmek; citiñkirebey turat: bir parça yetişmiyor; biraz erişmiyor. cetiş- hep birlikte yetişmek , ermek , 2. kâfi gelmek , yetecek miktarda bulunmak; at cetişpeyt: at yetişmiyor. cetişerlik yeterlik;cetişerlik bilimi bar: kâfi derecede bilgisi var. cetişkendik 1. yetişme erme; cetişkendikteribiz: bizim ele geçirdiklerimiz; 2. liyakat , ehliyet. cetişpegendik eksiklik; noksan; hesap eksikliği; yetişmeme. cetişpöölük = cetişpegendik. cetişsiz kâfi gelmeyen , yetişmeyecek miktarda bulunma. cetişsizdik 1. kifayetsizlik; bütçe eksikliği; hesap eksikliği; kusur; ihmâl; 2. zaruret , ihtiyaç; kündölük cetişsizdikter:günlük ihtiyaçlar. cetiştik kifayet; malga cem-çöp cetiştik kılat: hayvanlar için yem kâfi miktarda vardır. cetiştir- tedarik etmek , hazırlamak; anıklamak. cetiştirüü tedarik , hazırlama. cetiştüü her şeyi kâfi miktarda bulunan kimse; temin edilmiş olan; bütün caktan cetiştüü: her hususta temin edilmiş; madaniy küçtör cetiştüü: medeni kuvvetler kâfidir; cetiştüü emes: kâfi gelmiyor , yetişmiyor. cetkidey kâfi; cetkidey dayardıgı bar: yetecek kadar hazırlığı vardır. cetkileñ mükemmel; hiçbir kusuru , eksiği olmıyan; gelişgen; cetkileñ içik: âlâ kürk; cetkileñ biyik: büyük yükseklik; cetkileñ kıyın iş: gayet güç iş. cetkileñdik kemal , gelişim. cetkililksiz kâfi gelmiyen , kâfi gelmez; barlık şaymanı cetkiliksiz: bütün teçhizatı noksandır. cetkinçek genç nesil , yetişmekte olan nesil. cetkir I , atik; uzun sözdün kıskası , cel sözdün cetkir ustası: uzun sözün kısası , boş sözün ustası. cetkir- II, 1. tedarik etmek , yetiştirmek; çakkan öltüröt , maktagan cetkiret ats. : yeren öldürüyor; öven (maksada) yetiştiriyor; tayak tayga cetkiret , tay atka cetkiret ats. : << on paradan lira birikir >> (harfyien : asâ taya ulaştırır , tay ise , ata ulaştırır) ; 2. kendine yetişmeye müsaade etmek. cetkirt- et. cetkir- II den; ketemin degeniñdi elge cetkirttim: gideceğim dediğini halka ulaştırttım , bildirttim. cetkis el ermez , yetişilmez; akıl cetkis: akıl ermez; esep cetkis: hesapsız , hesaba gelmiyecek kadar çok. cetkisiz = cetkis. cetkiz I= cetkis , but cetkiz cerde: insan ayağı basmıyacak yerde. cetkiz-II = cetkir- II; bul kabardı kolxozgo me cetkizdim: bu haberi kolkoxa ben yetiştirdim. cetkizüü yetiştirme. cetmiş =cetimiş. cetöö yedi tane. ceyren 1. = ceerde; ceyren sakal: kızıl sakallı; 2. ceylan. cez bakır; teneke; cez tırmak bk. tıımak; cez tumşuk bk. tumşuk; cez kempir = cez tumşuk(bk. tumşuk) . cezde enişte (büyük kız kardeşin kocası) . cezdüü bakırla teçhiz edilmiş;bakıra malik olan; bakırla kaplanmış olan. cezit a. (destanda) alçak (adam): yezid. ceztırmak bk. tırmak . ceztumşuk bk. tumşuk. cıbanak (Rad.) kaplan kemikleri; cıbanak saptuu ak kestik (Rad.V) : sapı kaplan kemiğinden olan bıçak. cıbıcı- kaynaşmak; kalabalık halinde hareket etmek. cıbıgız karakuş nevilerinden birinin adıdır. cıbılcı- ağır ağır , gevşek hareket etmek; cıbılcıgan cigit: beceriksiz , delikanlı; cıbılcıp suu agıp atat: su gayet zayıf sızıyor , az ve yavaş akıyor; cıbılcıbay batırak aytsañçı! : uzatmadan , daha çabuk söylesene! cıbılıktat- köz cıbılıktat - : hızlı hızlı göz kırpmak. cıbıñda- hızlıca göz seğirmek; gözle işaret etmek. cıbır ( su üzerindeki) pürüzler , kışıklar; cıbır- cıbır: fısıltı: ıbır- cıbır bk. ıbır. cıbıra- durmadan ve hızlıca uğraşmak , kaynaşmak. cıbıt 1. = koktu (ancak daha küçük hacimde) ; 2. çayın yatağı. cıdı- 1. dökülmek (kıl ve saç hakkında) ; dökülmek (yün , tüy hakkında) çaçı: tazdın başınday cıdıp tüşüp kalgan: saçı kelin saçı gibi dökülmüş; 2. ordo (bk.) oynarken , kaideye riayet etmemesi yüzünden oyundan ayrılmak. cıdımak 1. = borbor (yalnız ordo oynarken , bk.) ; cıdımakka sal- (karş. – cıdı- 2) ; oynarken hiyle etmek; 2. çocukların aşık oyununun bir çeşididir. cıdıt- et. cıdı-dan. cıgaç ağaç; kara cıgaç: kara ağaç; hercai karağaç; sarı cıgaç: amberbaris (bitki , karş. börü karagat: karazat maddesinde) , at cıgaç: değirmen tesisatı kısımlarından binin adıdır; üy cıgaç: keçe ev yapmak için gerekli olan ağaç; cıgaç tüşürdü es. : gelini evine götürmeden 15- 20 gün önce güveyin , gelin köyünün ahalisine çektiği ziyafet. cıgaççı marangoz , dülger. cıgaççılık marangozluk , dülgerlik zanaatı. cıgaluu cıgaluu möör(destanda) hükümdar , han mührü. cıgıl- devrilmek , düşmek , yere serilmek; yenilmek; cıgılsañ nardan cıgıl ats. : mahvolsan da çalgı altında mahvol! ( harfiyen: düşersen , hecin devesinden düş!) ; astına cıgıldı : ayaklarına kapandı; el sözünö cıgıldı folk. : halkın dediğine boyun eğdi; ayıpka cıgıl- bk. ayıp 3. cıgılış I, cıgıluu; it cıgılış bol- (pehlivanlar hakkında) ; ikisi birden düşmek; it cıgılış bolup kayra turduk ( güreşte) biz ikimiz de birden düştük ve sonra yeniden ayağa kalktık. cıgılış- II, müş. cıgıl-dan. cıgılıştuu kendi kabahatini itiraf etmek; biz sizge cıgılıştuubuz: biz size karşı olan kabahatimizi itiraf ediyoruz. cıgıluu düşme , yıkılma. cıgım kadın << sarığı>> nın (başörtüsünün) kısımlarından bir tanesinin adıdır. cıgın- << sarığı>> arkaya kıvırmak (kadınlar hakkında) . cık I, cık toldu : ağzına kadar doldu. cık- II, devirmek , yenmek , yere çalmak; suu cık- : suyu akıtmak; aldına cık- : ayaklarına kapanmaya zorlamak; ayıpka cık- bk. ayıp 3. cıl I, yıl; çarba cılı: üretim (istihsal) yılı; kem cıl : âdî yıl; toluk cıl: << tam yıl>> , kebise yılı; cıldardan cıl ötüp: yıllarca zaman geçti; cıldan cılga: yıldan yıla; kirişteri cıldan cılga ösüüdö: gelirleri yıldan yıla artıyor; bıyılkı cılı: bu yıl; eçen cılı: nice yıllar; birkaç yıl; cılıga yahut cılda: her yıl; cıl alıs folk. : biz yıl aşırı karşılaşıyorduk; 2. hayvan adlarına göre yürütülen takvim (bu devri takvimin yıllarının adları sırasiyle şunlardır: 1) çıçkan : sıçan; 2) uy: sığır; 3) bars: pars; 4) koyon: tavşan; 5) uluu: ejder; 6) cılan: yılan; 7) cılkı: at; 8) koy: koyun; 9) meçin : maymun; 10) took: tavuk; 11) it: köpek; 12) doñuz: domuz , cılıñdı töö kılasıñ: sen artık çok oluyorsun; kendini dev aynasında görüyorsun ( harfiyen: yılını yani doğduğun yılı deve yılı yapıyorsun; hayvan devri takvimi yıllarının adlarında deve adı yoktur; cıl sürüş- : hayvan devri takvimine göre , birbirinin hangi yılda doğduğunu soruşturmak. cıl- II, hareket etmek , kımıldamak; emeklemek: yere doğru pek fazla eğilerek yürümek; suu cılıp agat: su ağır ve süzülerek akıyor; akırın cılıp barıp konobuz: ağır ağır yürüyeceğiz ve konakta (gece konacak yerde) duracağız. cılacın cılaacın , cılalcın , alıcı kuş için çıngırak. cılan yılan; cılan cıl: hayvan devri takviminde altıncı yılın adıdır; ak cılan : beyaz yılan; cöö cılan yahut cöölcan yahut , söölcan : yağmur böceği; kara çaar cılan: engerek yılanı; ok cılan : yılanların bir çeşidinin adıdır; çala öltürgön cılanday: ne et ne de balık ( harfiyen yarı öldürülmüş yılan gibi ) ; cılan ordosu: yılan yuvası , yılan ini : cılanday : yılan gibi mahir , çevik; cılkıga cılanday uul carayt ats. : at (gütmek) için yalnız çevik delikanlı yarar; cılan boor 1) kayış örmenin ayrıca bir şekli , 2) mec. : kamçı. cılañ cılañ ayak = cıñaylak; cılañ ayakta: ayakkabıyı çıkartma. cılañaç çıplak , çırılçıplak. cılañaçta- giyimini çıkartmak . soymak. cılañaçtan- giyimini çıkarmak , soyunmak. cılañaçtoo giyimini çıkartma , soyma. cılañayak = cıñaylak. cılañaylak = cıñaylak. cılañbaş açık baş. cılañbaştan- başı açmak ( başa giyilen nesneyi çıkartmak suretiyle ) . cılas 1. yok edilmiş; batmış; değersiz; cılas bolgur! : mahvolası! ; kahrolası! (atlar için sarfedilen ilençtir ) ; cılas kıl: kökünden imha etmek , köküne kibrit suyu dökmek; cılas bol- 1) kaybolmak; 2) fakir düşmek; cılkıçı bolup , bee baktıñ; cılas bolup , töö baktıñ folk. : at çobanı oldun , kısrak güttün; fakir düştün de deve güttün; 2. pervasız: yürekli. cılbırska 1. dalgalı (yeni doğan kuzunun tüyü hakkında) ; kısa tüylü kuzu derisi; 2. mec. (insan hakkında) dönek , çabuk değişen , yalancı. cılbıskak = cılbırska. cılbış- yerinden oynamak , kaymak. cılbışkak düz , kaypak. cılcı- kımıldamak , hareket etmek. cılçıgıy dar gözlü; yarığımsı gözlü. cılçık yarık , küçük yarık. cılçıksız yarıksız , deliksiz; bütün. cılçılık bir yıl müddet , vade; ayçılık saygan işime cılçılık sayıp cetpegen folk. : benim bir ayda yaptığım nakışı o kadın bir yılda yapamıyor. cılçıy- 1. daracık olmak (delik hakkında) ; 2. dar gözlü olmak. cıldaş yıldaş , yaşıt (aynı yılda yahut hayvan devri takvimine göre ayın adı taşıyan senede doğmak itibariyle) cıldık 1. yıldönümü; 2. bir sene müddet; senelik vade; beş cıldık: beş senelik; beş cıldıktı tört cılda: beş yıllık vazifeyi dört senede başarmak. cıldır- yerinden oynatmak; yerinden kımıldatmıya zorlamak; koydu beri cıldır: koyunları bu yana sür! cıldırma yavaş iş gören , gizlice , sinsice hareket eden. cıldız 1. yıldız; cıldız tolgondo yahut cıldız tolo: gece geç vakit; gece olduğunda; cıldızı artık (insan hakkında) : talihli , talihi yaver , cıldızı tüştü yahut cıldızı öçtü: yıldızı söndü; itibarını kaybetti; cıldızı karşı: aralarında düşmanlık vardır; cıldız- cıldız mec. : delik deşik; yırtık pırtık; 2. teveccüh; 3. sevimli; hoş; cıldızı eken adamdın , kim caktırbayt mındaydı? folk. : o , en sevimli insandır , böylesi kimin hoşuna gitmez? cıldızça yıldızcık. cıldızda- suu cıldızdap kirdi: su pek fazla taştı , su her tarafı bastı. cıldızdal- örselenmek (diyelim , giyim hakkında) . cıldızdan- yıldız gibi parlamak , yıldıramak. cıldızduu 1. yıldızlı; 2. hoş , güzel; cıldızduu bala: sevimli , hoş çoçuk; cıldızduu mal: görmesi , bakması insanın hoşuna giden hayvan; cıldızduu kıymıl: yakışıklı hareket , yürüyüş; 3. mesut , sevinçli çocukluk. cılga çayın yatağı , uzun çukur , oyuk. cılgam bir otun adıdır. cılgayak kaypak; cılgayak tep- : (ayak üzerinde) kaymak; demir- ayakla kaymak; cılgayak muz: ayak kaydıran buz. cılgın ılgın (ağaç) . cılgınduu ılgın ağacı biten yer. cılgıs = cılgısız. cılgısız hareketsiz , sağlam pekitilmiş. cılı- ılımak , ısınmak. cılımçı 1. tatsız; iştah uyandırmıyan: 2. sinsi , gizlice iş gören; cılımcı osuraktın cıktı caman ats. : avm. : yavaş atın çiftesi pek olur. cılımık ılığımsı; kün cılımık tarttı: gün bir parça ısındı. cılın- ısınmak , ılınmak. cılınt- ısınmıya zorlamak , ılıtmak. cılınuu işs. cılın- dan. cılış yerinden hareket etmek; ilgeri karay cılış casaaştı: ileriye doğru hareket ettiler. cılışta- yavaşça hareket etmek; oorusu kündön küngö cılıştap oñolup kele atat: hastalığı günden güne iyileşiyor , geçiyor. cılıt- ılıtmak , ısıtmak; suu cılıt- : su ısıtmak; boy cılıtçu kep gönüle hoş gelen söz , lâkırdı. cılıtuu işs. cılıt tan. cılkı I, 1. at (bu hayvanın soy ismi olmak üzere ) ;cılan çakpay , cılkı teppey: yılan sokmadan , at tepmeden: sebepsiz; durup dururken; kırk cılkı: kırk at; mec. es. kız (babasının kızı) ; gelinlik kız; 2. hayvan devri takviminde yedinci yılın adıdır.\n\n\nII, ötkön cılkı: geçen seneki. cılkıçı 1. hergele çobanı; 2. lâtince adı Motacilliadae olan bir kuştur: çoban aldatan ( ?) . cılkıçılık hergele çobanı mesleği. cılkıluu atları çok olan , at sürüsüne malik olan; san cılkıluu: hesapsız at sürüleri sahibi. cılma 1. pürüzsüz; ayak kaydıran; cılma taş: kaypak( pürüzsüz) taş; 2. yere sürünen; cılma toktum: sathi karar. cılmakay düz kaypak ( boyuna kayan; ayak kaydıran) . cılmala- düzelmekte , rendelemek , rendeden geçirmek. cılmalat- et. cılmala dan. cılmañ cılmañ ur- yahut cılmañ kak- :neşe ve hayattan memnuniyet göstermek; cılmañ et- : tebessüm etmek. cılmañda- 1. şen ve gülümseyen bir çehre sahibi olmak; 2. çabuk ve çevikçe yürümek; cılmañdagan taygan: çabuk araştıran taygan tazı ( köpek) . cılmay- gülümsemek , tebessüm etmek; cılmayıp kal! : terin dibine bat! cılmayış- gülümsemek birbirine tebessüm etmek. cılmayuu gülümseme , tebessüm. cılmık cılmıktay : tertemiz. cılmıñda- gülümseyen çehreli olmak. cılmıñdat- et. cılmıñda-dan. cıloo (daha çok at koşuları zamanında kullanılır) yular , dizdin; attardın cıloosun algıla! : atları dizginlerinden tutun! cıloolo- dizginden tutmak. cılpılda- hızlı bir hareket yapmak; çevik ve sokulgan olmak; tabasbus etmek , yaltaklanmak; suudan çıkkan balıktay kolgo karmalbay cılpıldayt : sudan çıkmış balık gibi kıvrılıyor ve kendisini yakalatmıyor. cılpıñda- ustalıkla , atiklikle hareket etmek , iş görmek. cılpışta- yaranmak; yaranır gibi gözükmek; yaranarak telaş etmek. cılt göz yumup açınca ve ansızın yapılan hareketi ifade eden taklitlik sözdür; kün cılt koyup uyasına kirdi: güneş bir parça parladıktan sonra batıverdi; karanlığgıda ot cılt etti: karanlıkta ateş yıldıradı; cılt etip külüp koydu: ansızın gülüverdi; cıldızday cılt- cult etet: yıldız gibi parlıyor , yıldırıyor , yalabıyor; cılt ber yahut cılt et- : fırlamak , hızlıcza sıçramak; sıvışmak. cıltılda- yıldıramak , yalabımak. cıltıldaş- müş. cıltılda- dan. cıltıldat- et. cıltılda- dan; balalardın ot cıtıldatıp catkandarın kördü: çocukların ateş tutuşturduklarını gördü; cıltıldatıp at mindi: ata binerek kurulmuş. cıltıñda- işve yapmak , kırıtmak gözlerle , yüzle) . cıltıra- parlamak , yalabımak. cıltırak parlıyan; cıltırak metaldar: renkli mâdenler. cıltırat- parlatmak , yıldıratmak , parlamaya , yalabımaya zorlamak. cıltırgan kochia denilen bitki. cıltırla = cıltıra- cıltıy- bir işi çabucak ve sezdirmeden yapmak; cıltıyıp kaçıp ketti: gizlice sıvıştı. cıluu 1. ılık , ılıklık; cıluu söz : sıcak , okşayıcı , hoş söz; cıluu süylö- : yumuşak , hoşa gidecek tarzda konuşmak; cıluu süylösö cılan iyinden çıgat ats. : yumuşak konuşulsa , yılan bile ininden çıkar << tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır>> ; cıluu cılmaydı: hoş bir tarzda gülümsedi; cıluu et. sıcak , taze et; 2. mec. can; 3. mec. yuva; cagalmay uçtu cıluudan folk. : Falco vespertinus denilen doğan yuvadan uçtu. cıluula- ılıtmak , ısıtmak; cıluulap cap- : sıcak örtmek; cıluulap camın- : sıcak örtünmek. cıluuluk ılıklık; suluulugunan cılugu ats.: sıcaklık ( cana yakınlık) güzellikten yeğdir. cım cım- cım et- , pırıl pırıl parlamak; cım- cırt = cımcırt. cımcırt tam sukûnet , sessizce; kulak murunu kesilgendey cımcırt: kulağı burnu kesilmiş gibi , hiçbir hayat eseri göstermiyor; kulak kesgendey cımcırt: tam sukûnet , tam sözsüzlük ve sessizlik. cımcırttık tam sukunet , tam sözsüzlük ve sessizlik; cımcırttıkka kömüldü: sukunete , tam sessizliğe daldı. cımda eptep- cımdap: maharet , çeviklik göstererek. cımı camı. cımılda- yıldıramak , ışık saçmak , parlamak; renkten renge girmek; öñüñ cımıldap turat: yüzün nur saçıyor , sevimli görünüştedir; cımıldap kül- : gönüle hoş gelecek şekilde gülümsemek; cımıldagan cip: sağlam ve düz bükülmüş iplik; içnen cımıldap turat: sevinç karışık sabırsızlık hissediyorlar. cımıldaş müş. cımılda- dan. cımıldat- et. cımılda- dan; cımıldatıp say- : ufak ve sık dikişle dikmek , işlemek. cımıñ gülümseme , tebessüm; işveli kırılışlar; cımıñ etip kül- :tebessüm etmek; gönül alırcasına gülümsemek. cımıñda- gülümsemek; işvelice kırılmak; yaranmak. cımıñdaş- müş. cımıñda-dan. cımıñdat- et. cımıñda- dan; köz cımıñdat- : gözü yarı kapatmak , yumdurmak; göz kapaklarını bitiştirmek. cımır- cımırıp: gizlice; cımırıp katıp aldı: sakladı , gizledi. cımıray- caranın oozu cımırayıp bütö turgan bolup kaldı: yaranın ağzı kapanmaya başlayıp , onulmaya yüz tuttu. cımıy- büzülmek , kısılmak. cımıyış- müş. cımıy-dan ; tülkü körgön bürküttöy cımıyıştı: tilki görmüş karakuş gibi büzüldüler. cımsal 1. gizlidan gizliye ( sözler hakkında) ; 2. ketum ( ağzı pek) ; sezilmiyen; cımsal türdö: gizlice , sezdirmeden , harfiyyen. cımsalda- esrar perdesiyle örtmek; kaplamak , saklamak. cımsaldat- et. cımsalda- dan. cımsalduu cımsalduu ayal: derli toplu , tertemiz kadın. cıñ I, çin. ağırlık ölçüsü bilriğinin adıdır (ki altı yüz gram kadardır) ; bu ölçü Şarki Türkistan Kırgızlarında kullanılmaktadır.\n\n\nII, ıñ- cıñ bk. ıñ. cıñalaç = cılañaç. cıñalaçta- = cılañaçta- . cıñalayak = cıñaylak. cıñalbaş = cılañbaş. cıñaylak 1. yalınayak; 2. baldırı çıplak. cıñroo çıngırdama . cınıs a. 1 cins ( çeşit) ; soy; too cınıstarı: madeni sahralar ( taşlar , formasyonlar) ; 2. bl. cinsiyet( erkeklik) ; cınıstık bl. cinsi ( sexsuel) ; cınıstık baylanış: cinsi münasebet. cıp cı ile başlıyan sözlerin önüne takviye için katılır; cıpcıñaylak: büsbütün yalınayak; cıp- cılas: batmış( kaybolmuş) ; iz bırakmadan kaybolmuş. cıpar mis , misk , iyi koku , güzel koku; iyi kokan güzel kokan; cıpar samın: yüz sabunu; cıpar cıttan- : iyi güzel kokmak. cıparduu mis kokan , iyi kokan , güzel kokan. cıpılda- cıpılda- ; cıpıldagan: atik , çok canlı ve oynak. cıpılıkta- hızlıca göz kırpmak; közü cıpılıktayt: hızlıca gözlerini yumup açıyor. cıpılıktat- et. cıpılıkta- dan. cır- yırtmak , parçalamak. cıra 1. seln açtığı çukur ( büyük olmak şartiyle) ; suyun eştiği derin çukur , uçurum; 2. dağ geçidi. cıraka yarık. cırga- lezzetlenmek ( dadanmak) ; haz duymak; refah içinde yaşamak. cırgal haz; lezzetlenme , zevk; refah; cırgal kör- : lezzetlenmek; cırgak ber- : lezzetlendirmek; cırgal turmuş: şen neşeli hayat. cırgalçılık refah , huzur; cırgalçılık dooru : refah , huzur , sadet devri zamanları. cırgalçılıktuu = cırgalduu. cırgalduu 1. müreffeh , rahat vehuzur içinde yaşıyan; 2. haz , zevk , huzur rahat veren; sevinci mucibolan. cırgalsız sevinçsiz: yahut sevinç vermiyen; hayatın seviçlerini , zevklerini getirmiyen yahut bunlara malik olmıyan. cırgat- refah , haz ve lezzet vermek lezzetlendirmek; camandın can cırgatarı uyku ats. : kötü (adamın ) can zevki- uykudur. cırgatış işs. cırgat- tan; can cırgatış kıyın ats. : can koruma ( yani genelce , yaşamak) kolay , ancak can ferahlığı bulmak- güçtür. cırık 1. yırtılmaktan meydana gelen delik; delik; delinmiş; kazınmış; cırık töö: burun kanatları delinmiş olan deve; cırık iyne: deliği kırılmış olan iğne; cırık iynesin kaltırbay , alıp ketti: deliği iğnesini bile bırakmadan alıp götürdü; 2. yırtık dudak (anat) . cırıl- yırtılmak , parçalanmak , parça parça olmak. cırılt- et. cırıl- dan. cırım I, kısacık ve daracık kayış; cırım örüü (kamçı örüşü gibi yuvarlak olmayıp) yassı kayış örüşü; cırım arpa bk. arpa.\n\n\nII, ırım sözünün tekidir. cırımda- ( kolan bağlandıktan sonra) küçük kayışlarla pekitmek. cırımdat- et. cırımda- dan. cırıñ ırıñ sözünün tekidir. cırt I, sözünün tekidir. cırt- II, yırtmak , parça parça etmek. cırtak 1. trahom; 2. yaşaran , yaş akıtan; közü cırtak: gözünden yaş akıyor. cırtakta- 1. yaş akıtmak , gözden daima yaş gelmek; 2. münasebetsizce gülümseyip durmak. cırtañda- = cırtakta- . cırtañdat- et. cırtañda- dan; közün cırtañdatıp: ( hasta) gözlerinden yaşlar akıtarak. cırtık yırtılmış , yırtık; delik; cırtık teşikke külöt ats. : cırtık delikle alay ediyor. cırtıl- yırtılmak , parça parça olmak. cırtıluu işs. cırtıl- dan. cırtış 1. yırtma , parçalama; 2. es , ölüyü hatırlama töreni sırasında verilen hediyeler; 3. es. kızın yakınlarının karılarına verilen düğün hediyesi. cırtkıç yırtıcı ( hayvan) . cırtkıçtan- yırtıcıya dönmek; cırtkıçtangan ak gvardeyester: yırtıcıya dönmüş beyaz gardçılar (kaytakçı unsurlar) . cırtkıçtık , yırtıcılık , yırtıcılık temayülleri ve hareketleri. cırttır- et. cırt- II den. cırtuu yırtma , parçalama . cış sık , koyu( diyelim , orman) ; bütün , sağlam; baştan başa; cış urganday kalıñ tokoy : gayet koyu orman; cış urganday köp kişi: gayet çok insan , hesapsız halk; cışcış:begayet , son derece. cışaan = cışana; cakşılıktın cışaanı: iyilik nişanesi , belgesi. cışana f. nişane , alamet , belge; cazdın cışanası keldi: ilk yazın alameti , nişanesi geldi , ilkyaz kokusu gelmeye başladı. cışı- uğmak , silmek , açmak ( temizlemek) ; samoordu kum menen cışı! : semaveri kumla aç! ( temizle) ; arkamdı cışıp ber! : arkamı bir parça uv! … cışıl- 1. mut. cışı- dan; 2. arıklamak , zayıflamak. cışıluu arıklama , zayıflama. cışın- oğulmak , kendi kendini oğmak. cışıt- et. cışı-dan. cıt koku; cıtı da cok: kokusu , izi bile yok; apiyimge cıt kıluu es.: haşhaş toplarken yapılan tütsüleme ( haşhaş tarlasında yağlı paçavra yakarlardı). cıtık- alışmak ( diyelim , uzun zaman kullanılan bir şey yahut içinde uzun zaman yaşanan bir eve) . cıtta- 1. koklamak , koku vermek; 2. koklamak; 3. okşamak , öpmek ; tamagıñdan balam – ay , takıldatıp cıttayın folk. çocuğum , boynunu (harfiyen: boğazını) şaplatarak öpeyim. cıttagıla- it. cıtta- dan. cıttan- kokmak , koku vermek; ter cıttanat: ter kokusu geliyor; cıpar cıttanat: mis kokuyor , güzel koku çıkıyor. cıttaş- müş. çıtta- dan; attar cıttaşıp baştarın caykaştı: atlar koklaştılar ve başlarını salladılar. cıttat- 1. koklatmak , koklamaya zorlamak yahut müsaade etmek; 2. öptürmek , öpmeye bırakmak. cıttuu kokulu , kokan , koku saçan; alma cıttuuu : elma kokan; atır cıttuu yahut cıpar cıttuu: güzel kokan , ıtır kokan , mis kokan. cıy I, cıy- cıy= cış- cış( bk. cış) ; cıy uçurayt: sık sık raslanıyor; mebzûldür. cıy- II, yığmak , yığın halinde toplamak , küme haline koymak; biriktirmek; attın tizginin ( yahut oozun) cıyıp cür! : atın dizginini iyi çek , atın başını boş bırakma ! cıydır- yığdırmak , toplamatmak . cıyıl- toplanmak , yığılmak , kümelenmek , birikmek; cıyılgan curt: toplanan halk. cıyılış- müş . cıyıl- dan. cıyıluu işs. cıyıl- dan. cıyım vergi , resim; suu cıyımı: su resmi , su vergisi. cıyın I, 1. toplama ( diyelim , mahsulat) ; 2. toplantı , kalabalık; araday cerge çaraday cırın kılba ats. :habbeyi kubbe yapma!( harfiyen: küçük alanda büyük çorba tası kadar toplantı yapma! ) . cıyın- II, toplanmak( hazırlanmak) ; erterek cıyın: erkencehazırlanınız! ; etek- ceñin cıyınıp işke kirişti: eteklerini , yenlerini toplayıp , işe girişti. cıyında- hazırlanmak , derlenmek. cıyındı yığıntı , birikinti. cıyıntık 1. kalabalık; 2. dergi (mecmua) ; mıyzam cıyıntıgı : kanunlar koydu ; 3. mat. Tutar , yekûn , toplama; 4. özet (fezleke). cıyıntıkta- toplamak , yekûn çıkarmak. cıyıntıktal- toplanmak (cemedilmek) , tutarı gösterilmek , yekûnu çıkarmak. cıyır- sıkmak , büzmek. cıyırıl- kıvrılmak (yılan ,kurt hakkında); büzülmek. cıyırılt- kısılmaya , büzülmeye zorlamak. cıyırma yirmi; cıyırma bir: yirmibir (bir nevi iskambil oyunu). cıyış I, . 1. yığma; 2. vergi toplama. cıyış- II= cıynaş. cıyıştır- 1. toplamak; 2. tavsiye etmek (diyelim , bir teşebbüsü; alışverişi). cıyma cık-cıyma : ağzına kadar dolu ; sandığı anı-munu menen cıkcıyma : sandığı öteberi ile ağzına kadar doludur , sandıkları her türlü eşya ile tıkabasa doldurulmuşyur. cıyna- toplamak , yığın halinde yığmak. cıynak 1. türlü mevat ve yazılarıiçine alan dergi; antologie (seçme eserler mecmuası) ; ırlar cıynağı : şiirler külliyatı;şiirler dergisi; 2. tutar yekûn; 3. derli toplu (mazbut) kimse. cıynakta- 1. toplamak; takım halinde toplamak; 2. tutarını göstermek. cıynaktal- 1. toplamak , takım yapılmak; 2. tutarı gösterilmek. cıynaktık derli topluluk , mazbutluk. cıynaktoo 1. takım haline koyma; 2. tutarını gösterme. cıynal- toplanmak , yığılmak; el cıy- naldı : halk toplandı. cıynalış I, toplantı. cıynalış- II, müş. cıynal-dan. cıynañkıra butun cıynañkırap o-turdu : bacaklarını bir parça toplayıp oturdu. cıynaş- müş. cıyna-dan. cıynaştır- et. cıynaş-tan. cıynat- et. cıyna-dan. cıynatıl- toplatılmak (üçüncü şahısların emriyle); otun cıynatıldı : (toplamaya emredildi ve) odun toplandı. cıynoo toplama , derme; pakta cıy-noo : pamuk toplama; calpı cıynoo : ham ürüt (hasılatı gayri safiye). cıynooçu toplayıcı; alımcı (tahsildar). cıyr- = cıyır. cıyrıl- = cıyırıl-. cıyrılt- = cıyırılt. cıyruu = cıy- I. cıyuu yığma , toplama , biriktirme. cibek ipek , ipekten olan. cibekçi ipek yetiştiren. cibekçilik ipekçilik. ciber- 1. göndermek , yollamak; 2. geçirmek (müsaade Vermek); 3. yardımcı fiil sıfatiyle bu fiil , ir- II ye (bk.) ve , iy- V e (hk.) muadildir. ciberil- 1. gönderilmek , yollanılmak; 2. geçirilmek; müsaade edilmiş olmak; ciberilgen kata : geçirilmiş , yapılmış hata. ciberilüü işs. ciberil-den. ciberilüüçü gönderilen , vazife ile yol- lanılan : kurskö ciberilüüçülör : kursa gönderilenler. cibert- göndermek , salıvermek. ciberttir- göndermeye , yollamaya , salıvermeye emretsinler demek. ciberüü işs. ciber-den. cibi- nemlenmek , yaş olmak , ıslanmak; cürögüm cibidi : beğendim; bana hoş geldi; boyu cibip oturat : hoş bir rehavet halinde oturuyor. cibit- nemletmek , ıslatmak , ıslatmak suretiyle yumuşatmak. cibitiñki hafifçe ıslatılmış. cibitiñkire- hafif tertip ıslatmak. ciciñ sidik durmama hastalığı (başlıca , kısraklarda); ciciñ bee : sidiği durmamaktan mustaribolan kısrak. ciger f. cesaret; cigerden tay- yahut ciger cogot- : ruh düşmek; al cige-rinen taybayt yahut al cigerin co-gotpoyt : o , ruhça düşmüyor , cesaretini yetirmiyor. cigerdüü cesûr , atılgan. cigit delikanlı , yiğit; cigit ölör cerine külüp barat ats. : yiğit Öleceği yere gülerek gider; cigit üydö tuu-lat , cooda ölöt ats. : yiğit evde doğar , harpte ölür. cigitçilik yiğite , gence has olan bütün sıfatlar. cigitsin- yiğitlik taslamak. cigittik gençlik , yiğitilk; çiğittik öttü aşkan beldey folk. : gençilk , aşılan dağ beli gibi geçti. cik dikiş yeri; yarık , çatlak; koynök cikciginen sögüldü : giyim dikiş yerlerinden söküldü; cik acırat-yahat cik car- : ayrılık , nifak sokmak; cik acıratıl- : şimdi anılan fiilden mut , şeklidir; tap cigi acı-ratılgan yahut tap cigi açılgan : sınıflara ayrılma husule geldi; cik--cik bolup : dikiş yerlerinden sökülerek; ufak parçalara ayrılarak. ciki = it konok (bk. konok II). ciktel- 1. dikiş yerlerinden sökülerek dağılmak; 2. taazzi etmek. cikteliş taazzi etme. cilbik müzmin amel (iç.sürme) (başlıca , hayvanlarda). cilik borumsu kemik , ilikli kemik; ilik- cilik : hısım akraba. cilikte- hayvanın bütün gövdesini parçalamak; ciliktep , maydalap kaynatkan et ; ufak parçalar halinde haşlanmış , kaynatılmış et; cilik-tep sura- : inceden inceye soyunu sopunusopımu soruşturmak (diyelim , hangi boydan , hangi kabileden , hangi oymaktan ve s. , olduğunu). cilinçik baldırın çift kemiklerinin büyüğü , incik kemiği; cilin-çigim kakşadı : incik kemiğim burkuldu; cilinçigiñdi cagamın : ben seni parça parça ederim (harfiyen : incik kemiğini kırarım). cin I, a. cin , şeytan , ifrit; cimi karmadı : cin tuttu; cinime tiybe! : beni hırslandırmak ; cinime tiyseñ : eğer beni hırslandırırsan , kızdırır-san; baylatma cin : son derece taşkınlık etme; çin ooru : ruhî hastalık; bakşı cinin çakırdı folk. : şaman ruhlarını çağırdı; cinin kaktı: burnunu kırdı (kibrini giderdi); akıl aşsa , cin bolot ats. : insan fazla akıllı olursa , delice olur.\n\n\nII, miydenin içinde bulunan şey; töö cinin bürküp iydi : deve yediğini çıkardı (tükürdü); bok cin : bağırsakların ve miydenin içinde bulunan nesne; kan tök dese , cin tökkön folk. : akılsızca gayret gösterdi (harfiyen : ona kan dök denildikte , miydesini boşaltıyor.) cinçi = incu; cinçi körsöñ-tişin kör folk. : eğer inci görmüş isen , onun dişlerine bak (onlar da inci gibi bembeyazdırlar). cinden- = cindilen. cindi delice , kaçık. cindilen- delirmek , kudurmak. cindilenüü işs. cindilen-den. cindilik cinnet , kaçıklık. cinik- (karş. cin- II) dolu karınla koştuktan sonra kötü durumda bu- lunmak. ciniktir- et. cinik-ten; toygon attı , çaap cürüp , ciniktirdiñ ; miydesi dolu olan atı koşturdun ve onu takatten düşürdün. cinis = cınıs. cip iplik , kınnap , ip; kordon; çarık cip : makara ipliği; selde cip : yumak ipliği; ala cip atta- : alaca ip-lip üzerinden atlamak (şimdi unutulan eski bir âdetle ilgili olan bir tâbirdir); uşu küngö çeyin biröö-nün ala cibin attaganım cok ; «şimdiye kadar kimsenin alaca ipliği üzerinden atlamadım> ; kimse beni namussuzca hareket ettin diye tekdir edemez; kimseye bir kötülük yapmadım; ençi cip yahut ençilüü cip es. : hayattaki kısmet , insanın nasibi; cibin tartıp kör-ineç. : olta atmak , iskandil etmek. cipkilen ıslak karla kaplanan güz yahut ilkyaz otu (bu , en iyi ayak-altı yemi sayılmaktadır). cipkir- tadı fena olan bir nesneden bulantı yahut tiksinti hissetmek; daamı caman eken , çürögüm cipki-re tüştü : tadı fena imiş , bulantı verdi. cipkirt- et: cipkir-den. cire- sökmek; yüzmek (diyelim , hay- vanın derisini); kesmek , yarmak (diyelim , gemi hareket ederken suyu); yırtmak , yırtıp parçalamak; kat'etmek , enine kesmek. ciret- et , cire-den; atı kürtükko batıp , üzöngüdön kar ciretti : ab kara battı ve o üzengilerine kadar çıkan kar üzerinden yürüdü. cit- yok olmak , yitmek , kaybolmak; mahvolmak; alda kayda citken , alda kayda cogolgon : mahvoldu , battı; citken oktu atkan ok tabat ats. : kaybolan oku (onun peşinden) atılan ok bulur.- citir- et. cit-ten; kazıktı cerge citire kak! : kazığı mümkün olduğu kadar toprağa derin çak! citirt- et. citir-den; corgonun tort tamanına taka citirtken folk. : yorga atının dört ayağının hepsini muhkemce nallatmış. citiş- müş. cit-ten; alda kayda citişti : bilmem nerede battılar. ciyde hünnap. ciyirken- İğrenmek , nefret etmek , iğrenerek titremek. ciyirkent- iğrendirmek , iğrenmeyi mucibolmak. ciyirkenüü işs. ciyirken-den. cobo I, plân , proje (tasar); esas. cobo- II, baş ağrıtmak; doğru cevaptan kaçınarak kırılmak; sen başka sözgö cobobo! : kırılma , sözü başka tarafa çevirme! coboger = coopker. coboloñ şamata; rahatsızlanma; kargaşalık; nâhoş vaziyet , yolsuzluk; coboloñ tart : kötü vaziyete , rahatsızlığa katlanmak. coboloñduu rahat durmıyan , ortalığı karıştıran; işsiz dolaşan; bozuk; sapkın; coboloñduu colgo çıçsa , emgektüünün etegi bulganat ats. : sapkın adam yola apdest bozarsa , çalışan adamın etekleri pislenir. cobur kobur sözünün tekidir. cobora- mırıldanmak , dırlanmak. cogcoñdo- yüksek , uzun adamın yaptığı gibi bir hareket yapmak; başını silkmek; başını ve göğdesini silkmek (deve , devekuşu , leylek hakkında). cogdor 1. deve ensesindeki bir tutam kıl; 2. turnanın boğaz altındaki uzun yelekleri. cogol- yitmek , kaybolmak , yok olmak; batmak; mahvolmak; defolmak; cogol! : defol!; cogolgon bıçaktın sabı altın ats. : kaybolan bıçağın sapı altındır. cogoluş- müş. cogol-dan. cogoluu kaybolma , yok olma , yitme. cogor = cogoru; ayıldın cogor cağında : köyün yukarı tarafında. cogorku 1. yukarıki; yüksek , yüce; Cogorku Sovet : Yüce Sovyet; Co- gorku Sot: Yüce Mahkeme; cogorku mektep : yüksek mektep; 2. yukarıda anılan; cogorku col menen : yukarıda anılan yolla , usulle. cogortodon = cogorton. cogorton yukardan. cogoru yuakrı , yukarıya; cogoru çık : yukarı çık! (başköşeye oturmaya davet); caman cokton cogoru ats. : kötü , yoktan yeğdir. cogorula- 1. yükselmek; 2. yukarı , çıkmak. cogorulat- yükseltmek , kaldırmak; baa cogorulat- : fiatı yükseltmek , çıkarmak. cogorulatuu yükseltme , kaldırma; emgek öndürümdüülügün cogorulatuu : emeğin verimini yükseltme. cogoruloo işs. cogorula-dan. cogot- kaybetmek; yitirmek; aşırmak (ihtilas). cogotkuç aşıran (ihtilâsçı). cogotur- et. cogot-tan. cogotol- kaybedilmek , yitirilmek ,. yok edilmek. cogotuluş kaybetme , yok etme; co- gotuluşu kerek : imha edilmeli. cogotun imha etme; tasfiye etme; kaldırma (ilga etme). cok 1. yok; bulunmuyor; kayıp; hazır bulunmuyor; mende cok : bende yoktur; balası cok : çocuğu yok; coktun cogu : katiyen yok; saga emne cok? : nen yok , nen eksik?; cokko işenbe; : boşuna güvenme!; kelgen cok : o gelmedi; körgön cokmun : gördüğüm yoktur; algan cok : almadı; cokko çıgar- : yok derecesine indirmek; cok cerden : yok yerden , hiç yoktan; cok söz : yok , boş söz , yalan; koy cok sözdü! : bırak şu boş sözü!; coktu süy- löyt : manasız söz söylüyor; közü cokto bk. köz; cok kıluu ; yok etme , kaldırma; etke cokmun : etle başım hoş değil; eti çok yiyemiyorum; suukka cok ekeñsiñ : soğuğa dayanamıyormuşsun; cılında bir kelse — kelet , bolboso — cok; senede bir defa geliyor , yoksa o da yok; sözgö cok : çok söylemez; bargım cok : gitmek istemiyorum; cok bol- : batmak , kaybolmak , ortadan kalkmak; şok bolsoñ — cok bolorsuñ ats. : muzip olursan — mahvolursun; cok er : eşi bulun-mıyan yiğit; cokuñ! : yok , yok!; emne? — coguñuz , cok , cön ele : ne? — bir şey yok , merak etmeyin , i boşuna 2. kayıp , yitik; coktu izdep cürömün folk. : kayıp , yitik arıyorum; 3. ihtiyaç; argımak moynun ok keset , azamet moynun cok ke-set ats. : argımağın (cins atın) boynunu dingil (?) kesiyor , yiğitin boynunu ise , ihtiyaç kesiyor; 4. fu- kara , züğürt; barlar coktu , coktor bardı körgüsü cok : zenginler fakiri , fakirler de zengini görmek istemezler; kolunda cok : elinde yok , fakir , züğürt , muhtaç; 5. yahut veya; ör. bk. kolduu münasebetiyle. cokçoku ince uzun (kimse). Cakçu , kayıp , yitik ariyan. Cakçuluk , fakirlik ve onun doğurduğu neticeler ve haller; ihtiyaç. Coksuz , yahut kolunda coksuz : fıka-ra , züğürt; kolunda coksuzraak : oldukça fakir. Cokşo- , çiğnemek , gevelemek; kapıp yutmak. cokto- 1. yoklamak; malûmat araştırmak; tetkik etmek; koydu cokto : koyunları yokla! (hepsi var mıdır); 2. sağu sağmak : ölü için ağlamak. coktoo sağu sağma (ölü için ağlama). coktoş- sağu sağmağı ortaklaşmak , hep beraber sagu sağmak. coktot- et. cokto-dan; atañdı cok- totpoy , inileriñdi cakşı bak! : babanın yokluğunu hissettirmeyip , küçük erkek kardeşlerine iyi bak! coktuk gaybubet; malik olmamak-lık; fakirlik. col 1. yol; col-kire bk. kire; calgız ayak col : patika , keçiyolu; kara col : ulu yol; kuş colu yahut kol colu : saman oğrusu; mec. ölüm; colu katkan söv. : bedbaht; ak col: aydın yol; ak coluñ açılsın! : yolun açık olsun! , sana iyi yolculuk dilerim; coluñ uzarsın! : sana başarı ve her türlü refah ve saadet dilerim; col bolsun! : iyi yolculuk! (karşı karşıya gelindikte daha fazla : nereye yahut nereden ? manasında kullanılmaktadır); colu boldu : yolculuğu muvaffak oldu; işleri yolunda; añdan coldo-ru bolup , bir toodak atıp alıştı : avda muvaffak oldular ve bir toy kuşu attılar; colu bolboy kaldı : yolculuğu muvaffak olmadı , işleri yürümedi; munuña col bolsun al-: bu da ne , neye?; daha ne yumurt-ladm ?; alañdagan kabagıña col bolsun? : al. : neden böyle surat astın ?; coluñ bolgur okş. : bahtın açılsın!; col başçı = colbaşçı; anın colunan yahut anın colunan - izı-nen : muvaffak olması , işlerinin yürümesi sayesinde; coldon kal- : yola çıkmak veya yolu devam ettirmek için bir mani çıkmak; coldon kaltır- : yoldan alıkomak; yola çıkmak yahut yolu idame ettirmek için bir engel teşkil etmek; coldu kata : bütün yol boyunca; col bar-bayt : vicdanım bırakmıyor; basa- yın desem , col barbayt folk. : bir baskın yapmak istiyorsam da , vic- danım bırakmıyor; col tart- yahut co'go tart- : yola çıkmak için hazırlanmak , yola çıkmaya karar vermek; col körsötküç : yol gösteren , kılavuz; col kat : yol kâğıdı (vesikası); bilgen coluñdu ataña berbe! : bildiğin yolu babana bile terketme! (baban sana yolu şaşırdığını söylerse dahi , sen bildiğin yoldan bir yana sapma!); col koy-: müsade etmek , bırakmak; col ko- yoturgan iş emes : müsaade edilecek iş değildir; col koyboo : bırakmama (müsade etmeme); colgo sal- bk. sal IV 1; 2. hat , satır; yol; col-col çıt; yollu basma; S. tertip; adet; 4. defa; bir colu : bir kez; eçen colu : kaç defa; birkaç defa; çok defa; 5. müsade , ruhsat; süy- löögö col bolobu ? : söylemeye mü- saade ediliyor mu ?; söylemeye mü- saade edin!; 6. hediye; columdu kıl! : bana teşekkür et! (bana hediye ver!). colbaşçı rehber , yönetken; serdar. colbaşçılık rehberlik; serdarlık. colbors kaplan. colbun kimsesiz; colbun kişi ; soyu sopu belli olmıyan; kökünü hatır-lamıyan ; colbun mal : sahipsiz hayvan. colçu 1. kılavuz; 2. yol yapan , yol işlerinde çalışan; 3. es. posta yollarını temizlemek ve düzeltmekle meşgul; atı ile yolda kalan posta arabasına yardıma koşmıya mecbur olan kimse. colçuluk 1. yolculuğa , seyahate ait her şey; 2. colçu (bk.) nun vazifeleri ve vaziyeti. coldo- 1. yöneltmek; yollamak; 2. yola devam etmek; birisinin izinden yürümek. coldoo işs. coldo-dan. coldooçu rehber , kılavuz. coldoş 1. yoldaş; 2. arkadaş , dost; küyöö coldoş : sağdıç (nişanlısının yanına giderken güveye arkadaşlık eden delikanlı); caman coldoş coo-ga aldırat ats. : kötü yoldaş , arkadaş , insanı düşmana teslim eder. coldoştoş- 1. yoldaş olmak; 2. dost olmak , arkadaş olmak. coldoştuk dostulk , arkadaşlık müna- sebetleri; coldoştukka al- : yoldaşlığa almak , kabul etmek. colduu attan colduu : attan talihi var , ona her zaman iyi atlar düşüyor; at uurdatkandan colduumun-: sık sık benim atlarım çalınıyor. colku birinçi (ekinçi ve s.) colku : birinci (ikinci ve s.) defa olarak; ekinçi colku otto : ikinci ayıklama (zararlı otlardan). colo- yakın gelmek , yaklaşmak üyü-mö colobo! : evimin semtine uğrama!; evime ayak basma!; men ü-yünö cologondu koydum : ben o-nun evine gitmez oldum. colooçu yolcu. colooçula- yolcu olmak , yollanmak , yola çıkmak; memleketler dolaşmak. colooçulat- et. colooçula-dan. colooçuluk yolculuk; yolculuğa , se- yahatle ilgisi oaln her şey. colot- yakm gelmeye , yaklaşmaya , yanaşmaya müsaade etmek; canına colotpoyt : yanına yanaştırmıyor. coloto bir coloto : büsbütün; nihaî surette; her zaman için. colotuş- muş. colot-tan. coloy- adet , nizam; Kırgızdın coloyu-na tüşüp atat : Kırgız hayatına girerek , onu benimsemeye başladı. colpu coon-colpu bk. coon. colto engel; colto kılba : mani olma!; işime colto kıldı : işime mani oldu. coltoçuluk engel , mania. coltoy ak coltoy : talih getiren; mu- vaffakiyet taşıyan; ak coltoy ko-nok : talih getiren konuk , kutlu misafir; kara coltoy : felâket getiren. coltoyluk ak coltoyluk : talih getirme istidadı; kara coltoyluk; felâket getirme istidadı. coluguş- müş. coluk-tan. coluk- karşılaşmak; raslamak; görüşmek; aga colukup ket : onunla görüşde öyle git!; ona uğra!; onunla karşılaş!; coldoşuna coluktu : arkadaşiyle karşılaştı. coluktur- et. coluk-tan; al kişini maga coluktur! : o adamı benimle görüştür!; seni kaydan coluktura-yın? : seni nerde rasgetirebilirim ? colum kerege (bk.) küçük bir keçe evdir , ki bunu at çobanlan kurarlar. comok kahraman destanı; bu kabilden bir eser; cöö comok : masal. comokçu masal anlatan , hikâye söyliyen. comokto- anlatmak , hikâye söylemek. comoktol- masal mevzuu olmak , ma- sallarda tasvir edilmek. Comoktoo , masal şeklinde tasvir ve anlatma. con I, 1. omurga kemiği (amudu fı-kari); con talaştıra çap- (yahut sal , yahut ur-) : sırta vurmak; con tüy- 1) kanburlaşmak; 2) mec. : ehemmiyet vermemek , kulak asmamak; conunan aytkanda : deni-lince , denildikte; 2. dağ sırtı. con- II, yontmak , rendelemek; cıgaç condum : değneği rendeledim. condo- dağ sırtı boyunca yürümek; sırttan condo- : başkasının adın-c!an faydalanarak diğer birisini aldatmak , dolandırmak; Akmattan ala turgan akçamdı , Karabay sırtımdan condop ketti : Ahmetten alacağım olan parayı (benim adımla) , dolandırmak suretiyle Kara-bay almış. condon- şişmek , kabarmak; kamçı tiygen cer bülöödöy bolup condo-nup çıkkan : kamçının değdiği yer , bileği taşı gibi şişmiş. condur- yontmıya , rendelemiye zor- lamak. conduu sırtlı; cırtık conduu : yırtık pırtık giyim taşıyan. conok bugün konok , erteñ conok ats. : bugün misafir , yarın defol! conumduu sağlam; iri yarı. coo I, düşman , düşman durumunda bulunan; coogo tüştü : esir düştü; tilsiz coo mec. : su; coo çıgımı : harp tazminatı.\n\n\nII, közdün coosun alganday tört tülügüm şay : hayvanlar güzel görünüşleriyle göz kamaştırıyorlar. cooçu = çuucu. coodura- mülâyimetle ve rica ile bakmak; közdörü coodurap , bet - terine kızıl cügürdü : gözleri parladı , yanakları kızardı. cooduraş- müş. coodura-dan. coogazın = cookazın. cooka kilükal , söz sav; çıkışma , başa kakma. cookalat- dikkatini başka tarafa çekmek , oyalamak (ilgilendirmek); anı azıraak cookalata tur! : onu bir parça oyala , dikkatini başka tarafa çek. cookazın 1. Sibirya zambağı; Eryth- ronium dens canis (bitki); 2. çifte renkli lâle. cookerçilik harp zamanı , harp za- maniyle ilgili olan bütün şartlar ve haller , gaileli zamanlar (harp yü- zünden) ; cookerçilik bilimi : askerî bilgiler; askerlik işini bilme; fenni askerî. cooko = cooka. coola- harp açarak yürümek; düşmanı koğalamak; düşmanca münasebette bulunmak; coolay : düşmanca , düşmanca niyetlerle; eldey kelgen el beleñ , coolay kelgen coo beleñ? folk. : barış getiren barış-lık kimse misin? yahut düşmanca niyetlerle gelen düşman mısın? coolaş- düşmanca münasebetlere başlamak , düşman olmak. coolaştır- et. coolaş-tan; birisini başka birisiyle kavgaya tutuşturmak , aralarına düşmanlık sokmak. coolat- harp açarak yürümeye zorlamak , düşmanı koğalamıya icbar eylemek. coolo- = coola-. coolot- = coolat-. cooloy = coloy. cooluk mendil; başörtüsü; suu coo-luk : (yıkandıktan sonra el silmek için havlu); kol cooluk : burun mendili; şalı cooluk : kaşmir mendil; daki cooluk : muslin mendil; ak cooluk 1) evli kadınların örtündükleri başörtüsü; 2) mec. karı (zevce); başıña cooluk salam : ben seni (yani erkeği) rezil ederim; cooluk taştamay : «jgut» oyununa benziyen bir oyundur (Rusla- rın jgut dedikleri oyun ise , Ana- doludaki «tura» oyununa benzer : M.) coomart 1. cömert , eliaçık; bergerı coomart emes , algan coomart ats. : (hediye veren cömert değil , (karşılık vermek şartiyle) bk. kolko 2); 2. hediyeyi kabul eden cömerttir. coomarttık cömertlik. coon 1. şişman , yoğun; coon-colpu : sağlam; güçlü kuvvetli; 2. mec. zengin; kodaman; 3. gram. : kalın (ses hakkında). coonduk 1. kalınlık , yoğunluk; 2. gram. kalınlık (ses hakkında). coonoy- yoğunlaşmak , kalınlaşmak. coonoyt- yoğunlaştırmak , kalınlaştırmak. coonsu- kendini pehlivan saymak , kuvvetli addetmek; kurulmak; sen coonsubagın , alım cetet: sen pek kurulma , benim (sana) gücüm yeter. coonsun- = coonsu-. coonsut- et. coonsu-dan. coop a. 1. cevap; coopko tart- : suale çekmek isticvabetmek); coop ayt- : yahut coop ber yahut coop kaytar- : cevap vermek , karşılık vermek; ooz uçunan coop kaytar-dı : «ağız uciyle cevap verdi» : is-temiyerek cevap verdi; 2. talak (karıyı boşama; coobumdu beri ; beni boşa! coopker a- f. mesul; dava edilen. coopkerçilik mesuliyet; partiya co- opkerçiligine tartuu : partice mesuliyet altına alma. coopkerdik mesuliyet , sorav. coopsuz 1. cevapsız; 2. mesuliyetsiz. coopsuzduk mesuliyetsizlik. cooptoş- 1. konuşmak , sohbet etmek; 2. anlaşmak , sözleşmek. cooptuu mesuliyetli; cooptuu mil- det : mesuliyetli vazife , iş; cooptuu redaktor: mesul muharrir , mesul müdür; cooptuu bolosuñ : mesul olacaksın. cooptuuluk mesuliyet; cooptuuluk sezimi : mesuliyet sezişi , hissi. coor deri tabakasının sıyrılması (başlıca , binek atın sırtında eğer vurmasından); coor eşek : arka derisi sıyrılmış olan (yağır) eşek; coor at : arka derisi sıyrılmış (ya-gır) at. cooru- sıyırıklarla kaplanmış olan (başlıca , binek atın sırtı); arkası-nan coorudu : atın arkasını yağır-laştırdı. cooruker Cugorü bahadırın atının ismidir. coorun kürk kemiği coorut- yağırlaştırmak; kol coorut-: eli nasırlatmak. cooş sâkin , yavaş , halîm. cooşu- sâkin olmak; ele alışmak; yu- muşamak (yavaşlık , sükûnet kes- betmek); at cooşudu ; at yumuşadı , sükûnet kesbetti. cooşut- teskin etmek , yavaştırmak. cootkolot- = cootkot-. cootkot- baş ağrısı vermek (boş lâkırdı ve hareketlerle insanı rahatsız ve taciz etmek); doğru ve açık cevaptan kaçınmak , doğruyu söylememek; yanılmıya çalışmak. corgo yorga (at); suu kuysa tögül-güs corgo : yumuşak , rahvan yü-rüyüşlü yorga; corgo mingenge coldoş bolbo! ats. : yorga binene yoldaş olma! corgolo- yorga yürümek; baytalım , canıñ üçün corgolorsuñ ats : ihtiyaç çömlek yakmasını öğretir (harfiyen: kısrağım , kendi canın için yorga yürüyorsun!). corgolot- yorga yürütmek , ab yorga yürümeye bırakmak. corgoluk yorgalık , yorga yürümek istidadı. coro f. 1. bir takımdır , ki onun üye- lerinden biri öteki üyelere boza içirmek suretiyle ikram eder ( bu ikramlar kışın yapılır; karş- şerne , ülüş , deñgene); 2. bu gibi takımın üyesi; 3. arkadaş; coldoşcoro-su menen keldi : yoldaşları ve arkadaşları ile geldi; 4. şayı (b.k.) demlen kumaştan bir parça. coroçu = coro 2. coroloş coro 1 e iştirak eden. coroluu yoldaşlara , arkadaşlara malik olan. coromo = coromol. coromol tasar; faraziye; tahminî; nihaî olmıyan; farazî; coromol ko-rutundu : ihzarî netice. coromoldo- coromoldop aytat : tahminen söylüyor. coroo I= coro 1 , 2.\n\n\nII, yorma; alâmet; caman co-roo : fena kehanet; kötü tâbir (yorma); caman coroo baştabay olturçu; : otur da , karga gibi ötme! (felâketten haber verme!); corooñ buzuk : sözünü tutmuyorsun! cort- (av , düşman ardı uğrunda) yelmek , koşmak; karışkırça cor-tup cüröt : kurt gibi yeliyor , koşuyor; cele cortocür : yelerek , koşarak. corktor k-f. çok yelen yahut sık sık keşfe çıkan. cortok arık , kötü at. corfokto- yelmek , koşmak. cortoktot- et. cortokto-dan. corttur- et. cort-tan. cortuul yağma. cortuulçu yağmacı; sen colooçu bol-soñ — ket , cortuulçu bolsoñ — ket (yakarış) : yolcu olsan da git , yağmacı isen de git!; cortuulçunun başı coldo kalat : su testisi su yolunda kırılır (harfiyen : yağmacının kafası yolda kalır). coru I, bir cins akbaba kuşu; Vultu - ridae (bu kurşun bütün soyu sopu-nun adı olarak); kök coru yahut sakalduu coru : sakallı karakuş: con coru : iri , çüylüü (bk.) coru- II, 1. tâbir etmek (yormak); tefsir eylemek; tüş corudum : rüyayı tâbir ettim , düşü yordum; 2. tasavvur etmek , tahminen söylemek; anıgın bilbey ele oy corup süylöp oturat : işin hakikatini bilmiyor; yalnız tahminen söylüyor. coruk 1. yürüme , yürüyüş; corugu tınç at : yürüyüşü rahat olan at; 2. hareket tarzı , gidişat; amel (iş); bul coruguñ koybosoñ , bir bala aga salasmğ folk. : bu gidişatından vazgeçmezsen , bir belâya çarparsın; kay coruk menen : ne tarzda , ne gibi yolla; kılık-coruk : bütün hareketlerin ve işlerin topu; gidi- şat , hareket tarzı; 3. zuhurat; fenomen; bu emine degen coruk? : bu nasıl bir tavır?; turmuştun tok-son coruguna moyun tozup : hayatın türlü değimlerine duçar olarak; coruk- cosun : eskiden kalma örf ve âdetlerin topu. coruktant- coruktantıp süylö- : kırıtarak konuşmak. coruktuu hafızada hoş timsaller (image'lar) uyandıran; corko min-gen kız beken , coruktuu Çürök özü beken ? folk : bu at üzerinde giden kız değil midir; bu. dilber Çürök'ün ta kendisi değil midir? coruluu corusu bol olan; aralarında coru da bulunan; coruluu cerde tarp turbas ats. : corulu yerde leş kalmaz. corup elerken kalburda hububatın üstüne toplanan iri çöp. corupta- hububatı elerken büyük çöpleri kaldırmak (bk. corup). coruptaş- müş. corupta-dan. corut- et. çoru - II den; oy corut -: etraflıca düşünmek; zihnen göz önüne getirmeye çalışmak; tüş corut- : düş yordurmak , tâbir ettirmek. coruu yorma , tâbir , kehanet , önceden bildirme , haber verme; özgünün işin özünö coruu ats. : kabullenme (harfiyen : başkaların işini kendi işi gibi gösterme); tüş coruu : düş yorma , tâbir etme. cosun nizam , kaide; cosunga sal- : nizama koymak , nizama riayet etmek; coruk-cosun bk. coruk. coşo yuşa , kızıl ba'çık; coşodoy fazıl : gayet kırmızı. coşolo- 1. yuşa ile boyamak; 2. kı- zartmak. coşolon- 1. yuşa ile bovanmak; kırmızı boya ile boyanmak; 2. kızarmak. coşolont- yuşa ile yahut kızıl balcık ile boyanmaya zorlamak; kırmızıya boyamak: kan menen coşolont-: kana bulaştırmak. coşolonuu kendi kendini yusa ile yahut kızıl balçık ile bovamak. cosoloo yusa ile yahut kızıl balçık ile bovama. coşor- kızarın-coşorup : pek fazla kızararak. kızarın bozararak. cosu- . sel gibi akmak: akıntı helinde dökülmek: betinen kan cosudu : yüzünde kan ceryeanı gözüktü. coşul- (manaca) = coşu-; sel gibi akmak; şiddetle dökülmek; aşağıya doğru dökülmek (hububat); kan coşuldu : kan sicim gibi aktı; colu coşuldu : yolu muvaffak oldu. coşult et. çoşul-dan; kan coşult- : kan dökmek; kök şiberdi çoşultup ketti : yeşil , taze otu çiğnedi ezdi. coşuluş- müş. coşul-dan. coto sırt; coto cilik : kuyruk sokumu kemiği , sacrum. cotoluu kuvvetli sırta malik olan; cotoluu ögüz : güçlü kuvvetli öküz. coy I, coy bolot : keskin çelik. coy- II, yok etmek; tasfiye eylemek; kaybetmek; yitirmek; sabatsızdık-tı coy- : yazmazlığı tasfiye etmek; bul ooy- ; külünü savurmak , israf etmek; kulaktardı tap katarında coyduk : «kulakları» (ağalan) sınıf olmak itibarile tasfiye ettik. coyçu 1. avın izinden giden , izliyen; «koku alan»; cıçkan-coyçu , tülkü uuçu ats. : sıçan koklayıcıdır , tilki de avcıdır; 2. koğucu. coydu 1. muzur; muzip; 2. kurnaz , mekkâr. coydulan- şuh tabiatli olmak; takılmak (muziplik etmek). Coyguç , yahut bul coyguç : aşırıcı (ihtilâsçı). coylo- av aramak yolunda koşmak , yelmek; her köşe bucağı karıştırmak; araştırmak; köp coylogon kuu tülkü , kolgo tüşpöy , koyuucu emes ats. : su testisi su yolunda kırılır (harfiyen : çok yelen tilki bir gün elbette yakayı ele verir). coyloş I, daima av arayıp koşan ve havayı koklayan. coyloş- II, müş. coylo-dan. coypokto- 1. , yaranmak; 2. bahane aramak. coypu iki yüzlü , mürai; müraice yaranan. coypula- = coypokto. coypuluk iki yüzlülük , yaranma. coyul- yok edilmek , kaybedilmek , yitirilmek; coyulbas taasir : silinmez intbia. coyuş- müş. coy-II den; taarınıçtı coyuşalık : ihtilâfı bitirelim. coyuu yok etme , imha eyleme , kaldırma (ilga etme); sabatsızdık co-yuu : okuyup yazmayı tasfiye; ku-laktardı tap katarında coyuu: «kulakları» bir sınıf sıfatiyle ortadan kaldırma , tasfiye etme. coyuuçu yok edici , tasfiye edici , imha edici; sabatsızdıktı coyuuçu : okuyup yazmazlığı ortadan kaldırıcı. coyuuçul sis. es. tasfiye edici. coyuuçuluk sis. es. tasfiyecilik. cököös f. 1. bıçakla bir arada kuşak üzerinde taşman , deriden yapılmış uzun ve dar para kesesi; 2. hançer. cökör 1. = çoro; 2. tar. padişah karısı veya kızının kadınlardan olan maiyeti; 3. yardakçı , dalkavuk. cölö- desteklemek; bir şeye yaslanmak; yardım etmek; tutmak; Manastın başın cölöp , bir suluu kız ol-turat folk. : Manastan başını dilber tutup oturuyor; berişteler kö-törsün , arbaktarıñ cölösün folk. (seni) melekler kaldırsın , yükseltsin , ervah desteklesin! cölök 1. dayangaç , destek , arka , yardım; 2. (Güney Kirgızlik'ta) = kantala I. cölöktö- desteklemek , dayangaç va- zifesini görmek , tutmak , yardım etmek. cölömcök dayangaç , destek. cölön- dayanmak; şu veya bu nesneyi kendisi için dayangaç edinmek; meyilli yerde yukarıya doğru olan yönet , yokuş. cölöö destekleme , tutma. cölööçü destekleyici , yardımcı. cömö- = cömölö-; sözdü başkaga cömöp ketti : sözün konusunu değiştirdi; şıkaalabay cömöp attım : nişan almadım , rasgele attım. cömölö- ince iymada bulunmak , kinaye ve telmihlerle konuşmak; sözü başka konuya çevirmek; ihtiyat kayıtlariyle söylemek. cön 1. sade , basit , ehemmiyetsiz , şöyle böyle; bu kanday suu? cön ele suu : bu nasıl sudur? bu , sadece sudur; cön ele : böylece , işsiz; sebepsiz; cönkaydı: ehemmiyetsiz , boş; bul cönkaydı aytılgan söz emes : bu , boş söz değildir; cön saldı : değersiz , ehemmiyetsiz , böylece , sadece; durup dururken; 2. yönet (istikamet); cön şilte- . yöneti göstermek; yol göstermek; cöngö sal- : yoluna koymak , düzeltmek ; cön ber- : nasihat vermek , doğru yolu göstermek , akıl vermek; kaysı cöndü? : hangi cihet- ten?; kaysı cöndö bolso dağı : ne cihetten olursa olsun , her cihetten; tömöndögü cöndördö kelişim tü-züşöt : aşağıdaki hususlarda muahedeye bağlıyorlar; 3. kaideye uygun , doğru; normal , cindisiñbi , cönsüñbü? folk.: aklın başında mı yoksa çıldırdın mı?; bul kılgan işiñ cön : bunu doğru yaptın , iyi hareket ettin; cöngö keltir- : yoluna koymak , doğru bir istikamet vermek , tanzim eylemek , cön bilgi kişi yahut cön bilgiç : bütün nizam , ve usulleri (halk âdetlerini , muamele edeplerini ve s. yi) bilen kimse; bir ayıldın cön bilgisi oşol : bu , bütün köyde en anlayışlı bir kimsedir; 4. halim , sâkin; cön otur : rahat otur!; cön cür! : gidişatında nezakete riayet et!; cön bol- : sükûnet bulmak , dinmek; susmak; 5. menşe , kök; atı- cönü belgisiz : adı sanı belirsiz; soyu sopu bellisiz; at-cönüñ kim eken cigit? folk. : delikanlı , adın sanın nedir?; cö- nüñördü bilgizgile! : kim olduğunu bildir! cöndö- işi yoluna koymak , istikamet vermek , tanzim eylemek; cöndöp süylö- : manâlıca söylemek; cöndöp kıl- : gereği gibi işlemek; te-gin tektep , cönün cöndöp ayt- : (birisi hakkında) inceden inceye , kim ve ne olduğunu anlatmak cöndöl- 1. düzeltmek , yoluna konulmak , tanzim edilmek; 2. gram. : :iğraplanmak. cöndölüş gram. iğraplanma , decli- naison. cöndöm teemmüllülük , anlayışlılık , istidat. cöndömdüü iyi düşünen; becerikli; anlayışlı , müstait. cöndömö gram. iğap : casus , hal; catış cöndömö : lokatif; barış cöndömö : datif; çıgış cöndömö : ablatif; tabış cöndömö : aküzatif. cöndöö yoluna koyma , tanzim etme. cöndöt- et. cöndö-den. cöndüü muntazam; işe yanyan; bir cöndüü : bu daha bir şey değil; munu bir cöndüü kılalı : bunun bir çaresini bulmalı; bu işi bitirmeli. cöñköl- mahvolmak , batmak , kay- bolmak. cönöğkü- l.dik inişte insanın veya hayvanın yürüyüşü gibi yürümek; 2. tepmek , çifte atmak. cöñkül- yerinden oynamak , harekete gelmek. cöñküt- et. cöñkü-den. cönü- hareket etmek , yönelmek. cönököy sade , basit , katmerli olmı-yan , bayağı , adî; şöyle böyle; böylece; boşuna; cönököy çındık : basit hakikat; cönököv cürgön kişide emneñ bar? : yabancı (işe ilgisi olmıyan) adama da ne işin var?; cönököydö : mutat sartlar içinde; adî (şu veya bu cihetten istisnaî olmıyan) zamanda. cönököylö- basitleştirmek. cönököylöö basitleştirme. cönöl- yönelmek , hareket etmek; üvdü közdöp cönöldü : evine doğru yöneldi , doğruldu. cönölt- yöneltmek , yola koymak. cönöş hep beraber yönelmek , hareket etmek.. cönöt- yöneltmek , yollamak; sözüm-dü cönötpödü : sözümü kesti , söylememe mani oldu. cönöttü işs. cönöt-ten. cönsüz maksada uygun olmıyan , yaramaz , yolsuz , işe yaramaz; cönsüz iş 1) yaramaz iş; 2) çözülme , dü- zensizlik. cönsüzdük 1. uygunsuzluk; 2. düzen- sizlik. cönük I, oorusunan cönük albadı : henüz hastalığından iyileşmedi. cönük- II, işi cönükpöydü : işi düzelmedi. cöö I, 1. yaya , yayan , yaya giden; atka cöö çete albavt ats. : yaya , atlıya yoldaş değildir (harfiyen: yaya atlıva yetişemez); cöö cür- : yava yürümek; attan cöö boluñar folk. : attan ininiz!; cöö-calañ : yayalar ve atlılar; cöö- calañdap 1) kimi yava. kimi atlı: 2) kâh yaya , kâh at üzerinde; cöö tuman bk. tuman : cöö-cılan bk. cilan; cöö comok bk. comok; cöö külük : yürük at; 2. mec.: atsız; fakir.\n\n\nII, işs. ce- III ten. cööcılan bk. cilan. cööcülük yaya kimsenin durumu , bütün vava seyahate ait ahval. cöölcan bk. cilan. cöölö- I. sürtünmek (diyelim , oba yuvarma sürtünen at yahut inek hakkında): bir nesneye yaniyle dokunmak , değmek (divelim. yüklü bir atın yükiyle bir şeye dokunması hakkında).\n\n\nII, yaya türümek; at minbeyli, cöölöylü folk. : ata binmiyelim de yaya gidelim. cöölöş I, 1. dayanma, itme, dürtme; yaniyle dokunma; ak üyüm cöölöş, kök üyüm cöölöş : <> mücadelesini andıran bir çocuk oyunu; 2. mec. münazaa ; alar muştaşpaganı menen arı-beri cöölöş bulup kalgan emeler : onlar dövüşmediler ise de, aralarında bir parça münazaa olmuştur. cöölöş- II, birbirine dayanmak, birbirine dokunmak; eki nar cöölöşse, ortosunda kara çımın kırılat ats. : efendiler dövüşür, uşakların perçemi kopar (harfiyen : iki hecin devesi birbirine sürtünmeye başlarsa, arada kara sinek mahvolur.)\n\n\nIII, hep beraber yaya yürümek. cöölöt- (birisini) binek hayvanından mahrum etmek; yaya bırakmak : yayan salıvermek. cöölü I= cöölüü. cöölü- II, abuk sabuk söylenmek. herze savurmak; sayıklamak; cöölüp kalıptır : saçmalıyor (bunamış olan ihtiyarlar ve kocakarılar hakkında böyle söylerler.) cöölüt- şaşırtmak; baştan çıkarmak; saçmalatmak. cöölüü attuu- cöölüü : atlılar ve yayalar; kimi atlı, kimi yaya. cörgölö- hızlı koşmak; ufak adımlarla yürümek (fare, kuş hakkında); sürünmek (böcekler hakkında); gizlenerek yürümek; kâh bir ayakla, kâh öteki ayakla basıp durmak. cörgölöş- müş. cörgölö-den. cörgölöt- et. cörgölö-den. cörgölötö (cergelete yerine) sıraya; cörgölötö koy- : sıraya dizmek, koymak. cörgöm (uzunca parçalar şekliden doğranmış ve bağırsaklarla sarılmış olan) ciğerden ve işkenbeden yapılmış olan aş. cörgömdö- cörgöm (bk.) yapmak. cörgömüş örümcek; cörgömüş çöp : Plantago denilen ot. cörmö- çırpma dikişle dikmek. cörmölö- emeklemek, sürünmek (diyelim, elleri ayakları bulunan varlıklar hakkında : çocuk, kaplumbağa, örümcek gibi..; ancak yılan hakkında böyle denmez). cörmölöt- et. cörmölö-den. cörö örö II, sözünün tekidir. cörölgö âdet, itiyat, örf; ata eneñdiñ cörölgösü es. : senin dedelerinin âdeti (gelinin kızlık kalpağını çıkarıp, başına ilk defa başörtüsünü bağladıkları zaman böyle söylerler). cöröp keçe çorap. cötkür- öksürmek; kan cötkürdü : öksürükten kan çıkardı, tükürdü. cötkürt- et. cötkür-den. cötöl- I, öksürük; kök cötöl : boğmaca. cuba 1. son (dölesi); 2. kad. kürk. cuban I, f. genç kadın; taze; dilber; küygöndön sözdü kuradım, küygüzböçü, cubanım folk. : aşktan ben sözleri kafiyeledim, beni yakma, güzelim.\n\n\nII, avunmak; müsterih olmak. cubanıç teselli. cubanış- müş. cuban- II den. ccubar 1. tertemiz; bembeyaz; 2. mec. : sevgili (erkek veya kadın). ubarımbek = cubarmek. cubarmek f. gençlikte, ömrünün çiçek açtığı bir çağda helâk olan; cubarmek bolup caşığnda, böödö ölüp kalasıñ folk.: ömrünün çiçek açtığı çağda mahvolursun, beyhude yere ölürsün. cubat I= cup I; cubat tüştü: çift, denk düştü (aşık oynarken çocukların kullandığı tâbir.) cubat- II, avutmak; okşamak. cubay 1. bir çiftin teki; 2. yavuklu; koca; karı (zevce); cubayınan acıradı : kocasından yahut karısından mahrum kaldı. cubur cabır-cubur bol-: telâş etmek; canlanmak; cuk cubur bk. cuk I. cuda pek, son derece, büsbütün, gayet. cuduruk yuruk; coon cuduruk = çoñ gamçı (bk. kamçı); cıgılgandın üstünö cuduruk ats. : vur abalıya (harfiyen: düşmesi kâfi değilmiş gibi üzerine bir yumruk). cugum yapışma; yarama; cugumu cok tamak : beslemiyen aş; iliminin cugumu cok mugalım: öğretiminin verimi olmıyan öğretmen; moldoroldun cugumun cogotuu üçün küröşüü kerek : hocaların nüfuzunu kaldırmak için güreşmek (mücadele) gerek. cugumduu yapışkan, sâri. cugumsuz yapışkan olmıyan, sâri olmıyan; sabagı cugumsuz : dersi (talimi) kafaya girmiyor, netice vermiyor. cugumtal . yapışkan; geçen (sâri), cugumtal dart yahut cugumtal ooru : sâri hastalık. cugun = cuk I; tabaktagı cugun : çanağa yapışan aş artığı. cugundu yapışan nesne (diyelim, çanağa yapışan aş kalıntısı); eskinin cugungusu : eski zamandan kalma, geçmişin mirası. cuguş I, yapışma, yapışkan, sâri; cuguş ooru : sâri hastalık. cuguş- II, müş. cuk II den. cuguştuu sâri, yapışkan; cuguştuu ooru : sâri hastalık. cuguu işs. cuk- II den. cuguylan- müdahane etmek, yaltaklanmak; yaranmak. cuguz- = cuktur. cuk I, herhangi yapışan bir nesne (meselâ, kabın kenarlarına yapışan aş kalıntıları); cuk-cabur : kalıntı, artık; cuk-cuburun kaltırbay cıyıp terip aldı : hiçbir şey bırakmadan topladı; cuurat tögülsö, cugu kalat ats. cuurat (bk.) dökülürse (herhalde kapta) bir şey kalır. cuk- II, yapışmak; catkanga caan cukpayt ats. : <> (harfiyen: yatana yağmur değmez); suu cukpagan : suya düşerse de kuru çıkan kimse. cuka yufka (kalın olmıyan); cuka kagaz : ince kâğıt; cuka kiyim : yufka (hafif ve sıcak olmıyan) giyim. cukala- inceltmek, ince yapmak. cukalat- et. cukala-dan. cukalatuu işs. cukulat-dan. cukalık yufkalık, incelik. cukar- incelmek. cukart- et. cukur-dan. cukta- aş kalıntısını kazımak. cuktur- yapıştırmak. cul- yolmak; koparmak; ulup-culup : şurasından burasından çekerek; ulup- culup ookat kılgan : şuradan buıradan kapmak, koparmak suretiyle yaşadı. culak alak sözünün tekidir. culba calba sözünün tekidir. culbur celbir veya calbır sözünün tekidir. culdur- et. cul-dan. culgula- it. cul-dan; kolum menen culgulap aldım : elimle yolarak (diyelim, otu). culk- yolmak, koparmak, kökünden koparmak; bulkup aldı çıldırdı, culkup aldı tizgindi folk. : yuları kaptı, dizgini kopardı. culktur- et. culk-tan. culku- = culk-; kagaz terezeni cel üzük culkudu : yel kâğıt pencereyi parçaladı ve kopardı. culkula- culgula-. culkulda- anî ve keskin hareketler yapmak; mec. direnmek (bir işi yerine getirmekten imtina etmek). culkuldat- yakalamak ve silkmek; kapmak; culkuldatkandın üstünö aldı : onu amansız bir surette tartakladı. culkun- çırpınmak, kurtulmak için çalışmak. culkunt- çırpınmaya yahut kurtulmak için çalışmaya zorlamak veya müsaade etmek; buuruldu minip, bulkuntup, eri ölgöndöy culkuntup folk. : demir kırı renkli ata bindi ve kocası ölmüş kadın gibi çırpınıp atılmaya zorladı. culkuntuu işs. culkunt-tan. culkunuş- müş. culkun-dan; beelerdi eerçip, celedegi kulundar culkunuşat : kazıklara bağlanmış taylar, kısrakların peşinden gitmek için çırpınıyor. culkunuu işs. culkun-dan. culkuş birbirini yakalamak ve tartaklamak. culma yolunmuş; culma-culma yahut calma-culma : yırtık, pırtık; yırtılıp parça parça olmuş. culmala- eliyle yakalamak. culmalaaş- 1. birbirinin elini tutmak yahut hep beraber tutmak; 2. dövüşmek (kadınlar hakkında). culmalat- et. culmala-dan. culmuguy sakalsız, köse. culmuñda- telâşlıca, acele hareketlerde bulunmak, telâş etmek (ihtiyarlar hakkında). culmuñdaş- müş. culmuñda-dan. culmuv- sakalsız gözükmek (başlıca ihtiyarlar hakkında). cult cılt sözünün tekidir. culuk 1. (ayakkabının) kenarı; 2. avm. fercin kenarları. culukçu kunduracı (küçümseme edasiyle söylenir) <> kunduracı. culun- ileri atılmak; culunun ordunan tura kaldı : birden yerinden fırladı. culunuş I, atılış, fırlayış. culunuş- II, 1. birbirine doğru atılmak; 2. hep beraber atılmak; fırlamak; hep birlikte kasdetmek, niyet etmek. culunuu işs. culun-dan. culuş- 1. karşılıklıca yahut hep birlikte yolmak, koparmak; 2. dövüşmek, saç saça, baş başa.. (başlıca kadınlar hakkında). culuu I, koparma, yolma.\n\n\nII= cıluu. culuuluk cıluuluk. cum yummak (gözleri); (yumruk) yapmak; köz cumdu bk. köz. cuma a. 1. cuma günü; 2. hafta; tınımsız iş cuması : arasız iş haftası. cumal = cuumal. cumalak yuvarlak. cumalık tar. talebenin öğretmene cuma günü getirdiği hediye. cumalan- yuvarlanmak, tekerlenmek; cumalangan çal : (sürçen takatten düşmüş) ihtiyar. cuman caman-cuman : her türlü kıymetsiz nesneler; kötü; külüstür. cumarla- buruşturarak sıkmak. cumdur- et. cum-dan. cumekey açılekey-cumekey : bir çocuk oyununun adıdır. cumru = cumuru. cumşa- 1. yumuşamak; 2. birisine bir yumuş (vazife) vermek; birisini bir işte kullanmak; anı suuga cumşadı : onu suya gönderdi; maartınıp kelgen bulu cok, cumşap kelgen kulu cok folk. : sürüp getirecek hayvanı yok; kullanacak kölesi yok. cumşak yumşak. cumşakta- yumuşatmak. cumşal- mut. cumşa-dan; işke cumşal : işte kullanılmak; bir işe istimal edilmek. cumşal mut. cumşa-dan; işkem. cumşar- 1. yumuşamak; 2. yumuşak tabiatlı olmak. cumşart- yumuşatmak, yumuşaklık vermek. cumşartuu yumuşatma, yumuşaklık verme. cumşat- et. cumşa-dan. cumşoo bir iş tevdi etme; (birisini) bir işte kullanma; malay cumşoo : hizmetçi kullanma. cumul- yumulmak (gözler hakkında); yapılmak (yumruk hakkında); cumula tüştü mec. : gayet sevindi, sevinçten donakaldı. cumuluñku hafifçe yumulmuş, kapanmış (gözler hakkında). cumur I, kamır sözünün tekidir.\n\n\nII, 1. = cumuru; 2. kırkbayır, Spalterium yahut Oncasus geviş getiren hayvanların üçüncü midesi; bul cumurubuzga cuk bolboyt : bununla doymıyacağız; cumurdagı sır mec. : kudsî sır. cumuray cumuray curt : bütün ahali, cümbürcemaat. cumurtka yumurta; cumurtkaday mes. : değirmi (semiz); yumurta gibi. cumurtkala- yumurtlamak (kuş hakkında). cumuru yumru; üstüvanî, silindir; kolu cumuru : elleri kalın ve yumru; cumuru baş yahut cumuru baştuu : yumru başlı; mec. insan; cumuru baştuu mendede cok er : insanlar arasında eşi bulunmıyan yiğit. cumurula- yumru yapmak; silindir şekline sokmak; cumurulap calgan nokto : silindir şeklinde örülmüş yular. cumuş hizmet, iş. cumuşa- cumşa-. cumuşçu işçi; too cumuşçusu : maden işçisi; cumuşçu ayal : işçi kadın. cumuşker k-f. irgat, işçi; cumuşker at : iş atı. cumuşsuz işsiz. cumuşsuzduk işsizlik. cumuşta- (yalnız geçen zaman gerondifi şeklinde) cumuştap kelis ile (iş için) gelmek. cumuştuu şu veya bu işle meşgul olan, iş güç sahibi insan. cumuuruyat a. cümhuriyet. cuñ ceñ I sözünün tekidir. cup I, f. çift, çifte, çift sayı; cup kündör : çift günler.\n\n\nII, cu hecesiyle başlayan sözlere takviye için katılır; cup-cuka : incecik; cup-cumşak : çok yumuşak; cup- cumuru : yusyuvarlak, yusyumru.\n\n\nIII, henüz; ancak; mn cup cetkende ele camgır caap iydi : ben henüz yetişmişken yağmur yağmaya başladı; işke cup kirişebiz : hepimiz birden işe başlıyacağız.\n\n\nIV, bir kumaşın adıdır. cupañ capañ sözünün tekidir. cupka yufka, sütte pişirilen ve yağla yenen bir nevi aştır, hamur işi. cupta- çift haline koymak; çift teşkil eylemek. cuptat- et. cupta-dan. cuptu f. = cup I; adal cuptu : meşru karı (zevce). cupun cupunu, sade, basit; mütevazi yahut hafif, sıcak olmıyan (giyim hakkında); cupun kiyim 1) sade, günlük ve ucuz yahut hafif giyim; 2) hafif giyinmiş; yufka; cupun kiyinip alıptır 1) hafif giyinmiş; 2) kötü giyinmiş; sade giyinmiş; ceñil-cupunu kiyindim : hafif giyindim; cupun kiyimdüü : hafif giyinmiş. cupunu bk. cupun. cur kiyimdan curday bolgon : büsbütün giyimsiz kalan; giyime aşırı derecede mutacolan. curaat tukum-curaat : hısım akraba. curat = curaat. curday bk. cur. curdu kalıntı, bakiye, artık; tabeteyinin curdusu ele kalgan : kalpağa büsbütün örselenmiş; kalpağından yalnız bir hatıra kalmış. curi = jüri. curk cark sözünün tekidir. curnal = jurnal. curnalçı = jurnalist. curt 1. halk; tabaa; cıyılgan curt : toplu halk; eli menen curtun cıydı : halkını topladı; 2. ülke, öz memleket, vatan; ata curtu : baba yurdu, öz vatan; 3. okuu curtu : es. yüksek mektep. curtçu ak curtçu : lâtince Neophron denilen yırtıcı kuş. curtçuluk 1. cemiyet, topluluk; curtçuluk kuruluşu : cemiyet nizamı; 2. aynı cemiyet, birlik üyeleri arasındaki birlik; tesanüd duygusu; curtçuluk kıl-: birlikte, vifakla iş görmek; curtçuluk kılgıla : (bir cemiyet üyesine yakışacak tarzda) muzaheret et!; 3. tar. yakının masraflarını kapatmak için toplanılan para; 4. tar. (hassaten seçimönü mücadelesi sırasında) kendi kabilesi mümessilini tutmak, ona muzaheret etmek. curtkerçilik = curtçuluk 2. curut = curt. cut I, kırgın (dondan ve yem kıtlığından kütle halinde hayvan kırılması); cakşı kelse—kut, caman kelse—cut ats. iyi (adam) gelirse—bahttır, fena adam gelirse—kırgındır. cut- II, yutmak; cuttu, imdat!; öldürüyorlar! aldım-cuttum bk. al- IV 1. cuta- açlıktan, <> tan ıstırap çekmek; zayıflamak; cutkan cutabayt ats.: yutan acıkmaz; el cutadı : halk <> tan mustarıp oldu (hayvanlarından ayrıldı); mal kıştan cutap çıktı : hayvanlar kışı fena geçirdi (zayıfladı ve eksildi); çöptön cuta-: ot yemi kıt olmak; kolxozdun malı cutabayt : kolxozun hayvanları <> tan ıstırap çekmez. cutalañ ihtiyaç, zaruret. cutañkı aç, açlıktan bitap düşmüş. cutat- et. cuta-dan; maldı cutatpay aman saktayt : hayvanlara iyi bakıyor, onları aç bırakmıyor. cutkuç ustalıkla yutan, yutucu; çoñ cutkuç : obur. cutkur- cutkuz-, et. cut- II den. cuttuk bir tek <>a yetecek kadar olan (refahın temeli olmak sıfatiyle hayvan hakkında); bk. cut I). cuttuu cut geçiren (bk. cut I); cuttuu kış : yem kıtlığıve hayvan kırgını ile birlikte geçen şiddetli kış. cutuluş 1. yutuluş; 2. db. temsil (assimilation); ilgeri cutuluş : ileri temsil (assimilation progressive); tetiri cutuluş : geri temsil (assimilation regressive). cutum yudum; açkalıkta altından bir cutum carma artık ats. açlık zamanında bir yudum tirit (bk. carma 2) altından yeğdir. cutun- (başla göğde ile) yiyeceğe, içeceğe uzanmak, ileri atılmak, meyletmek; ilgeri cutunup, söz baştadı : ileri atılarak, söze başladı. cutunt- et. cutun-dan. cutunu- işs. cutun-dan. cuu- I, yıkamak; su eşmek; çamaşır yıkamak; (ölüyü) yıkamak; cuuyt : yıkıyor; bet kol cuu-: el yüz yıkamak, yıkanmak; suuga (yahut seyrek olark suu menen) cuu-: su ile yıkamak; suda yıkamak; kol cuu-: 1) elleri yıkamak; 2) mec. (ablatif ile) mahrum olmak, elden çıkarmak; al aybın cuudu: suçunu sildi.\n\n\nII, yaklaşmak. cuuçu dünür; kılavuz (evlenme işlerinde aracılık eden); cuuçu tüş-: kılavuzluk etmek, kız istemeye gitmek; cuuçu ciber-: kılavuzlar göndermek. cuuçuluk kılavuz vazifesi yahut durumu. cuugan sütle terbiyelenmeyen aş, yavan. cuuguç yıkamak için kullanılan nesne; kıl cuuguç: kazan, tencere yıkamak için lif yerine kullanılan bir tutam at kılı. cuuk yakın; keçke cuuk: akşama doğru; keçke cuuk bolgondo: akşam yaklaşırken; cuukta: yakında. cuukta- yaklaşmak. cuuktat- yaklaştırmak. cuuktatuu işs. cuuktat-dan. cuuktoo işs. cuukta-dan. cuuktuk yakınlık. cuukunda = cuukta. cuumal ak cuumal 1) beyaz, soluk (yüz hakkında); soluk yüzlü; 2) sarışın. cuump cum-dan gerundif. cuun I, caan I sözünün tekidir. cuun- II, yıkanmak; suuga cuun-: su ile yıkanmak. cuundu yıkandıktan sonra dökülen su. cuundur- et. cuun- II den. cuur- yuğurmak; karıştırmak; kamır cuur-: hamur yuğurmak yahut açmak; mayga cuurup tokoç kıl-: (hamuru) yağda yuğurarak, ekmek pişirmek. cuuran bal cuuran = balcuuran. cuurat halis (su karıştırılmamış ve üstü alınmamış) yoğurt; üyündö kaşık ayranı cok, kızının atı Cuuratbek ats.: evinde bir kaşık ayranı yokken kızının adı Cuuratbektir: <>. cuurkan yorgan. cuurul- mut. cuur-dan. cuuruluş- müş. cuurul-dan; ak buudaydın ununday cuuruluşup turdu deyt folk.: (sevgililer) beyaz buğdayın unu gibi yuğruldular, birleştiler. cuuş- I, hep beraber yıkamak.\n\n\nII, yaklaşmak, yakın gelmek, birbirine yakın gelmek. cuuşa- 1. tam sükûn ve rahat içinde bulunmak; (karnını doyurduktan sonra tam bir sükûnet içinde ve ımızganarak yatan hayvan hakkında); 2. mec. ölüvermek. cuuşañ (koyun kırkmak için kullanılan) makas, sındı, kıptı, kırkı. cuuşat- et. cuuşa-dan; koylorun iyripcuuşatıp salıptır : koyunlarını bir araya yığdı ve onları dinlemeye başladı. cuuşatıl- mut. cuuşat-tan; koylor suunun boyuna cuuşatuldı : koyunlar nehir kıyısına dinlenmeye bırakıldı. cuuşoo işs. cuuşa-dan. cübke r. kon. <> : fiston. cübür cün sözünün tekidir. cüdö- kuvvetten düşmek, arıklamak, zayıflamak. cüdöñkü bir parça zayıf, arıkça; öñü sargayıñkı, cüdöñkü : yüzü sararmış, zayıflamış. cüdöö kuvvetten düşme, dermansız kalma. cüdöt- kuvvetten düşürmek, bitap bırakmak. cüdötüü işs. cüdöt-ten. cügön oyan; cügön kat-: oyan geçirmek. cügöndö- 1. oyan geçirmek; 2. gem vurmak (zaptetmek, yavaştırmak). cügöndölüü oyanlı; cügöndölüü at : oyanlı at. cügöndöö 1. oyan geçirme; 2. gem vurma. cügöndöt oyan geçirtmek. cügöndötüü işs. cügöndöt-ten. cügöndüü oyanlı, başına oyan geçirilmiş olan. cügönsüz 1. oyansız; 2. mec. : keyfince giden. cügörü f. mısır (bitki). cügün- diz çökmek. cügündür- eğmek; diz çöktürmek. cügündürüü işs. cügündür-den. cügünt- emk, diz çöktürmek. cügünüü işs. cügün-den. cügür- koşmak. cügürt- koşturmak. cügürtmö cügürtmö kapital : işliyen sermaye. cügürük yürük at; kızıl cügürük : romatizma. cügürüş- hep birlikte koşmak; kaçmak. cügürüü işs. cügür-den. cük 1. yük, hayvana yükletilen ağırlık; kızıl cük : kızıl katar; cük taşuuçu maşına : yük taşıyan makine; 2. keçe evin bir köşesine toplanılmış olan yorganlar, yastıklar vs.; cük sanar es. : güveyin köyüne gönderilmeden önce gelinin çeyizini sayma. cüktö 1. yüklemek, hayvanın sırtına ağırlık koymak; 2. bir iş ve vazife tevdi etmek, yükletmek. cüktöl- mut. cüktö-den. cüktölüü yüklü, üzerine yük konulmuş. cüktömö yükletme. cüktön- yüklemek (diyelim, kendisi için kendi atının sırtına yük koymak). cüktönt- yükletmek, yüklenmeye zorlama; moyunga anttı cüktönttü : andiçerek söz vermeye zorladı. cüktöt- yüklemeye zorlamak, yüklettirmek; ak çatırdı büktötüp, ak dönöngö cüktötüp folk. : beyaz çadırı dürdürerek ve onu beyaz taya yüklettirerek. cüktüü 1. yüklü; cüktüü ögüz : sırtına yük konulmuş öküz; 2. gebe kadın; cüktüü katın : hâmile kadın. cülgür lâtince Eqpisetelas denilen bitki nevi. cülük r. kon. <> I. Son derece alçak; 2. mec. : hafifmeşrep (hem erkek hem kadın hakkında). cülüktük alçaklık, hainlik. cülün nuhai şevkî, mundar ilik; kuban cülün : beyaz yüzlü, cülünü üzülöt : rahatsızlık götseriyor, rahatsızlıktan kıvranıyor; cülün boşot-: gayreti gevşetmek. cün yün; kıl (saç); tüy (kuşların); sarı cün: tülerken dökülmiyen tüy (dir, ki atın hasta olduğunun belgesidir); tülöndü cün : (at, inek) gibi hayvanların tüledikleri zaman döktükleri- tüy; çırımtal, cün bk. cırımtal; cündörü cata kaldı : ferahladı; başıma cün cıkkandan beri: <> hayatımın ilk günlerinden beri; erken çocukluğumdan beri; cün çiyleş : hasır üzerine yün yayma ve yuvarlama (keçe dövme vetirlerinden biridir); cün-cübür : her nevi yün; kozucün: kuzu yünü; cündöy sabadı : öyle dövdü ki anasını ağlattı harfiyen: yün gibi ditti. cündön- yüne yahut tüye benzemek; samsaalagan saamayı totunun cünü cündönöt folk. : dalgalanan örgüleri papağan tüylerine benziyor. cündöş dondaş, renkdeş (başkalariyle aynı donda, aynı renkte olan.) cündüü yünlü; tüylü, tüyle kaplanmış olan. cünsüz tüysüz. cür- 1. hareket etmek, harekette bulunnmak; yürümek; vasıta ile gitmek; cürü!: yürü!, haydi!, gidelim!; esen-coo cüröbüz : sağ eseniz; cürüp ketti : hareket etti, yerinden kımıldadı; gitti; 2. niyet etmek; ... ye yakın olmak; ölgönü cüröt : çıkmamış canı var, ölüme yaklaşmıştır; at alganı cüröm : at almayı düşünüyorum, at almak niyetindeyim; 3. hizmet etmek; ücretle çalışmak; al bayga cürgön : o, bay yanında çalıştı; malay cür yahut malaylıkka cür- : ırgat olarak çalışmak; 4. birisi yahut bir nesne olduğu anlaşılmak; ay manuñ Karabay bolup cürbösün?: vay bu Karabay olmasın?; 5. yardımcı fiil olmak üzere, baş fiilin işine süreklilik ve devam mahiyeti verir; usul bakka ceyin tekserilbey cüröt : tâ şimdiye kadar teftiş edemiyor; sen mından arı tentek bolbov cür! : sen bundan böyle sersemliği bırak! cürdöök 1. (hayvanlar hakkında) daima yer değiştirmeyi seven; yürük; 2. mec. sürtük, sokak süpürgesi. cürgünçü 1. geçip giden yolcu; yolcu, sayyah; 2. tar. ülke ülke dolaşarak kervan yürüterek alış veriş eden tüccar. cürgüs yürümesi imkânsız, içinden geçilmez; adam cürgüs cer : içinden geçilemeyen yer, mahal. cürgüsüz = cürgüs. cürgüz- harekete getirmek, icra etmek, yürütmek; üstömdük cürgüz- : hüküm sürmek; çarba cürgüz- : iğelik işletmek, idare etmek. cürgüzül- harekete geçirilmek; tatbik edilmek; önöktüp cürgüzülüp catat : mücadele yürütülüyor. cürgüzüü işs. cürgüz-den. cürmö sarı cürmö (yağla örtülen) ve yağlı tarafı içeriye çevrilen kalın inek (öküz) bağırsakları. cürmüy- = şümüröy. cürö haydi bakalım; (teklif mahiyetinde); cürö, baralı: haydi, gidelim! cürök 1. kalp, yürek; cürek sokpoyt : kalp çarpmıyor; cürögü ot : âteşin yürekli; gayretli; ak cürök 1) iyi niyet 2) sadık; vefalı; er cürök : cesûr, yürekli, mert, atılgan, pervasız; bok cürök : korkak; kara cürök : muhasım, düşmanlık besliyen, fena niyetli; et cürök : kalp; suu cürök : korkak, ödlek; badal cürök bk. badal 2; cürögö kaldı = köñülü kaldı (bk. Köñül); cürögü basıldı : rahat etti, sükûnet buldu; cürögü tüştü : pek fazla korktu, ödü patladı; cürögü oozuna tıgıldı : <>, korkudan nefesi kesildi; cürögünö tiygen : <>, onu bıktırdı, bezdirdi; çürögü üşüp kalgan : <>, korkmuş; cürögüm koop turat : beni karanlık önseziler eziyor, yüreğimde bir sıkıntı vardır; cürök tüşüü : bir çocuk hastalığının adıdır; cürek kuyduruu es. : sahte tabiplerin korkudan tedavi usulü (içinde soğuk su bulunan ve hastanın başı altına konulan kaba eritilmiş kurşun dökülür, ki bu kurşun gûya korkuya sebebiyet veren şeyin şeklini alırmış); eldin cürögün algan : herkesin yüreğine korku salmış; 2. yüreklilik, cesaret. cüröksün- korkmak, korkaklık göstermek. cüröksüz yüreksiz, korkak. cüröksüzdük korkaklık, yüreksizlik. cüröktüü cesur, yürekli. cürü ! = cürö! cürüm cürüm- turum : edişler ve gidişat; cürüm- turumu caman : gidişatı fena. cürüş 1. adım (at yürüyüşü), yürüme, yürüyüş; attın cürüşü menem keldik : yavaş yürüyüşle geldik; 2. (askerî yürüyüş); 3. cürüş- turuş = cürüm- turum (bk. cürüm). cürüştö- yürüyüşü hızlatmak, daha çabuk yürümek. cütkün- ileri uzanmak, ileri atılmak, hücuma, saldırıya hazırlanmak; buudan çalış mal eken, cügüröm dep cütküngön folk. (at) –yürük hasletlerine malik olan bir hayvandır, koşmak arzusiyle hep ileri atılıyor. cütkünçük ileri atılma, hız. cütkünt- et. cütkün-den. cütküntüü işs. cütkünt-ten; Sovet ökümötünün toyu toylongon sayın madanıyattı cütküntüüişi keñimek : Sovyet hakimiyeti tekâmül ettikçe kültür işleri de genişliyecektir. cütkünüü ileri atılış. cüülüt- sürüklemek; teşvik eylemek. cüün fıkraların (omurga kemiklerinin) mafsalları (bağlantı yerleri); muun- cüün : boğumlar, mafsallar; cüünü boş : gevşek, kof, sölpük; beceriksiz. cüürt- cüürtö basıp otur : bacaklarını bükerek, tek bir diz üzerine durmak (diz çökerek atmak istiyen nişancı böyle bir vaziyet alır). cüyö 1. doğruluk; 2. öz; 3. delil (argument); cüyögö könbögön : lâkıranlatılması müşkül olan, dikkafalı. cüyöçül = cüyökeç. cüyökeç k-f. hazırcevap, anlayışlı, çabuk intikal eden. cüyöker k-f. cüyökeç. cüyölöş- birbirine deliller getirmek; birbirini gürültüsüz kanıtmaya çalışmak. cüyölüü kaideye uygun, uygun, muvafık; cüyölüü söz : esaslı, ciddî söz; cüyölüü sebep : kabul edilebilir sebep. cüyür cüyür-cüyür : cış-cış (bk. cış). cüyürt- cüyürtö basıp oltur- : çömelmek. cüz I, yüz, yüz tane.\n\n\nII, yüz (çehre); yüzey (satıh); cer cüzündö : yer yüzünde, bütün yer küresinde, bütün dünyada; iş cüzündö : işte; ooz menen bizdiki bolup, iş cüzündö bizdin tilekten çet : sözde bizimle beraber olarak, işte bizim arzularımızdan bir kenarda (duruyor); eldin işeniçin ooz cüzündö emes, iş cüzündö aktaymın : halkın itimadını yalnız sözle değil, işte de hakedeceğim; üç ay cüzü bolguça : üç ay geçene kadar, üç ay bitince; eç kimdin cüzünö karabastan : şahıslara bakmadan; cüz karamalık yahut cüz karamaçılık : riya, yüze gülme, cüzü kara : alçak, rezil; hain; cüzü kara duşman : haim düşman. cüz- III= süz- 2. cüzdön- yüzce benzemek; aç calañgiç cüzdönüp folk. : aç Azrail gibi çatık çehreli. cüzdür- = süzdür-. cüzdüü eski cüzdüü : iki yüzlü, müraı, münafık. cüzdüülük cüzdüülük: ikiyüzlülük, riya, nifak. cüzö yüzey (satıh), : cüzögö çıkar yahut cüzögö aşır- : varlığa çıkarmak; cüzögö çıkpay (yahut aşpay) kaldı : varlığa çıkmadan kaldı. cüzüm üzüm. cüzümçülük bağcılık. cüzümdük bağ. çaalık- yorulmak, çaalıkpas : yorulmaz. çaap gerondif çap- IV ten. çaar l. alaca; çaar köynök: alaca gömlek; 2. benekli (at donu); kızıl çaar: kara benekli; kara çaar: kara benekli; 3. çiçek bozuğu 4. içi çaar meç. ketum (kimseye sır açmaz); 5. (ayakkabının) kenarı. çaara == çara II çaaraker f. far. (cenubî Kırgızlıkta): başkasının toprağında, başkasının alat ve edevatıyla çalışan ve mahsulün bir kısmım alan rençber. çaarçık karaca yavrusu. çaarda- buruşturmak, alacalandırmak (buruşuk, alaca yapmak). çaardagıç bir kunduracı aygıtıdır ki onunla kunduranın kenarı yapılır; kundura kenarı çarkı. çaardat- et. çaarda-dan: çaardooç == caardagıç. çaba çap IV hal zamanı gerondifidir; karşı karsıya: önden (başlıca, yağmur hakkında); camgır çaba caayt: yağmur yüze vuruyor; yağmur kaldırılmış olan tündük’ün (hk.) karşı taraf ından vuruyor ve keçe evin içine düşüyor. çabaagan (bir iş hakkında) haber salmak için komşu avullara (köylere) gönderilen sai. çabaagançı =: çabaagan. çabadan f. kıymetli ev eşyasını saklamak için kullanılan uzun ve dar çuval. çabak l. çapak balığı; may çabak l) latince adı Gobio olan bir balıktır; (Ş. Sami’ye göre: tatlı su kayabalığı. M.); 2) balıkçık, herhangi bir ufak balık; it çabak (som balığı: Salmo cinsinden olan ve latince Salmo alpinus adını ta- şıyan bir balıktır. M.) çabak ur-: bir nesne suya düşmek ve bundan bir ses hasıl olmak; (yüzerken) kollarla ve bacaklarla küçük hareketler yapmak; kollarını sallayıp yüzmek; 2. yün ditmek için incecik çubuk (saboo’dan bk. daha ince); 8. tekerleğin dişi; 4. küçük sırık. çabalda- l. şişi birkaç yerden deşmek: 2. yün ditmek, çabaktaş- muş. çabakta-dan. çabaktat- et-, çabakta-dan. çaban .r. çoban /12/ çabar l. sai (tatar); salıkçı (haberci); 2. kavas; kurye. çabarmar 1.seyis, atlı; Z. kurye. çabdar al(at) çabeles . l. zayıf, denmansız; 2. ahmak. çabendes f. at üzerinde oğlakla yapılan yarışta oğlak çekmekte mahir olan; cesur, atılgan atlı; çabendester çogulsa; ulaktın çeri cazıllat folk. cesur atlılar toplandığında (onlar çekişirken) oğlağa ferahlık geliyor. çabal zayıf, dermansız; bergenin aigan— camandın işi; içkenin kuş kan— çabaldın İşi ats : verdiğini geri almak- kötü adamın işdir; İçtiğini kusmak— zayıfın işidir. çabaldık zayıflık, dermansızlık. çabalekey l. = çabiyekey; 2. =ene çikit (bk. çikit). çabık = çabındı. çabıl- l. dibinden kesilmek; tamırına balta çabıldı: kökünden yok edildi; çaçılıp - çabılıp bk. çaçıl-;2. çapula ve yağmaya çarpmak; 3. dörtnala koşmak (binek hayvanı hakkında); at çabıldı : at yarışı, koşu yapıldı. çabılakey- çabiyekey. ğu mesafe; tay çabım cer : bir ya- çabım yarışların mesafesi; at çabım cer : büyümüş atların koşturulduğuşında olan tayların koşturulduğu mesafe çabındı ot biçilen yer, çayır; çabındı çerler : ot biçilen yerler çabır ufak tefek şeyler, değersiz nesneler; çabır mal : çelimsiz ve arık hayvan (ufak, zayıf atlar, koyunlar ve s.) çabış I, işs. çap - IV ten; at çabış • at yarışı, koşu; at meydanı; çılañaç çabış es. : bellerine kadar çıplak olan iki atlının yansıdır ki bunlar birbirinin çıplak tenlerine kamçı ile vurmaya çalışırlar; çoñ çabış es. : yoğaşı verilirken yapı- lan at yanşları; kol çabiş : l) el çarpma suretiyle alkışlama; 2) bir oyunu veya şarkıyı nağmelere veya hareketlere uydurarak iki avucu birbirine vurmak suretiyle takibetme; çöp çabış= çabındı. çabiş II, l. hep beraber kesmek; birbirini kesmek; 2. koşmak suretiyle yarışmak; alabildiğine koşmak, çabışuu işs. çabış- II den. çabıt şikar araştırarak dolaşmak;baskın, akın. çabıtta- av arayıp dolaşmak. çabiyekey kırlangıç; too çabiyekeyi : dağ kırlangıcı. çabuu I, işs. çap- IV ten; kol çabuu l) el çırpmak suretiyle alkışlama;2) oyunu yahut şarkıyı el çırpmak suretiyle takibetmek.\n\n\nII, rubanın yahut paltonunarka kısmı. çabuul l. hızlı yürüyüş (at üzerinde); koşu; kara çabuul l) atın dörtnala koşması; atın bir defadaki hafif koşması (carriere); üç attuu, birinen biri ötüp, kara çabuul menen kele çatışat: üç atlı, kah biri, kah ötekisi öne geçerek, atlarını dolu dizgin koşturarak geliyorlar; 2) Öndülsüz at yarışı; irisi coktun atı kara çabuulda cügüröt ats. : talihsizin atı (yalnız) öndülsüz (ikramiyesiz) kokularda (iyi) koşar; 2. akın, çapul. taarruz hücum; çabuul sal- yahut çabuul koy- : akın etmek, taarruza geçmek, hücumetmek. korgongo çabuul koydu : kaleye hücumetti. çabuulda- l. muayyen bir yönet gö- zetmeksizin koşturmak (atı); 2. dörtnala, dolu dizgin koşturmak. çabuuldat- et. cabuulda-dan. çaç I. (insan başındaki) saç; çaç cıy- es. : saç Örmek (kocası öldükten sonra yedinci yahut kırkıncı günde bunu yapan dul kadın hakkında) ; karın çaç : çocuk karında iken biten saç; cıldı çaç : erkeğin ensesindeki perçem (şimdi artık bu perçemi .taşımıyorlar); çaç etekten bol- : bir nesneyi bol bol al- mak; bolluk ve kolaylık içinde ya- şamak; çaçtan köp : hesapsız, çok:çaç kap= çaçpap; çaç uçtuk; bk. uçtuk; çaç kırk tar. : saç örgüsünü kesmek (bu, bîr kadim rüsvay etmek için bir ceza olarak tatbik edilirdî). çaç-II l. saçmak (püskürmek): şu-raya buraya atmak; her yana dökmek; 2. serpmek 3. meç, israf etmek. çaça- bir şey içerken geniz nahoş bir surette gıcıklanmak neticesinde istemiyerek, aksırığa benzer bir ses çıkmak. çaçat- et. çaça-dan. çaçı l. küçük saçak; cooluktun çe- kelerinde mayda çaçılar bolot: mendilin kenarlarında ufak saçaklar bulunuyor, kuyruktaki kıllar; kimi hayvanların kuyruk ucu (diyelim. ineğin, eşeğin); ögüzdün kuyruğunun çaçısın kuyuşkaña baylap adlı : öküzün kuyruk uçunu kuskuna bağladı; 3. atın aya-ğnın gerisindeki kıllar. çaçıl- saçılmak, püskürülmek; çaçılıp - çabılıp kapa boldu : aşın müteessir oldu. çaçıla I, bir düğün ayinidir ki, şundan ibarettir : güveyin yakınlarından yaşlıca bir kadın, gelin nişanlısının köyüne geldiğinden (kaynatasının evine yaklaştığı zaman) onun üstüne şekerlemeler saçardı. çaçıla- II, saçakla süslemek, saçak takmak; topostun kılı menen çaçıla- : Çin mandasının (kaytızın) kuyruk kılıyle süslemek. çaçılat- et. çaçıla- II den. çaçılt- et. çaçıl-dan; kozgoloñçulardın askerlerin çaçıltıp ciberdi : asilerin askerlerini dağıttı. çaçıluu I, saçaklı, saçakla süslenmiş; çaçıluu içkır : saçaklı uçkur.\n\n\nII. îçs. çaçıl-dan çaçım l. saçma, dökme; 2. taksim, (ülüştürme); çaçım menen : taksime, ülüştürmeye göre. çaçın talaan-çaçın bk. talaan. çaçıdı darma dağnık durumda bulunan, saçık ; öteye beriye atılmış, serpilmiş. çaçınıy r. kon. hususî; hususî mülk sahibi, kollektive girmeden kendi basma iş gören. çaçıra- sıçramak, param parça olmak; künçaçırap çıkkanda : parlak güneş doğarken; kündün murdu çaçıraganda : güneş gözükmeye başladığında. çaçıraak sıçrayan: çaçıraak otun çatırdıyarak yanan odun. yanarken kıvılcımlar saçan odun. çaçırandı sıçrantı; zifos; çoktun çaçırandısı : kıvılcım. çaçıraş- müş. çaçıra-dan. çaçırat- sıçratmak. çaçıratkı hindiba (bitki). çaçış- muş. çaç- II den; suu çaçış- hep beraber su serpmek; birbiri üzerine su serpmek; çaçışkan cip . karışmış iplik. çaçkm saçık, dağmık. çaçkındık saçıklıkk, dağnıklık. çaçma saçık : kolay dağılmiya muştait olan; çaçma kürüç : pilav. çaçpak saç örgüsiyle beraber örülen saçak; çaçpak kötör- mec. : hizmete amade gibi görünerek, hoşa gitmeye çalışmak; birisini, peşine takılıp, bırakmamak; al çaçpagın kötörüp keldi : o, yalnız (misafir olması istenilen) adamla beraber bulunduğu için (diyelim misafirliğe) geldi. çaçpaktuu l. çaçpak taşıyan (bk çaçpak); 2. mec. kadın. çaçta- saçtan tutarak sürüklemek çaçtaraz k-f berber; çaçtaraz mene süylöşsöñ, ustara menen kayra* ğın aytar ats. : herkes kendi işinden bahseder (harfiyen : berberle konuşursan, o, bileği taşiyle usturadan bahseder) çaçtaş- birbirini saçından tutarak sürüklemek, saç saca başbaşa gelmek, dövüşmek (kadınlar hakkında; karş. çakalaş-). çaçtaşuu işs. çaçtaş-tan. çaçtuu saçlı kıllı. çaçuu l. saçma, dağıtma, püskürme; 2. serpme: 3. meç. pazara gönderme, satılığa çıkarma. çadırakay şişman, semiz, etli. çadırañda- hareketlerinde şişmana. semize benzemek. çadırañdat- et. çadırañda-dan. çadıray- şişman, semiz bir durumda olmak. çağan yahut çağan ayı (destanda): Moğol ve çinlilerde yeni yıl (bayramı bîr ay sürer). çagarak helezonî. burmalı; burma; ayıl itinin kuyruğu çagarak ats. : evde duvarlar da yardım ediyor (harfiyen : köydeki köpeğin kuyruğu helezonîdir). çagarakta- l. çengelimsi bükülmek (diyelim, köpeğin kuyruğu hakkında); 2. mec. gururlanmak; kendini müstakil hissetmek; çagaraktap kalıptır: o, gururlanmış; atım çagaraktap kalıptır : atım kanlı canlı gözüküyor. çagaraktat- et. çagarakta-dan; it kuyruğun çagaraktatıp arsıldadı : köpek kuyruğunu çengelleştirdi ve gümürdedi. çagarakrtatuu halka, helezon, çengel şeklinde bükme. çağıl- mut. çak- IV ten. çagıldır- gözü •kamaştırmak; köz cagildıra turgan : kamaştıran. çagılgan şimşek, çakın, yıldırım; aa çagılgan tiydi : ona yıldırım değdi; çagılgan ogu mit.: yıldırım oku: di; çagilgan ogu mit. : yıldırım oku : (güya yıldırım düşen mahalde yerin düzeyine çıkan) kırmızımtırak taş; çagılgandın ogunday : yıldırım gibi vuran. çagılış I. göz kamaştıran ışık; közgö çagılış ber- : gözü kamaştıran (gayet açık ve parlak nesne hakkında); kündün çagılışına karay albaym : güneşin parıltısına bakıyorum.\n\n\nII, aksetmek: suudan çagılışıp. carkırap körüngön ay eken parlıyan. suda akseden, meğerse aymış. çatılıştan- riyayı aksettirmek, yıl-dıramak. çağım iftira; curnal; tezviratlı dava: bövdö çağım bölökkö cetpes ats.: yalancının mumu yatsıya kadar yanar (harfiyen. : iftira başkasına yapışmaz). çagımçı curnalcı, muzevir. çagımçılık müzevirlik, çagın ölçülü, mahdut: azcık: özünö çağın malı bar : (kendi ihtiyaçlarına yetecek .kadar) bir mikdar hayvanı var. çagır çagır taş : bir taş adıdır; koy çagır : eski zamanlara ait bir silahın adıdır. çagırmak yahut çağırmak teke : büyümüş (yabani) teke. çagış- çatışmak (köpekler hakkında). çagıştır- (iki nesneyi birbirine) karşılaştırmak, mukayese etmek; akılga çagıştırıp baykap körçü! :akıl edip bak! çakıştırma l. Karşılaştırma, mukayese; 2. mat. nisbet, oran; prossent çagıştırması : faiz oramnı çagıştıruu l. mukayese; 2. mat. nisbet, oran; geometriya çağıştıruusu: geometrik oran; esep çağıştıruusu : hesap oranı. çagışuu işs. çagış-tan. çaguu işs. çak- IV ten. çak I. ölçulu; uygun, münasip; kolaylıklı; tam; yakışıklı; senin kîyimiñ maa çak kelet : senin giyimin bana tam geliyor; özünü çak :muvafık, münasip; kün çak tîh-tö : tam öğle zamanı; çak cayloo uygun, yazlık otlak, mer’a.\n\n\nII, zaman, vakit; bala çakta : çocuklukta; cıvırma beste çagında folk- : yirmi beş yasında iken; keler çak gram. gelecek zaman müstakbel zaman); cak toluktat kıç gram. : zaman gösteren zarf.\n\n\nIII. iki şeyin birbırine vurulma-sından, çarpışmasından hasıl olan ses; çak çak : şak sak (diyelim,küçiik çekiçle metal döverken); çak etme : pistonlu silah (çakmaklığından farklı olarak); çak et- : tak tak etmek; çak etkiz- : tak tak ettirmek; çak etkizip terezeni caap koydu : tak ederek pencereyi kapatıp koydu; çak- çuk : keskin ve kesik takırtı; çagılgan çak - çuk dey tüştü : yıldırım çatırdıyarak düştü. çak- IV, l. müzevirlik etmek; şikayet eylemek: meni saa çaktı : bana senden şikayet etti; al maa mun-ğun çaktı : o bana dert yandı; 2. şiddetle vurmak; meni arak (yahut bozo ve s.) çagıp koydu : mahmurluktan kırıklığım vardır: 3. sokmak (ısırmak); 4. çakmak çakmak. çaka I. çaka-çaka : örse çekiçle vurmaktan hasıl olan sesi taklit.\n\n\nII, l. madenî kova (karş. çelek l); çaka kak- eş. (davula vurur gibi) kovaya vurmak (sahte tabiplerin doğurtma sanatı usullerinden bîridir); çaka tuyak= çakar; 2. ufak bakır sikke; metelik; ceti çaka karzım çok folk. : yedi metelik bile borcum yoktur. çakalay (vucuttakî) temregü, erpes (hastalık). çakan I. l. biraz bir miktar: berilgen cardımı ötö çakan : yaptığı yardım gayet ehemmiyetsizdir; 2. küçük: valnız şahsî ihtiyaçlara ye teçek kadar.\n\n\nII, korku (velvele); imdada çağırma işareti. çakar yaman; görmüş geçirmiş (kimse); kurnaz (daha fazla at hakkında). çakçañda- azim ve gayretle 4 görmek; çakçañdap kirip keldi : içeriye fırladı; közdörü çakçañdayt : gözleri fena halde gözevinden fırladı. çakçarıl- hiddetlenmek, ayranı kabarmak (alacağın olsun! dur bakalım, gösteririm ben sana). çakçay- kabarmak: közü çakçaydı : gözleri büyük açıldı. çakçayt- gözleri büyük açmak. çakçelekey intizamsızlık; karma ka- rışıklık; çakçelekey tüşürüp : alt üst ederk, altından girip üstünden çıkarak. çakçı == sınçı, çakçigay (bir kuş adıdır). çakıl çakçıl etiş gram. geçen zaman gerondifi. çakılda- çak çak sesi çıkarmak (bk. III); açık ve kolay anlaşılır bir tarzda konuşmak: gıcırtı sesi çıkarmak (diyelim, saksağan hakkında); cıvıldamak. çakıldat- et. çakılda-dan; çot çakıldat- : hesap aleti düğmelerini şaklatmak. çakıldoo çak dövme; gıcırtı sesi çıkarma; cıvıldama. çakır- çağırmak, davet etmek, toplantıya çağırmak. çakırakay faltaşı gibi açılmış, (gözler). çakırañda- gözler faltaşı gibi açılmak. çakıray- l. gözler faltaşı gibi açıl mak; 2. (birisinin) üzerine atılmak. çakırayt- et. çakıray-dan; köz ça-kırayt- : (hiddetten yahut korkudan) gözleri faltaşı gibi açmak. çakırayuu işs. çıkaray-dan. çakırık l. çağırma, davet; 2. (çağırarak gönderilen) bildirge, ihbarname. çakırış- hep beraber çağırmak, birbirini çağırmak: birbirini davet eylemek, çakırıl- çağırılmak. davet edilmek toplantıya çağırılmak. çakınluu işs. çıkarıl-dan. çakırıluuçu l. çağırılan, davet edilen; 2. askere çağırılan. çakırım l. insan sesinin duyulabileceği mesafe; 2. (ruşçada «versta» denilen ve 1,067 kilometre’den ibaret olan uzunluk ölçüşü. M). çakırmala- = çakır- çakırtuu çağırtma, davet ettirme. çakıruu çağırma, davet etme. okuma* çakmıuçu çağıncı, okuyucu, çığırgan, münadi; çıkıruuçu saldı : çığırgan, münadi vasıtasıyla bildirdi. çakıy- dikilmek; göz dikmek, dikkatle bakmak; cıldız çakıyıp : yıldız pırıl pırıl yanıyor. çakıyt- et. çakıy-dan. çakmak l. çakmak; 2. çükö oyununun adıdır (bk. çükö); 3. közü ala çakmak boldu : gözleri süzülmeye başladı. çakmakta- közüñ ala çakmaktap cüröt l) gözlerin oynuyor: 2) sana her şey bozuk (aşırı büyümüş) şekilde gözüküyor; közü ala çakmaktay başladı : gözler süzülmeye, adam sarhoş olmaya başladı. çaksa f. (cenubî Kırgızıstanda) 5 kilo kadar ağırlık ölçüşü. çakta- (takriben) takdir etmek; denemek. çaktaş- muş. çakta-dan. çaktı l. takribi mikdar; on çaktısı :onlardan on kadar; 2. kuvvet:çaktısı kelbeyt : gücü yetmiyor, yapamıyor; çaktım kelet : muktedirim, gücüm yetiyor; çaktısıntaba albay kalıp : şaşırarak. çaktır- et. çak- IV ten. çaktıruu işs, çaktır-dan. çaktoo İŞS.. çakta-dan. çal I, l. kır (kül rengine çalar, beyaz); çal sakal : kır sakal; çal kuyruk : kır kuyruklu (at hakkında); 2. ihtiyar. çal- II. l. şiddetli ve keskin vuruşla vurmak : çalmak; (güreş sırasında) ayak çalmak; calip çıktı :ayak çalmak suretiyle yere serdi;2. kamçı ile vurmak; kancıgaga çal- : terkiye bağlamak,; tegerete çal- : ipliği tura ve çile yapmak:3. (hayvanı) kesmek; 4. bakmak:yolu yoklamak; col calip kel : yolu bakıp gelmek; konuş calip kel- :konağı (durağı) bakmak, yoklamak; durakalmak için elverişli yeri seçmek; keçüü çal- : nehirde geçit aramak: nehirden geçmek için uyurun mahalli seçmek. çala büsbütün değil; tam değil; eksiklik: melez; metis; çala can : yarı diri; çala ölük : yarı ölü; çala şabattuu : okuması yazması az olan (buradaki “sabattu” sözü «sevadlı» dan bozulmuş olacak, M); işiñ çala : işin eksik yapılmış : çala - bula : şöyle böyle; çalaga. Yım yahut çala kayım : avanak; mıymıntı; çalagayım cindi : ahmak adam; çala - çarpıt (yahut çalaçarpıt) cerinde ; her nerdeyse, herhangi bir mahalde: bazı yerlerde. çalagayım bk. çala. çalap ayran, çalbar şalvar. çalcakta- : çaicañda-. çalcañda- çocuk diliyle konuşarak. sahte tavır takınmak. çalcañdat- et. çalcañda-dan. çalcañdoo işs. çalcañda-dan. çalçık gübre suyu; çamur, bataklık, suunu köp keçse. çalçık bolot; sözdü kop süylösö, tantık bolot-ats. : (geçit yerinden) su çok ge-çilirse çamur peyda olur; söz çok söylenirse, saçmaya döner. çaldı çaldı - kuydu : karmakarışık. müşevveş, zor halledilen; çok izdegendin colu çaldı - kuydu : yitik arayanın yolu karışıktır. çaldıbar f. l. harabe; 2. yırtık pırtık, büsbütün Örselenmiş giyim;kivimdin çaldibarı çıktı : giyim (yamamak bile kabil olmıyacak derecede) örselendi; çaldıbarı çigıptır meç. : büsbütün perişan oldu. iflas etti. çaldık- 1 (bîr nesneye) çarpmak; (bîr şeyle) çarpışmak: ooruga çaldık- : haslık almak; közgö çaldık- : göze çarpmak, dikkati çekmek, gözükmek; 2. yarı yanmak, bir parça yanmak. çaldıktır- et. çaldık-tan. çaldır- l. et. çal- II den; nokto çaldır : yular ördürmek; çöp çaldır . (hayvanı) bir parça otlatmak; 2. yenilmek. çaldu çaldu – kuydu: çaldı - kuydu (bk. çaldı). çaldubar = çaldıbar. çaldur çaldur - çuldur : kaz ve benzerlerinin bağırması. çalgay yol üstünde değil bir kenar da bulunan. çalgı tırpan (k. - ik.). çalgıç l. sıkıştırmak, bağlamak için küçük bir ip, kınnap; kerege çalgıç : kerege (bk.) nın parçalarını birbirine bağlamak için kullanılan ip; 2. karıştırma aygıtı. çalgıçı ot biçen kimse; iyi ot biçen adam. çalgın Il. kuvvetlice gerilmiye, açılmıya müstait olan (kanatlar hakkında); hızlı uçan; 2. kanat: 3. kanatların gerilişi, açılışı.\n\n\nII, l. tırpanla biçme; ot biçimi; çalgın çal- : tırpanla biçmek kök çalgın : yüksek, yeşil ot; 2. araştırma, taharri, keşif açılma: Çalgınca ketti : taharriyata, keşfe gitti; kontr - çalgın : mukabil ta harri. mukabil casusluk. çalgınçı t. - çalgıcı; 2. araştıran. keşif, istikşaf ile uğraşan. çalgınçılık taharriyatçi durumu yahut mesleği çalgında- l, dolaşmak, araştırmak, keşif maksadıyla yaya yahut vasıta ile gezmek; 2. daha iyi otu seçmek (hayvan hakkında); at çaigındap ottoyt : at otu seçerek otluyor. çalgirt çalır. çalgırtta- muvafakat etmemek, direnmek; (umumun fikrine) muha lif olmak; tamırı çalgırttap kalıptır : nabzı normal değildir. çalgırttoo karşı koyma, inat, direngenlik. çalıluu ilmik yaparak bağlanmış; altın kılıç ay balta bileğimde çalıluu folk. : altın kılıç ve savaş baltası (acak) koluna bağlıdır. çalım mahlut; çalımı çok argımak: temiz kanlı argamak (at); kıtayga çalım çeri bar : Çinliye çalıyor. çalın- mut. çal- II den: kemer çalın- : kemer kuşanmak: arkanga çalın- : ipe takılıp kalmak; selde çalın- : sarık sarınmak: karızga çalın- : borca batmak; çaman işke çalın- : nahoş bir ise karışmak. çalır l. eğri; çalır bet mat. : eğri yüzey (sathı münhanı); 2. şaşı; şaşılık; çalırı turat közündü folk. (hoş görmeyerek) yan bakıyor. çalırakay şaşı. çalırañda- hareketlerinde. işlerin de şaşıya benzemek. çalış I, l. .... şekline malik olan; ... ye benziyen; ... ye çalan; buudan çalış.: yürük at eskal ve evsafına malik olan; 2. yarı cins olan: çalış cılkı : yan cins olan at. çalış- II, elbirliğiyle istikşaf yapmak çalgındı birge çalıştık folk. : hep beraber taharriyat, istikşaf yaptık.\n\n\nIII, ağır bir şey suya düşmek ve ses çıkarmak; çalkalanmak çalışta- dolanmak; buttan çalıştadı : ayakları dolandı, dolaştı. çalıyar =r çaryar . çalka çalkasınan catkız- yahut çalkadan catkız- : her iki küreğim yere diğdirmek suretiyle arkaüstü yere sermek; çalkasınan ketti : arka üstü düştü. çalkak dik olmıyan dağ yamacı. çalkakta- =: çalkala. çalkala- göğsü ve karnı öne çıkarmak; çalkalap otur- : göğüsü öne çıkararak, başı hafifçe geriye atarak kurulup oturmak; atka minip çalkalap folk. : at üstünde kurulup oturarak. çalkalat- et. çalkala-dan. çalkaloo göğüsü ve karnı öne çıkarma. çalkan ısırgan otu. çalkanda- çalkandap taşta- (Rad, V) : arka üstü atmak. çalkar yahut çalkar köl : kocaman göl. çalkı- l. geniş yayılmak; 2. ağır ve süzülerek hareket etmek. çalma I. lav; ak çalma : (su taşkını zamanında) balçıklı, bulanık su, boz çalma : bir bitki adıdır.\n\n\nII, atı yakalamak için kement çalma çal- yahut çalma ur- : kement atmak. çalımıkey bulamaç: kımızga taklan dan çalmakey kılıp içti : kımıza kavut katarak bulamaç yapıp içti. çalmala- karıştırmak (mayileri): çalmalan- karışmak, çalkanmak (mayi hakkında). çalmaloo kanştırma. Çalkalama (mayileri) çalpılda- (suya elayalarile vurarak) şaplatmak. çalpıldaş- muş. çalpılda-dan. çalpıldat- et. çalpılda-dan; maldın şıyragı suunu çalpıldatıp çaçıratat: hayvan suyu ayaklarıyla şaplatıyor ve sıçratıyor. çalpıldoo işs. çalpılda-dan. çalpoo (kars. çaypoo) : harın, az binilen (at). çam adım. çama I, l. kuvvet, kudret; çaması kelebi? : yapabilir mi?; gücü yeter mi?; çamam kelbeyt : gücüm yetmiyor; ben yapamıyorum; camadan tışkarı : ölçüden üstün, aşın; 2. göz karan; takriben takdir; saat on bir çamalarında : saat on bir sularında, raddelerinde\n\n\nII, içilmiş çayın çöpü. çamala- takriben takdir etmek; çamalap eseptöö : takribi hesap. çamalaş I, kuvvetçe denk. çamalaş- II, müş. çamala-dan. çamaluu l. takriben; cüz çamalun kişi : takriben yüz kişi;vüz kişi kadar; 2. ortaca; pek o kadar büyük değil; pek o kadar îvî değil; bayda çamaluu : payda orta : pek o kadar büyük değil; pek o kadar mana yoktur. çambıl alnı ak olan doru (at); çambıl ala : kirli benekli (diyelim; tozda ağnamış olan at hakkında); kirli alaca. çamda- 1 adım atmak, yürümek; 2, ivmek, acele etmek; çamdap erterek bütürgülö : çabuk davranınız ve erkence bitiriniz! çamdal- = çamdan: ak colborstoy çamdalıp folk. : beyaz kaplan gibi, sıçramaya atılmaya hazırlanarak. çamdan- l. sicramaya. hücüma ha- zırlanmak; 2. maç. kendini tahkir edilmiş saymak; küsmek; sen anın aytkanına çamdanbay ele koy sen onun sözlerinden muğber olma! çamdanuu işs. camdan-dan. çamdaç- muş. camda-dan. çamdat- tezletmek ivdirmek. çamdatuu tezletme, acele ettirme çamdoo adım atma, adımları hırlatma; tempoyu arttırma. çamgarak tündük'ün altında kesişen bir şekilde konan ve obanın ağaç iskeletini tamamlayan bükük değnekler; kara çamgarak : baba obası (harfiyen : siyah çamgarak). çamın- atılmak, saldırmak. çamındı yonga. çamınuu atılma, saldırma çamırkan- kin beslemek. çamırkanuu kin besleme. çampa- campa. çampan çin. konuşma melekesi kötü olan (diyelim, henüz konuşmaya başlıyan çocuk yahut yabancı dille kötü konuşan adam). çan I, kılış kabzası. çan- II, küçümseyerek, hakir görerek muamelede bulunmak; kendine müsavi saymak; erin çangan katın : kocasına on paralık kıymet vermiyen karı; katının çamp cüröt : karısiyle (ev hayatı) yaşamıyor. çanaa . kızak. çanaala- kızakta taşımak. çanaaluu kızaklı, kızakta giden. çaraç l. tulum ; çanaçı carıldı al. (şöhreti afaki tutup da birdenbire kepaze olan adam hakkında) fena halde muvaffakiyetsizliğe uğradı (harfiyen tulumu patladı):2. çanak, tulumba çanaçta- çanaçtap : çanakla (dökmek veya koymak). çanak göz çukuru; közü çanagınan çıgıp ketti : gözleri çukurundan alnına fırladı. çancuu Çançı, çin. afyon haşhaşı tarlasındaki otları gidermek için kullanılan birnevi küçük kürek. çancuula- çancuulagan kebiñdı koy! : lakırdıyı başka tarafa çevirme! çanç- sançmak; bir yandan öbür yana delmek, saplamak. çançkak sancı (hastalık); belime çançkak turup kaldı : belimde sancı vardır. çançuu sancıma çanda nadiren; nadiren rasgelen, sevrek: canda biröö tabılat : seyrek düşüyor (rasgeliyor): nadiren tesadüf olunuyor: çanda biri bolboso : meğer ki onlardan biri ola: nadiren onlardan birisi. çandan I, f. bir çokları, çok, oldukça.\n\n\nII, = çanda çandır karnın aşağı kısmı çandırla- (karş. şalañda) : kuskunu arka kolana, kuyruğun mebdeine dokunmayıp kalçaya sarkacak tarzda bağlamak. çandırloo işs. çandırla-dan. çandırmaluu çıngıraklı; çandırmalun köökör (Rad., V) : çıngıraklı küçük kova. çang toz, buduñ - çañ yahut çañ - çuñ buduñçanç çañda- tozlanmak. çañdat- l. toz kaldırmak, toz koparmak; 2. toza döndürmek, toz haline getirmek. çañdatuu toz kaldırma. çañduu tozlu. çañgı bir çeşit kayak (çubuklardan örülen ve dağlarda kayak yerine kullanılan kareler.) çañgıl ak çañgrıl too : karlı dağ, kök çañgıl : hafifçe beyaz: hafifçe boz. çangır- alabildiğine bağırmak; canı tırmalıyan bir sesle bağırmak, acı acı bağırmak; yaygara etmek; çarğırgan ün : acı ses; kımız çañırıp kalıptır : kımız fazla ekşimiş (bozulmuş). çañırt- et. çañırt-dan. çañıruu işs. cañırdan. çañıt- ayran (çalap'tan fariu şudur ki çañıtta çalaptakine nisbeten su mikdarı fazla olur); ayranda su koşup, çañıt kılıp ber : yoğurda su katarak çañıt yapıp ver! çañıtta- bozumtırak, donuk renge girmek; kün çañıttap turat : hava bir parça kararıyor. çañk çañk - çañk : yaygara, bağırıp çağırma. çañkay tamamen, mutlaka, tam; çañkay tuş : tam öğle zamanı; çargkay açık tün : büsbütün açık (bulutsuz) gece; çañkay boz at :açık boz at. çañkılda- l. bağırıp çağırmak (çocuklar, kadınlar hakkında); 2. acı sesle havlamak (köpek hakkında). çañkıldaş- muş.çañkılda-dan. çañkıldat- et.çañkılda-dan. çañkıldoo işs. çañkılda - dan. çantuu çin. (destanda Çinli veya Kalmak ağzından söz söylenirken) :müslüman. çap I. l. kaşık : eçkinin çabınday al. : kızıl (saçlı); açık kızıl (insan hakkında); dağ eteği; üzerinde seyrek bitkiler bulunan veya hiç bulunmiyan bayır; 3. (Rad.) : uzun, uzamış, yayılmış; çap caak elmacık kemikleri çıkık olmıyan. dar olan.\n\n\nII. çap et : süratli, çevik hareket yapma; alakanın çap koydu : el çırptı.\n\n\nIII, öp I sözunun tekidir.\n\n\nIV, l. hızlı koşmak; at çap- :at yarışları, at koşulan tertip etmek; atasına at çaptı es. : babası için olan yoğası sırasında at yarışları tertip etti; atka çap : ata binerek koşturmak; atı doludizgin koşturmak; atka çaap kalgan bala : artık ata binerek koşturmasını bilen oğlan; atka çaap keldim • ata binerek koşturarak geldim; 2. kesmek; balta çap- : balta ile kes- mek; ketmen çap- : bel ile çalışmak (toprak kazmak); çöp çap- :ot biçmek; kümüş çap : gümüş çerçeve yapmak; canımdı kurman çabayın! folk : canımı feda edeyim! başka çapkanday : bir şey düşünmeksizin; Kaşgardı çaap alganda folk. : Kaşgan yağma ettiğinde; 3. atılmak; öz baydasına çaap : şahsi menfaati, şahsî gayeleri peşinden koşarak. çapa çapa - cup yahut sapa - sup : çabucak, çeviklikle. çapan çapan, kaftan; çapan - çap-kıt kollektif isim : üst giyim. çapançan üzerinde yalnız çapan olarak (çapan üzerinden hiç bir türlü giyim giymeden). çapçak fıçı; yoğurt, kifir ekşitmek ve s. için kullanılan ağaç kova. çapçan- çapçang. çapçañ çabuk, çeviklikle, hızlı, ha- reketlerinde süratli, çevik. çapçañdık sürat, çeviklik, eline ayağına çabukluk; ustalık; çapcañdık menen : çabucak, çeviklikle; ustalıkla. çapçı- ön ayağivle, tırnağiyle yere vurmak (at, yabanî hayvan hakkında); bee balasın çapçısa da bert kılbavt ats. : kısrak yavrusunu ön ayağıyla vursa dahi. onu sakatlamaz. çapçıla- it. çapçı-dan. çapçuur kazandaki eti çevirmek iç kullanılan üç dişli çengel. çapkı- çalgı. çapkıç kesen aygıt (alet): çapkıç maşina : ot biçen makine çapkıçı- çalgıcı. çaplala- it. çap- IV ten; kir çapkıla-:çamaşırı (yıkarken) tokmakla dövmek. çapkınçıhk l. katliam, toptan öldür me, imha; 2. akınlar zamanında huzur ve rahatın bulunmadığı zaman. çapkıt çapan sözünün tekidir. çapma l. yürük at; çapma corgo :yürüklük derecesine yaklaşan yorga; 3. oyma, kazma çapma kaşık: adî, elişi kaşık. çapmaluu kakmalı: çapmaluu mıltık- (Rad., V) kakmalı tüfek. çapta- l. tıkamak; sımsıkı kapatmak; ok çapta-: silahı doldurmak; oktu çaptap, hayza aştap folk. :silahı doldurarak, süngüyü göndere takarak; 2. zamkla yapıştırmak;bir nesneyi diğer bir şeye yapıştırmak, bir şeyi başka bir nesnenin üzerine yapıştırmak. çaptal- mut. çapta-dan. çaptat- et. çapta-dan. çaptık- aşın derecede kızmak, gazaba gelmek. çaptır- et. çap- IV ten; kümüş tögüp çaptır-: gümüş kaktırmak, gümüş çerçeve yaptırmak; eer çaptır-: eğer sipariş etmek; at çaptır-:at yarışları yapmıya müsaade veya icbar eylemek; köz çaptır-göz gezdirmek. çaptoo işs. çapta-dan. l çar I, çöp sözünün tekidir; çar uçkanday : manasızca; sistemsizce;darmadağınık; çar uçkanday içteşet : elbirliğiyle çalışmıyorlar, biri o yana, biri bu yana çekiyor.\n\n\nII, f. çar cayıt = çarcayıt; çar tarap = çartarap.\n\n\nIIIr. tar. kon. (seçim zamanında kullanılan) «şar» (yuvarlak, kürecik); çarga sal- : (küreciler atarak) seçmek, intihabetmek.\n\n\nIV, yahut car karga : ekin kargası. çara I, l. büyük çanak; közdün çarası : göz çukuru, gözevi; 2. kabir çukuru (hars. kaznak).\n\n\nII. f. ölçü, vasıta, çare; çara çok : çare yok; imkansız; çara kör-: çaresini görmek; tedbir araştırmak; çara körböö : tedbir almama. çarabzal- çarapzel. çaraçı yardım, müzaharet eden. çarakta- = şarakta.. çaraıı çoğun- çaran : hepsi birlikte, hepsi birden. çaraça l. sümük kabilinden muhatî madde; yeni doğan çocuğun tenini örten ince zar. çarapzel f. çakı. çarasız zaruret yüzünden, mecburen; carasız kondu : çaresiz, mecburen muvafakat etti. çarasızdık mecburiyet, çaresizlik; çarasızdıktan : mecbur olara. ça- resizlikten çaray (oroy sözıyle birarada) : oroy kozübüz çaray oturganda aytkın: hepimiz bir arada, toplu halde iken söyle. çarayna i.. f. zırh, cebe; nayza kirdi mılk' etip, çaraynası şılk etip folk. süngü şiddetle saplandı, zırh. (yani onun süngü saplanan kısmı) sarktı; altından sokkon çarayna folk. altından dövülmüş zırh.\n\n\nII = çarana. çarba I, l. iğelik (ekonomi); ayıl çarbası: köy iktisadiyatı; şaar çarbası : şehir iğeliği; tovar çarbası: çarbaçıhgı : köy iktisadiyatı, 2. da-varcılık iğeliği; 3. davarcı, hayvan yetiştiren kimse; dıykan bolsoñ basında bol; çarba bolsoñ, kaşında bol ats. : çiftçi isen ekin ekilirken orada bulun, davarcı isen, hayvanlarının yanında bulun!\n\n\nII = çorbo. çarbaçı ekonomi sahibi. çarbaçıl ekonomisiyle alakadar olan kimse. çarbacılık l. iğelik, ekonomi; ayıl çarkçılığı: köy iktisadiyatı 2 davarcılık iktisadiyatı; davarcılık. çarbadar f. davarcı. çarbak f. kale, etrafı hisarla çevrilen meskun mahal. çarbı ufak; çarbı mal : ufak hayvan. çarcayıt f. intizamsızlık; anarşi; mal carcavıt ketti : hayvanlar her tarafa dağılıp gittiler. çarca- l. yorulmak; 2. meç. ölmek (9-10 yasma kadar olan çocuklar hakkında çarçañkı bir parça yorulmuş, hafifçe yorgun. çarçaş- muş. çarça-dan. çarçat- yormak. çarçatuu işs, çarçat-tan. çarçı f. yahut tört çarcı : kare, murabba; çarcı metr : kare metre;çarçı boyluu : şişman ve kısa boylu; el çarcısın bil-: halkın haleti ruhiyesini bilmek; can tört çarçı bolup catkan kez : büyük meşgu- liyet ve uğraşma zamanı, harfiyen: canın murabbalaştığı zaman). çarçıla- boyunu, enîni denk olarak bükmek (diyelim, köşeleme bukii len mendil). çarda- l. kurbağa bağırmak; 2. kuğu kuşu ötmek; 3. malumat almak. vaziyeti yoklamak maksadiyle gitmek; el için çardap keldi : müşahede maksadiyle halk arasında dolaştı. çardak I, (Rad.) baraka.\n\n\nH, ak çardak : martı (kuş). çardañda- l. hareketlerinde şişmana benzemek: 2. meç. memnun, keyifli halde bulunmak. çardañdas- muş.çardangda-dan çardañdat- et. cardañda-dan. çardarı f. türlü ilaçların halitası, mü- rekkep ilaç. çardat- et. çarda-dan. çardav- kabarmak, şişmek; çardaygran kursak : şişkin karın. çardoocu . tar. vazifei. halkın refahı hakkında malumak edinmek üzere köyleri dolaşmaktan ibaret olan kimse. çargıt I, samimiyetsizlik; iğfal; doğru cevaptan kaçınma; çalırı turaf közündö, çargıtı turat sözündö folk, : yan bakıyor, sözünde aidatma vardır. çargıt- 11 : söz çargıt- : lakırdısıyle insanın başını ağrıtmak; lakırdıyı başka mevzua çevirmeye çalışmak; çargıtpakm lafı başka taraf çevirme! çarı (kınnapla, şeritle) sararak bağlamak. çarık I= çarık l. çarık cip bk. cip.\n\n\nII= çarke. çarıkta- I, bileği taşı çarkında bilemek.\n\n\nII, nallanmamış atın tırnaklarını bir nesneye bağlamak, sarmak (taşlı yerde gezerken böyleyaparlar). çarıktat- et çarıkta- I, II den. çarıktoo bileği taşı çarkında bileme. çarılda- cıvıldamak; yaygara koparmak. çarıldaş- muş. çarılda-dan. çarım l. hayvan derisinin iç tarafın dairi elyaf lı tabaka 2. ufak veterler (adalelerin kalın sinirleri); (ette) sinirimsi elyaf; et çarım eken, tiş ötpöyt : et sinirli imiş. diş kesmiyor. çarıt- et. çarı-dan. çarıyar =: çaryar. çark I, f. çark: daire; bileği taşı çarkı; arabanın çarkı : araba tekerleği; çarkıñ kelbevt : gücün yetmez; hakkından gelemezsin; çark ur- es. (dervişler hakkında) : Al-lahın adım zikrederek dönmek (yakarış şekilleriden biridir)\n\n\nII, çark toktogon irik : büyümüş koç. çarkar f. l. kepek saklamak için bina; 2. (destanda) ev, mesken. çarke tek bir parça deriden dikilmiş olan ayakkabı. çarkılda- cıvıldamak; bağırıp çağırmak; şuur çarkıldayt : dağ sıçanı acı acı ses çıkarıyor. çarkıldoo cıvıldama; bağırıp çağırma. çarkıra- bağırmak (diyelim, bağırarak ağlayan çocuk veya Colaeus denilen kuş hakkında). çarkırat- et. çarkıra-dan. çarpı- çarpmak; at çarpıp başat : at önayaklarını ileri atarak gidiyor; at ayaklarını dik tutarak, ayakları dolaşmadan gidiyor; calın çarpıganday : alev tutuşmuş gibi. çarpıl- mut. çarpı-dan; azıraak cutka çarpıldık : bir parça cuttan (kırgından) mutazarrır olduk; (bk.cutl). çarpış- muş. çarpı-dan. çarpışuu çarpışma, müsademe (harp meydanında). çarpıt I, çala sözünün tekidir. çarpıt-II et. çarpı-dan. çart çatırtı; çatlama ses^'ni taklit; keskin, enerjik hareketi ifade eden taklit: cart tüv- : sağlam düğüm yaprak bağlamak; cart keş- : keserek koparmak. çartarap f. dört cihet; civar, yöre çartılda- gümbürdemek, gürlemek; kün çartıldap turat : gök gürlüyor çartıldak patlıyan ;çartıldak zatar : patlayıcı maddeler. çartıldoo gümbürdeme ; gürleme. çaryar f. yahut tört çaryar dn. : ilk dört halife. çasaboy r. kon. “çasavoy” : nöbetçi. çasaboyçu = çasaboy. çaştaş =çaçtaş. çat 1. (iç taraftan) bacakların birleştiği yer;çatıñdı kere-kere bas : bir parça çabuk yürü ! ;sunun çatı :nehrin mansabı (daga ör. bk. suurul) ; 2. adım ; 3. dağın bir kısmının adıdır,el törgö çatka köçüp ketti : halk yukarıya, dağlara göçtü. çata kıyalı çata : hiddetli,öfkeli, çabuk kızan kimse. çatak niza,kavga,ihtilaf,nifak,şikak; çır- çataktı süygön kişi : kavgacı, talaşman kimse ; çatak konuşsiyasi es. : ihtilafları halleden komisyon. çatakçıl talaşman, kavgacı. çataktaş- lafla takılmak, muhalefet etmek; münazaa etmek, kavga, niza çıkarmak. çataktaşuu sözle birbirine takılma, çatışma. çataş ı,içinden çıkılmaz bir durum,karışık iş.\n\n\nıı, 1. karışmak,karmakarışık olmak;intizamsız bir hale gelmek; 2. sayıklamak; tüşündö köp çataştı : rüyasında pek fazla sayıkladı. çataştır- karıştırmak,karmakarışık etmek,intizamsız bir hale komak;zihni teşviş etmek; ipin ucunu kaybettirmek. çataşuu 1. içinden çıkılmaz durum; 2. sayıklama çetekte- katmerleştirmek; karmakarışık etmek ; işti çatektep aldı : işi karmakarışık etti. çatektöö mudilleştirme, karıştırma. çatına- çatırtı ile çatlamak. çatınat- et. çatına-dan çatır if. 1 : çadır; [*] ; kol çatır : el çadırı,şemsiye; 2. çatı ; saçak.\n\n\nıı,çatırtı ; kov çatır dep ürktü koyunlar bağrışarak, ürektüler; çatır- çatur : devamlı çatırtı; gümbürtü. çatıra- çatırdamak ; takırtı yapmak. çatıraş f. satranç. çatırat- et. çatıra-dan çatıray- muhteşem bir görünüşe malik olmak ; parlamak; çatıraygan ak üy : muhteşem beyaz oba; çatıraygan kişi : mükellef elbiseler giymiş,kibar tavırlı adam. çatırça küçül. çatır i den . çatırçalan- saçakla örtülmek. çatırla- = çatıra-‘dan. çatırluu örtülmüş, çatılı (ev). çatış ı, mudil,karışık,müşkül; çatış masele mat. : mudil mesele çatış- ıı, çatallaşmak; karışmak (müdahale etmek) ; bir işe karışarak içinden çıkamaz hale gelmek: çatkayak atın art ayakların üst kısımlarının arasındaki yarık.[*] çatıştır- karmakarışık bağlama (diyelim, bir atın ayağını diğer atın ayağına bağlamak). çatıştıruu karıştırma,intizamsız bir duruma koma, zihni teşviş etme, ipin ucunu kaybettirme. çatkı : çatkı ayak= çatkayak çay ı, çay: kızıl çay:sert çay;taş çay: tablet biçiminde olan çay;_kök çay : 1) yeşil çay: 2) latince origanum denilen bitki; içine yağda kavrulmuş un ve çay menkuu dökülen sütten ibaret olan içecek; kara kaptal çay (forklorda) : bir çeşit çay\n\n\n! ıı- kovun sürüsünü durdurmak veya geri çevirmek üzere çıkarılan ses; çay çayla : koyunlara bağırmak. çayan 1. akrep; çayan közdüü : sarı : sarı gözlü; 2. yengeç ; 3. çayan tüvdüğme şeklinde düğüm bağlamak. çavcıl çay içmeyi seven, çay tiryakisi: mavda-çayda : hurda, ufak tefek ; mevda-çayda cumuştar ufak tefek işler bazı işler. çaydav bödöv-çayday : oyun esnasında birkaç kişi bir kişi üzerine her yandan saldırdıkları zaman söylenilen sözdür: bövdöy-çaydaykıl- mec: son derece heyecan veya şaşkınlık haline vardırmak. çaydooz = çaydos. çavdos f. su kaynatmak için kullanılan çaydanlık. çayı- çalkamak,yıkamak; cuup-çayıba ! : mec. kaçamak gösterme; lakırdıyı başka tarafa çevirme! çayındı (destanda) bir nevi üst giyim. çayır 1. taze ( henüz yeni akmış) küknar sakızı (karş. : dabıykay) ; ağaç zamkı; kayırga çayır : iyiliğe karşı kötülük ; keme çayır bot. : yüksek dağlarda biten şeytan tersi ağacı : ferula ; reçine,kara sakız. çayırda- çam sakızı,reçine sürmek. çayıt asman çayıttay açık : gök büsbütün, temiz, açıktır, : uykusu (yahut közü) çay ttay açıldı : büsbütün uyandı; canlandı,: köñülün çayıttay açtı : pek şenlendi, neşelendi. çeyiñği =çayındı. çayka- 1. çalkamak, sallamak ; baş çayka- : baş sallamak ; inkar etmek; muvafakat etmemek ; kımız çalkalamak karıştırmak karıştırmak ; 2. çalkamak ; yıkamak, temiz sudan geçirmek ; çöögün çavka- : çaydalığı çalkamak; kir çayka-: çamaşırı temiz sudan geçirmek yahut yıkamak; kalay çavka-: kalaylamak. çavkaara =çaykana. çavkagıla- it. çayka-dan ; başın çaykagılap : başını sallayarak. çaykal- çalkanmak sallanmak. çaykalt- it. çaykal-dan. çaykaluu çalkanma, sallanma. çaykan mut. çayka-dan; suuka çaykan- : suda yıkanmak, çaykana f çayhane, çayevi. çaykaş- müs. çavka-dan; atat baştarın çaykartı : atlar başlarını salladılar. çaykat- 1. deprettirmek; sallatmak; 2. çalkatmak, yıkatmak. çaykoo isş. çayka-dan. çaykor f . =çayçıl. çayla- 1. körleşmek; 2. iriñ çaylapketti : (yarayı) baştan başa irin doldurdu. çaylaş- müş. çayla-dan çaylat- et. çayla-dan. çaylık çay yerine kullanılan herhangi bir nesne; bir şeyin çay içmeye kafi gelecek mikdarı; bir çalık süt : bir defa çay içmeye yetecek kadar süt. çayna- çiğnemek, kulundu aygır çaynadı : tayı aygır ısırdı. çaynal- mut. çayna-dan. çaynam gereği gibi çiğnemiye kafi gelecek (yüyecek) mıkdarı ; bir çaynam sagız : bir defada ağza alınacak mikdara sakız çaynaş- 1. müş. çayna-dan; 2. talaşmak (aygır yahut deve aygırları hakkında) . çaynat- çiğnemeye icbar veya müsaade eylemek. çaynek r. çay demlemek için çaydanlık. çaynoo çaynama; tiş barda taş çaynoo kerek, tiş tüşköndö aş çaynalmak emes ats. : diş varken taş çiğnemeli; diş dökülünce aş bile çiğnenmez. çaypal- çalkalanmak; sallanmak; dalgalanmak. çaypalt- çalkamak, çalkalamak, dalgalandırmak, sallamak. çaypatuu işs. çaypalt-dan. çaypalaa dalgalanma,sallanma. çaypoo sert başlı, sert ağızlı (at) çaysıraak = çayçıl. çebelekte- çebelekten- =çebelen. çebelen- çabalamak; aşırı telaş göstermek, : can atmak. çebeñde- = çepeñde- çeber eli uz kadın, iyi elişi yapan kadın. çeberde- dikkatlice, ustalıkla hareket etmek. çeberlik zanaatlarda uzluk, elişlerinde ustalık ; dikkatlilik ;çeberlik menen : ustaca uzlukla,incelikle. çebiç ikinci yaşına basan keçi. çeç ı, gözdeki misafir,leke, nokta,cataracte ; közünün çeçi bar : gözünde leke var.\n\n\nıı, f. 1. harman yerinde çalışırken kullanılan beş parmaklı anadut; 2. es. ayıklanmış olan hububat, çeç. (yığın) baline konduktan sonra harman yerinde verilen ziyafet (ziyafet için oğlak kesilir); çeç soy-: çeç tertip etmek.\n\n\nııı, 1. çözmek,düğümü çözmek; ötük çeç- : ayakkabı çıkarmak : ton çeç- : kürk çıkarmak; üy çeç- : keçeevi sökmek; töö çeçken bk. töö; 2. halletmek; mesele çeç-: mesele halletmek; tabışmak çeç- :bilmece halletmek ; kadrlar barlığın çeçet : kadrolar hepsini hallediyor. çeçe ana, anne (anlaşılan bu kelime kırgızların kazaklarla komşu olarak yaşadıkları yerlerde ancak kullanılmaktadır). çeçek çiçek hastalığı; çiçek aydagır! söv. :çiçekten geberesi ! çeçekçi çiçek aşılayan. çeçekey yahut közdün çeçekeyi :göz bebeği, göz billürü. çeçen ı, 1. beliğ : söz ustası; 2. hakim (akıllı).\n\n\nıı: kirpi çeken bk. kirpi. çeçensi- hatiplik,beliğlik taslamak. çeçil- mut. çeç- ııı ten ; çeçilip süylöş- : can ve gönülden konuşmak. çeçim karar : siyazdın çeçimderi kongrenin kararları; çeçim çığar-; karar çıkarmak. çeçin- soyunmak ; çeçinip işke kiriş- : işe azimle ve ciddiyetle girişmek: karar çıkarmak. çeçindir- soymak; soyunmaya icbar eylemek, :bulardı çeçindirbey kim ötkördü? : onlara soyunmadan geçmeyi kim müsaade etti ! çeçindirüü soyma (esbabını çıkarma) çeçint- = çeçindir. çeçinüü işs. çeçin-den. çekçin aşikar, kat’i çekçindik azim,katiyet. çeçkindüü azimkar, halladici. çeçkor f. çeç’e davetli sıfatile iştirak eden ( bk. çeç ıı 2) çeçtir et. çeç ııı den . çeçtirüü işs. çeçtir-den. çeçtüü gözünde leke, göz misarifi olan. çeçüü 1. çözme; 2. halletme; masele çeçüü : mesele halletme. çeçüüçü halledici, : çeçüüçü rol : kat’ i rol, : çeçüüçü uçur : kati an : çeçüüçü dobuş : bk. dobuş. çeçüüsüz halledilemeyen; çeçüüçüsüz tabışmak; halledilmez bilmece, muamma. çedirekey karaman karınlı (büyük karınlı zayıf cocuk hakkında). çedireñ =çedirekey. çedireñde- hareketlerinde kocaman karınlıya benzemek (çocuklar hakkında). çedirey- öne doğru çıkmak (arık çocuğun yahut arık gebe kadının karnı hakkında); çedireygen : büyük karınlı (fakat zayıf). çedireyt- et. çedirey-den. çeen yabni yırtıcı hayvanın kışın uyuduğu mahal, in ; çenge kim yahut çenge korgolo- : ine girip yatmak,ine çekilerek derin kış uykusuna yatmak. çege çivi, çivicik; köz çege : kalpağı kalkık olan çivi. çegedek küknar dalı ; kuu çegedek : kuru küknar dalı. çekedektüü dallı budaklı; ( küknar hakkında). çeger ıbk. mık. çeğer ıı, hesaplamak, hesap yapmak; ala turgan akıma çegerdim : alacağıma saydım. çegerüü hesaplama, sayarak çıkarma. çegin- gerisin geri gitmek,çekilmek. çeğindir- et. çeğin-den; köngül çegindir-: gönül kırmak. çeğiniş- müş. çegin-den. çeginüü çekilme, ricat. çegir çegir bayan yahut çekir bayan mit.: kuşlar (hele alıcı kuşlar) hamisi ; bay çegir: kancıgaluu kara señseñ (bk. señseñ); kuu çegir: karakuş nevilerinden biri. çegirtke 1. çekirge; 2. cırlak (ocak çekirgesi); çeğirtkedey kara: curlak gibi siyah; 3. ekinleri harabeden iri çekirge; cegirtkeden korkkon egin akpes ats.: kurttan korkulursa, ormana gitmemeli (harfiyen: çekirgeden korkan ekin ekmez). çeğirtkeç (doğan cinsinden latince falco vespertinus denilen kuş) çegiş- müş. çek- ııı ten; er çegişpey bilişpeyt ats. : yiğitler ima kinaye ile bir parça konuşmadan tanışamazlar. çek ı, hat (sınır), hudut; çek koy- : hat koymak ; tahdit eylemek; çekten aşık : hattan aşırı; çek ara : sınır (iki ülke arası); çek aralık : hudut boyundaki; çek aracı : hudut muhafızı.\n\n\nıı, r. çek (banka havalesi). çek- ııı, 1. çekmek; sürüklemek; azap çek- : azap çekmek,ıstıraba katlanmak; sapar çek- : sefere, yola çıkmak; seyahat etmek ; tameki çek- : tütün içmek; 2. ucunu vurarak kırmak; cumurtka çek- : yumurtanın ucunu vurarak kırmak; 3. (soruştururken) yalnız imalarla, kinayelerle konuşmak, ihtiyatlı kareket etmek; çegip suratı kör : ihtiyatlıca (imalarla) soruşturup bak ! ; 4. tegirmen çek- : değirmen taşı yapmak; 5. hayvanı koşmak. çekçeñde- mühim ve ca’li tavırlar takınmak. çetkey- 1. ehemmiyetli ve müstakil gözükmek; 2. hayretten fırlamak (gözler hakkında) ; dalay közüng çekçeyer : daha birçok nahoş şeylere katlanacaksın, daha birtakım nahoş şaşılacak şeyler göreceksin. çeke şakak gözüstü; tebeteyin çekesine kıyşayta kiydi : kalpağını şakağına doğru eğriltti; ak çeke : alnında beyaz yıldızcığı (akıtması) olan; kök çeke : alnındaki beyaz yıldızcığı (akıtması) bembeyaz olmuyan kak çeke : çocuklar aşık oyununda daima kazanan oğlanı imrenerek böyle tesmiye ederler; kızıl çeke bolup uruş- : kan akıtırcasına dövüşmek, amansız bir surette dövüşmek; çeke cılıt mec. : memnun etmek, eğlendirmek. çekele- kenardan hareket etmek. çekeleş- çekişmek, kavga etmek, dövüşmek. çeken geniş yapraklı su kamışı; typha. çekende 1. külü enfiye ihzarı için yarıyan bir çalının adıdır. : 2. cerçekende=çelgür. çekene f. küçücük; ehemmiyetsiz ; kısmi, : çekene ayıl : küçük köy; çekene iş : küçücük cüzi iş; çekene emes : küçük ehemmiyetsiz olmıyan. çeker f. tezgahdar. çekey- = çekçey-. çekez f. = tuur. çeki f. yanlış; kötü,fena ; bu kılganıñ çeki : sen bunu beyhude yaptın, fena hareket ettin. çekildek susen çiçeği,iris. çekilik yanlışlık, namünasip hareket, pot kırma. çekir 1. gözdeki misafir, nokta; közü çekir : 1) gözünde misafir,leke var ; 2) çakır gözlü; 2. çekir bayan bk. çegir. çekit nokta [*] ; koş çekit : çift nokta ; köp çekit : çok nokta ; çekit ütür : yahut ütürdüü çekit : noktalı virgül. çekkiç yahut nam çekkiç, yufkada küçük delikler açmaya yarayan aygıt. çekmen =çepken. çeksiz haydutsuz,sınırsız, : hudutsuzca, sırsızca ;çeksiz monarhiya : tehdit edilmemiş monarşi. çeksizdik hudutsuzluk, sınırsızlık. çekte- tahdit eylemek. çektel- tahdid edilmek; iktifa etmek. çekteliş- müş. çekte-den. çekteş ı, hudut boyundaki ; bitişik; müşterek hududa malik olan ; çekteş el : komşu kavim. çekteş- ıı, müş. çekte-den. çektet- et. çekte-den. çektir- et. çek- ııı ten; tameki çektir- : tütün içirmek. çektöö tehdit etme ; iktifa ettirme. çektüü 1. mahdut : 2. mat. nihai. çel ı, 1. hüceyrat nesci; hayvan derisinin iç yanındaki zar; çiptin çeli : ipliğin prüzü ; 2. gözdeki misafir ; közün çel bagtı yahut közünü çel çabıldı : gözünde misafir belirdi.\n\n\nıı, çekmek, boynunuzu takarak bir yana çekmek (başlıca öküz hakkında). çelde- 1. deriden yahut bağırsaklardan et ve yağ kazımak ; deri altındaki zarı koparmak; 2. düğümcüklerden ve pürüzlerden temizşeyerek ipliği perdahlamak. çeldöö işs. çelde-den. çelegey semiz ve şişkin karınlı. çelek 1. ağaç kova ; fıçı (karş. çaka ıı) ; başım kızıl çelek kan bolgon : başım kan içindedir; sıya çelek : hokka ; 2. arı kovanı ; 3. poyra (tekerlekte). çelekçi yahut bal çelekçi : bal arısı besleyen, arıcı. çeley- 1. patlamak ve akmak ( göz hakkında) ; 2. şişman ve şişkin karınlı gözükmek ; kardı çeleygen : büyük karınlı. çeleyt- et. çeley-den. çeliş- boynuzlarıyla kapışmak; süsümsek, tos vuruşmak, dalaşmak (öküzler hakkında). çelisüü işs. çeliş-ten. çelit- et. çel- ıı den. çelkey- büyük karınlı olmak (şişman kimse hakkında : kars. çedirev-) ; kardı çelkeyip turat : onun (şişman adamın) karnı sarkık duruyor. çelkeyt- et. çelkey-den, : kardın çelkeytip : şişkin karnını öne doğru çıkararak. çelpek bir nevi kaygana. çelüü işs. çel- ıı den. çemen hastalık; hasta; emine çemeniñ bar? : hastalığın nedir? ; çemen aktır ! : çemen vurası ! çemende- hasta olmak, hastalanmak ; çemendep kalıptır : hastalandı, rahatsızlandı. çemendet- hastalanmayı, rahatsızlanmayı mucibulmak. çemirçek 1. bir bitki adıdır, : 2. kıkırdak (gudruf) ; 3. sidik tutulmasına s,da sebebiyet veren bir at hastalığı. çen ı, 1. yer (mahal) ; ayrıldın orta çeninde : köyün ortasında, : 2. zaman, an ; tüş çende : öyleyin ; 20 avgust çenderde : ağustosun yırmılerınde ; martın orta çeninde : martın ortalarında ; 3. ölçü ; eni çeki çok bk. en ı.\n\n\nıı, yan cihet; çenime kelbe yahut çenime colobo ! : bana yaklaşma, semtime uğrama ! ; çenine colotboyt : yanına yaklaştımıyor, yanaştırmıyor.\n\n\nııı, r. (çin) omuzluk epolet. çençi 1. bk. kaykool; 2. kon arazi ölçen mühendis, topograf. çende- yaklaşmak, yakına gelmek :, çendeş- yaklaşmak ; sıraya gelmek ; bölök koyğo çendeşpey kaytar : (koyunları) başka koyunlara yaklaştırmadan otlat, güt ! çendeştir- et. çendeş-ten. çendeşüü işs. çendeş-ten. çendet- yaklaşmaya müsaade etme kendisine yaklaştırmak; canına çendetpeyt : yanına yaklaştırmıyor. çene- ölçmek, ölçü almak; denkleştirmek ; çenebey : ölçüsüz, hesapsız, çok. çenegiç ölçme aleti ; burç çenegiç : gönye (köşe ölçme altei). çenel- ölçülmek,denkleştirilmek. çeneliş ölçme. çenem ölçü, norm; toluk çenemde tam ölçüde, tam hacimde. çenemdüü denkleştirilmiş; tahdid edilmiş, mahdut. çeñgel f. 1. (yırtıcı kuşun ) ayağı, pençe, çengel ; 2. tencerede pişmekte olan eti çevirme (ucunda demir çengelleri olan değnek). çeñgelde- kapmak, pençelemek. çeñgeldeş- müş. çeñgelde-den. çeñgeldet- et. çeñgelde-den çenönük = çinöönük. çenöö ölçme; denkleştirme. çenööç 1. ölçücü, takdir edici ; 2. kıstas. çep 1. barıkad; set ; küçük ve tek başına duran istihkam siperi ; 2. hali ; sığınak. çepeñde- yerinde rahat oturmayıp, haşarılık etmek ; yaranmak maksadıyla telaş etmek. çepilde- telaş etmek (kısa boylu sıska adam hakkında). çepken 1. iğne ardı dikilmiş (sırılmış) bir nevi erkek üst giyimi (kaba sarılmış olan) dir, ki şayak ( cuha ve s. gibi ) kalın kumaşla örtülmüş olur ; 2. çuhadan astarsız kaftan. çer ı, 1. bir fena şişin adıdır ; kugasında çeri bir : 1) karın nahiyesinde katı şişi vardır; 2) mit. ruhunda ağır bir derdi vardır ; çerkursak : büyük kursaklı ; 2. keder, ıstırap, can sıkıntısı; çer caz- : can sıkıntısını gidermek ; çer bayla- : kederlenmek, gam çekmek.\n\n\nıı, koyu orman, içinden geçilmez çalılık; kalıñ çer karağay : içinden geçilmez çam ormanı. çerben =çervon ; beş çerben : beş çervon : elli ruble. çerdegey =çidiregey. çerdek büyükçe karınlı. çerdeñde- =çedireñde- çerdey- 1. kabarmak (karın hakkında) ; 2. karnını öne doğru çıkararak, kurularak yürümek (büyükçe karınlı kısa boylu adam hakkında). çerdüü 1. katılaşmış şişi olan ; çerdüü çara ; katılaşmış şişle beraber yara ; 2. dertli, gam çeken, kederlenen. çerik f. (krş. çerüü) : asker (er) (başlıca, çin askeri, muharibi) [*]. çerikçi = çerik. çert- fiske vurmak ; komuz çert- : kobuz çalmak. çertigiy = çertik. çertik kabarık, şişkin (karın hakkında). çertil- mut. çert-ten ; tereze akırın çertilet- : pencere yavaşça vuruluyor. çertiş- hep beraber fiske vurmak. çertişmek fiske vurma oyunu oynamak ; çertişmek oynop kalalı folk : fiske vurma oynayalım. çertkile- it. çert-ten. çertmek ordo (bk. ordo 3) oyununun bir safhasıdır ki bunda oyuncu dairenin içine girer ve aşıkları vurup çıkarır. çertmekçi ( ordo oynarken, bk. ordo 3) 1. dairenin içinde bulunarak, aşıkları vurup çıkarmak hakkında malik olan kimse ; 2. ordo oynayan. çerttir- et. çert-ten. çerüü f. (krş. çerik) asker (nefer) ; ordu ; sefer (harbe gidiş) ; çerüü,gö attan- : sefere (muharebeye gitmeye) hazırlanmak ; caman, çarmanın kızuusu menen, çerüügö attanat ats. : budala, arpa çorbasının teri ile harp seferine hazırlanır ; kara çerüü tar. : seçimler sırasında eskilerin adaylarına (namzetlerine ) muzaheret eden zümre; ak çerüü tar. : yeni namzetler gösteren zümre. çervon r. çervonets (10 rublelik rus lirası). çes r. çes ber- : askerce selam vermek. çet 1. kenar, uç ; çetkerek : bir parça kenara ; bir parça kenara yakın ; çetinen kolhozcu : baştan başa kolektifçidirler ; arı çeti : 1) (onun) öteki kenarı ; 2) çoğay, azami ; maximum ;beri çeti 1) bu kenarı ; 2)azay, asgari, minimum ; çete kal- : bir yanda kalmak; çet element : yabancı unsur ; çetin çıkar- : ima etmek ; 2. hudut ötesi; çet el : ecnebi devlet, sınır ötesi. çetin üvez ağacı; çetin kişi : inatçı adam. çekti 1. kenarda bulunan, kenardaki, uçtaki; 2. hudut dışındaki. çette- bir kenardan gitmek; bir yana çekilmek; sapmak; uzaklaşmak ; kendini yabancı hissetmek; özü ele çettep cüröt : kendisi yabancı gibi davranıyor. çettet- bir kenara etmak; uzaklaştırmak, bertaraf etmek; toskooldordu çettet- : engelleri bertaraf eylemek; özün özü çettetti : kendini yabancı yerine koydu. çettettüü bir kenara atma; uzaklaştırmak, özün özü çettetüü : kendi kendini uzaklaştırma. çeyin (hudut, sınır gösteren ektir) dek, değin, kadar : bul ubakka çeyin : bu vakite kadar ; bügüngö çeyin : bugüne dek, bu vakite dek; saat birge çeyin : saat bire kadar, üygö çeyin : eve kadar. çeyrek f. 1. dörtte bir ; çeyrek; es. “funt” ‘un dörtte biri [*] ; 2. hububat ölçüsü vahidi kıyasisi ; 3. ders yılının dörtte biri. çeyşembi f. salı. çı (türleri : çi, çu, çü) : bir ektir. ki şunları ifade eder : 1) sual : mençi? : ben yok mıyım? ; benim hakkımde ne denir; ; atamçı? : fakat babam? ; 2) alçı! : alsana! : ; 3) (conditionnel şekli ile kullandıkta) esef, pişmanlık : barsamçı ! : keşke varsaydım ! çıbar = çaar. çıbı bozdoğanın veya atmacanın yavrusu. çıbık çubuk, küçük çubuk, kesilmiş dal ; köyöö çıbık ve aça çıbık (ağın bir kısmı) : iki tane çubuktur ki , bunların arasına yem bağlanır; çıbık kırk yahut çıbık karma- es. : and içerken çubuğu parça parça etmek (andın bozulmazlığının remzi olarak) ; son ve bozulmaz bir (hakim) kararı çıkarmak; çıbıktay kırkılıp kalalı (eğer ahdı bozarsak) çubuk gibi parça parça olalım. çıbın = çımın. çıbır küçük tepe; çıbır taş : ufak taş, çakıltaşı. çıbıra- kaynaşmak (ufak tefek nesneler hakkında). çıbırat- et. çıbıra-dan; altımış celeming kulun çıbırata bayladı folk : altmış kazığa bin kulun (tay) bağladı. çıbırçık bir nevi ördek. çıbırtkı ince kırbaç. çıcılda- cızıldamak, cızırdamak (diyelim, ateşe düşen yağ hakkında). çıç- avm. sıçmak. çıçıla- ıı adamakıllı kızmak, kendinden geçmek. çıçalakta- = çıçala- ıı. çıçalat- kızdırmak, kızıştırmak. çıçalatuu işs. çıçalat-tan. çıçañ keçinin kuyruğundaki kemik çıkıntısı ; çıçañ ata bk. ı. çıçay- dışarıya doğru sarkmak,dışarıya doğru çıkıp durmak ; çıkaygan kıstalak : şaka olarak serçe parmağa böyle denir. çıçayt- dışarıya sarkmak ; murutun çıçaytıp koydu : bıyığını yukarıya doğru kıvırdı; kuyruğun çıçaytıp : kuyruğunu dikerek. çıçalatun işs. çıçalat-tan. çıçayuu dışarıya çıkıp durma. çıçır- 1. et. çıç-tan ; 2. mec. korkutmak. çıçırkanak latince adı hippohearhanoides olan bir bitki, çırganak otu. çıçırkay masarika (bağırsakları yerli yerinde tutan içyağı zarı) (anat.) ; çıçırkay may : masarikadaki yağ. çıçkak amel, içsürme. çıçkakta- amelden müstarip olmak. çıçkaktat- içsürmeyi mucibolmak. çıçkan 1. fare, sıçan ; sokur çıçkan : “kör sıçan” : spalacidae (kemirice küçük bir hayvan) ; arıs çıçkan ; kakım, as ; sarı çıçkan (latince adı spermophilus olan bu sıçana şimal ve şark türk lehçelerinde “yumran” yahut “şumran” dahi denilmektedir, m.) tıyın çıçkan : sincap ; momoloy çıçkan : köstebek, talpa; 2. hayvan adlarına dayanan on iki senelik cyclique (devri) takvimde birinci yılın adıdır sıçan yılı. çıçkı sabırsızlık, sabırsızlanma. çıçkılan- gayet sabırsızlık göstermek, sabırsızlıkla beklemek. çıçkılık ıyğılık sözünün tekidir. çıçkıluu sabırsız, acül, ivecen. çıçkuluu = çıçkıluu. çıda- tahammül etmek, katlanmak, dayanmak ; çıdap turğusuz : tahammül edilmez dayanılmaz. çıdam sabır, tahammül ; çıdamı çok : tahammülsüz, dayanılmaz. çıdamduu sabırlı, tahammüllü. çıdamkay tahammüllü, sabırlı; tahammül, sabır; ısıkka çıdamkayı çok : sıcağa tahammülü yok. çıdamkaylık sabırlılık, tahammüllülük; metanet, kendine hakim olmak : bolseviktik çıdamkaylık : bolşevik metaneti. çıdamsız 1. tahammülsüz; 2. dayanıksız ; taşınmaz; 3. tahammül edilmez; çıdamsız aval : tahammül edilmez vaziyet,ahval. çıdamsızdan- sabırsızlanmak. çıdamsızdant- et. çıdamsızdan-dan. çıdamsızdanuu sabırsızlanma. çıdamsızdık sabırsızlık, tahammülsüzlük. çıdat- et. çıda-dan ; çıdatpay ooruyt : tahammül edilmezcesine ağrıyor; ooru çıdatpadı : ağrıya tahammülü yok ; kayratım çıdatpadı : sabredemedim, dayanamadım. çıgaan mümtez, tanınmış, ileri gelen : çıgaan çeçen : ileri hatip. çıçala ı, yanan odun kütüğü.çıgaan külük : belli başlı yürük at. çıgan çıkılır yer. çıgar- ı bk. çık ııı.\n\n\nıı sürüp çıkarmak ; yükleyip çıkarmak ; salıvermek ; çıkarıp almak; işten çıgar. : işe yaramaz hale koymak; kitep çıgar- 1) kitap yazmak; 2) kitap yaymak (neşretmek) ; kızmattan çıgar- : işten çıkarmak, yol vermek ; bölüp çıgar- : ayırıp çıkarmak; emçekten çıgar- : bk. emçek; uruş çıgar- : dövüşe önayaklık etmek. çıgarıl- sürüp çıkarılmak, atılmaya mahkum olmak. atılmak; yol verilmek_ partiyadan çıgarıldı : partiden atıldı; ekinçi otodan çıgarılgan : zararlı otlardan ikinci defa ayıklanmış. çıgarılış ortaya koyuluş; prıtsentsiz çıgarılış : faizsiz çıkarılış (istikraz hakkında). çıgarma 1. eser, telif; cazuuçulardın çıgarmaları : muharrirlerin eserleri; el çıgarması : halk eseri, halk icadı; çıgarmanın cıynağı : eserler topu (mecmuai asar); 2. üreti, istihsalat, mahsulat. çıgarmaçılık icat; el çıgarmacılığı : halkın yaratma kuvveti körküm çıgarmacılık : sanatta yaratma kuvveti. çıgart- ı çıkarma, çekme, içeriden alma, çıkarma; közüñdü çıgart kılba; : kendini gözden mahrum etme;\n\n\nıı et. çıgar- ıı den. çıgaruu çıkarma, çekip çıkarma; karar; mesele çıgaruu mat. : mesele halletme; çıgaruu türü mat. : halletme şekli; kızmattan çıgaruu : işten çıkarma, yol verme. çıgaşa ziyan,noksan (hayvanların eksilmesi); çakşıdan caman tuulsa— çıgaşa, camandan cakşı tutulsa—kireşe ats. : iyiden iyi doğarsa ziyandır,kötüden iyi doğarsa kazançtırç çıgaşaluu eksilmek üzere bulunan; çıgaşaluu malga eesi baş ats. : hayvanlar sahibinin kusuru yüzünden eksilmeye yüz tutuyor. çığdan çiğden yapılan perde (bk. çiy ı); bu gibi perde ( oba methalinin sağ tarafından) kadınlar kısmında bulunur, ki onun arkasında mutfak kap kaçakları ve erzak muhafaza olunur. çıgıl- mut. çık-ııı ten; köp colu talkuulanıp çıgıldı : birkaç defa muhakeme edildi. çığım 1. masraf, eksilme; baştan çığım boldu : adam öldü; maldan çığım bolgon çok : hayvan eksilişi olmadı; 2. tar. bir memurun ziyafetler için harcadığı masrafları kapatmak için ahaliden para toplaması, yahut bu maksat için toplanılan para (bunu ahaliye manap yükletirdi); çıgım sal- : çığım yükletmek, vergi tarhetmek; çığım tart- : vergiler ve rüsumları ödemek; eki üydün çıgımın tartıp cürgön : iki ailenin vergilerini ödemiş. çığımdan- para harcamak, masrafa katlanmak. çığımdar k-f. sarfedip bitirmiş harcayıp tüketmiş (servetini harcayıp bitirmiş) çıgımsız gamsız, kaygısız; bir parça tembel; eñele çıgımsız ciğit ekensiñ : pek fazla gamsız delikanlı imişsin. çığımsızdık gamsızlık, kaygısızlık. çığın = çığım. çığındı ihracat, export. çığırık pamuk temizlemeye yarar el makinesi, çıkrık. çıgış ı, 1. çıkış; çıgış jurnalı : çıkan evrak defteri (sadire); çıgış ulandı : gram. ablatif (mefulün anh); 2. doğru (şark); çıgış taanuu : şarkı öğrenme (tetkik); 3. tabası (tabı); 10_ çı çıgış : 10 uncu tabı; 4. huruç (muhasara altında bulunan askerin hucum maksadıyla çıkışı); tap duşmandarının çıgışı : sınıf düşmanlarının çıkışı (hurucu). çıgış- ıı müş. çık- ııı ten. çıgışuu uzlaşma (compromis). çıguu çıkış, yukarı çıkış; eski adatan çıguuga ubakıt cetti : eski adetlerden vazgeçme zamanı geldi. çık ı, 1. nem; 2. kuşbaşı et parçaları üzerine dökmek için hazırlanmış olan et suyu; 3. yemeğe çeşni vermek için kullanılan tuzlu et suyu.\n\n\nıı, onomatope (taklitlik söz) dir : çık et- : çıt etmek. çık- ııı (dışarıya yahut yukarıya hareketi ifade eden fiildir) içeriden dışarıya varmak; arkadan öne doğru hareket etmek; yerinden oynayıp görünecek bir duruma gelmek; yukarıya tırmanmak, yükselmek, yayılmak (ses hakkında) : üydön çıktı : evden çıktı; eçege yahut eçe çaşka çıktıñ? : kaç yaşındasın? ; on beşke çıgar-çıkpas çaşında : on beşine ya basmış ya basacaktı; kün çıktı : güneş doğdu; çıgaçka çık- : ağaca tırmanmak, toogo çık- : dağa yükselmek, çıkmak; kıştan çık- : kış geçirmek; mesut bir kış geçirmek; coldon çık- : yoldan çıkmak, sapıtmak; orundan çık : doğru, haklı çıkmak; duşmandarın oylogon oyu orundan oyu orundan çıkan cok : düşmanların düşündükleri, kurdukları doğru çıkmadı; kabinen çıkpayt : onun sözünden çıkmıyor,sözünü dinlemezlik etmiyor; aytkan cerden çık- bk. ayt. ııı; emçekten çık bk. emçek; çır etken ayaldın ünü çıktı : kadının çığlığı duyuldu; çık ! : hoşt ! (köpeğe haykırma); teşkerip çık- : tetkik etmek,yoklamak okup çık- : (başından sonuna kadar yahut muayyen bir miktarı) okuyup bitirmek; karap çık- : (başından sonuna kadar) gözden geçirmek; çıga kalış : çıkış; yola koyuluş; köpüröödön çıga kalıştagı : köprüden çıkış yerinde bulunan; biz dağı bir tilegingizge çıgarbız : bir zaman biz de bir işinize yararız; çıgar : belki, galiba, tahmin etmeli; kelgen çıgar : gelmiş galiba; bar çıgar : var galiba. çıkanak dirsek; çıkanak söögü : dirsek kemiği. çıkanakta- dirseklerle dayanmak. çıkanaktoo işs. çıkanakta-dan. çıkçırıl- kabarmak (kurulmak) mağrur bir tavırla gezmek; tebeteydi çekege şilep koyup, çıkçırılıp cüröt : kalpağını şakağına indirerek, kabararak dolaşıyor. çıkçıt ense kemiğinin nutu halemiye (apophyse mastoide’e) yakın olan kısmı. çıkçıy ı= çıkçıt. çıkçıy- ıı şık olmak,parlak olmak. çıkı bıkı sözünün tekidir. çıkılda- 1. şaklamak; tiz ve keskin ses çıkarmak; takırdamak (diyelim, saat, telgraf aleti hakkında); 2. taş çatlamak (çok soğuk olmak); çıkıldagan ızgaar : şiddetli soğuk. çıkır- seslenmek, çağırmak. çıkırçuu çağıran, çığıran. çıkıroon şiddetli ayaz; taş çatlatan soğuk; pek fazla üşümek; kün çıkaroon tartıp turat : hava çok soğuyor, ayaz şiddetleniyor (kışın açık havada). çıkırt- çağırtmak, çığırtmak. çıkıy ense kemiğiyle şakak kemiğinin birleştiği yer. çıkıyla- (şakaktan bir parça yukarı) kafatasına vurmak. çıkkın hiyanet, ihanet. çıkkınçı 1. hedefi gösterici (hırsızlarda); 2. hain. çıkkınçılık ihanet. çıkkıs çıkmayan; asla çıkmayan; köngüldön çıkkıs oy : fikrisabit, idee fixe. çıksız (karş. çık ı) çıksız söz : manasız söz, saçma; çıkısz sözdü aytat : saçmalıyor. çıkta ı, 1. tayın yularının aşağı kısmıdır, ki teek (bk. teek ı) onun üzerinde takılı bulunur; 2. ufak tayları teleye (bk. cele ı) bağlamaya yarayan kısa ip ; 3. = çığdan. çıkta- ıı, bir yiteceğin üzerine et suyu dökmek. çıktat- et. çıkta- ıı den; çıktatpayet cedir- : üzerine et suyu dökülmeyen halis et yedirmek. çıktoo bir yiyeceğin üzerine et suyu dökmek. çıla ı, çamur; ötük çıla boldu : çizme çamuru bulaştı; attın çılası : gübre yerinde kullanılmak üzere biriktirilen at idrarı, gübre suyu. çıla- ıı karıştırmak, çalkalamak; gizlice, hafifçe karıştırmak; su ile karıştırmak; bok çıla- : tezek karıştırmak (kerpiçler için). çılaluu çamurlu, pis; çılaluu cer : çamurlu, gübre suyu ile pislenmiş yer. çılan- ıslanmak, adam akıllı ıslanmak; nemlenmek. çılapçın (demir) leğen. çılbır yular, dizgin; moynuna çılbır saldı mec. : tam bir mutavaat gösterdi, galibin merhametine teslim oldu (harfiyln : kendi boynuna yular taktı). çılbırda- (başkasının binek hayvanını) dizgininden yakalamak. çılbırdaş- müş. çılbırda-dan. çılbırdoo işs. çılbırda-dan. çılbırla = çılbırda-. çıldırat- (rad) = şıldırat. çılga = çırga. çılgıy sepilenmemiş yahut ıslanmış deri; çılgıy kayış : çiğ deriden yapılan adamakıllı ıslanmış kayış; çılgıy kalp : halis yalan. çılgoo ayak sargısı ; çılgoobay : hiçbir işe yaramayan,paçavra (insan hakkında). çılgoobay bk. çılgoo. çılık eski kırgız hayatına ilişişi olan her şey (kırgızcılık sözünden kısaltılmış olması muhtemeldir); çılık çolu menen : kırgız adeti üzerine. çılım f. nargile; tömbeki. çılk halis, mahlut olmayan ; baştan başa, yalnız, munhasıran; çıynalışta çılk ele çaştar boldu : toplantıda munhasıran gençler bulunuyordu; çılk cetim : tam öksüz ( hem anası hem babası bulunmayan yetim); çılk ezilgen gedey : son derece fakir; çılk altın : saf altın, altın külçesi, halis altından olan; el çılk uygura kirgen kezde : herkes uyuduğu zamanda; üydün için karañlık çılk bastı : odanın içini tam bir karanlık bastı; çılk oron- : baştanbaşa örtülmek; çılk ıldıy tüştüm : dik yokuştan aşağı indim. çılkılda- = çılpılda-. çılkıldaş- müş. çılkılda-dan. çılmır (rad.) = çılbır. çıplak 1. çapak (gözde); çılpagın aarçıymın dep, közün çukugan ats. : gözündeki çapağını temizleyim derken gözünü çıkarmış; 2. mec. pislik, murdarlık; çılpagın çıgardı : bütün pisliğini meydana çıkardı. çıplakta- çapaklanmak (gözler hakkında). çılpaktat- et. çıplakta-dan. çılpılda- çamura basıldığında “cılp cılp” diye bir ses çıkmak. çım ı, kesek; çım köñ : bataklıklardaki çürük ot kökleri (bunun mühtelif nevileri aşağıdaki isimleri taşırlar : karagöl kırgızlarında : ormok, çormok, kara şıgay, sarı şıgay, kanıkey balpıldak; cumgal kırgızlarında ise : surançı sakal, barakan başı, sarı şıgay, korolu balpıldak).\n\n\nıı= çılk; çım ak : halıs ak.\n\n\nııı, çimdik; etim çım ele dey tüştü : çimdikten etim acıdı. çımçı- çimdikleme; çımçıp is- : azar azar içmek (yemek); yemek hususunda tutumlu olmak. çımçıla- çimdiklemek. çımçılaş- birbirini çimdiklemek. çımçılat- et. çımçıla-dan. çımçıloo çimdikleme. çımçık (karş. : kuş, ilbeesin) her türlü ufak kuş; çımçık özün kuş oyloyt ats. : kuşcağız kendini alıcı kuş sayıyor; ala moyun çımçık : bir kuş adıdır (harfiyen : ak boyunlu kuş); albagan kuştan ala moyun çımçık artık ats. : ak boyunlu kuşcağız, avalmayan alıcı kuştan yeğdir. çımçım üç parmak ile alma; çımçım çaç : bir tutam saç; çımçım buuma, bk. buuma. çımçuur kerpeten; maşa. çımılda- 1. hızlı hareket etmek, alabildiğine koşmak; 2. çabalekey (bk.) oyunda para cezası ödemek. çımıldak çığırtkan (kuş). çımıldat- et. çımılda-dan. çımıldık = köşögö. çımın 1. sinek ; kara çımın : bir nevi sinek (harfiyen : kara sinek); kaşka çımın : bir nevi sinek (harfiyen : kel sinek); tööğö çımın tiydi : deveye sinek saldırdı ( guya ya burun deliğine yahut kulağına sinek girmesinden husule gelen bir deve hastalığı); çımın çakkança bilinbedi : hiçbir ağrı sezilmedi (sinek ısırması kadar ağrı bile hissedilmedi); çımın kuyun bk. kuyun ı; çımını bar : şamanlık istidatlarına malik; çımını tüşkön bakşıday burkuldayt : cezbe halindeki saman gibi feryat ediyor; çımınıñdı kagıp alarmın ! : burnumak (şaman hakkında); çımını kakılgan bakşı : şamanlık istidatlarından mahrum kalan şaman ; çımınıñdı kagıp alarmın ! : burnunu kırarım ! ben sana gösteririm ! ; közünün çaar çımın uçtu : gözlerinden kıvılcımlar saçıldı; 2. ruh, can. çımındık (rad., v) = köşögö. çımır muhkem, dayanıklı; sık; tıknaz, sağlam adam; ımır-çımır bk. ımır. çımıra- 1. derinin üzerinde karıncalar yürüyormuş gibi bir kaşıntı, gicişme hissolunmak; butu çımırap ketti : bacağı karıncalandı; 2. unutmak, mahcup olmak; çımırabay : vicdan azabı duymadan; buga kimdin beti çımırar eken? : bundan kim mahcup olacak acaba ? ; beti çımırabastan akmın deyt : hiç vicdan azabı hissetmeden kabahatsizim diyor. çımıran- gerinmek. çımıranuu işs. çımıra-dan. çımırat- et. çımıra-dan; betin çımırat- c: mahcup etmek (başkasını). çımırkan- 1. gergin ve heyecanlı olmak; enerji toplamak; çımırkangan küçtüü bilek : gergin kuvvetli kol; 2. şiddetle dayanmak ; ıkınmak, bürküt kanatın çımırganıp sermeyt : karakuş kanatlarını kuvvetle açtı, gerdi. çımırkant- et. çımırkan-dan. çımıroo işs. çımıra-dan; çer cılıp, kök çımıroo cakın kaldı : toprak ısındı, otların çimlenme zamanı yaklaştı. çımıroon bir melodi adıdır. çımıyan sık ve iyi evsaflı mata (bk. mata ı); ımıyan-çımıyan : eski püskü, paçavra. çımkıy = çılk; bütün; baştan başa (renk hakkında); çımkıy ak : apak bembeyaz. çın hakikat doğruluk;hakiki,sahici, şe’ni; çın ayt- : doğru söylemek; ciddi konuşmak; çın büt- : iman etmek, inanmak; aytkanına çın bütkönüm cok : söylediklerine pek inanmadım; çınınan : hakikaten, cidden; çınına kelgende : ciddi olarak (konuşmak) gerekse; çınnıñdı ayt ! : doğrusunu söyle ! ; çınıñbı ? : ciddi mi söylüyorsun? ; çınım : evet ciddi söylüyorum; çınıñbı ce oynuñ- bu? : ciddi mi söylüyorsun, şaka mı yapıyorsun? ; çın tiybes : çıt kırıldım. çınar f. 1. çınar; dağ kavağı; 2. yüksek yapraklı ağaçlar; 3. (rad.) kızılağaç, alnus; 4. mec. dayangaç arka,sığnak; çınarday kör- : mühim, büyük, dayangaç olmaya layık saymak. çınçıl doğruluk seven. çınçır f. zincir. çınçırla- zincirle bağlamak, zincire vurmak. çıncırluu zincirli, zincirle pekitilen, cidden; açuusu çındap keldi : cidden hırslandı, kızdı; çındap ıylasa, sokur közdön caş çıgat ats. : ciddi ağlanırsa körün gözünden dahi yaş akar. çından- (manaca) = çında-. çındaş- müş. çında-dan; çındaşıp menet kıl- : özenle çalışmak. çındık hakikat, doğruluk,geröeklik; çındagında : hakikatta, filhakika, gerçekten; çındıkka çık- : varlığa gelmek, bir hakikat olmak; kıyalım çındıkka çıktı : hayalim bir hakikat oldu. çındırma (rad.) şarap tulumunda çıngırdayan küçük demir çubuklar. çındırmaluu (rad.) çındırması bulunan (bk. çındırma). çıñ ı, açık muteviyatlı bir şarkıdır, ki onu gençler, gelinin güveyin evine geldiği zaman söylerlerdi; çıñ ayt- : bu şarkıyı söylemek.\n\n\nıı, 1. dik dağ uçurumu, yanaşılmaz dağ, (dikliğinden dolayı) dağlarda yanaşılmaz mahal, genelce yanaşılmaz yer; 2. kad. sağlam, kuvvetli, sağlıkla, şiddetlice; çıñ kaçır- : kat’i saldırış, enerjik akın; bulçuñu çıñ : sağlam adeleleri vardır : çıñ bayla (bek baylayerine) : pek bağlamak. çıñ- ııı, çıñ et : vızıldamak (diyelim, uçan sinek hakkında). çıña- tahkim eylemek, sağlam ve metin yapmak; çalgı çıña- : tırpanı eğelemek. çıñal- tahkim edilmek, sağlamlaşmak, pekişmek, gerginleşmek. çıñat- tahkim etmek, pekiştirmek, gerginleştirmek, germek. çıñda- = çıña-. çıñdal- = çıñal -. çıñdat- = çıñat-. çıñdık sağlamlık, pişkinlik. çıñdoo tahkim etme, sağlamlaştırma. çıñgır (rad.) çember. çıñgırduu (rad.) çemberli. çıñılda- çınlamak, acı acı bağırmak, bağırıp çağırmak; çıñıldap ünü çıktı : çınlayan sesi çıktı; kulagım çıñıldap turat : kulağım çınlıyor. çıñıldat- et. çıñılda-dan. çıñıltır canlı, uaynık. çıñır can tırmalayan bir şekilde bağırmak, acı acı bağırmak, keskin ve gıcırdayan ses çıkarmak çıñırduu (rad., v) çınlayan. çıñırık acı ses. çıñırt- acı acı sesler çıkarmak (icbar ya da müsaade etmek); herhangi bir şeyden acı acı sesler çıkarmak; çoçkolordu çıñırtıp aydayt : domuzları sürüyor, ve onlarda acı acı bağırıyorlar. çıñk =çılk. çıñkı çıñkı boyu : insan bedeninin üst kısmı (kafa ve göğüsün üst kısmı). çıñkılda- yaygara etmek, acı acı bağırmak. çıñkıldaş- müş. çıñkılda-dan. çıñkıldat- et. çıñkılda-dan. çıñkıldoo acı acı bağırma. çını f. porselenden mamul; çını çööçök : porselen fincan; 2. piyale (çay fincanı). çınıgap çay fincanı kutusu. çınıgı hakiki, fiili reel; çınıgı cibek : hakiki ipek; anık-çınıgı : en hakiki; çınığı kızmat akı aynıbay ösüp çatat : hakiki hizmet ücreti durmadan artıyor. çınık- sağlamlaşmak, pekişmek. çınıktır- et. çınık-tan. çıp ı, çı sesiyle başlayan sözleri takviye için katılır(ör. bk. çırga).\n\n\nıı, bir onomatope (taklitlik söz) dir : ter çıp- çıp etet : ter iri iri damlalar şeklinde dökülüyor; çıp –çıp kamçı ur- : kamçı çalmak. çıpalak serçe parmak. çıpçı r. kömür için maşa. çıpçırga = çıp çırga (bk. çırga). çıpılda- küçük habbeler, küçük damlalar şeklinde belirmek (diyelim, ter hakkında)\n\n\nıı= şıpılda-; rahat oturmayıp, boyuna hoplamak, zıplamak; çıpıldap ter aktı : damla damla , bol bol ter aktı. çıpka süzgeç (süt süzmek için kullanılan bir tutam at kılı); çıpka elek yahut çıpkalek : süt süzmek için kullanılan küçük elek. çıpkala- süzmek. çıpkalat- süzmeye icbar yahut müsaade etmek. çıpkalek bk. çıpka. çıptama göğüsün yuvarlaklığını gizlemek için kızların taşıdıkları göğüslük. çır ı, diyelim, kaynayan yağ üzerine su döküldüğü zaman çıkan çıtırtıyı taklit; bala çır dey tüştü : çocuk ansızın acı bir ses çıkardı; eneden, çır etip, cerge tüşköndön beri : doğduğu ilk günden beri (harfiyen. anasının karnından acı ses çıkararak, yere düştüğü günden itibaren); çır etken ayaldın ünü çıktı : keskin kadın sesi çıktı.\n\n\nıı, 1. cidalci; çabuk kızan; 2. huysuzluk, hırçınlık; kavga; nizalı; çırsal- : kavga aramak, direnerek münazaa etmek; çır- çatak : niza, münazaa; bır-çır bk. bır ; çır çıkpay turgan kıluu kerek : niza cıkmayacak tarzda yapmalı; eç kandayçırçatak çıkan çok : hiçbir kavga ve münakaşa çıkmadı. çırak f. mum, kandil, çırağ ; şeytan çırak : camsız lamba; çıragım okş. : nurum; atıñ cakşı bolsa – coldun ıraagı, uuluñ cakşı bolso- köñül çıragı ats. : atın iyi olursa - uzun yol (hoştur) ; oğlan iyi olursa can rahattır (harfiyen : gönül nurudur). çırakçı meşaleci. çırakpaya f. şamdan, çırakma. çıraktan aydınlanmak, yıldıramak, parlamak. çıraktant- et. çıraktan,dan; közün çıraktandıp : gözünü parlatarak. çıray yüzün çizgileri, yüzün güzelliği, suret (image) ; arık çıray : zayıf suratlı; çıraydı çılap içpeyt ats. : surattan su içilmez ; cıluu çıray : sevimli, gökçek yüzlü, yakışıklı. çırayluu güzel, sevimli; ay çırayluu kız : ay çehreli kız, dilber; kan çırayluu : açık al (yüz hakkında). çırga tuzağa veya oltaya konulan yem; karakuş için yem; çırga tart- : karakuşu çağırarak, yemi sürüklemek; çıp çırgası koroboy, barı esimde : bütün tafsilatıyla birlikte hepsi hatırımda; çıp çırgasın kororotpoy, saktap cürdüm : hepsini bütün olarak ve el sürmeden muhafaza ettim. çırgala- bir parça aksama; (art) ayağını sürüklemek. çırgoo alıngan; kendisiyle anlaşmak güç olan (kimse) ; çırgoo bala : ağlayıcı, hırçın çocuk. çırılda- cıvıldamak, yaygara etmek; cırıldap bakırıp : acı acı bağırarak. çırıldat et. çırılda-dan. çırım ı, : çırım al- yahut çırım et- : uyuklamak, uyku kestirmek; çırım edip aldım : uyukladım, uyku kestirdim; çırım etpey çıktım : asla uyumadım ; çırım etse,, közgö bayda, çımçıp içse— tamakka bayda ats. : bir parça uyku kestirmek göze faydadır; küçük küçük lokmalarla yemek boğaza faydadır.\n\n\nıı= çıtır ı 3. çırımtal yeni doğan yavrunun vucudundaki tüy; civcivlerin vucudundaki tüy yahut ilk yelekler; çırımtal cünü tüşölök kezde : çocukluk yıllarında, hayatın ilk günlerinde. çırıs ( bir otun adıdır, kiruscası “şiriaş” miş: m.) çırk onomatope (takliklit söz) : çırk avlan- : hızlı dönmek. çıkra- (rad.) = çura- ıı. çırkıra- bağırıp çağırmak, yaygara etmek. çırkıraş- müş. çırkıra-dan. çırkırat- et. çırkıra-dan. çırkıroo bağırıp çağırma. çırma- yumak şeklinde komak; bükmek, sarmak; çiy çırma- : çiy sarmak (çiğden yapılan hasırın ayrı ayrı sapları, bk. çiy ı); saat çirmasın ! : başına bir fenalık gelsin ! : anı meret çırınası : fena duruma düştü, felakete uğradı; ekçini menet çırmasa, kotur bolup kaşınat folk. : keçiye felaket gelirse, uyuz olur ve kaşınıyor. çırmak dürülmüş, sarılmış; çırmak çiy : taneleri yünle sarılmış olan çiy. çırmal- mut. çırma-dan. çırmalış- birbirini sarmak. çırmañda- kıvrılmak. çırmıkta- sık sık hastalanmak (çocuklar hakkında). çırmook yabani keten, cuscuta europaea; yabani kara buğday; öksüz urganı; convolvulus (ot) pyrola rotinofolia ; sarı çırmook : convolvulus arvensis. çırp çırp et- = çırım et- (bk. çırım ı). çırpı- ince tabakaya ilişmek ve onu çıkarmak; bir nesneyi ince tabaka şeklinde kesip almak; çetinen çırpıp ketti : ince tabakayı ayırdı (diyelim, keskin bir bıçakla öyle kesti , ki ince bir parça kopuverdi). çırpık ufak dallar, çrpı; çubuklar, kuru dal; çırpık özün tal oyloyt ats. : kurumuş dal kendini söğüt zanneder. çırpılda- cıvıldamak. çırpıma mat. kesit, makta, kesen, katı; teğet, mümas; köldölöñ çırpıma : mustaraz makta (kesit); perpendikulyar çırpıması : dikey kesit, amudi makta; çırpıma prizma : kesik prizma (biçme) nakış menşur; çırpıma çalpaktık : teğet yüzey, sathı mümas. çırt çatırdamayı taklit etmeyi gösteren onomatope (taklitlik söz); çırt edip carıldı : çatırdayıp yarıldı, patladı; çırt tükür- : dişler arasından ince sızdıraraktükürmek; çırt tükürgön : dişler arasında tüküren; çırt etme bk. etme. çırtılda- 1. çatırdamak; suuk çırtıldayt : soğuk çatırdıyor : taş çatlıyor ; 2. cıvıldamak. çırtıñda- hareketlerinde ciddi görünmek. çırtıy- ciddi ve müstakil gözükmek, ciddi tavır takınmak, kurulmak. çıştırnay r. kon. yünlü kumaş. çıştay ; r. ı, nakit para; akçanı çıştay ele sanap bendim : parayı nakden sayıp verdim ; 2. tertemiz sona kadar. çıt ı, basma (kumaş).\n\n\nıı, çıt-çıt bol- : param parça olmak; bıt- çıt bk. bıt. çıtı- kaş çatmak, surat asmak : kabagın çatıdı : kaşlarını çattı (harfiyen : göz kapağını) ; kün çıtıdı : hava kapandı. çıtıkı bıtıkı sözünün tekidir. çıtıñkıra- bir parça, hafifçe kaşlarını çatmak, hafifçe surat asmak; kabagın çıtıñkıradı : hafifçe kaşlarını çattı. çıtıra- hışırdatmak, kıtırdatmak. çıtırman çalılık, sık fundalık. çıtıy- surat asmak; kün çıtıyıp turat : hava kararıyor. çıtır ı, 1. “deve otu” : trigonella foenum graecum (ot); 2. koyun hastalığının adıdır; 3. sinekli, ispatı (iskambil kağıtlarında).\n\n\nıı, tıtır kelimesinin tekidir. çıy pıy yahut mıy ile bir arada : balanın çıy-mıy ünü çıktı : çocuk çığlık koparıyor (ağlıyor); it- kuştan çıy-pıyı çıgıp : yırtıcı hayvanlardan ödü koparak. çıyçık = çıyırçık. çıyılda- çığlıl koparmak, feryadetmek, acı acı bağırmak; gayet şiddetli gıcırdamak. çıyıldak ciyak ciyak bağıran (bu gibi bir ses çıkarmaya yarayan herhangi bir vasıta). çıyır çığır, yol : iz; çıyır sal : çığır açmak (taze kar üzerinden); uydun çıyırı : ineğin izi. çıyırçık sığırcık : ala çıyırçık : pembe sığırcık. çıyırık ı, kıvırma, bükme; çıyırıgı katuu cip : muhkem bükülmüş iplik; çıyırıgı boş cip : gevşek bükülmüş iplik ; çiptin çayırıgı candı : iplik çözülüp dağıldı. çıyrık- ıı donmak, üşümek, soğuktan büzülmek;çıyırıgıp üşüp kalıp tırmın : pek üşüdüm; çayırıgıp turam : üşüyorum. çıykan çıban; çıykandan caman ooru cok, anı suraar kişi çok ats. : çıbandan daha kötü hastalık yokken, kimse hal sormaya gelmiyor; al menin çekeme çıykan boldu : o bana baş ağrısı oldu (harfiyen : o bana şakaktaki çıban oldu). çıykılda- = çıyılda; menden suraybı dep, canım çıykıldap turdum : bana soracak diye ödüm koptu. çıykıldak ciyak ciyak bağıran (küçük yabani hayvan). çıymıl = çıymıt. çıymıt teke aşığı : küçük hacimli aşık (karş. çükö). çıypılda- cıvıldamak (serçe hakkında), ciyak ciyak bağırmak. çıypıldak 1. ciyak ciyak bağıran; 2. sarı asma kuşu, emberiza. çıypıldat- et. çıypılda-dan; çöçölördü çıypıldatıp aydap saldı (sürüldüklerinde) ciyak ciyak bağıran piliçleri sürdü. çıyrak sağlam, dayanıklı, cesur çevik, mahir (başlıca, ata binerek, cesurca ve ustalıkla koşturan çocuklar hakkında); atka çıyrak bala : iyi süvari çocuk; çıyrap çıp : sağlam iplik. çıyral- 1. kıvrılmak, bükülmek (ince iplik hakkında); 2. pişmek, kuvvetlenmek katılaşmak; taramıştarı taştan katuu bolup çıyralat : veterleri gerginleşerek, taştan daha sert oluyor; 3. kendini beyenmek, kurulmak; sen köp çıyrılba ! : pek o kadar kurulma ! çıyralt- et. çıyral-dan. çıyrat- 1. bükmek, kıvırmak (ince ipliği); murut çıyrat- : bıyık kıvırmak; 2. pişirmek, kuvvetlendirmek. çıyratıl- mut. çıyrat-tan. çıyratma bükülmüş, kıvrılmış (iplik hakkında). çıyrıgıñkı soğuktan bir parça büzülmüş, kısılmış, biraz üşümüş; çıyrıgıñkı tart- : hafifçe üşümek. çıyrık = çıyırık ı. çi bk. çı çider atı kösteklemek için kullanılan kayış köstek. çige ı= çay ıı (ancak bu keçi sürüsü hakkındadır).\n\n\nıı, aşığın batık yanı. çigrini r. “şagren” : kumlu sahtıyan. çikçigiy kısa boylu ve kurumuş. çikçiñde- hareketlerinde kısa boylu ve kurumuş adama benzemek. çikçiy- mini mini, temiz ve çık kıyafette bulunmak. çikert hastalıklı, hasta; emine çikertiñ bar ? : hastalığın nedir? ; neresi ağrıyor? çikertte- hafif hastalanmak. çikilde- küçücük ve arık olmak. çikir kakır sözünün tekidir( bk. kakır ı). çikit çelik çomak, bir çocuk oyunudur, ki bunda iki tane değnek kullanılıyor : biri bala yahut bala çikit-tir, ki uzunluğu çeyret,k arşın kadar olur; ötekiside ene yahut çigittir. ki uzunluğu bir arşın kadar oluyor. çil boz keklik : çildey tara - : her yana dağılmak, kaçmak, çil yavrusu gibi dağılmak; çildey tarat- : her tarafa dağıtmak, çil yavrusu gibi dağıtmak; çıçkaçtagan çil közdöngön (hastalık yüzünden aşırı zayıflamış adam hakkında) : gözleri çapaklanmış, gözlerinin feri kaçmış. çilbarça f. çilbarçası çıkan : yıkılmış; ufak parçalar şeklinde doğranmış. çilde f. : kışkı çilde : kışın en soğuk çağı, zemheri; caykı çilde : yazın en sıcak zamanı. çildigiy çelimsiz adam, sünepe. çilen r. kon. : aza, üye ; çilen partiya kon. (komünist) partisi üyesi; soyuzga çilen (meslektaşlar) birliği üyei. çilgir f. = çaykı çilde (bk. çilde) çilgirin (rad.) bir kumaş adıdır. çilmerden f. 1. = çitlen; 2. dümbelek, küçük trampete; kerkke koş artılıp, çimlerden çalınıp, çırak otu cağılıp folk. : gergedana yük yükletildi, dümbelek çalındı, çıra yakıldı. çilmigiy kurumuş adam. çilmiñde- hareketlerinde kurumuş kimseye benzemek. çilmiy- kurumuş gözükmek. çitlen f. yahut kırk çitlen mit. : güya göze görünmeden insanlar arasında yaşayan ve tabiat üstü kuvvete malik olan kırk varlık, kırklar. çimçile- = şimşile çimir- (topacı) koyuvermek. çimirik topaç (çocuk oyuncağı). çimirikte- dönmek. çimiriktet- döndürmek. çimiril- 1. şiddetlice dönmek; iyiktey çimirildi : iğ gibi döndü; 2. alabildiğine koşmak; talanı közdöy çimirildi : sahraya alabildiğine koştu. çimirilt- et. çimiril-den. çimirüü işs. çimir-den. çimkir- sümkürmek. çimkirik sümük. çimkiriktüü sümüklü. çimkirt- et. çimkir-den. çinöönük çinöbnük, r. “çinovnik” işyar, memur. çirçe = it konok (bk. konok ıı) çirele- 1. ayaklarını uzatarak, yatmak (hayvan hakkında) yahut kollarını, bacaklarını uzatarak yatmak; tuugan koy catıp alıp çireleyt : kuzulayan koyun yatıyor ve bacaklarını uzatıyor; 2. mec. gururlanmak, caka satmak. çiren ı, kuu çiren : haylaz. çiren- ıı, 1. gerinmek, gerginleşmek ; üzöngünü çirene tep : üzengiye, dizleri bükmeden gergin bacaklarla dayanmak; aşıgıç cumuştar çirengende gana : yalnız bun amüstacel işler zorladığı taktirde; 2. mec. kurulmak, övünmek. çiri- çürümek, bozulmaya başlamak. çirik çürük, bozulmaya yüz tutmuş; çirik liberalizm : çürük libarelleşme. çirit- et. çiri-den. çirke- takmak : birini ötekisine bağlamak; töö çirke- : devreleri katar şeklinde dizmek( birinin başını ötekinin gerisine bağlamak); töögö; çirke- : deveye yük yükletmek. çirkeş- katar halinde uzamak. çirkey sivrisinek. çirkin 1. menfur, murdar; 2. bu kelime sık sık teessüf, pişmanlik ifadesi için hizmet eder. çirkindik menfurluk, murdarlık. çirköö r. kilise. çirlit çirlit-çirlit : civciv (ufak kuşların ötmesi). çirtiy- çok arık olmak. çitçik r. (tabaat terimlerinden ). çiy ı, 1. çiğ ( yüksek,sert bir ottur ki saplarından hasır yapılır); çiydey bolup katıp ketti : yonga gibi kurudu; çiy but 1) ince bacaklar; 2) ince bacaklı 2. bu ottan yapılan hasır; 3. keçe evi kafesinin etrafındaki bu kabil hasır; kız —çiyden tışkarı ats. : kız-kesip atılan parçadır. çiy- ııçiy köbük bk. köbük : çiy temir.\n\n\nııı, 1. çizgi, hat çekmek; tersim eylemek; 2. kaydetmek (listeye geçirmek). çiyçe iskoçya bezi. çiydan çobanların üst giyimi ( ki yüzü yünlü kumaştan, astarı keçeden olur) çiydir- çizdirmek. çiye ı, vişne(yabani); kızıl çiyedey caş baldar : küçük çocuklar /başlıca öksüzler hakkında) : kızıl çiye muştaş : kan akıtıncaya kadar dövüşmek.\n\n\nıı, zor çözülen düğüm.\n\n\nııı= çiyele- çiyele- yahut çiyelep bayla- : adı (kadınca) düğüm yaparak bağlamak. çiyelen- mut. çiyele-den; masele çiyelendi : mesele çatallaştı; çeçüüsü çiyelengen masele : zor halledilir mesele. çiyeleniş zorlaşmak, zor halledilir duruma girmek. çiyelent- et. çiyelen-den. çiyil- 1. (çizgi) çizilmek; 2. yazılmak, kaydolunmak. çiyilüü işs. çiyil-den. çiyim 1. tersim; oyum-çiyim bk. oyum, 2. =çiyin. çiyin hat; çizilen yazılan nesne. çiyir = çıyır. çiyirdüü patikalarla alacalanmış; çiyirdüü col : (kar üzerinde) birkaç tane patikalardan meydana gelen yol ; çiyindüü-iyindüü : patikalarla ve inlerle alacalanmış. çiyki çiğ, ğişmemiş;gereği gibi pişmemiş; henüz olmamış, çiyki buyum yahut çiyki mal : ham maddeler. çiykil kırmızımtrak renkli (diyelim, yarı çiğ etin rengi); çiykil çükö : çiğ etten koparılan aşık; sarı çiğit : yanağı kırmızı olan delikanlı; kızıl çiğkil caş bala : yüzünden kan damlayan parlak çocuk. çiyleş- cün çiyleş- bk. cün. çiymay karşılıklıca kesişen hatlar. çiymayla- karşılıklıca kesişen hatlar çizmek. çiyme- 1. tersim edilmiş; oymo-çiyme bk. oymo, 2. kon. resim sanatı. çiymek çizgi, hat. çiymekey iymekey sözünün tekidir. çiymele- çizmek, çabuk çabuk yazmak. çiype iki tane müvazi sırıktan ve bunların arasına enine konulan değneklerden teşekkül eden gayet basit ve iptidai kızak. çobur adi, cins olmayan( hayvan). çoçko 1. domuz; 2. domuz eti. çoçmor = çokmor. çoçogoy çıkık duran. çoçoñdo- hareketleriyle bir çıkık, yüksek ve ince nesneyi hatırlatmak. çoçoñdot- et. çoçoñdo-dan çoçoy- çıkı duran şekilde bulunmak; topusu töönün örköçündöy bolup çoçoyup turat : tepesindeki takası devenin hörgöcü gibi duruyor; çoçoyup otur : çömelmek (insan hakkında) ; kıç ile oturmak (diyelim, köpek hakkında) çoçoyt- çıkık duran bir şeyin şeklini vermek; üymöktün töbösün çoçoytup çıgar- : ot yığınının tepesini sivrilterek çıkarmak. çoçu- 1. ürkmek; korkmak; 2. şişmek (şiş hakkında); bez çoçudu : bez kabardı, şiş belirdi. çoçula- kuşkulanmak. çoçun- (manaca) = çoçu ı; çoçunbay cortup, tün katkın folk. : korkmadan geceleri dahi yürü. çoçunçaak ürkek, korkak. çoçuñkura- kuşkulanmak. çoçut- korkutmak. çoçutuu korkutma. çoçuu korku; ürkeklik; bez çoçuu şişme; bezin kabarması. çoduray- = çuduray- çogol = çogool. çogoyno çogono, deve dikeni (bitki). çogul- toplanmak, yığılmak. çogult- toplanmak, yığmak; altı sözdün baş ayagın çogulta albayt : iki kelimeyi bir araya bağlamasını bilmiyor (harfiyen : altı sözün başını ve sonunu bir araya toplayamıyor). çogultul- toplanmak, yığılmak. çogultuş- müş. çogult-tan. çoguluş- yığılma, toplanma. çoguu beraber, toptan; çoguu barabız : hepimiz beraber gideceğiz. çok ı, 1. tayların yelesi kırkılırken bırakılan perçem, püskül; çok koy- : (yeleyi kırkarken) püskül, perçem bırakmak ; 2. püskül saçak; çok belboo es. : saçaklı kuşak (eskiden kırgızların hatırı sayılırları bu gibi kuşak kuşanırlardı) kızıl çok 1) mec. çin memuru; 2) es. mec. büro, kalem yanındaki atlı kavas.\n\n\nıı, yanan kömür : kor; çokko baylap öz canın folk. : canına acımayıp.\n\n\nııı, çok-çok et- : hakkını istemek; itaatsizlenmek. çokço tümsek : tümselen her hangi bir nesne : çokço sakal : sivri sakal. çokçogoy tümselip duran; çıkık kalkık duran. çokçoñdo- birisinin üzerine yumruklerını saldırır gibi dövmek isteyerek vucuduyla zıplar gibi hareketler yapmak. çokçoy- = çoçoy- çokmor topuz, ucunda top bulunan değnek, sopa; ura albagan çokmor öz başıña tiyet ats. : vurmasını bilmeyenin topuz kendi kafasına iner. çokmorokto- yığın halinde yoplanmak, kalabalık teşkil etmek; bulut çokmorotkop, uyup turat : bulutlar toplanıyor. çokmoroktoş- müş. çokmorokto; el çokmoroktoşop çogulup turat : halk yığın yığın toplanıyor. çoko = çoçogoy. çokon ordo oyununda kaybedene verilen mütemmim vuruş hakkı (bk. ordo 3). çokondo- çokondop kal (ordo oyununda kaybeden kimse hakkında) : az vuruş mikdarına malik olmak yahut başka oyuncudan ilave vuruşlar hakkını elde etmek. çokoñdo- = çoçoñdo-. çokoy ı, tek parça deriden dikilen bir çeşit ayakkabı, ayak sarmaya yarayan işlenmiş deri parçası. çokoy- ıı = çoçoy-. çokoyluu 1. çokoy taşıyan adam bk. çokoy ı) : 2. mec. fıkara. çokto- ı, saçakla süslemek.\n\n\nıı, kızdırmak (diyelim, fitilli tüfeği). çoktolun ı= çoktu ı. çoktoluun ıı, (karş. çok ıı) bir parça yıkılmış; mıltıktarı oktoluu, milteleri çoktoluu folk. : tüfekleri kurulmuş, fitilleri kızdırılmış. çoktuk = çok ı 2. çoktuu ı, kalkık; tümseldi.\n\n\nıı, korlu. çoku ı, 1. kafatepesi kemiği; tepe; dağ tepesi; eñ çokusunda : tam tepesinde; burç çokusu mat. : açının (zaviyenin) tepesi; kök çoku mec. : koca serçe : görmüş geçirmiş (harfiyen : gök tepe); çokum barda mal cokpu ? ats. : baş sağ olursa, ekmek bulunur (harfiyen : bende tepe bulundukça mal bulunmaz mı hiç ? ); 2. dağ sırtı. çoku- ıı, çöplenmek; gagalamak; karga karganın közün çokubayt ats. : karga karganın gözünü çıkarmaz. çokul- mut. çoku- ıı den. çokun- 1. ıstavroz çıkarmak (haç işareti yapmak); 2. vaftiz olmak, hıristiyanlığı kabul etmek. çokuş- gagalaşmak; hep beraber çöplenmek. çokut- et. çoku- ııden. çol- yolmak, koparmak, kazımak; közün çolup alam : gözünü çıkaracağım; çolup söylöyt : kesik kesik konuşuyor (uzun bir sözden rastgele çıkarılmış kesik, saçık cümleler söylüyor). çolçoñdo- sarhoş ağzı gibi dolaşmak (dil, dudaklar hakkında). çolçoñdot- et. çolçoñdo-dan; masbolup, oozun çolçoñdotup, birdemelerdi kıykırıp : sarhoş olarak rabıtasızca dilini döndürerek, bir şeyler bağırıyordu; oozuñdu çelçoñdotpoy otur : saçmalamadan otur! çolo 1. firsat; boş vakit, serbest zaman; ara çoloda cazat: arada, işten boş kaldiği zamanlarda yaziyor; çolo tiybeyt: vakit yok; boş vakit yok; çolo tiyse: vakit olursa, boş vakit bulunursa; bekerdin çolosu cok ats. : işsizin boş vakti yoktur; 2. aralikli olan; çolosu cok aydalgan cer: baştan başa sürülmüş olan, araliği bulunmiyan toprak; bulut ala-cer çolo ats. : bulut aralikli olursa (seyrek olursa) toprak da alaca olur (baştan başa otla örtünmez); tulu boyuman çolo kaltirbay karap aldi: o beni tepeden tirnağa kadar süzdü. çolok 1. tek kollu, çolak, tek bacakli; 2. kuyruksuz; kisa kuyruklu; çolok kiyim: kisa (avrupa biçimi) giyim; çolok ton bk. ton i; çolok caş bk. çaş 5: 3. kötü ve gayet arik at. çoloo = çolo. çoloolo- : çoloolop barip bir cibitka baş katti: bir parça uzaklaşarak (bir yana çekilerek) bir çukurda saklandi; ara- çoloolop arada bir; firsat buldukça. çoloosuz baştan başa: çeçek çoloosuz çıktı: çiçek (bütün vucudu kaplayacak surette) çıktı. çolpon zühre yıldızı: colpon ata bk.ata ı. çoltoğoy = çoltoñ çoltoñ sarkık duran (her hangi bir kısa nesne hakkında); kısa giyim: kesik uzuv: coltoñ at: kuyruğu kesik at; çoltoñ teminip: ayakları ile kesik kesik tepinerek (diyelim,süvarinin atın böğürüne tepmesi gibi). çoltoñdo- hareketlerinde kütüğe benzemek; kütük gibi sallanmak (diyelim, atın kesik kuyruğu, dirseğe kadar kesilen kol gibi). çoltoñdot- et. çoltoñdo-dan. çoltoy- kısa kuyruksuz (güdük) gözükmek, çoltoyğon beşmant: kısa etekli (avrupa biçimi) palto çolu ı= çulu çolu- ıı: çolup öt: temas etmek, arada bir fikir söylemek, tenkit etmek: çolup ötmö: fıkra (gazetede); söz arasında söylenen rasgele fikir; kılğan işterinen azıraak çolup ötölü: yaptığı işlere bir parça temas edelim; çolup kir- çullanmak. hiddetle üzerine atılmak. çomul = çömül- çomun r. kon. körü-körüne (kağıda bakmadan) oynamak (iskambil oyunuda). çoñ 1. büyük ulu: çoñ kuban- pek fazla sevinmek, kıvanmak: közün çoñ açtı: gözlerini faltaşı gibi açtı; 2. büyük (yaşça) 3. amir. çoñbut uyuz develeri tedavi ederken kullanılan zehirli bir bitkinin adıdır. çoñduk ı. büyüklük, cesamet; bulmağa çoñdup kılat: bu bana büyük geliyor (diyelim, elbise ayakkabı hakkında): çoñduk kılba! çalım satma!; 2. mat. kemiyet çektüü çoñduk: mahdut kemiyet; çeksiz çonduk: gayri mahdut kemiyet; turaksız çoñduk: değişik kemiyet; turaktuu çoñduk: daimi kemiyet; ölçönbös çoñduk: ölçülmez kemiyet; ölçönör çoñduk: ölçülür kemiyet; çektelgen çoñduk: mütenahi kemiyet; nukra çoñduk: mutlak kemiyet. çoñko oñko sözünün tekidir. çoñoy- büyümek, artmak çoñoyt- büyütmek; arttırmak çoñoytul- mut. çoñoyt’tan çoñoytuu büyütme, arttırma çoñoyuu büyüme, artma çoñsun- kibirlenmek, kurulmak; çalım satmak, burun şişirmek, kendini büyüksemek (insan hakkında) çontoy : ok çonto= okçontoy. çoo tabanın çatlamasından ibaret olan deve hastalığı. çoo baskan (hayvan, insan hakkında): ihtiyar, yaşlı çooçu = çoçu çooçula- = çoçula çooçun 1. yabancı, yat; çooçun kişi: yabancı adam: çoaçun ayıl: yabancı avul, köy: 2. mutat olmıyan, garip, tuhaf. çooçura- yabancı gibi hareket etmek, tevahhuş etmek, ürkmek çoonuk- tecrübe edinmek; pişmek; çoonukkan tecrübeli, mazbut (adam) çoor kaval: çoor tart-: kaval çalmak: çoor tarttır-: kaval çaldırmak. çoor kuuray: melek otu. angelica çoorçu kaval çalan çoorlo- (rad.) kaval çalmak. çop öpüşme sesini taklit :şap: çop et- : dil ve dudaklarla şap sesi çıkarmak; çop ettirip öp-: şap diye öpmek çopdor (destandan) bir çeşit ayakkabı çopkut zırh gömleği çopo ıbalçık, toprak; kızıl çopo: kızıl balçık : kara çopo: kara toprak\n\n\nıı«ço» ile başlıyan sözlerin önüne takviye için katılır: çopo çogu: toptan, hep birden, tamamiyle çopulda- şaplamak (öperken dudağın ses çıkarması hakkında). çopuldaş- müş. çopulda-dan çopuldat-et . çopulda-dan; çopuldatıp öp-: şaplatmak (ses çıkararak öpmek): çopuldatıp em-: şap şap etmek. çor ı. kul ,köle\n\n\nıı. 1. katılaşan şiş, ur; kemik üzerindeki lahmi zait; kırılan kemiğin bitişen yerindeki tümsek; nasır; çor taman: nasırlı taban; 2. koşumda yarım küre şeklinde madeni süs; 3. iki şeyin birleşmesinden hasıl olan kalınlık (diyelim, kayışların uçları birleştirilerek dikildiğinde) kuyuşkandığ çoru kuskun kısımlarının birleştiği yerdeki tümsek çorbo atın dudaklarına vurulan kıskaç çorbolu- atın dudaklarına kıskaç vurmak. çorbolot- atın dudaklarına kıskaç vurdurmak çorbu = çorbo. çorçoy- bir parça kabararak, fiyango şeklinde bükülmek (dudaklar hakkında). çorçoyt- et. çorçoy’dan çordon suyun yerden çıktığı mahal, kaynak. çordot- kabartma nakışlarla kaplamak. çorduu urlarla, nasırlarla, lahmi zaidlerle kaplanmış; çorduu kol : nasırlı el. çorğo emzik (çaydanlıkta) ; musluk; kapka çorğo: basit iptidai imbik çorğolo- çorğolup kuy-: (çaydanlığın) emziğinden, musluktan dökmek. çorkok maharetsiz, beceriksiz; işke çorkok: işe beceriksiz; sözgö çorkok: söze beceriksiz; çorkok kişi töönü caza muştayt ats. : beceriksiz kimse deveye bile yumruğunu isabet ettiremez çorkoktuk meharetsizlik. çormok turp kömürü (bk. çım. ı). çormoñdo- hareketlerinde kalın dudaklı ve sukuti adama benzemek. çormoy- kalın dudaklı ve sukuti olmak; (kalın) dudaklarını şişirmek ve ciddi görünmek. çormoyt- (kalın) dudaklarını boru şeklinde şişirmek; erdin çormoyttu: kalın dudağını şişirdi. çornoboy r. «çevnovoy» : müsvedde, karalama. çoro tar. (prens soyundan) oğlan,delikalı; (bahadıran) muharibi; kün tiygen cerdin çorusu mec. : dönek (hislerinde sabit olmiyan). çort ı, kesik ve ani hareketi taklit sözü; çort kes: kesivermek, kesip almak; çort sın-: dümdüz kırılmak; çort ayt-: doğruca, keskin bir şekilde söylemek; münözü çort cürgün kişi: çabuk kızan kimse.\n\n\nıı. r. şeytan,cin çorto- = çort ı: çorto kes: kesivermek. çorton (rad.) turna balığı. escidae. çortoñdo- = kortoñdo- çortoy- = kortoy-. çoş r. ince tahta, padavra. çot ı, r. hesap aleti\n\n\nıı, baltacık. çotala ı. f. oyuncuların ev sahibine oda yahut oyun kagıdı mukabilinde verdikleri ücret.\n\n\nıı. fitilli tüfek. çotor = çotala ı. çotto- hesap aletiyle hesaplamak. çoturañda- hareketlerinde kısa boylu vetıknaz adama benzemek. çoy ı, sert, bekilmiş, pek: çoy bol- katılaşmak, bekişmek çoy kulak işittiklerine aldırmayan, vurdumduymaz. çoy- ııçekmek, uzatmak. çoydur- et. çoy ıı, den. çoymo uzamış; uzayan elastiki: çoymo tokoç: gevrek (bol yağda kızartılmak suretiyle yapıla bir nevi hamur işi). çoynok topal (başlıca kıraklar hakkında). çoynokto- aksamak topallamak. çoyokto- nazlanmak, kırıtmak, çoyoktogon: kırıtmayı, nazlanmayı seven. çoytoñdo- hareketlerinde kısa bacaklıya benzemek. çoytoy- 1. kısa bacaklı gözükmek; 2. küçücük ve derli toplu olmak; çoytoyup ötük kiyip alıptır: (derli toplu dikilmiş) çizmeyi giydi. çoyul- uzamak, gerilmek. çoyun dökme demir, font, çöygen; çoyun baş: topuz; dökme veya demir başlı sopa, çomak (silah). çoyuştat- : oozun çoyuştatıp folk.:dudaklarını bükerek. çöböğö yağ ertirken kalan tortu. çöbürö 1. (karş. çürpö) : ufak tefek şeyler; tooktuñ çöbürölörü: civcivler, piliçler; çöbürölörüm: yavrularım. çöbürü- ıı: çöbürögön mayda baldar: çocuklar, çoluk çocuk. çöçö f. civciv, piliç. çögöl bozkır kartalı nevilerinden biri. çögölö- = çögöölö. çögöölö diz çökmek: çögöölöp otur-: dizleri bükerek oturmak. çögör- 1. diz üstüne düşürmek, çökermek; töö çögör: deveyi çökermek (deveyi diz üstüne düşürmek) ; buura çögör- : puguru dişi deve çiftleştirmek; 2. batırmak (suya, mayie dardırmak) ; ezmek; tebeteydin töbösün çögör kalpağın tepesini ezmek; sırtına altın çögörgön folk. : üstünü altınla işlemişti. çögörmö küçük çukur, oyuk. çögörül- mut. çögör-den. çögörüü işs. çögör-den. çögöt daldırma, çökertmiş, dalmış batırılmış; köñülü çögöt bolbosun: gönlünü dert sarmasın; köñülün çögöt kılba! : hatırını kırma, gücendirme! çögöl- mut. çök- ıv ten. çök ı, 1. deveyi çökermek için böyle haykırırlar. ; 2.= çay ıı (fakat develer hakkında) ; çök tüşüp otur= çögöölöp otur (bk. çögöölö) .\n\n\nıı, 1. orompoy (bk.) oyununda daire; çök baytal (orompoy oynarken kullanılan ibarelerden biridir): kısrak, daireye gel! 2. finish; yaya yada at üzerinde koşanların yarışı biterecekleri son çizgi.\n\n\nııı= teste. çök- ıv 1. çökmek, dizler üzerüne düşmek (deve hakkında) ; 2. dalmak; suuga çöktü: suya daldı; köönö çökkön: gönlü çökmüş, kederli, muğber, darılmış; 3. kocayıp kuvvetten düşmek, çökmek: çögüp kalgan abışka: kuvvetten düşmüş ihtiyar. çökö ı. (rad.) çin memurlarının kalpağındaki yuvarlak düğme.\n\n\nıı. çökö taan bk. taan ı çökölüü (rad.) kalpağında kürekcikler bulunan. çöktür- dizleri üzerine düşürmek, çöktürmek (deveyi); buuraga çöktür- ; dişi deveyi erkeye çektirmek. çöl 1. çöl, step; ova; 2. karakuş nevilerinden biri; böksönüñ çölü: çöl denilen karakuşun tâli nevilerinden biri. çölçük küçük su birikintisi, gölçük. çöldö- susamak. çöldöt- susatmak. çöldüü çöle mensup, ovaya ait. çölkö bölge. çömölö ı, küçük kuru ot yığını. çömölö- ıı, kuru ot «çömölö» kılığında yığmak. çömölöt- et. çömölö- ıı den. çömör- batırmak, daldırmak; suuga çakanı çömördö; kovayı suya batırdı. çömüç kepçe, çömçe, çömçek. çömül- dalmak; yıkanmak, banyo almak; terge çömül- : ter içinde kalmak, ter dökmek. çömülüü işs. çömül-den. çömüt- batırmak, daldırmak. çömütüü batırma, daldırma. çöndölöy dağ faresinin yavrusu. çöñör büyük kıymık (kaba ot, kamış kırıntısı). çönök şerit şeklinde uzanan toprak yığını; yılankavi sırt; hendek, çukur; arık çönögö köp cer: arkları, hendekleri çok olan yer. çöntök cep; töş çöntök: göğüs cebi; can çöntök: yan cep. çöntökçü yahut çöntökçü uuru: yankesici. çöntöktüü cepli: töş çöntökyü köynok: göğsünde cebi bulunan gömlek. çöö 1. kızıl kurt; çakal; çöödöy sarı: büsbütün kızıl; çööçö katkırba: çakal gibi kahkaha atma; 2. bir oyun adıdır (karanlık çöktükten sonra oynanır). çööçök = çöyçök. çöögün çaydanlık (su kaynatmak için). çöölmök çömlek; ak çöömlök: geceleyin oynanan çocuk oyunu. çöölü- 1. artık yaralamayıcak ve vurmıyacak (kurşun, ok hakkında); çöölügön ok eken, arcağına ötpöy kaldı: kurşun süratini artık kaybetmişti, hedefi delip geçmedi; 2. tenbel, yorgun koşmak (at hakkında). çööt yağmur ve benzerlerinin biriktiği küçük oyuk. çöp 1. ot, kuru ot; çay çöp: latince adı hypricum olan bir bitki (ş. sami’ye göre: koyunkıran, kılıçotu: m.) ; aram çöp: iris (ot); tıyın çöp: ebegümecinin bir çeşidi: teñge çöp: arslan paçası; alchemilla vulgaris (ot): sen cürgön cerge çöp çıkpayt: senden iyilik beklenmez (harfiyen: senin gezdiğin yerde ot bitmiyor): közgö çöp sal: (karısına, kocasına) ihanet etmek; (harfiyen: göze ot salmak); men anın sarı izine çöp salam: ben onu ne pahasına olursa olsun arayıp bulacağım (harfiyen: ben onun sarı izine ot koyacağım): çöpçar: çörcöp ufak ot döküntüleri; çöp; 2. hayvanlarda son, döleşi (bu mana ile yalnız üçüncü şahsın bitişik zamiri ile kullanılır); koydun çöbü: koyunun sonu (karş. ton ı) . çöpcü ot biçmekle ve yığmakla meşgul olan. çöpkana k-f. kuru ot anbarı. çöyçök (başlıca, çocuklara has) küçük çanak; sır çöyçük: sırlı (boyalı) çanak; kara cıgaç çöyçök: boyasız ağaç çanak; çöyçök al- mec. (at hakkında): pek fazla semirmek (şöyleki sağrısında oluk peyda olur). çöyçökçü çöyçök (bk.) yapan usta. çöyrö daire, çevre; çöyrösündö: etrafında. çöyröl = çöyrö. çöyrölö- etrafta hareket etmek; uşu tegerekte ele çöyrölöp cürdüm: şu civarda dolaşak gezdim. çu ı, bk. çı.\n\n\nıı= çü ıı. çuba- katar halinde gitmek, biribiri ardınca gitmek. çubak 1. şua (şuvağ): kündüñ çubağı: güneşin şuaı: 2. (rad.) sıcak. çubukta- sürüklenmek. çubal- sürüklenmek; sürünmek; yavaş adımlarla yürümek; cibi çubalıp baratat: (o gidiyor) peşinden ipi sürükleniyor. çubalakta- it. çubukta-dan. çubalçı- uzamak; uzun mesafeye uzanmak (birbirinin peşinden) çubacıgan kalıñ töölüü köç kele atat: çok develi büyük göç katarları geliyor; çubalcıp titin buudaktayt: duman buram buram yükseliyor. çubalçıt- et. çubalçı-dan. çubalıñkı hafifçe sürüklenen; çubalıñkı sakal: bir parça karışık sakal. çubalt- sürüklemek; köynögön çubaltıp uzun kılgan eken: (o kadın kendine) sürüklenen uzun elbise yapmış; çubalta caz- : uzun uzadıya yazmak. çubaltuu işs. çubalt-tan. çubama uzamış; uzayıp giden, dizi. çubatuu işs çubut-tan; attı çubama ğana col: üzerine yalnız dizi halinde yürümek kabil olan yol.\n\n\nişs. çubat-tan; attı çubatuuğa sal-: (yarışlardan önce) atları seyircilerin önünden dizi halinde geçirmek. çubaş- müş. çuba-dan çubat- ı= çubatun.\n\n\nıı birbirinin peşinden, dizi halinde yürütmek; koydu çubatıp sana: koyunu biribiri ardınca geçirerek saymak; koy çubat (tar.): koyun sürüsünü geçirmek (bu bir cezadır, ki bu cezaya çarpacak kimseyi yatırarak etrafını dikenlerle çevirirler yahut onun gerilmiş bacaklarını ve kollarını kazıklara bağlarlar ve sonra üzerinden koyun sürüsünü geçirirlerdi). çubur- uzamak; akmak; tane tane dökülmek; dizi halinde yürümek. may slaadan çuburup turat: yağ parmakların arasından akıyor; baarı kötünön çuburdu: hepsi onun peşine takıldılar. çuburma üzerinden yalnız dizi halinde geömek kabil olan patika. çuburt- et. çubur-dan; şilekey çuburt-: salya akıtmak; caş şuburt-: gözyaşı dökmek. çuburult- = çuburt; aytkan sözün oyunan çuburultup: söylediği sözünü gereği gibi düşünerek, teemmül ederek. çuçkak = çukak. çuçuğuy dar,vücudu sıkı saran (giyim hakkında). çuçuk 1. sucuk; çoçko çuçuğu: (domuz sucuğu; taydıñ çuçuğu: tay etinden yapılan sucuk; çuçuktay bolup semiriptir: pek fazla semirmiş; sözüñ çuçukka tiydi: sözünle iğneledin: 2. hamutun simidi: 3. ilik. çuçuy- dar olmak, vücudu sıkı olmak (giyim hakkında); çuçuygan tar şım: bacakları sıkan dar pantolon. çudurañda- kımıldamak,hareket etmek (küçük, şişmanca çocuk hakkında) çuduray- küçük tepe gibi gözükmek; çudurayğan bala: gürbüz çocuk. çugoy- (çü+goy) sürmek, haydalamak: mahmuzlamak: üyün közdöy çugoydu: (süvari) atını evine doğru sürdü. çuk çak ııı. sözünün tekidir. çukak çocuksuz, kimsesiz, yersiz, yurtsuz. çukçuy- zayıf, arık gözükmek, çukoy = çugoy. çuku- kazımak, kazıyıp çıkarmak, oymak; murun çuku-: burnu karıştırmak; çukuğunday kep tapkan: yerinde sözü çabucak buldu, derhal intikal etti, farkına vardı. çukul 1. acele, müstacel; sıra dışı, fevkalâde; çukul sıyaz: fevkalâde kongre; çukul mildet: geciktirilmez vazife, askerce iş; 2. kendini zabtedemiyen, çabuk kızan: keskin, atılgan; çukul bura tar- : birden çevirmek; çukul buruluş: kat’i dönüş, dönüm; çukul coop: kısa ve keskin cevap; çukuldan: birden, ansızın; çukuldan kayrıldı: birden, ani olarak döndü; çukuldan katuu çoçup ketti: beklenilmiyen halden gayet korktu; çukulunan ayta saldı: kısa söyledi, inceliklere girişmeden, işin özünü anlattı; 3. yakın; canına çukul kelgende: yanıma çok yakın geldiğinde; koş çıgarına çukul kaldı: ekim zamanına az kaldı; çukul münöt içinde: en kısa bir zaman içinde; çukul cerden bk. cer ı. çukulda- ı. çınlıyan, madeni sesler çıkarmak; 2. ötmek (ular hakkında)[*] çukulduk ı, sivri kazma, külünk, balka çukulduk: bir köpeğin adıdır.\n\n\nıı, 1. acele, anilik; 2. katilik; 3. yakınlık. çukur çukur, oyuk; bir kazanı andıran derin dere; may çukur: kulak arkasındaki çukur (kulak memesinin altındaki). çukuran- inleyişe benzer bir ses çıkarmak (mes. yeni uykudan kalkan adam hakkında); hafifçe melemek (mes. yeni kuzılayan koyun hakkında): çukuranıp oygonup folk. : oynıyarak ve inliyerek. çukuray çukurlaşmak (mes. yanaklar hakkında); közü üngüröyp caağı çukuraydı: gözleri battı, yanakları çukurlaştı. çukurayt- et. çukuray-dan. çukuraytuu işs. çukurayt-tan. çukurla- : may çukurla- : (dövüşte) kulak arkasındaki çukura basmak. çukurlat- çukur açmak. çukurlatuu çukur açma. çukuş- müş. çuku-dan; karşılılıca kazmak. çukut- et. çuku-dan. çukuur kazma aygıtı: tiş çukuur: diş kazgıç, hilal; kulak çukuur: kulak kazma için küçük çubuk. çulçuğuy 1. şişkin yanaklı, 2. kalın suratlı. çulçuk = çulçuğuy. çulçuy- şişkin gözükmek (yanak hakkında). çulçuyt- et. çulçuy-dan; caagıñdı çulçuytpa; yanağını şişirme! çuldu kırıntılar; eti kemirilmiş olan kemik; güdük, küt (mes. fazla kullanılmış olan kazma gibi). çulduk çulluk (kuş); töö çulduk gagası orağa benziyen bir nevi çulluk biy ats.: koyunun bulunmadığı yerde keçiye abdürahman çelebi derler (harfiyen. : ördek bulunmadığı yerde çulluk hüküm sürer) çuldur söylerken bazı sesleri, mes. «r» yi, iyi telaffuz edemiyen dığdığı. çuldura- 1. bazı sesleri gereği gibi söyliyememek; 2. çetrefil bir dille konuşmak; al kıtayça kiçine çuldurayt: çince çatra patra konuşuyor. çulduroo işs. çuldura-dan. çulğa- kuşatmak, sarmak; orup çulğa: sararak örtmek, bürümek, her yanda örtmek; tegerektep çulğap al: her yandan sarmak, kuşatmak. çulğan- sarınmak, bürünmek. çulğu- yürümek arzusuyla başını sallamak (at hakkında). çulğur ateşte kızdırmak suretiyle delik açmak için kullanılan demir çubuk. çulğut- et. çulğu-dan. çulp suya düşen nesnenin çıkardığı sesi taklit; çulp et- : «çup» diye ses çıkarmak (mes. suya atılan taş hakkında). çulpulda- «çulp» sesi çıkmak. çulu sağlam; dayanıklı; tıknaz; som (yekpare); çulu kişi: sağlam, güçlü kuvvetli adam (ihtiyarlığına kadar zindeliğini, gücünü muhafaza eden kimse) ; çulu söök: som (kof ve borumsu olmıyan) kemik. çuluk kısa kulaklı (koyun kuzu hakkında). çuluy- adaleleri sert, kendisi sağlam olmak; tıknaz, güçlü kuvvetli kimseye benzemek; tay bukaday çuluyup mec. (sağlam, kuvvetli) öküz (tosun) gibi. çumdur- daldırmak. çumku- dalmak (suya). çumkut- = çumdur. çumu- = çumku-. çunak kulaksız; kesik kulak; tek kulaklı; atasın (yahut enesin) cutkan çunak küç. : meş’um (harfiyen : babasını yahut anasını yutmuş: öksüze işte böyle söverler). çunañ ; kulağın çunañ-çunañ ettirip: (at hakkında); kulağını kısarak. çunañda- kısılmak (ısırmaya hazırlanan atın kulağı hakkında). çunañdat- et. çunañda-dan; at kulağını çunañdatat: at kulaklarını kısıyor. çunay- 1. çok kısa yahut çok kısılmış gözükmek (kulak hakkında); 2. kulağını kısmak (at hakkında); 3. mec. hırslanmak; 4. acıklı bir görünüşte bulunmak. çunayt- et. çunay-dan; kulak çunayt- : kulak kısmak (mes, ısırmak isteyen at hıkkı). çuñkul batık, oyuk; çuñkul köz: batık göz, batık gözlü adam. çuñkur çıkur; oyuk; may çuñkur mec. sağmal inek. çuñkuray- çukurlaşmak, oyulmak. çuñkurayt- et. çuñkuray-dan. çuñkuraytuu işs. çuñkurayt-tan. çuñkurçak oyuk; çup-çuñkurçak kıl: temelinden yıkmak. çup «çu» ile başlayan kelimelere takviye için katılır (bk. çuñkurçak). çupulda- çamurda gezerken, yahut suya bir nesne düşerken «cup» diye bir ses çıkmak. çur 1. aşık oyunu terimi (orta asyadaki rus çocukları lisanında bunun yerine «nalipuk» sözü kullanılır); çur karmadım yahut çurum karmadım «nalipuk» u aldım; 2. bağırmalar; şamata; çur dey düştü: birden bağırdı; kulağı çur dey tüştü: birden kulağı çınladı. çura ı. bir hastalığın adıdır. çura- ıı. koşmak, kaçmak. çurat- koşturmak, kaçırmak. çuray : cuka çuray 1. kasık (hayvanlara kasıkta art ayağı gövdeye bağlıyan ince deri); 2. avret (uvut) yerleri. çurka- = çura ıı; kanı boyuna çurkadı: kanı kaynadı. çurkaş koşma, koşu. çurkat- = çurat. çurku fıtık. çurkulda- fışlamak (tahammur sırasında). çurkura- = çurulda. çurkuraş- müş. çurkura-dan. çurmuy- somurtmak; surat asmak; şişkin olmak (dudaklar hakkında). çuru çuru-çuu: gürültü, arbede; çuru-çuu tüşüp ıylap atat: çığlık kopararak ağlıyorlar; koy çuruuçım tüşüp maarap: koyunlar meliyorlar (kalabalık koyun hakkında). çurulda- : çuruldap ıyla- : yüksek sesle ağlamak (birkaç kişi hakkında); çuruldap oyno: bağıra çağıra ve gayet canlı bir surette oynamak. çuruldat- et. çurulda-dan; it çuruldat- : köpeği kışkırtmak; it çuruldatkan kim? : köpekler kime havlıyorlar? çutur çatır ıı. sözünün tekidir. çuu çığlık, gürültü: çuu talap ket-: soyup soğana çevirmek; çuru-çuu bk. çuru: anın çuusu basılbadı: onun hakkında dedikodular, lakırdılar kesilmiyorç çuuda uzun deve yünü (dizlerde, boyun altında). çuul büyük patırtı, arbede, çığlık. çuula- çığlık koparmak. çuulaş müş. çuula-dan. çuulat- et. çuula-dan. çuulda- uğuldamak; kulağın çuuldayt: kulağın uğulduyor. çuuldat- et. çuulda-dan; beş-altı iret çuuldatıp mıltık atıldı: beş altı defa tüfekle ateş edildi. çuulğa = çuul. çuulğanduu bağırgan: sövmeyi seven; arbedici. çuur- = çuuru-: közünün caşı çuurdu: göz yaşları döküldü. çuuru- dizi halinde yürüyüp gitmek, hareket etmek. çü ı. bk. çı.\n\n\nıı. deh; (atı yürümeye zorlama haykırış): çü de= çüdö; çü degen cerden: birden, bir çırpıda: uzun boylu düşünmeden: çü koy- bk. çuğoy. çüç ak çüç, : sağ ol; (aksıran adama iyi dilek). çüçkür- aksırmak. çüçkürt- aksırtmak. çüçkürük 1. aksırık: 2. bir bitki adıdır. çüçtö = çüstö çüçü ı: çüçü kulak karma (çocuk oyunlarında iki kura çekilirken) «ebe» yi çıkarmak (biri tükrük ile ıslatılmış olan iki parmağa bakarak). çüçü- ıı: fiziyolojik, hele şehvetlik uyanışın en yiksek noktaya çıktığını söylemek. çüçülö- (atı) tekrar, sık sık haydamak yürütmeye çalışmak. çüçülöö (atı) haydalamak. çüçülöt- (atı) haydalatmak. çüçülötüü işs. çüçülöt-ten. çüçün- düş azmak, ihtilam olmak. çüçüt algını çüçüt- bk. algı ııı. çüçüü !, oğlakları çağırma haykırışı. çüdö- haydamak, (atı) yürümeğe teşvik etmek. çükçüñdö- büzülerek, kıvrılarak yürümek (zayıf insan hakkında). çükçüy- büzülmek, kıvrılmak (zayıf insan hakkında). çükö aşık (koyunun yahut keçinin diz kemiği); bettiñ çükösü: elmacık kemiği. çükürü balçuuran (bk) denilen bir bitkinin köküdür, ki bundan, koyun postunu boyamak için kullanılan bir sarı boya çıkarılır. çüldürö- (rad.) : anlaşılmaz bir tarda konuşmak; hezeyan söylemek; yabancı, anlaşolmayan bir dille konuşmak. çülük öküzün burnuna geçirilen ağaç halka; çülük bolup iyilip turat: dört büklüm olup duruyor. çümböt yüz örtüsü (peçe); çarşaf. çümböttö- yüzü peçe ile örtmek. çümböttüü (kadın hakkında) peçeli. çümkö- örtmek, baştanbaşa kapanmak.; çümkön- örtünmek; örtülmek;başına kadar örtünmek; paltoyu başına çekmek. çümkönüü işs. çümkön-den. çümköt- et. çümkö-den; tündük çümköt: sobanın duman deliğini kapatmak. çümkü- dalmak, batmak. çümür- çimir. çümürük = çimirik. çünçü- takatten düşmek, bitkin bir hale gelmek (fakir düşmek, üstbas örselenmek ve s.). çünçüt- et. çünçü-den. çünçütüü işs. çünçüt-ten. çünçüü işs. çünçü-den. çüpürök paçavra. çürçüt başka dinde bulunan, putperest. çürgö- itinasız yapmak, üstün körü, şöyle böyle yapmak; arı-beri çürgöy saldık: şöyle böyle yaptık. çürmüy- küçük boru şeklinde bulunmak (bilhassa, küçük boru şeklinde çekilmiş olan ince dudaklar hakkında). çürök 1. birn evi yabani ördek, bağırtlak, anas querquedula; 2. ördek (dişisi) ; 3. dilberin vasfı olarak kullanılır. çürpö (karş. çöbürö ı) 1. piliç; 2. mec. çocuk; çürpölör: küçük çocuklar; çürpölörüñüz caksı turabı? : çocuklarınız sıhhatta mıdırlar? çürtügüy küçücük ve buruşuk (yüz hakkında). çürüş ı, buruşuk; kıvrılmış; büzülmüş; çürüş buuday: buruşuk buğday (tok olmıyan buğday tanesi). çürüş- ıı. buruşmak, kıvrılmak büzülmek. çürüştür- et. çürüş ıı-den. çüş = çüç. çüştö ince beyaz patiska; çüştödöy ak: bembeyaz. çütkör büyük kirpi: hystricidae; çütkördey: küçücük ve buruşuk; beti çütkördey: kuzugöbeği denilen mantara benziyen; yüzü kuzu göbeği gibi (sövme). çüülü = çüylüü. çüygün 1. semiz yağlı (hayvan hakkında); soğumuñ çüygün bolsun: kestiğim hayvan yağlı olsun; (istikbal için hayvan kesene iyi dilek); mugaddi, besleyici (et hakkında). çüygündö- semiz techiz etmek; kazanıñdı çüygündöp as! : yemeğini, tencereye yağlı et atmak suretiyle pişir! : etti çüygündöp ber! etin, yağlı ve lezzetli parçalrını seçerek ver! çüygündöy- et. çüygündö-den; kazanıñdı çüygündötüp astırçı: yağlı et pişirtsene! çüylü ı, 1. ensedeki büklümler (öküzde ve şişman insanda) ; 2. ense çukuru.\n\n\nıı= çüylüü. çüylüü latince adı astur palumbarius olan bir çeşit atmaca. çüyrü- kırıştırmak, buruşturmak. çüyrül- buruşmak, kırışmak. çüyrüy- memnuniyetsizlikten burnunu buruşturmak; memnun olmayıp yüzünü buruşturmak; hoşnutsuzluktan yüzünü ekşitmek; ötügü (yahut ötügünün tumşuğu) çüyrüyüp ketipurr: çizmesinin burnu kalkık duruyor. çüyrüyt- et. çüyrüy-den. çüyünçü = süyünçü. çüyür- = çüyrü-, murdun çüyürdü: burnunu buruşturdu. da de da (dahi); keza; sa dahi; gerçi; meni da, seni da: beni de seni de; sen da barasıñ: sen de varacaksın; eç kim suragan da cok: kimse sormdı bile; söz da bolboğon: lakırtısı bile geçmedi; bir da birin bilbeysiñ: sen onlardan hiçbirini bilmiyorsun; bu hususta senin haberin yoktur; ar bir adım attağan sayın uşul körünüş elestedi da turdu: her adımda şu levha göz önüne geldi de durdu; kim da bolso: kim olursa olsun; kaçan da bolso: ne zaman olursa – olsun; her vakit; beker berse da albaym: bedava verse dahi almıyacağım; bir da bk. bir,: bilgeniñ uşul eken da! : bütün bildiğim şu imiş, ha!; ceyeri ele et da: yersen et yemeli; ança da caman emes: o kadar da fena değil. daa ı= dağı. daa- ıı, cür’et etmek; cesaret etmek; atılmak; seniñ cürögüñ kantip daayt? : nasıl cesaret ediyorsun?; nasıl korkmuyorsun?; baruuğa cürögü daabayt: varmaya cesaret vermiyor; men ağa daap tiye albadım: ben ona dokunmaya cesaret edemedim. daağı = dağı. daakan = dubakan. daakı (karşı. dakı) 1. ilkbaharda tülememiş olan hayvanın üzerindeki yapağı: daakısı tüşölök tay: henüz tülememiş olan tay; daakı cünün taştadı: yapasığını attı: tüledi (hayvan hakkında); 2. tay derisinden kürk; 3. paçavra (eski yırtık ve buruşuk giyim); daakası çubalğan eski caman cuurkan : paçavraya dönmüş eski yorgan. daakıluu dökülmeye yüz tutmuş olan lkbahar tüyü ile kaplanmış; daakıluu tay : (ilkbaharda) tüyü dökülmeye başlayan tay. daam a. 1. taam; yiyecek; daamooz tiyip ket! : yemeğin tadına bak da öyle git! bir parça yede öyle git! ; meni daam aydap keldi: beni (buraya) taamdan nasibim getirdi (bana burada yemek mukadder imiş de onun için geldim);ardaamdın başımı : türlü – türlü yemekler; ar taamın başın cedik : çeşit – çeşit yemekler yedik; 2. tad; daamı cok : tadı yok ;tatsız ;daamı caman : tadı fena. daamdan- bir yabancı tad sezmek; oozu ermen daamlanıp: ağzıda pelin tadı duyarak. daamduu lezzetli; hoş; daamduu söz : hoş söz. daamoldo tar. müderris (dini mekteplerde: medreslerde). daana ı, f. tane ; nüsha.\n\n\nıı, f. 1. maruf tanınmış; barızğadaana kişi : hepimize belli adam; 2. bilen; hakim (akıllı); arbir işke daana ciğit: her hususta kavrayışlı delikanlı; 3. okunaklı; açık (vazıh); daana körün -: vazıh: okunaklı olmak; daana caz -: okunaklı yazmak. daanaklık danaklık, akıllılık. daanışman f. danişmend: ilim ve irfan sahibi. daar (yalnız üçüncü şahsın bitişik zamiri ile): kısım parça: bazarğa alıp barğan maldun bir daarı satıldı, bir daarı satılbay kaldı: pazara götürülen hayvanların bir kısmı satıldı, öteki kısmı ise, satılmadan kaldı; kay bir daarı: onlardan bazıları; onlardan bazılar; onlardan kimisi. daara : calğız daara: tek başına,yalnız olarak; kendisi; müfret halinde; kendi başına (müstakillen). daarat a. aptes: taharet; but daaratı: ayak yıkama; kol daaratı: elleri yıkama; daarat al- : aptes almak; bey daara= daaratsız: daarat sındır- : aptes bozmak; daaratka olturdu: aptes bozmaya oturdu. daaratsız 1. aptessiz; 2. mec. : müslüman olmayan. daarattan- aptes almakç daarda- pataklamak (toplu halde bir tek kişiyi). daarı- değmek; hafifiçe dokunmak; değmeden geçmek; ok daarıdı: kurşun hafifçe dokundu; çımın daarıp ketiptir: sinek (uçarken) hafifçe dokundu; munu cin daarıp ketken: bunu cin çarpmış; kıdır daarığın: hızır ilişmiş: talihli; muvaffak olan; emine mınçalık daarıdñ?: neden böyle coştun? daarıt- et. daarı-dan; canıma daarıtpadım: yanıma yanaştırmadım. daarip a. 1. tasvir; tarif (tavsif); 2. lakırdılar; dedikodular. daba a. deva: ilaç tedavi; ağa daba cok: «ona ilaç yoktur», onun başından çıkamazsın; onunla uyuşamazsın. dabaa = daba. dabala- tedavi etmek; emlemek. daban dağ geçidi. dabdırañda- korku-korka, mütereddid basmak (bütün dört ayağ ile aksayan hayvan hakkında): turup kaldı koy küröñ dapdırañdap, dalaktap: folk. topal ayaklar ile biçimsizce basarak, koyu al at durdu kaldı. dabernes = davernes. dabır : dabır-dubur: ayak sesi; ileri-geri uğraşma; şamata. dabıra- ayak patırtısı çıkarmak. dabırat- et. dabıra-dan. dabırkay (karş. cayır) hafifçe koyulaşmış olan çam katranı: çam sakızı. dabırla- = dabırat-. dabırlat- = dabırat-. dabırt ayak patırtısı; attıñ dabırtı uğulat: atların ayak patırtısı duyuluyor; dabırt - dübürt: ayak patırtısı. dabırtta- ayak patırtısı çıkarmak. dabış ses; bir dabıştan: bir ağızdan: dabışka koy- : reye koymak; yazı ile rey toplamak; attıñ dabışı: atın ayak sesi; kişiniñ dabışı : insan sesi. dabışmak = tabışmak. dabışta- 1. bağırmak. 2. seslenmek. dabıştuu 1. sesli; 2. es: sait (sadalı harf). dabul = doolbaş. dacal = tacaal; dacalday: «teccal gibi», gaddar, merhametsiz, amansız. daçı r. «daça» : sayfiye. dagdaar- şaşalamak, afallamak (ne yapacağını bilememek). dağdağay kalkık; çıkık; dadısı dağdağay: omuzları kalkık. dağdal- = takşal-. dağdañda- geniş, bol yakasını sallayarak yürümek. dağdañdat- yakasından tutarak sarsmak, silkmek; tışka dağdañdatıp süyröp: yakasından tutarak, dışarı sürükleyip. dağday- çıkık durmak; kökürögü dağdayğan: göğüsü kabarık duruyor. dağdayt- öne doğru çıkarmak; köküröğön dağdaytıp: göğsünü öne doğru çıkararak. dağdır = tağdır. dağı ve; daha; keza;dahi; dağı emine kerek! daha ne lazım! : emine bolsa dağı: ne olursa- olsun; kelse dağı: gelirse dahi; bir saar dağı boşko ketpesin: bir saat dahi boşuna gitmesin; dağısın: yahut; dağınkısın: bir daha; dağıkısın dağı aytam: daha ve daha söylüyorum. dağınkısın bk. dağı. dağıra = ağara. dağısın bk. dağı. dakı (karş. daakı) buzağı derisinden dikileni, kısa kollu ceket. dakıl a. giren, dahil; iştirak eden, işin içinde olan. daki ı, f. beyaz muslin.\n\n\nıı. hilekar; mekkar; kurnaz; işin içinden çıkmasını bilen; dalaydı körüp, daki bolğun kuu: başından birçok şey geçirmiş olup, faka basmaz olan kurnaz adam. dakilat = daklot. dakilik kurnazlık (başlıca, atlar hakkında). dakümönt = dokument. dal ı, a. 1. arap alfebesinde «d» harfinin adıdır; 2. mec. kambur; kamburu çıkmış olan.\n\n\nıı, tas – tamam; noktası – noktasına; dal ortosunda: tam ortasında; dal özü: tam kendisi; naoktası – noktasına onun gibi; dal bular aytkanday: tam onların dediği gibi; dal kel-,: tevafuk etmek.\n\n\nııı, dal – dal: yırtılıp parça – parça olmuş; dal – dalı çıktı: yırtılıp parça parça oldu.\n\n\nıv, 1. saşalamış; afallamış; başım (yahut kökürögüm) dal boldu: şaşaladım, kafam yerinde değil: ne yapacağımı bilmiyorum; 2. gevşemiş; kuvvetten düşmüş; bütkön boyum dal boldu: bütün vücudum gevşedi; büsbütün bitap oldum. dalaa = talaa. dalaan f. = dalaan üy: sofa. dalaat : dalaatıña kelgir yahut dalaatı caman: kadınlara yahut kızlara tevcih edilen kadın sövme sözü; öñ – dalaatı cok: o kadını çehresi değişti. dalakta- = dalbakta-. dalalat a. 1. kayırma; himaye; tesvassut; delalet; 2. delil; tekid; 3. teşebbüs; önayaklık. dalaparan f. göztaşı, kibritiyeti nuhas. dalay : bir dalay: oldukça çok; ehemmiyetlice. dalba ı, 1. yem (alıcı kuş için) 2. yırtık; paçavra haline gelmiş; kiyimi dalba – bolup cırtılıp cüröt: parça – parça olmuş elbise ile geziyor.\n\n\nıı. parça parça olup yırtılmak: kiyimderi işten çığıp dalbağan: giyimleri büsbütün örselenmiş. dalbaala- = dalba ıı. dalbaar- yorulmak; kuvvetten düşmek; atıñ dalbaarıp kalıptır: atın takatten düşmüş. dalbağay büyük ve biçimsiz. dalbak kocaman ve biçimsiz; ak kaçırday dalbak: akbaba gibi biçimsiz, hantal. dalbakt- biçimsizce ve ağır – ağır yürümek; dalbaktap çügürü keldi: biçimsizce ve çok ağır bir tarzda koşup geldi: eteği kulaalının kanatınday dalbaktayt: eteği çaylak kanadı gibi (biçimsiz ve hantal) dalganıyor. dalbaktat- et. dalbakta-dan;kanattarın dalbaktata sermegileyt: kanatlarını biçimsizce çırpıyor. dalbala- = dalba- ıı. dalbalakta- = dalbakta-. dalbañda- = dalbakta-. dalbasa f. boşuna uğraşma; olmayacak hayalere kapılmak dolayısıyla telaş. dalbasala- boşuna uğraşmak; tahakkuk etmeyecek hayallere kapılmakla ilgili olarak çabalamak. dalbasta- = dalbasala. dalda ı, örtü; perde; hail, siper; sığnak; taşın arkasında oturuyor; közdön dalda boldu: gözden kayboldu dalda- ıı, hedafi dürüst, doğru tayin etmek; nişan almak; daldap attı: dikkatle nişan alarak ateş etti; kazandı oçokko daldap as! : kazanı ocağa düz, doğru koy! daldaa = dalda ı. daldak : daldak – duldak: biçimsiz; hantalca. daldakta- biçimsizce ve hantalca hareketler yapmak (uzun boylu ve hantal kimse hakkında). daldal ı, a. tellal, simsar (başlıca hayvan alım - satımında) ; aracı.\n\n\nıı= dal – dal (bk. dal ııı). daldala- örtmek; perdelemek; himaye etmek; korumak. daldalan- saklanmak; gizlenmek; bir perde arkasında saklanmak. daldanış- müş. daldalan-’dan. daldalat- et. daldala-’dan. daldalçı = daldal ı. daldañda- dim – dik, yana çıkık duran (mes. büyük kulaklar hakkında).\n\n\ndim – dik, yana çıkık durmak (mes. büyük kulaklar hakkında). dalday- 1. yatıp uzanmak, serilmek (kocaman ve biçimsiz birisi veya bir şey hakkında); catkan eken daldayıp folk. : (uzun boylu ve hantal adam) serilip yatmış 2. biçimsiz, hantal ve şaşkın bir görünüşte olmak; tüşünö albay daldayıp turdu da kaldı: hiçbir şey anlamayıp, afallayıp durdu. daladayt- et. dalday-’dan; kuş kanatın daldaytıp catır: kuş kanadını yayarak yatıyor. daldıra- 1. gevşemeş; 2. tembelleşmek. daldırat- et. daldıra-’dan. daldıy- = dalday-; daldıyğan kağaz: büyük kağıt yaprağı. dale = degele. dalı 1. kürek kemiği (anat.); dalı küygüz yahut dalı cak- es. kayun kürek kemiğine bakarak çnceden haber vermek (fal açmak) (bu iş harb seferine çıkarken yapılıyordu); kara dalı kız (17 – 18 yşında olan) olgun kız; kuu dalı bk. kuu ıv 2, : dalısı küzgüdöy:«kürek kemiği ayna gibi» sıhhat fışkırıyor; 2. omuzlar (onların genişliği - eni): dalısı bir kez kelgen cigit: omuzları bir arşın genişliğinde olan delikanlı. dalıçı koyunkürek kemiğine bakarak fal açan (önceden haber veren), bk. dalı 1. dalılan- omuzlarının şeklile birisini, bir nesneyi andırmak; şumkar dalılañan azamat: omuzları sungur omuzlarını andıran yiğit. dalıluu geniş omuzlu. dalımboo çin.«dalemba» (bir çeşit çin pamuklu kumaş). dalil a. delil; delil keltir- yahut delil körsöt - : delil getirmek; delille isbat etmek. dalilde- isbat etmek; deliller göstermek.\n\n\nisbat edilmek, tekit edilmek. dalildet- et. delilde-’den. dalildüü isbat edilmiş; delillerle tekit edilmiş: müdellel; dalildüü misal: delil olarak getirilen örnek. dalilsiz delilsiz; isbatsız; delille tekit edilmemiş olan. dalilsizdik delilsizlik, isbat edilmemiş olmaklık. daliñke r. tabak. dalk = dalkı. dalkı a. açılık; acı; acı tad. dalp : dalp et- (ağır ve hantal bir nesne hakk.) düşmek; uyğa dalp etip sekirip minip aldı: sıçradı ve bütün ağırlığı ile ineğe bindi. dalpağay büyük ve biçimsiz. dalpay- büyük ve biçimsiz olmak; dalpayıp kelip, bir coru kondu: bir akbaba uçup geldi ve kondu. dalpılda- 1. dalgalanmak; 2. manasız sözler söylemek; çene çalmak; dalpıldap ele basıp cüröt: aylak aylak dolaşmak (evde – eve gezmek); kaçan bolso ele dayını cok dalpılday beresiñ: sen her zaman saçma şeyler söylüyorsun. dalpıldak 1. dalgalanan; 2. geveze; saçma – sapan şeyler söyleyen. dalpıldat- et. dalpılda-’dan. dalsız taayyun etmemiş; noktası – noktasına belli değil; dalsız çoñduk: namuayyen hacim. dam : dam ur yahut dam koy- = dem ur- (bk. dem 1); aldıñdağıñdı içe albay, kazaña dam koyosuñ: önüne konulan yemeği henüz yememiş olduğun halde kazana bakıyorsun. dama a. umut; güvenç; iştah; meyletme; hırs; dama kıl- : umut etmek; göz komak; cokton dama kıldı: yok şey için tamahkarlık etti; büyük şey peşinden koştu; daması çoñ: aç gözlü. damaa = dana. damlan- umut etmek; hırslanmak; aç gözlülük etmek. damalanuu meyletme; tamahkarlık etme. damaluu arzulu; umudu olan; hırsı olan. dambal yahut dambal – ıştan: don; dambalçan: yalnız don giymiş halde (pantolonsuz). dambaş bk. eer. dambılda : daamoldo. dambur : dambur taş es. ot ve süt bolluğuna ermek maksadile, baharda ilk gök gürlemesi sırasındaki kadın yakarışı (kadınlar ellerinde gerdel olduğu halde keçe evin etrafnda dolaşıyorlar ve: cer ayrılıp, kök çık! celin ayrılıp, süt çık! diye bağırıyorlardı, ki : yer ayrıl ot çık; meme ayrıl süt çık! demektir). dampañda- hareket etmek (biçimsiz yahut gayet bol elbise giymiş adam hakkında); atka mindi dampañdap folk. : bütün ağırlığı ile ata bindi. dan f. 1. habbe; hububat; dan al: dolgun bir hale gelmek (hububat hakkında); dan aldır - : hububatı dolgunlaştırmaya bırakmak; dan kuuray bk. kuuray: dan cebes: şakak; sanı menen birge danı bolsun ats. : yalnız kemmiyet değil keyfiyet de olsun; 2. ekin; ekemek. dana (r., v)= danek. danda- müşkülpesent (güçbeğenir) olmak; iddialı olmak; beğenmezlik etmek. dandat- et. danda-’dan. danday- övünmek; caka sarmak. dandaysı- övünür gibi olmak; caka satar gibi olmak. dandır f. tandır: pideler, börekler pişirmeye mahsus fırın; dandırday kızar: pek fazla kızarmak. danduu 1. tane ihtiva eden; hububat veren bitkilerle, hububatla mücehhaz olan; danduu eginder: hububat ekinleri, tarlaları; 2. iri dolgun (tane hakkında); danduu buuday: tanesi dolgun olan buğday. danek f. çekirdek; örüktüñ danegi: eriğin çekirdeği. daneker f. 1. bir çeşit tutkal; 2. mec. barıştırıcı; eki kişi künökör bolso bir kişi danekler ats. : iki kişi kabahatlı olursa (kavga ederlerse) bir kişi barıştırıcı olur. danekerle- 1. tutkallamak; 2. lehimlemek dañ şenlik gürültüsü; canlılık; dañ sal: neşeli bir gürültü koparmak; şuhluk etmek; dañ – duñ: şamata. dañaza çin. tanatana; ihtişam; 2. insanı gelecek nesillerin gözünde meşhur yapmak maksadıyla yapılan herhangi bir iş; 3. hayret ve heyecanı mucip olan iş (sensation); dañaza kötör- yahut dañaza kıl- : bir şey hakkında, imiş gibi konuşmak, söylemek. dañazala- = dañaza kötör- (bk. dañaza). dañduu maruf, tanınmış; mümtaz. dañğıl- 1. dayanıklı; saşlam; dañğıl col: sağlam işlek yol; işke dañğıl cigit: işe tahammülü olan ve becerikli delikanlı; 2. iş bilen; bilgiç. dañğıra- = dañkılda-,dañğırağan col: iyi çiğnenmiş işlek yol. dañğır = dañğıl; dañğır- duñğır: takırtı; gümbürtü. dañğırat- et. dañğıra-dan. dañğıt büyümüş erkek köpek. dañılda- = dıñılda-. dañk şöhret: ün; marufluk: tanınmış olmaklık; dañkı taş carğan: ünü taş yarmış: şöhreti afakı tutmuş; dañk et: uğuldamak gümbürdemek; mıltık atkan emedey too cañırıp dañk etken: dağlar, tüfekten ateş edilmiş gibi gürlediler. dañkan çin. 1. üç ayaklı küçük kazan; 2. mec. atın tırnak altında biriken toz topu (topak). dañkay- öne çıkmak; çıkık durmak; mağrur bir tavırla göklere yükselmek; kabarık durmak; dañkayğan ak üylör: muhteşem (büyük) evler. dañkayyt- ett. dañkay-dan. dañkı (rad.) = dañk. dañkılda- yüksek notlar üzerine uzun sesler çıkarmak;çınlamak; ırçının baarı dañkıldap, surnayları añıldap folk. : muganniler (hanendeler) in hepsini şakıyor, zurnaları ötüyor.: dankıldağan col: sağlam,işlek yol. dañkıluu (rad.) = dañktuu. dañktuu şöhret kazanmış; maruf; tanınmış; mümtazç dañsa dañza, çin. (destanlarda) meşhur kimselerin isimleri kaydedilen ensap kitabı. dañsaçı (destanlarda) dañsa (bk.) ya kaydeden katip. danık anık sözünün tekidir; maselenin anık – danığı: meselenin özü. danışman = daanışman. dap ı, da ile başlayan sözlere takviye için katılır; dap – dayar: tamamıyla hazır.\n\n\nıı. f. tef. dapılda- = dalpılda-. dapkırt şayialar (yayıntılar). dar f., 1. darağacı; darğa as-: darağacına asmak, idam etmek; 2. canbazhane urgani. dara ayrı: ayrı, kendi başına duran, başkalrına karışmayan: dara col: bariz çizgi, hat. daraca a. derece; şerefli derece, hürmet; daraca tap-: dereceeyi bulmak; yükselmek, birinci daracadağı: birinci derecede olan. daracaluu dereceli; şerefli; çoğorku mektep es. : yüksek mektep. darak f. ağaç. darala- bir yana bariz olarak ayırmak; bariz vazıh yapmak. darat = daarat. daray f. birçeşit ipek; daraydan kılğan köynögü cik – ciginen sögüldü folk. : ipek elbisesi bütün dikiş yerlerinden yırtıldı (söküldü). darayı = daray. darbaan fena şöhret; birisini lekeleyen yahut kafi derecede tahkikat eleğinden geçmiyen haberler yayma; elge darbaan kılıp ciberdi: bütün dünyaya yaydı, dağıttı. darbay- = darday ıı. darbayt- = dardayt-: çoñ murutun darbaytıp folk.: kocaman bıyığını öne doğru dikerek. darbez f. = darçı. darbaza f. sokak kapısı. darbazaluu sokak kapısına malik olan; darbazaluu üy: sokak kapısı bulunan ev. darbı- kızışmak; şiddetli heyecana kapılmak; gemi azıya alarak koşmak (at hakkında): at darbısa, eşek koşo darbıyt ats.: atın koştuğunu görünce eşek de koşmaya başlar. darbıt- et. darbı-dan. darbız = tarbız. darçı 1. cambaz; 2. ( darağacı yanındaki) cellat. darçin f., tarçın. dardak kaba – saba; hantal; damgalak; sünepe. dardakta- biçimsiz,hantalca yürümek. dardalañda- neşeli ve gamsız olmak; samimi tabiatlı olmak; dardalañdap köçödö cügürüp cüröt: gamsız ve neşeli neşeli sokakta koşuyor. dardalañdat- et. dardalañda-dan: dardalañdatıp elge cayıp cüröt: bütün halka yayıyor. dardañ = dardak; dardañ küü: boşboğaz. dardañda- = dardakta-; dardañdap ele maktana beret: boyuna ve boşuna övünüyor. darday ı, kocaman; iriyarı; darday cigit boldu: koskoca delikanlı oldu. darday- ıı, kocaman ve şişman görünüşte bulunmak; dışarıya doğru çıkık durmak (herhangi bir kocaman nesne hakkında); pek fazla şişmek; kabarmak; dardayıp cattı: uzanıp yattı (kocaman ve şişman hakkında); dardağan çoñ üy: kocaman ev; içi dardayıp kööp ketiptir: karnı pek fazla şişmiş, kabarmış. dardayt- et. darday- ıı-den. dardıy = darday ı. darek f. haber; salık; daregi cok: hakkında hiçbir haber yok; dareğicok boğoldu: nam – nişan bırakmadan kaboldu, gitti. darğa = dar 1; toktoboy assın darğağa folk. : durmadan hemen dar ağacına assınlar! darı f. 1. ilaç; deva; darı – durman yahut darı – dernek: her nevi ilaçlar ve devalar; darı tiydir: ilaç sürmek; 2. barut; ok darı: muharebe malzemesi. darıçı f-k.=darıger. darıger f. eczacı; tabip. darıgerlik eczacılık, tabiplik mesleği yahut mevkii. darıkana f. eczahane. darıla- tedavi etmek. darılan- tedavi olmak. darılant- kendisini tedavi ettirmek. darılat- tedavi ettirmek. darılda- 1. cart sesi çıkarmak (yırtılan kağıt, kumaş ve benzerler hakkında); darıldap ayrıılıp ketti: cart diye yırtıldı; 2.(davudi sesle) bağırmak. darıldak yaygaracı, bağırgan (kabaca ve açıksaçık söylenmek suretiyle). darıldat- et. darılda-dan; darıldatpay arı alğıla! : bağırtmadan öteye götürün! darıloo tedavi emleme. darılpunun a. es. darulfunun: üniversite. darım afsunlama, (üfürükçülerin bir nevitedavi tarzıdar, ki ağızdan hastanın üzerine su serpmek bunun mühim bir kısmı teşkil eder). darımçı darım (bk.) usul ile tedavi eden sahte tabip (üfürükçü). darımda- darım (bk.) usulu ile tedavi etmek. darıs a. ders; darıs oku- 1) ders hazırlamak; 2) (mektepte) ders okumak. darıya f. nehir; büyük ırmak. darkan (kahraman destanında) demirci; kıldıñ bele kılıçtı, darkan? soktuñ bele soottu, dakan? folk.: kılıç yaptın mı, demirci? zırh döktün mü, demirci? darkılda- = darkıra-. darkıra- şiddetli bağırmak; boğazı yırtılıncasına bağırmak, haykırmak. darköy f. dn. saraylar köşkler. darman f. derman: darmanım ketip turak: dermansızlık hissediyorum; dermanım kalmadı; darı – darman bk. darı. darmanduu kuvvetli; sağlam. darmansız gevşek; kuvvetsiz: dermansız. dermansızdık kuvvetsizlik; dermansızlık. darmek darı sözünün tekidir. darmekçi tabip. daroo çabuk; tez; bir lahzede. dars = darıs. dart f. hastalık; keder; dert; közdö caş, köküröktö, dart: gözde yaş, göğüste dert. dartta- dert çekmek; kederlenmek; hasta olmak. darttan- mut. darttan-dan. darttikem = dattikem. darttuu hasta. dası- itiyat etmek;el alışmak; dasıbağan; tecrübesiz; toy; dasığan corğo: çok binilmiş yorga (at). dasmal f. küçük mendil; başörtüsü. dastan f. destan. dastarkan f. masa, sofra örtüsü. daş f. yahut daş kazan: şölenlerde yemek hazırlamak için kullanılan kocaman kazan; ak boz beye soydurup, daş kazaña saldırdı folk.: beyaz kısrak kestirerek, kocaman kazana attırdı. dat ı, pas (madeni eşyada, bitkilerde); dat baskan yahut dat alğan: paslanmış; dat küçösö, dan aldırbayt: pas fazlalaşırsa tane dolgunlaşmaz.\n\n\nıı, f., 1. imdat isteyip seslenme; şikayet; 2. yukarı mahkemeye başvurma, istinaf. datta- 1. imdada çağırmak; şikayet etmek; 2. istinaf etmek. dattanuu istinafa temyize başvurma. dattekem = dattikem. dattikem 1. kumarbazların oyun esnasında (hele zar atma sırasında) kullandıkları tabir; 2. zar oyunu. dattoo 1. imdada çağırma; 2. istinaf mahkemesine başvurma. dattuu ı, paslanmış; pasla örtülmüş.\n\n\nıı. 1. imdada çağırmayı ihitva eden; dattuu arız bk. arız: 2. kederli, dertli. davernes r. vekaletname. dayar a. hazır; hazırlanmış; dayar bol- : hazır olmak; dayar kıl- : hazırlamak. dayarda- hazırlamak; hazır eylemek; yavaş – yavaş hazırlamak. dayardal- hazırlanmış olmak. dayardaluu işs. dayardal-dan; dayardaluu tiyiş: önceden hazırlanılmış olmalı. dayardan- hazırlanmak. dayardanuu hazırlık (kendi hakkında). dayardanıl- hazırlanılmış, hazırlanmış olamak. dayardat- et. dayardan-dan. dayardık hazır olma;hazırlık; dayardık kör-: hazırlık görmek. dayardoo hazırlama; dayardoo uyumdarı: hazırlama teşkilatları. dayardooçu hazırlayıcı. dayek koşularda kazanan ata verilen mükafat; öndül. dayekçi öndüllere bakan memur; koşularda jüri. dayım = dayıma; dayım dayar: daima hazır. dayıma a. daima; her zaman; ebediyen. dayın a. muayyen; tavazzuh etmiş; tayin edilmiş; dayını cok: belirsiz; meçhul; hakkında hiçbir mevşuk haber bulunmayan; bizge dayın: bize belli; bizce bu hususta şüphe yoktur; dayını uğuldu: onun hakkında haber duyuldu; onun hakkında malumat edindi; dayının taptırbay ketti: onun hakkında hiçbir haber yoktur; nam nişan bırakmadan kayboldu, gitti. dayında- 1. meydana çıkarmak; tarif etmek; tayin eylemek; 2. hazırlamak. dayındal- 1. açılmak; belli olmak; tayin edilmek; 2. ihzar edilmek. dayındaş- müş. dayında-dan. dayındat- et. dayında-dan; şeker şerbet, şirin aş dayındatıp berdirip folk.: şeker, şerbet ve tatlı hazırlatarak ve sundurarak. dayındoo 1. açma (meydana çıkarma); tarif etme; tayin; 2. hazırlama. dayınduu açılmış; bilinmiş; taayyun etmiş. dayınsız bellisiz; na muayyen; dayınsız kişi: meşhul, belirsiz adam. dayra = darıya. dayrı kanatları germek; uçmaya alışmak; kuş dayrıt: (yavru) kuş, kuvvetini deneyerek daldan dala uçuyor; 2. mec. (elinden gelmiyecek) teşebbüslerde bulunmak. dayrıt- et. dayrı-dan. de- 1.demek; söylemek; emne dediñ: ne dedin?; deeli yahut deyli: diyelim; degen menen: ne dense densin lakin...; öylesi öyle, amma…; bununla beraber; kün, tün debey (yahut debesten): gece gündüz demeden, geceli – gündüzlü; yirmi dört saat; çaş, karı debey: genç ihtiyar demeksizin: hem gençler, hem ihtiyarlar; eñ köp degende: en çoğu; azami beş gün; hiç de beş günden fazla değil; on kün degende: on gün geçer – geçmez; eñ çok degende: topu topuna; en azı; asgarisi; a degende: 1) olduğı anda; 2) durup – dururken; esaslı bir sebep yokken; ana - mına degende (yahut degiçe) cönöy turğan ubakıt kelip kaldı: şöyle - böyle derken, yola çıkma zamanı da geldi; a dep kelgenimde: ben gelir-gelmez; ben ilk defa geldiğimde; aytayım degenim: demek istediğim; bak ben ne demek istiyorum; alamın degendey kıldı: güya alacak gibi davrandı; öl dese ölüp, tiril dese – tirilgen: her şeyi itirazsız yaptı (harf.: öl! deseler- öldü; dirildi! deseler- dirildi); akılduu dese- akılduu çıyrak dese – çıyrak: akıllı istersen- akıllı, atik istersen- atik; ooy, deseñçi, al kündör esten çıkpayt!: ah efendime söyliyeyim, o günler unutulamaz!; emnege(yahut nege) deseng: bu, ondan, dolayıdır, ki… 2. tesmiye etmek; ad vermek; tesmiye edilmek; adlanmak; tesmiye edilmiş, adlanmış olmak; değen: denilen; adlanan; (adet olduğu üzere, tesmiye edilen şey dinleyene meçhul olduğunda yahut taaccup, memnuyetsizlik ifadelerinde kullanılır); oş degen şaarda: oş denilen şehirde; yenot degen ayban: yenot denilen hayvan; üç kün değende ürümçö degen şaarga kirişti: üç gün geçince ürümçö denilen şehre girdiler; bul emne degeb kep-: bu nasıl söz!; bu da ne demek-; 3. düşünmek; niyet etmek; bir gaye gözetmek; emne dep keldiñ? : ne maksatla geldin? ; okuymun dep keldim: okumak maksadıyla geldim; aytayın degenderimdi ayta albay kaldım: söylemek istediklerimi söyliyemeden kaldım; biz attanalı dep catkanda: biz atlara binmek üzere iken; şamal bastayın dedi: rüzgar dinmek istiyor, dinmeye başlıyor; baray desem, butum ooruyt: gitmek isterdim, fakat bacaklarım ağrıyor. debder ı= depter.\n\n\nıı= kepkir. debilge hamle; gayret; çabalama; cakşı ele debilge kıldı ele, bolboy kaldı: o gereği gibi çalıştı, ancak bundan bir iş çıkmadı. dedek dedek bolup cür: didinmek, adamakıllı meşgul olmak; fazla gayret sarfetmek; çabalamak; bütün işterge calğız özü debek bolup cüröt: her iş hususunda kendisi bizzat çalışıp – çabalıyor: didiniyor. dedekte : dedektep kaç-: sakınmak, içtinap etmek. dedil f. gayretli; faal; bir işi büyük bir gayretle kovalayan; dedil bolup cüröt; şiddetli arzu gösteriyor. dedir- et. de–den; kıl dedirmeyinçe kılbayt: yap demedikçe yapmıyor; kendi teşebbüsü ile yapmıyor; dedirbey barat: emretmeden varacak. dedirt- et. dedir-den; balp dedire suğunup, kurk dedire cuttu ele folk.: hırsa kapanarak, gürültü ile yuttu. deel- = del ıı; deelgen: denilmiş; söylenmiş. deene = dene. deer 1. şuur; akıl; düşünceler; dalaylardın deerinde bar: (bu hususta) bir çokları düşünüyor; deerinde cok bolğondon kiyin aytkan menen baydasız: mademki o doğuşundan akılsızdır, ne söylesen faydasız; 2. istidat; deeri cok, kantip okuyt! istidadı olmayınca nasıl okuyacak! deerlik hemen- hemen; denilebilir; cok deerlik: yok denilebilecek kadar. degde- şiddetle arzu etmek; okuuğa degdep kaldım: tahsil arzusuyla yandım; tündö catsam canıñda, körsöm dep kündüz degdeymin folk. eğer seninle beraber gece yatarsam, gündüzün seni görmek arzusu beni üzüyor. degdel- mut. degse-den: köñül degdelet: gönül arzusu ile yanıyor. dendeñde- hızlı - hızlı hareket etmek. degdeñdet- et. degdeñde-den; anı degdeñdetip süyröp keldi: onu arkasından dürte – dürte sürüklediler; onu zorlayıp sürüklediler. degdeşe- müş. degde-den; tamaşanı körüügö degdeşip, tegeretegi ayıldardan el köp keldi: şenlikleri görmek arzusuyla civardaki avullardan (köylerden) çok halk geldi. degdet- şiddetli arzu uyandırmak; cürök degdet – yahut köñül degdet-: arzu uyandırmak; cürögömdü degdetip, cürölü deysiñ kalıspay folk.: yüreğimi arzu ile hareket getirerek, «biri – hepimizden ayrılmaz olalım» diyorsun. degee çengelli zıpkın. degele = degi (bk.) + ele (bk. ele ı); degele katuu süyünüp: aşırı sevinerek. degi mutlaka; tamamen; degi kördüñbü! hiç gördün mü? degi aytıñızçı! nihayet söylesene; degi emine bolso da: ne olursa – olsun; degi oyuñda bir deme barbı?: fikrinde, hiç olmasa, bir şey var mıdır!; degi uşunday bolso dağı: öyle olsa dahi; isterse, bin kere öyle olsun, fakat… degiz- et. de-den. dekabr r. ilkkanun. dekada r. dekat (decade) on gün. deke f.: deke – duka: galeyan; çırpınma; şiddetli arzu; deke – duka bolup cüröt: büyük heyecan içindedir; sabırsızlıkla bekliyor. dekebir kon. dekabr. deki- tehdit etmek; korkutmak; gözünü yıldırmak. dekilde- sabırsızlık göstermek; bir işi acele, üstünkörü yapmak; ivmek; cöö dekildep gazeta taşıyt: koşa – koşa gazete dağıtıyor; al kaçan kelet dep, dekildep turduk: o ne zaman gelecek diye sabırsızlıkla bekleyip durduk. dekildet- et. dekilde-den; kitepti ciber dep, dekildete beret: kitabı gönder diye sıkıştırıyor. dekilet kon.= doklat. dekiret kon.= dekret. deklaratsiya r. deklarasyon: beyanat. dekret r. dekre (inkilap günlerinde sovyet hükümetinin çıkardığı ve çokluğu muvakkat mahiyette olan kanun ve karar). del ı= dal ıv. del- ııdenmek, denilmek. dela r. kon. br. («delo») dosya, dava; delada dalildar cok: davada deliller yok; delasın berçi!: şunun dosyasını versene! delbe meczup, aklı başında olmayan; anormal. delbelekte- acele yürümek. delbelen- meczup olmak. delbelent- et. delbelen-den. delbeñde- telaş etmek. delbire- dalgalanmak (mes. bayrak hakkında). deldegey = deldek. deldek dim – dik duran (mes. kulaklar hakkında); kabarık (mes. burun kanatları hakkında); deldek tanoo: kanatları kabarık olan burun; burun kanatları kabarık olan kimse. deldekte = deldeñde-. deldelekte- boşuna telaş etmek; dolaplı kafeste dönen sincap gibi çabalamak; bir tiyin tappay, cayı – kışı deldelektep cürgönüng cürgön: kışın – yazın on para kazanmadan boşuna çabalıyorsun (didiniyorsun). deldeñ = deldek; deldeñ kulak: sarkık kulak. deldeñde- 1. dim – dik durmak: sivrilip durmak; 2. şaşkın – şaşkın hareketler yapmak; deldeñdep cüğürüp cüröt: şaşkın bir halde koşuyor, çırpınıyor. deldeñdet- et. deldeñde-den. deldey- 1. dim – dik durmak (mes. kulaklar hakkında); kulağı deldeyip turat: kulakları dim – dik duruyor; 2. afallamak; apışmak; dona kalmak; emine kıların bilbey, öz közünö işenbey, deldeyip kaldı: ne yapacağını bilmeyip, kendi gözlerine inanmayıp, afalladı kaldı. deldeyt- et. deldey-den. dele ı= (da + ele) ve; keza; ğene; mında dele: burada da; gene burada; ötkön cılkının baarı bugün dele oydo: geçen sen olup – bitenlerin bugün de hepsi hatırımdadır; böböktörübüz dele, ağalarıbız dele: hem küçük kardeşlerimiz, hem büyük kardeşlerimiz; andan dele, mından dele: hem oradan, hem buradan. delebe heyecan; alaka; ilgi; delebesi kozğoldu: o heyecan içinde; onun alakası uyandı. delgir- = delöörü. delin- denilmek; adlanmak; tesmiye olunmak; telaffuz edilmek. delöörü- şiddetli temayül izhar etmek; adamakıllı kızışmak; hırslanmak. delöörüt- temayülü mucib olmak; kışkırtmak; hırslandırmak. delpilde- dalgalanmak; (rüzgarda herhangi bir büyük kumaş parçası hakkında). delpildet- et. delpilde-den. dem f. 1. nefes; dem al- 1) teneffüs etmek; solumak; 2) dinlenmek; dem alış: istirahat; izin; tatil günleri; kezektüü dem alış: sırasında verilen izin; dem aldır-: nefes aldırmak; istirahat ettirmek; dem ber-: kuvvet vermek; ilham vermek; kürüç dem cedi: prinç (pilav) yumuşayıp kabardı; demin içinen alıp turat: nefesini kısıp duruyor; demiñ içiñde bolsun: nefesini kıs; sus; esrarını söyleme;barına dem kirgen: hepsi geniş nefes aldılar; herkes kendini rahat hissetti; kur ele dem kılışat: boşuna cehdediyorlar; dem sal- es.: bir hastayı, okutmak suretiyle tedavi etmek; dem ur-: niyet etmek; dem bas- burnunu kırmak (kibrini gidermek); dem bayla-: cesarret taslamak; 2. ân; bir demde yahut demge kalbay: dakkasında; bir lahzada; dem – bedem: ikide birde; 3. kuvvet; kudret; 4. cesaret; şecaat. demagog r. avam aldatan, demagoji yapan. demagogiya r. demagoji. demci- arkadan itmek (kalabalıkta arkadakilerinin öndekilerini sıkıştırması gibi); ileriye yürümek; kerkim çapkan sayın demcip tiydi: baltacığım her vuruşta daha yukarı değiyor (bir diğneği dik tutarak yontarken). demde- haşlamak, kaynamış suya atmak ve öyle bırakmak; çay demde-: çay demlemek; kürüç demde-: pirinç demlemek: kaynar suda bırakmak; pilav pişirmek; oor balkañdı, işçi, demdep ker: işçi, ağır çekicini yüksek kaldır! demden- kuvvet toplamak; sağlamlaşmak. demdet- et. demde-den; çay demdet-: çay demletmek; paloo demdet-: pilav pişirtmek. demdüü- pervasız; cesur; kur demdüü: boşuna, faydasız yere gayret sarf eden, didinen (işi yerine getirmek için henüz uygun şartlar meydanda yokken). deme ı= neme: bir deme: bir şey; azıraak bir demeni estegendey boldu: bir parça bir şeyi hatırlar gibi oldu. deme- ıı, (hububati mayileri) ilave etmek katmak; küç deme-: kuvvet toplamak; üstünö suu deme-: üzerine su ilave etmek; seni demep kelgemin: senin yardımına güvenerek gelmişim; demep – demep: bir daha; tekrar – tekrar. demek hulasa; sözün kısası; demek; demek, al kelbeyt: demek o gelmiyecek. demeyde mutat, gündelik şartlar içinde;demeyde kıyın söylösüñ, direktorduñ aldında söylösöñ bolboybu? şimdi mükemmel söylüyorsun, bunu müdürün önünde söylesen olmaz mı? demik- 1. ağır ve sık – sık solumak (kapalı ağızdan); nefes darlığından muztarip olmak; at demigip turat: at sık-sık soluyor 2. cehdetmek, gayret etmek, istihdaf etmek; temayül göstermek; ilgeri karay demigip: ileriye doğru gayret ederek. demilge = debilge. demit- 1. kuvvetle ileriye doğru atılmak; toodan aktı taşkın sel,cılğa menen demitip: dağdan taşkın sel aktı, dere boyunca atılarak; it etegin culup alçuday demite berdi: sanki eteğini yırtmak ister gibi, köpek şiddetle saldırdı; 2. göğüsle dayamak, itmek (başlıca,üzerinde bulunduğun atın göğsüyle). demokrat r. demokrat demokratiya r. demokrasi; partiyanın içki demokratiyası: parti içindeki demokrasi. demokrattık demokrasiye ait, ilişiği olan, demokratik. demöö zorlama; teşvik. dempiñ r. dampiñ (dumping). den f. 1. ten;deniñ soobu? :sıhhatte mısın? ; den sooluk? : sıhhat; sağlık; deni soonuñ canı soo ats, : sağlam vucudun ruhu da sağlam olur; deniñdi bağışladıñbı? = kabıl tuttuñbu? (bk. kabıl I); 2. alt olan; bizge den bize ait tir; den al üzerine almak deruhte etmek; tanımak. dene f. gövde; ten; beden; dene tarbıyası: bedene bakma, beden terbiyesi; geometriya denesi: hendesî cisim. deñdaroo mütereddit; deñdaroo bolup turam: ne seçmesini, neyi üstün tutmayı, neye karar vermesini bilemiyorum. deñdarıooluk tereddüt; fikirlerde ve arzularda ikilik: deñge eñge sözünün tekidir. deñgeel seviye; madaniy deñgl: kültür seviyesi; tak deñgeel tuşuna keldenge: tam önüne geçip durduğunda. deñgeldeş- I, müsavi, denk; eköönün küçü deñgeldeş: ikisinin gücü denktir.\n\n\nII, rekabet etmek; boy ölçüşmek, asman menendeñgel deşken deşken uçsuz too: gökle boy ölçüşen, ucu-bucağı olmayan dağ. deñgene f. arifâne esası üzerine verilen bir ziyafettir, ki bunun için koyun kesilir (karş. coro, şerne, ülüş). deñiz deniz, deñkiy- aşırı uzun boylu ve çirkin olmak (başlıca, kadınlar hakkında); u deñkiygen! : vay, seni, ızbandıt! deniy- düm-düz olmak; pürüzler giderilmek. deniyt- düzletmek; pürüzler gidermek. depkir I= tekbir.\n\n\nII, ruhî muvazene (cesaret, maneviyat); depkiri kaçıp kaldı yahut depkirin tappay kaldı: korktu, şaşaladı; depdir tappağır! : rahat yüzü görmeyesin! depkirin aldı: (herhangi bir şey) onu korkuttu; depkirin taptırbadı: onu çok fena bir duruma soktu.\n\n\nIII= kepkir. depkir- IV, öksürmek; atım depkirin kalıptır: atım öksürüyor. depkirt- et. depkir-IV’ten. depo r. depo, ahbar. depozit depozito: rehin olarak bırakılan akçe. depter f. defter; yazıhane, büro defteri; cekelik uçot defteri: zatî işler defteri; çığış defter: çıkan evrakın kaydedildiği depter: gelen evrakın yazıldığı defter: varide. depterçe küçük defter; yazıhanede, büroda kullanılan küçük defter; hatıra defteri, bloknot. deputat r. mebûs, saylav; Coğorku Sovyet depudatı: Yüksek Sovyet meclisi azası, saylavı. deputattık I, mebusa ati, mütaallik. deputattık mildet. mebus vecibesi. debutattık II, mebusluk, saylavlık durumu, mevkii; debutattıkka körsöt- : mebus adayı olarak göstermek, ileri sürmek. dercabl kon.= dirijabl. derdeñde- 1. kabarmak (burun kanatları hakkında); attıñ tanoosu derdeñdep, teri zirkireyt: atın burun kanatları kabarıyor ve teri akıyor; 2. (küçücük birisi hakkında) heyecanlı ve döğüşmeye hazır bir halde bulunmak; canlanmak; 3. gururlanmak; sen emne derdeñdep kalıpsıñ? : sen neden bu kadar gururlanıyorsun? derdey kabarmak; şişmek. dere f. dar boğaz, dar geçit, derbent. derek = darek. derektip kon.= direktiva. derektir kon.= direktör. dert = dart. dertüü = dartuu. des f. kuvvet; kudret; camandıñ koluna des tiyse, oñdurbayt ats. kötü adam kuvvetlenirse, kimseye rahatlık vermez; desi kayttı yahut desi suudu: yavaşladı, dindi, şaşaladı. destep f. yahut destepte: başta; en baştan; her şeyden önce. destiyer f. muavin; çırak; destiyer bala: çırak oğlan. deş I, deyiş; deme; tesmiye; anday deş carabayt: öyle demek doğru, caiz değil. deş- II, (bazen deşiş-) hep beraber söylemek; demek; sözleşmek; antlaşmak, anlaşmak. deviz- r. şiar (devise). deyilda deyilde (destanda) 1 bir bahalı kumaşın adı;deyilda çapan: deyilda kumaşından yapılan çepken (kaftan); 2. bu gibi bir kumaştan dikilen üst giyim. deyire = deyre. deyre (haddi, sınırı ifade eden bir ektir): değin, kadar; cüz somğo deyre: yüz rubleye kadar; alige deyre: şimdiye kadar; oktyabrge deyre: Oktobore (İlkteşrine) kadar; saat 12-den 2-ye değin; çoñdordon baştan bardarğa deyre: büyüklerden tut da çocuklara kadar; soyuzdan çıgaruuğa deyre: birlikten çıkarmaya kadar. dıbıra- 1. takırtı yapmak (diyelim, bir sert nesne üzerine dökülen taneler hakkında) 2. çisemek, sepelemek; kün dıbırap caap turat: yağmur sepeliyor; sicim gibi yağmur yağıyor. dıbırat- et. dıbıra-dan. dıbırla = dıbıra-. dıbırtta- = dıbıra; kün bürkölüp, kiçine dıbırtap turat: hava kapanıktır ve yağmur sepeliyor. dıbış ün; ses. dıbışsız sessiz. dıbıştuu sesli. dıdaar = dıdar. dıdar f. çehre, sima: didar; ak dıdar: beyaz yüzlü; dıdarı suuk yahut dıdarı buzuk yahut dıdarı caman: nâhoş, sevimsiz çehreli. dığdıy- 1. pek tıknaz olmak; kan Kurmanbek dığıyıp, colborstoy catat mıkıyıp folk. tıknaz han Kurmanbek kaplan gibi büzülerek yatmış. 2. ileriye doğru çıkık durmak; iyni dığdıyıp kötörülüp turat: omuzları kalkık duruyor. dığdırıl- sıkıştırılmak; tıkılnış olmak; sokulmuş olmak. dık : tañ dık saldı: şafak söktü; cürögünö dık boldu: kalbi titredi. dıkattı a-k. dikkat. dıldıra- sünepe, beceriksiz olmak; dıldırağan= dıldırak. dıldırak beceriksiz; sünepe. dım : ünü-dımı cok: sessizlik; sükûnet; tam bir sessizlik; dımı çıkpay coğoldu: nam bırakmadan kayboldu; dınıñdı çığarbay bar! sesini çıkarmadan git! ; dımıñdı çığarbay tap! : hemen bul! ; çok suylenmeden bulacaksın! dımak f. arzu; düşünce; tama; kap, dımağıña taş tiygir! : boğazına taş tıkansın! ölçüsüz açgözlülüğün yüzünden canın çıksın! ; dımağı çoñ: tamaı büyük; akılsız değil! ; dımağıñ dalay cerde ğo! : bak ne istiyorsun, ha! ; cügü uyda bolso da, dımağı töödö ats.: bütün yükü inek üzerine ise de gözü devede. dımı- 1. süzülerek ve görünür-görünmez bir tarzda akmak; 2. ağır, yavaş kaynamak. dımık- sıkıntılı, boğucu olmak (hava hakkında); aba dımığat, asman kara sur: hava sıkıntılı, gök kurşunî renkte. dımıktıtr- örtmek; sım-sıkı kapamak. dımıt- et. dımı-dan; kazandı dımıtıp ele koy! : öyle yap ki kazan yavaşça kaynasın. dımkıl boğucu: sıkıntılı; dımkıl tün:sıkıntılı gede. dıñ hiç sürülmemiş sapan görmemiş toprak ; eski bedenin dıñdı: eski yonca tarlasının saban görmemiş toprağı; dıñ cerde eğin cakşı cıgat: bâkir toprakta ekin iyi yetişiyor; dıñ suuğan ubak: “bâkir toprağın soğudu çağ” :güz; dıñ buz- : bâkir toprağı sürmek. dıñdook nütuu, hamlî: apophise mastoide (kafa kemiği). dmğğıl canlı; kıyak; yiğit; becerikli. dıñılda- çıngırdamak; tangırdamak. dıñıkdat- et. dıngılda-dan. dıñkılda- = dankılta-. dır (taklit sözdür): dır berip ürk-: ürkerek, kendini bir yana atmak; dır koyup cönödü: taban çekti; tabana kuvvet vererek kaçtı; attı kiçine dır dedirip alalı! : atları bir parça koşıuralım! ; dırday cıñalaç: çırıl-çıplak. dırama = drama. dırdık- yığılmak (insan kalabalığı ve hayvan sürüsü hakkında); koy dırdığın ürktü: koyunlar ürkerek bir yana yığıldılar. dırdıy- şişmek; kabarmak (diyelim, hava ile doldurulan tulum hakkında). dırğayakta- kaymak. dırğayaktat- et. dırğayakta-dan. dırğı- ürküp bir yana yığılmak (kütle hakkında); koyduñ bir çeti dırğıp ürküp kaldı: koyunların bir kısmı ürküp bir yana yığıldı. dırğır- et. dırğı-dan. dırılda- titreyen ses çıkarmak; çımın dırıldap uçat: sinek vızıldayıp uçuyor; darıldap cügür-: hızlı koşmak; uçarcasına koşmak. dırıldat- et. dırılda-dan; attıñ oozun koyo berip, dırıldatıp cetip baram: atı dörtnala koşturarak çabukça yetişeceğim. dırıya = dürüyö. dırkıra- param-parça olmak; köpürmek, kudurmak; dırkırap kaç-: çil yavrusu gibi dağılmak; şamal dırkırap turat: rüzgâr şiddetli esiyor ve kuduruyor. dırkırat- et. dırkıra-dan. dıydar = dıdar. dıykan f. köylü; kedey dıykan: fakir köylü; orta dıykan: orta halli köylü; baba dıykan mit. çiftçilik hâmisi (harfn: köylü dede); baba dıykan başına çıçtı es. mec. (mahsûl hakkında) bereketli harfn. : dıykan baba başına sıçtı dıykançı = dıykan. dıykançılık çiftçilik: köy iktisadiyatı. diagrama r. diagram. dialekt r. lehçe, ağız, diyelek. dialektika r. diyalektik (bir nevi felsefî muhakeme usulü). dialektikalık : dialektik’e ait, mütaallik; dialektikalık materializm; dialektik maddîcilik. diametr r. kutur. dibiziye kon.= diviziya. didaar = dıdar. diğer f. 1. gündelik namazlardan üçüncüsü (günün ikinci yarısında), ikindi; 2. güneş batmadan biraz önce ki zaman; kündigerden ıldıyladı: güneş batmaya yüz tuttu. dik : dik-dik: tık-tık; cürögüm tık-tik etet: kalbim şiddetle ve sık-sık çarpıyor. dikar r. vahşî insan. dikilde- = düküldö; dikildep cürögü kaktı: yüreği sık-sık çarptı. dikildek çevik, atik, tetik; atılgan. dikildet- = düküldöt-. dil f. kalp (karş. cürök, köñül); can-dili menen: canü dilden; büyük memnuniyetle, diliñdi suutpa memnuniyetle; dilindi suutpa yahut dili boyundu suutpa: sukuta hayala uğrama; can-dilimdi berip işteymin: uzenle, dikkatla canlamaşla çalışıyorum. dilde f. altın sikke; altın. dildirem kon. 1.= telegramma; dildiren ur-: telgraf çekmek. 2.= telegraf. dilgir f. şiddetle arzu eden; antuzi ast; baruuğa ötö dilgir: gitmeyi şiddetle arzu ediyor. dilgirdik şiddetli arzu; antuzi azm. dimi : can dimi (candimi): (katiyen işitmedim, hiçbir zaman görmedim; namussuzum böyle bir şey olmamıştır ve olamazdı da ve s. gibi sözler söyleyerek), aksi hakkında emin olduğu halde bir şeyi inkâr ederek türlü türlü ibarelerle yemin eden kimse. din a. din; meshep; din ilmi: ilâhiyat; dini kara: namussuz; dini karardı: fena şeyler tasarlıyor; ondan her şey beklenilebilir. dinamika r. dinamik. dinamit r. dinamit. dinastiya r. sülâle. dinçil dindar. dinçildik dindarlık. dindeş dinleri bir olan, dindaş. dindüü : adal dindüü: hak dinli. diñke takat; sabır; diñkem kurudu: bıktım; takatım kalmadı. diñse = tiñse. dinsiz dehrî; zındık, allaha inanmayan. dinsizdik dehrîlik, zındıklık. diplomat r. diplomat. diplomatçılık diplomat mevkii; diploması. diplomattık diplomasiye mütaallik, ait. diputat = deputat. dir (taklitlik söz): dir-dir kak-: titremek. direktiva r. direktif, talimat. direktor r. direktör, müdür. direktsiya r. direksiyon, müdürlük. dirijabl r. yolcu balonu (kabilisevk balon). dirijor r. orkestra şefi. dirijorluk orkestra şefi vazifesi; dirijorluk kıl-: orkestrayı idare etmek. dirilde- = dirkire-; tooşu dirildedi: sesi titredi; üşüp dirildep turam: üşüyüp titriyotum; dirildep kan çığıp turat: kan fışkırıp duruyor. dirildet- et. dirilde-’den; tooşun diril-detti: sesini titretti. . dirkire- 1. titremek; 2. ince,kuvvetli ve titrek creyan halinde akmak; bütkön boyu dürküröyt, emçekten sütü dirkireyt folk. bütün vücudu titriyor, memesinden süt akıyor. dirkiret- et. dirkire-den. dirt (taklidlik söz): kan dirt dey tüştü: kan (aşağıya doğru) sıçradı. disput r. mubahase, ilmî münakaşa. dit f. düşünceler, tasarlar; arzu; dikkat; ditim cıyırma beşte: gözüm (arzum) yirmi beşte, yirmi beşi almak istiyorum; ditiñe kelse-sat, ditiñe kelbese-sappa: işine gelirse-sat, işine gelmezse-satma! ditiñde sakta: kalbinde sakla, aşkâr etme! ditimenen (yahut ditin salıp) uğup turat: dikkatle dinliyor. divindent r. temettü hissesi. diviziya r. tümen. diykan = dıykan. doboger a-f. davacı. dobul 1. şiddetli dolu; dobul kağıp ketti: dolu vurdu: 2. firtına. dobulbaş = doolbaş. dobuş ses; dobuşka saluu: reye koyma; caşırı dobuşka saluu: gizli reye koyma; çeçüüçü dobuş: kat’î rey; kengeş berü dobuşu: istişarî rey. dodo 1. yığın; küme; dodo kılıp üğdük: yığın, küme halinde topladık yığdık; külü dodo bolboğun: külü yığın olmamış (yaşama yerini sık-sık değiştirmeyi seven); 2. kalabalık (halk yığını). dodolo- yığın, küme halinde toplamak; dodolop koygon kül: yığın halinde toplanmış kül. doğdoy- tıknaz ve sağlam gözükmek. doğdur kon, = doktor. doğo r. iğri ağaç (araba koşumunda). dok f. istira; tevbih, serzeniş, göz dağı, tehdit; dok urun-: korkutmak; göz dağı vermek. dokçu iftiracı. doklad r. rapor. dokladçı doklatçik, rapor veren, rapor okuyan. doktor r. doktor, tabip. doktorluk 1. tababet; 2. doktorluk mesleği yahut mevkii. doktur = doktor. dokturluk = doktorluk. dokument r. belge, vesika, doküman. dolboor = dolbor. dolbor plan; proje, tasar. dolbordon- projesi yapılmış olmak. doldoy- : şımım dal-dal bölünüp, kiri muzday doldoyup folk: donum parça- parça olmuş, kiri katmer katmer duruyor. dolo (rad. V) hanım; kadın. dolono f. apdiken ağacı, crataegus; ukuruğun dolono, uuru-börü colobo! kement sapım akdiken ağacındadır, hırsız kurt bana rast gelme! dolu hırçın, betuy; vyrdun-duymaz; dikkafalı; takılgan; dolu toklun: fırtınalı dalgalar. dolulan- muziplik etmek; direnmek. doluluk hırinlık, bedhuyluk; inat; muziplik; dalaşmanlık. dombu = dombul. dombul : ombul kelimesinin teki. dombult- öne doğru yürütmek, hızlı koşturmak. dombur f. iki telli bir çeşit saz. domburaçı bu sazı çalan kimse. domçu emçi sözünün tekidir. dominion r. dominyon. donma r. yüksek fırın. doñkultak = doñkultak. doñuz 1. yabanî domuz; doñuz kop-: söv. (mahşer gününde) domuz şeklinde dirilmek; ölmöktön doñuz kop- söv. geber de, domuz şeklinde diril! doñuzduñ tügün döy köröm: bütün ruhumla nefret ediyorum (harfn: bana domuz kılı gibi görünüyor) doñuz rırtı: bir bitkinin adıdır; doñuz aybat, bk. aybat; 2. hayvan devrî takviminde son yılın adıdır. doo a. dava; talep; iddia: kara doo: uzun süren dava; doo-doomayım cok: hiçbir dava, iddiam yoktur, ooru aştan, doo karındaştan ats.: hastalık yemekten, dava ise, akrabadan, kardeşten. dooçu = doboger. dool I= dobul.\n\n\nII, a. davul; dool kak-: davul çalmak. doola- dava etmek, hak iddia etmek; mahkemede duruşmak. doolaş- biri-birini dava etmek. doolaştır- (üçüncü eshası) karşılıklı davaya, mahkemeye kadar gitmeye sebep olmak. doolat- et. doola-dan. doolbaş davul, alıcı kuşla avlanırken kullanılan küçük davul. dooluu munazaalı. doomay doo sözünün tekidir. doomat a. töhmet, iftira. door a. 1. asır; devir; door sür-: hüküm sürmek; anın dooru cürgön çakta: onun hüküm sürdüğü devirde; 2.= dooron. dooran = dooron. doorloş muasır; çağdaş. dooron a. 1. dn. ıskat: ölünün kaldırılmasından önce, onun ruhunun kurtulması, yani azaplarının afedilmesi ve kaldırılması için bir resmi mahsusla verilen sadaka; dooron ber- yahut dooron bayla-: dooron tertip etmek; dooron ötköz-: dooron ayınını idare etmek; 2. dn. cenaze namazından sonra hocalara dağıtılan sadaka; dooron al-: ölünün istirahati ruhu için yapılan ayin sırasında sadaka almak; 3. mec. hüküm sürme; ubağında dooron sürüp aldı: kendi zamanında hüküm sürdü, hakimiyetinin tadını aldı; dooronu cürüp turat: hükmü yürüyor, hüküm sürüyor. dooruk hadise; yaşama (baştan geçirme); 16-nçı cılı kırgızdıñ başınan ötkön dooruktadır: 1916 yılından beri Kırgızların geçirdiği hadiseler. dooş = dobuş. dootay çin. bir vilâyetin âmiri, vali (şarkî Türkistan’da). dorbo kad.= baştık II. dorbool = dolbor. dordoğoy = dordok; oozu dordoğoy: kalın dudaklı. dordok kabarık; şişlik; şişkin; şişirilmiş; kalın; baatır dordok yahut baatır dordoñ: kartal nevinelerinden biridir (ki onun gagası şişmiş gibi görünmektedir); oozu dordok: dudakları kalın ; dordok bed: şişkin yüzlü ablak. dordoñ = dordok. dordoy- kabarık, şişkin, şişman olmak; dordoyğon, kalıñ ootu: kaba, kalın çuha; oozu dordoyup şişip kalıptır: dudakları pek fazla şişmiştir. dos f. dost; dos bol-: dost olmak. dosçuluk dostluk duyguları; dostluk münasebetleri; ahbaplık. doske r. tahta (sınıftaki); kızıl doske: kırmızı tahta; kara doske: kara tahta. dosondo I. dost; yakın ahbap; dosondonun canı bir kudandanın malı bir ats. ahbapların canı bir gönüllerin malı bir.\n\n\nII. dostlaşmak. dost = dos. dostoş- dostlaşmak; ahbap olmak. dostu = dos; dostusu: onun dostu. dostuk dostluk. dotatsiya r. hibe, dotation. doybu paytak; doybu oyno-paytak oynamak. doyur dediği dedik olan kimse; inatçı. doyurduk direngenlik; inat. dozok = tozok. dozoktol- = tozoktol- dozor r. devriye, uç. döbö tepe; ak döbö: tabaktaki ufak doğranmış olan etin üzerine konulan yağ parçası. döböçük küçük tepe, tepecik. döböl = töböl. döbölü- yığın, küme şeklinde toplamak; yığmak; bir nesneyi tepe şeklini alırcasına dökmek; bir şeyi çok ve bol vermek yahut ikram etmek. döbölön- mut. döbölö-den. döböö = döbö. döböt büyümüş erkek köpek; erkek kurt. dödöy budala; beceriksiz, sünepe. dödöylük budalalık; becereksizlik. dögdür I, tepecik.\n\n\nII, kon.= doktor. dögöçü (destan’da) bir bitkinin adıdır. dögürsü- kibirlenmek; caka satmak; gururlanmak; farfaralık etmek, övünmek. dögürsüü farfaralık; gururlanma; caka satma. dömör bataklıkta kararmış tümsek. dömpögöy kalkık; hafifçe çıkık duran. dömpöy- hafifçe kalkık durmak (tümsek şeklinde): dömpöyt- et. dömpöy-den. dömpöytüü işs. döüpöy-den. döñ tepe; yüksek yer. döñgöç = dönköç. döñgölö (tekerlek gibi) yuvarlanmak. döñgölök tekerlek. döñgölön = döñgölö-. döñgölöt- (tekerlek gibi) yuvarlatmak. döñgölötüü işs. döñgölöt-’ten. döñgül döñgür, tepecik, tümsek. döñköç kütük; balta kötör güçö, döñköç dem alat ats.: baltayı kaldırıncaya kadar kütük dinlenir. döñkölök = döngkölök. döö I, f. dev; son derece iri insan; döö şaalar bk. şaalar.\n\n\nII, işs. de-den. döödürö- dırlanmak (can sıkacak bir tarzda bir tarzda ve durmadan konuşan kimse hakkında). döödüröt- et. döödürö-den. döökör cesûr; atılgan; döökör bakşı bk. baskı. döökürsü- = dögürsü-. döölöt a. 1. servet; devlet; çıkan menet, kirgen döölöt ats. her çıkan şey (ki ondan mahrum oluyorsun) azaptır; her giren, gelen şey- devletir; döölöt küt-: zengin olmak; 2. devlet; ulu döölöt şovinizmi: büyük devlet şovenliği. döölöttüü zengin. döölük döö I’den mücerret isim. döömöt a. nöbet; sıra; döömöt kütöt: sıra bekliyor; al döömöt kütüp kalıptır: caka sattı, kuruldu. döömötçü nöbetçi. dööperes = dööpörös. dööpörös f. saf; bön (saflığı yüzünden hakikatı söyleyim derken gaf yapan). döörö- saçmalanmak; sayıklamak. döörök 1. geveze; boş boğaz; 2. gevezelik. döörüt- et. döörü-den. döörüü işs. döörü-’den. dööt a. hokka, divit; dööt-kalem: hokka ve kalem. döötü I= dööt.\n\n\nII, es. (zanaatlar hâmisi sayılan Davut has isminden alınmıştır) zanaat sahibine verilen ücret; döötünün coluna emne alıp kelesiñ:iş hakkı olarak ne getireceksin! (esnafın müşterisine nezaketle sorduğu sual). döp dö ile başlayan sözlere takviye için katılır; döp-döñkölök: yüs-yuvarlak. dördögöy = dördök; erdi dördögöy: kalın dudaklı. dördök kabarık; kalın (dudak hakkında). dördöy- kabarmak; şişmek. dörö f. kamçı, kırbaç (cezalandırmak için). döröölö- kamçı ile cezalandırmak. döröölöt- et. döröölö-den. döşü örs. drama r. ed. dram. dramaturg r. dram yazan. duba a. 1. dua; dubası konboy kaldı: duası kabul edilmeden kaldı, dubay salam: mektup; 2. kese; keseye dikilen dua: muska. dubakan a-f. es. sahta tabip; üfürükçü. dubal f. duvar; çit. dubala- 1. dua ile tazarru etmek, yakarmak; 2. dua okuyup üfürmek (diyelim, deva olmak üzere, suyu üfürmek). dubalat- et. dubala-dan. dubaluu dualı. duban tar. kaza; sancak; bölge (inkılâptan önceki ıslahattır);karakol dubanı: 1) karakol kazası; 2) karakol kazasının kırgız ahalisi; bir duban erge dañkı çıkkan: ünü bütün bir kazaya yayılmış. dubana f. 1. divane; meczup; kaçık; deli; meñ dubana: bañ otu: Hyosciamus niger; bengilik otu; 2. dilençi. dubay bk. duba. dublikat r.suret; ikinci nüsha, düplikata. dubulda- = dulda. dubur dabır sözünün tekidir. ducna r. kon. düzine; cartı ducna piyba: yarım düzine bira. ducurke = tucurke. duçar = duuçar. duduk ; dilsiz; dülöy-duduk bk. dülöy. duğa = duba. duğduy- (iriyarı adam hakkında) somurtmak, surat asmak; duğduyup unçukpay olturdu: o (iriyarı adam) suratını asarak konuşmadan oturdu. duh r. ruh; duh kötör-: maneviyatını yükseltmek, neşelendirmek. duhoboy r. duhovoy orkestr: üflemek suretiyle çalınan aletlerden teşekkül eden orkestra. duka deke sözünün tekidir. dukaba f. kadife. dulay 1. keçeden yahut koyun derisinden yapılmış olan kış ayakkabısı; 2. alıcı kuşun ayaklarında kösteklerin yaptığı şiş. duldak daldak sözünün tekidir. duluguy geniş yüzlü (suratlı) ve muzlim çehreli ablak ve suratsız. duluy- 1. (başlıca, geniş suratlı kimse hakkında) somurtmak; surat asmak; unçuk pay ğana duyulup oltura berüçü: o, adeti olduğu üzere, somurtarak oturuyor ve susuyordu; 2. direnmek, inat etmek. dum : em-dum: her nevi tedavi usulleri ve muhtelif emler, ilaçlar. duma r. tar. meclis; memelekettik duma: devlet duması (eski Rus parlementosu). dumana = dubana; dumananın asasınday silkilde: divanenin asası gibi silkinmek; keçi kuyruğu gibi titremek. dumba r. 1. tabure: arkası ve dayangaçları bulunmayan yüksek iskemle; 2. araziyi ayıran sınarlara dikilen alâmet. dumabala- sarmak. dumbalan- sarılmak; dumbalanıp cat-: başından örtünerek yatmak. dumbaloo işs. dumbala-dan; köz dumbaloo; göz boyamak; igfal, aldatma. dumbul sarı asma kuşu. dumuk- havasızlıktan, nefes darlığından muzdarip olmak; iç sıkılmak. dumuktur- boğmak; abadumukturup turat: hava sıkıntılıdır. duñ dañ sözününün tekidir. duñçu çin. dilmaç, tercüman. duñda- bir işi gizlice, sezdirmeden yapmak; arı-beri duñdap ele cok kıldı: gizlice hepsini harcadı. duñğan : ala duñğan yahut duñğa: küçük saksağan (bazı dağ florcinleri de böyle tesmiye edilir). duruçma r. kon. «drujina» : milis, asker, müfreze, muhafız takımı. durus f. dürüst, doğru; münasip; işe yarayan; kaideye uygun olan. durusta- düzeltmek; tashih etmek; yoluna koymak; durustap: gereği gibi, iyice. durustal- mut. durusta-dan. durustoo yoklama; düzletme. durustuk doğruluk, dürüstlük. duşar = duuçar. duşman f. düşman; el düşmanı: halk düşmanı. duşmançılık = duşmandık. duşmandaş- düşmanlık etmek. duşmandık düşmanlık; husumet. duu gürültü; patırtı; şamata; duu dep: gürültü ile gürültülüce; el duu külüp ciberdi: halk kahkahayı koyuverdi; kalıñ duu: şiddetli gümbürtü; uu-duu; şiddetli gürültü; gürültüyle karışık intizamsızlık. duuçar f. karşılaşan; rast gelen; çarpan; balağa duçar bol-: belâya duçar olmak, çatmak; okko duuçar bol-: kurşuna rastlamak. duula- 1. gürültü yapmak; uğuldamak; 2. mec. meşhur olmak; 3. çok mebzul olmak. duulan- gürültü etmek; uğuldamak. duulda- patırtı yapmak; uğuldamak; yaygarayı basmak; çok canlı konuşmak; ot duuldap küydü: ateş büyük alevle yandı; duuldap mas boluştu: adam akıllı sarhoş oldular. duuldaş- müş. duulda –dan. duuldat- et. duulda-dan; Sotsialistik meldeşti duuldatalı! ; susyalist yarışı daha geniş inkişaf ettirelim! ; kalemperdi aşka salıp içkende oozdu duuldatat: yemeğe kırmızı biber konup yenirse, ağzı fena surette yakıyor. duutar f. dutar (bir musiki aleti). duvay = dubay (bk. duba). dübür = dabır. dübürö- ayak patırdısı, araba gürültüsü çıkmak. dübüröt- ayak patırtısı, gürültü takırtı çıkarmak. dübürt- = dabırt-; attıñ dübürtü: atın ayak patırtısı. dücürnay r. «dejurnıy» : nöbetçi. düğdüñdö- kuvvetli ve gayretli olmak; yorulmak bilmemek. dügdüy- çıkık ve kocaman görünüşte bulunmak; kanburlaşıp durmak (diyelim, atın sağlam boynu hakkında); moynu düğdüygön at: sağlam ve pek boyunlu at; dügdüygön cigit: sağlam delikanlı; dügdüygön kalıñ kol: hesapsız asker. dükön a. dükân; magaza; añgeme dükön sal-: sohbet etmek; lâf atmak, çene çalmak. dükönçü dükkâncı. dükönçülük dükkâncı işi yahut mevkii. dükört f. bıyık ve tırnak kesmek için kullanılan küçük makas. düküldö- 1. çarpmak (korkudan kalp hakkında); cürögün dülüldöp turat: kalbim şiddetli çarpıyor; ben pek korkuyorum; 2. emreder gibi bir eda ile konuşmak. düküldöt- et. düküldö-den. düküy- 1. kabarmak; şişmek; çıkık durmak (tümsek hakkında); 2. sık ve karanlık olmak (bulut, orman, bahçe hakkında); dükügön bak: ağaçları sık bahçe; düküygön ak bulut: koyu bulut. düküyt- et. düküy-den. düküyüü işs. düküy-den. dülöy 1. sağır; dülöy-dudak: sağır-dilsiz; dülüygö salam berseñ, «atandıñ başı» deyt ats.: sağıra selâm verirsen, o seni sövmeye başlar; eti dülöy: kalın derili (ağrıya hessâs olmıyan); 2. kulak kiri; 3. güya hayvanların yüreğinde peyda olan küçük artık etler (lâymi zaidler (bu gibi etlerin bulunmaması bir koşu atı için iyi nişane imiş); tuyagında tura cok, cürögöndö dülöy cok folk.: tırnağında kemik yok (bk. tura 1), yüreğinde artık et yok; 4. alay- dülöy 1) tipi; 2) karışıklık; alt-üst olan durum; alay-dülöy boroşo soktu: tipi çevrinti yaptı; alay-dülöy boroon bolup turat: şiddetli tipi, kasırga vardır; 5. cer dülöy (yahut sadece dülöy): kurt mantarı (içi tozla donmul olan bir nevi mantar). düm I, f. kuyruk; mıltıktın dümü: tüfek dipçiği.\n\n\nII, korkunç; azametli görünüş (manzara); azamet; dümünön ele adam korkut: yalnız görünüşü bile insanı korkutuyor. dümbö f. harbi ucu. dümbölö- silahı doldurmak. dümbül f. olmamış (meyvalar ve taneler hakkında). dümbürçök kon. makpuz; makpuzun koçanı. dümök göz dağı; tehdit; felâket; dagdagalı durum; ağa bir dümök körsötöyün (yahut salayın): ben onu bir parça korkutayım: ben ona göstereyim! ; Talastağı çoñ dümök kan Manaska kaçılba folk.: beni Talas’taki korkunç Manas’ın yanına sürme, koğma! ; dümögön tarttım: onun yüzünden çektim (zahmete katlandım). dümöktüü 1. müthiş; korkunç; 2. sakin olmıyan; dümöktüü üy: rahatsız ev (içinde kavga çok olan ev); dümöktüü kabar: endişeli haberler. dümp ses teklidi: onomatopée: düp dey tüştü: pat diye düştü. dümpüldö- boğuk ses çıkarmak. dümpüldök «kurt ve koyun» oyunu. dümpüldöt- 1. boğuk ses çıkarmak; 2. dövmek; pataklamak. dümpüy- tümsek şeklinde çıkmak, kanbur kumbur olmak; dümpüygön kalıñ kol catat: yığılarak, hesapsız asker yatıyor. dümpüyt- et. dümpüy-den. dümür yanmış kütük; ağaçın çürümüş ve kararmış kökleri; pek siyah; kap-kara. dümürçök küçük kök. dümüröñdö- = dümüröy. dümüröy- kara görünüşte bulunmak; kararmak; dümüröygön kara kişi: kap- kara adam (ve şişman) adam; tüp-tüp çiy dümüröyüp körünöt: çiğ sazı topu kararıp görünüyor. düñ 1. marufiyet; şöhret; anıñ düñü çoñ (yahut kıyın): onun büyük şöhreti vardır; el düñ (yahut düü) kılıp alğan: ahali arasında büyük şöhret kazanmış: düñü çıkan tanınmış, şöhret kazanmış; erge düñ boldu; şöhret kazandı; halk arasında tanındı; 2. toptan; gayri safi; düñ sooda: toptan ticaret; düñ tüşüm: gayrisafi (katışık) hasılât; topyekûn istihsal; düñ baa: gayri safi kıymet; toptan fiat. düñgö (ayrı-ayrı çiy’in kökü olmayıp) çiy sazı yığının tümsek teşkil eden kökleri. düñgür dañğır sözünün tekidir. düñgürçök 1. (destanda) tütün kutusu; 2.= dümbürçök. düñgürdüñ davul sesinin taklididir. düñgürö- 1. uğuldamak; kulagım düñüröyt: kulağım uğulduyor; cer düñgürögön çuu: şiddetli gürültü; düñgüröp kaç-: sıvışmak; tabanı kaldırmak; 2. hesapsız çok olmak. düñgüröt- et. düñgürö-den; kolhoz örüşünö cılkını düñgüröttü: kolhoz kendi otlaklarına hesapsız çok hergele (at sürüsü) sürdü; delegattar zaldı düñgürötüp kolçalışıp, uralar kıykırıştı: murahhaslar şiddetli alkışlar ve «ura!» sesleri ile salonu gürlettiler. düñk pat!; bat elge düñk dey tüştü: (bu) bütün halk arasına sür’atla yayıldı. düñküldö- 1. boğuk ve kesik ses çıkarmak (diyelim, davul hakkında); atağı dünüyö cüzündö dün düñküldöy baştağan: şöhreti bütün dünyaya yayılmaya başladı; 2. (haber hakkında): her tarafa yayılmak. düñküldöt- 1. boğuk ve kesik-kesik sesler çıkmasını mucip olmak (diyelim, davula vurarak); 2. (haberi) büyük bir özenle yaymak, herkese duydurmak; ar kim bul ayañdı dañaza kötörüp, ayıl arasına düñküldötö berişti: bu haberi, heyecan uyandırıcı olmak üzere, bütün ayıla yaydılar. düñküy- kocaman, şişman, ağır olmak; çoçko sınduu düñküygön: domuz gibi şişman. dünüyö = düynö. dünüyölük = düynölük. düp : düp-düp: sert bir şey üzerine şiddetli vurmayı yahut tüfekten ateş etme sesini taklittir; cörögü düp-düp etti: kalbi gayet şiddetli çarptı; mıltık ünü düp dey tüştü: tüfekten ateş etme sesi havayı sarstı. düpö : düpö- düpö cötöl-: kesik-kesik ve yüksek sesle öksürmek. düpüldö- şiddetli çarpmak (kalp hakkında); cürögö düpüldöyt: kalbi sık-sık ve şiddetli çarpıyor (heyecandan). düpüldök çarpma, heyecan (kalp hakkında); titrek ; cürök düpüldögün küçötöt: kalp çarpması gittikçe kuvvetleniyor. dür I(taklitlik sözdür): koy dür dey tüştü: koyunlar ürktüler ve hep birden kütle halinde bir yana atıldılar; ot dür dep küydü: ateş tutuşup alevlendi; cürögü dür dey tüştü: kalbi yerinden fırladı; dür et-: kütle halinde biryana atılmak, saldırmak.\n\n\nII: dür- düynö: türlü-türlü eşya; kooperativde dür-düynönün baarı bar: kooperatifte canın ne isterse o var; dür- düynö tamaktı caynaptı saldı: her türlü yemekleri sundu. dürbö- şaşkınlığa kapılmak; korkarak ve acele kaçmak; telâş etmek (halk yığını hakkında). dürböl- telâş etmek; şaşkın bir durumda bulunmak. dürbölöñ panik; şaşkınlık; isyan; kargaşalık; dünbölöñ sal-: şaşkınlık ika etmek; galeyanı mucip olacak yayıntılar çıkarmak, yaymak. dürbölöñdö- harekete gelmek; şaşkınlığa tutulmak. dürböön akın; yağma; karışıklık; dürböön sal-: tahribat yapmak; Semetey uğup kalbasın, kalkıña dürböön salbasın folk.: Semetey duymasın, senin halkını tarumar etmesin! dürböş I, şaşkınlık; galeyan. dürböş- II, müş. dürbö-den. dürböt- et. dürbö-den. dürbün = dürbü. dürdük- ürkmek; koy dürdüktü: koyunlar ürktüler, korkup bin yana çekildiler. dürgü- kaçmak: koşmak; kaçıp gitmek. dürk- ürk- sözünün tekidir; ürküp- dürküp dırkırap folk.: ürkerek ve titriyerek. dürkün grup; müfreze; dürkün-türkün: zümre zümre olarak; müfreze müfreze olarak; kütle kütle olarak. dürkürö- 1. titremek; 2. gürültü yapmak (kalabalık halk hakkında); dürkürögön kıykırık: türlü türlü kafalardan çıkan yüksek ses; 3. geniş şöhrete malik olmak; muvaffak olmak; dürküröp öskön tört tülük: alabildiğine büyüyen ve çoğalan hayvan; dürküröğön temter: gürültülü (alabildiğine yürüyen) hızlar, tempolar. dürküröt- et. dürkürö-den. dürmöt tüfeğin yemi, doldurma; kuru dürmöt: mermisiz yemleme; mıltıktın dürmötü bar: tüfeğin yemi var (doludur). dürmöttö- (tüfeği) doldurmak. dürmöttölüü = dürmöttüü. dürmöttüü doldurulmuş (tüfek hakkında). dürs (taklitlik sözdür): dürsö-dürs uruş: biri-birini pataklamak. dürsüldö- ayak patırtısı çıkarmak. dürsüldöt- et. dürsüldö-den. dürt (patlama için takliklik sözdür): dürt etme zattır: patlayıcı maddeler. dürüldö- = dürkürö; bütkön boyum dürüldöyt: korkudan bütün vucudum ürperdi; ot dürüldöp küyöt: ateş çatırdayıp, büyük alevle, yanıyor; koy dürüldöp ürktü: koyunlar ürkerek bir yana atıldılar. dürüldöş- müş. dürüldö-den. dürüldöt- et. dürüldö-den; mına dürüldötüp biz da cettik: işte, biz de yetiştik. dürüyö f. birnevi ipekli kumaş; dürüyö köynök: ipek elbise. düü = düñ. düüldö- = duulda. düülük- köpürmek: kudurmak; şiddetli galeyan izhar eylemek; etim düülügüp çıktı: bütün vücudum kaşınıyor, gidişiyor. düülültür- et. düülük-ten. düynö a. 1. dünya (âlem); 2. servet; düynösü tügöl: 1) refahın yüksek derecesinde; 2) hiçbir eksikliği yok; dür-düynö bk. dür II; 3. define; hazne; düynö taptı: define buldu; başına devlet kuşu kondu. düynökor a-f. dünya malü mülküne haris olan. düynölük dünyalık; alemşümul; düynölük rekor: dünya rekoru; calpı düynölük: cihanşümul. düyşembi f. duşenbe: pazartesi. düyüm muhtelif; her türlü; herneviden; düyüm darı: muhtelif ilâçların halitası. e I, yahut ce (genizden söylenir): e! ; haydi! ; ya; haniya? , bakalım, nasıl? ; ee, emne kılıp catasıñ?: e, ne yapıyorsun bakalım!\n\n\nII, hey! bana bak-; ah! ay! e- III, gayri kiyasî ve noksan bir yardımcı fiil: imek; bar edi: var idi; vardı; bar eken: var imiş, varmış; emegende= emey, bk. eken, ele II, emen II, emes. ebak k-a. çoktan; artık çoktan; ebaktan: çok zamandan beri. ebakı çoktanki; eski; çoktan olup biten; ebakı ötkön kün: çoktan geçmiş günler. ebakkı = ebakı. ebegeysiz pek; gayet; aşırı; ebegeysiz çoñ: aşırı büyük; kocaman. ebelek 1. çakarken, çivi tepesinin altına konulan astar; 2. perçin çivisi; başınan çığıp ketet dep, tört kırdağan bolotton koş ebelek urdurğan folk.: balta (sapından) kurtulmasın diye dört kenarlı çelikten çift perçin çivisi çaktırdı; 3. Cerato carpus arinarus otu; ebelektey eme ğo, ırğıtıp taştabaysıñbı? Cerato carpus aranarius gibi (hafif)dir; onu kaldırıp atamazsınız? ebelekte- yalnız kanatlarının uçlarını kımıldatarak, havada donakalmak (avı üzerindeki çaylak yahut tarirakuşu hakkında). ebep (krş. ibep): ar ebeptin sebebi bar: her hastalığın bir sebebi vardır. ebire- : ebirbe! yahut ebirebey eegiñdi bas!: çeneni tut: sus! ebireş- müş. ebire-den. ece I, 1. büyük kız kardeş: abla; ece kiygendi siñdi kiyet ats.: ablanın giydiğini küçük kız kardeş de giyer; 2. es. yaşça genç olan karıya nisbeten yaşça büyük olan karı (zevce).\n\n\nII, a. gram. hece. eceke okş. ece I’den; eçekeme işenıp ersiz kaldım ats.: ablama inanıp kocasız kaldım. ecel = ezel; ecelden beri: ezelden beri, eskiden beri. ecele- hecelemek: heceleyerek zorla okumak. ecelet- heceleyerek zorla okutmak. ecelettir- et. ecelet-ten. ecelki = ezelki. ecigey bir çeşit peynir; eçigeydey: eçigey gibi: pek sarı; sap-sarı. eç f. hiç; eç kim: hiç kimse;hiçbir şey; eç ubak yahut eç kaçan: hiçbir zaman; eç kayda: hiçbir yerde; eç kanday: hiçbir türlü; eçteke yahut eşteke, eçteme yahut eşteme, eçteñke yahut eşteñke, eçtemke yahut eştemke, eçdeme: hiçbir şey; eç eçteke: büsbütün hiçbir şey; eçteke emes: hiçbir şey değil; fevkalade bir şey yok; zarar yok; eçteñke menen işing cok: hiçbir şeyle ilişiğin yok, hiçbir şeyi merak etmiyorsun. eçak = ebak. eçakı = ebakı. eçdeme bk. eç; eçdeme cok: hiçbir şey yok. eçe kaç; eçedesiñ?: kaç yaşındasın. eçek (Rad.) şerir; kötü; işe yaramaz. eçen 1. nekadar; 2. birkaç; çok; eçen colu: birkaç defa; çok defa; eçen cılı: birkaç sene; çok yıllar. eçendegen çoklar; pek çoklar. eçkısa : eçkısa cok: hiçbir şey yok; hiçbir zarar yok; hiç! eçki keçi; too eçki: dağ keçisi. eçkir- hıçkırmak; acı acı sesler çıkarmak; eçkirip ıyla-: hıçkırarak ağlamak; derinden iç çekerek ağlamak; eçkirip kül-: ca’lî bir tavırla ve yüksek sesle çok gülmek. eçöö kaç (tane, baş, kişi). eçteke bk. eç; eçteke cok: hiçbir şey yok; eçteke emes: zararsız; şöyle-böyle; ayrıca bir şey yok; hiç! eçteme bk. eç; tok bala eçtemeni oyloboyt ats.: karnı tok çocuk hiçbir şey düşünmez. ede (Rad., V ve Fergâneli Noygut- Kıpçaklarında)= ele II; kanday ittiñ kuş edeñ! kanday ittiñ at edeñ- (Rad., V) folk.: ey kuş hangi köpeğin idin sen; ey at, hangi köpeğin idin sen! edil : ak edil (başlıca, sağmal hayvan hakkında) yavaş, sâkin; ak edil koy: yavaş, ve memesi yumuşak (sağarken sütünü kolay veren) koyun. edirekey kabarık ve hafifçe kıvrılmış olan burun kanatlarına malik olan. edireñ = edirekey. edireñde- haraketlerinde edirekey’ye (bk.) benzemek. edireñdet- et. edireñde-den. edirey- 1. kabarık ve hafifçe kıvrılmış burun kanatlarına malik olmak; 2. burun kanatlarını kabartarak, azametle bakmak. edireyt- et. edirey-den; oopazının murdun edireyte tarttı: öküzünü öyle bir çekti, ki burun kanatları tersine döndü. ee I1. sahip; ee bol-sahip çıkmak; tehnikağa ee bol-: tekniğe hakim olmak; 2. Tanrı; 3. gram fail: sujet; ee bağınıñkı: cümle içindeki ulaşma sujet.\n\n\nII, caa berbey ile birlikte: ee-caa berbey: hiçbir tesir altında kalmadan; ee-caa berbey ıylayt: kimseyi dinlemeden boyuna ağlıyor.\n\n\nIII, 1. memnuniyetsizlik ve can sıkıntısı ifade eden nida: ee, hetpak! e-eh betbaht (uğursuz)! 2. mânayi kuvvetlendirmek için kullanılan nida; aldıng-ee! aldın ha!\n\n\nIV, bk. e I. eeçi = eerçi. eeçiş- = eerçiş; karkıraday eeçişip: turnalar gibi, dizi halinde giderek. eeçit- = eerçit-. eek 1. çene; ak eek: aksakallı; ihtiyar; kızıl eek: dişsiz; tursuluk; eegi tüşkön (insan hakkında): çenesi sarkık, ihtiyar; kuvvetten düşmüş ihtiyar; kem eek: alt çenesi, alt dudağı öne doğru çıkık duran ve alt dişleri üst dişlerinin üzerine geçen adam; eegi eegine tiybey kıbırayt: «çenesi çenesine değmeden kımıldıyor»: boyuna çene çalıyor; eyegiñ bas!: çeneni kıs! sus! ; eek kübüröt-: mırıldanmak; eektiñ adlında: «çene altında»: çok yakın; burnunun dibinde; 2. alt dudak; eegin şalpıytıp: alt dudağını sarkıtarak (at hakkında). eele- sahip olmak; işgal etmek; benimsemek; bul üydü men eelep aldım: bu odayı (evi) ben işgal ettim; ökmöt askerleri eelegen rayondor: hükümet askerlerinin işgal ettiği bölgeler. eelen- şiddetle arzu etmek; kesin karar vermek; engellere bakmaksızın yerine getirmeye çabalamak; göz komak, göze kestirmek; okuymun dep eelenet: hiçbir şeye bakmadan oyumaya karar vermiş; atım eelenet: (itaatsızlık ederek) atım sanki beni fırlatmak isteyerek, ileri atılıyor. eelet- et. cele-den eelik- heyecana gelmek; coşmak; kızmak; atım elikti: atım kızıştı (meselâ, ayak patırtısı duyarak) eelikme çabuk heyecana gelen; çabuk kızışan; eelikme at: hırçın at. eeliktir- et. elik- ten; oyu anı oozduksuz attay eelektirdi: fikri, onu gemsiz at gibi, aldı götürdü. eelit- = eeliktir. eelöö eelö sahip olma; temellük etme, eelüü 1. sahibi olan; 2. gram. sujet’si bulunan cümle. een ıssız; gayri meskûn; tenha; öksüz; een cer: ıssız, gayri meskûn arazi; een bol-: yalnız olmak; een oltur-: yalnız oturmak; anı een çakırıp çığıp: yalnız kendisini çağırıp çıkararak: gizlice çağırarak; koy een ketip bara catat: koyunlar bajımsız (çobansız) gidiyorlar; een-erkin caşağan el: bolluk içinde ve serbest yşayan halk; een kaldı: tek başına kaldı; üyü een kaldı: avi bakımsız kaldı: een baş: dik kafalı, söz dinlemiyen: hırçın; een baş bala: hırçın, haşarı çocuk. eenbaştık kendi bildiğile, resen iş görmeklik, keyfî muamele. eendet- tek başına bırakmak; tenha bir yere uzaklaştırmak; bizdiñ aldıbızda uğran cok, eendetip çıkkandın kiyin -kim bilsin: bizim önümüzde dövmedi, tenhayere götürdükten sonra ise, -kim bilir. eendik 1. boş saha; 2. ıssızlık; gayri meskûn olmaklık; tenhalık; 3. öksüzlük. eer eyer; nambaş (nan+baş) yahut dambaş (dan+baş) eer: (geniş kaşlı) Kırğız eyeri; ak kañğı eer: (geniş kaşlı) Moğol eyeri; kuşbaş eer: (kaşı ikiye ayrılmış olan) Özbek eyeri; orus eer: Rus kazakları eyeri; erdin kabı: eyer örtüsü. eerçi- birinin peşinden gitmek; takip eylemek;colooçunu eyerçip, it ölöt ats.: yolcunu peşinden giderek, köpek geberiyor (çünkü atlıya yetişemez ve gölgede dinlenemez ve s.). eerçik küçük eyer: eyerçik. eerçiş- dizi halinde biri-birini takip eylemek. eerçişüü biri-birinin peşinden gitmek. eerçit kendinin peşinden götürmek;takip etmeye icbaretmek. eerde- eğerlemek. eerdi bk. erin I. eergül mil (mihver); menteşe. eerin = erin I. eersiz sahipsiz; eğersiz caydak: eyersiz; mec. fazla yük almaksızın. eesiz sahipsiz; eyesiz süylöm gram. sujet’siz (gayri şahsî) cümle. eesizdik 1. sahipsizlik; 2. şahsiyetsizlik. eetimal a. ihtimal; imkân; olabilirlik. efir r. esir (éther), efir mayı: esir yağı. ege I= eeI 2.\n\n\nII, 1. eğelemek; demiri bilemek; demiri demirle sürüştürmek; 2. eklemek; uçuna bolot egegen folk. (mızrağın) ucuna çelik eklemiş. eger I= eer.\n\n\nII, f. eğer (şart sözdür); egerde 1) eğer; şayet; 2) (menfî cümlede)= egerim. egerim f. (menfî cümlede): hiçbir zaman; aslâ; katiyen; egerim kelbet kalbasın: katiyan gelmeden kalmasın. eges esef, pişmanlık ifade etmek için kullanılan sözdür; attiñ, egesay (yahut eges kalğır-ay)!: ah, ne yazık! egeş I, münazaa; kavga; çarpışma. egeş- II, 1. (başlıca, demir hakk.) sürtülmek; 2. kavga etmek; münazaa etmek; ihtilaf durumunda bulunmak. egeştir- et. egeş-II den. egey : egey-şiğay: kuvvetçe, cesaretçe, yiğitlikçe müsavi olan. egil- mut. ek-ten. egin 1. ekin; dan eginder 1) taneli ekinler; 2) hububat; egin aydoo: çift sürmek ve ekin ekmek; 2. hububat veren bitkiler; egin dayardoo: hububat tedariki. egindik ekinlik, tarla. egiz I, ikiz; çifte; çift; egiz tuuptur: ikiz doğurdu; egiz kara at: bir çift akra yağız at; egiz kozuday: “ikiz kuzu gibi”: iki su damlası gibi (biri-birine benziyorlar).\n\n\nII, yüksek, yüce. egöö = ögöö. egöölö- = ögöölö- egöölöt- = egöölöt-. egüü serpme (hububatı), ekme. egüüsüz ekimsiz;egüüsüz talaa: ekin ekilmemiş bozkır, işlenmemiş tarla. eh ! ah! vah! ek- -1. ekmek;dikmek; 2. işlemek (sürmek); uşul cerdi men egem: bu yeri ben sürecek ve ekeceğim. ekçe- çırpmak; elemek; seçmek; ekçep alğan: seçme; en iyi. eçel- mut. ekçe- den;çöyçöktögü suu tögülböstön ekçelip kelet: kovadaki su çalkalanıyor, fakat dökülmüyor. ekçelt- kımıldatmak; dalğalandırmak; may kuyrugun ekçeltip cüröt: yağlı kuyruğunu (kıçını) sallayarak geziyor. eke = ake. eken e-III’ten geçen zaman gerundifidir;kim ekenin açık ayta alasıñbı?: kim olduğunu açıkça söyleyebilir misin?; özüñdü künölüü ekenin dep bildiñbi?: kabahatlı olduğunu kabul ettin mi?; bul tuuraluu ak ekenimdi özü da toluk bilet: bu hususta benim suçsuz olduğumu kendisi de çok iyi biliyor; anın kim ekenin emi maalim boldu: onun kim olduğu şimdi malum oldu; şaarda ekende: şehirde iken; dağı bir neçe mektep açılsa eken: daha birkaç mektep açılırsaymış ne iyi olacaktı; aytsañar eken: söylese idiniz,iyi olacaktı; oozuña kelgendi süylöy beret ekensiñ: aklına ne gelirse, onu söylüyormuşun; men özüm menen birge eç nerse albağan ekenmin: kendimle hiç bir şey almamış imişim; ölöt eken, uşunda ölöt: ölecekse burada ölür; itke temirdin barkı emne eken?: köpek için demirin ne kıymeti olsun?. ekendik eken’den mücerret isimdir; kayda ekendiginin dayını cok:nerede bulunduğu belli değil. eki iki; sözün ekî kılbayt: iki türlü söz söylemez; sözünün eridir; eki-ekiden: ikişer-ikişer;ekinin biri: 1) ikisinden biri, 2) en iyisi, ileri gelen; eki bolboysuñ yahut düynödö eki bolboysuñ: dünyada iyilik görmeyeceksin. ekilen- 1. nazlanmak; 2. çıtkırıldım olmak. ekilendir- et. ekilen-den. ekilent- et. ekilen-den; komuzdu ekilentip çertti: kopuzu özenle, canla-barla çaldı. ekilentüü mübalağa; lüzumundan fazla büyütme. ekiltik hesap esnasında ikinin yerini tutan; iki çükö’ye (bk.) denk olan; ekiltik kılıp kaytaramın: iki mislini iade edeceğim. ekilüü (at hakkında) hırçın;(kız hakkında): çekingen; çıtkırıldım; hırçın; nazlı. ekimet a. hikmet; ekimet kep: hikmetli söz. ekinçi ikinci. ekinçiley saniyen, ikinci olarak. ekipaj r. mürettebat; samolyottun ekipaji: tayyarenin mürettebatı. ekonomika r. iktisat; iktisadiyat. eköö iki tane; ikisi birlikte; sen ekööbüz: sen ve ben ikimiz. ekspeditsiya r. seferî heyet: expédition. eksploatator r. işletici, istismar edici. eksploatatsiya r. işletme, istismar. eksploatatsiyala- işletmek, istismar etmek. eksploatatsiyalan- işletilmek, istismar edilmek. eksploatatsiyalanuu işs. eksploatatsiyalan-dan. ektir- et. ek-den. el 1. kabile ittihadı; soy; kabile; halk, millet; el kayda köçöt: hanım böceği: Coccinellidae; elicer: vatan; öz ülke; öz halk; el komissarı: halk komiseri (Vekil); el komissariyatı: Halk komiserliği (Vekâlet); el biyleri es.: mahkemelerde jüri heyeti; 2. soydaş (aynı kabile ittihadına, dahil olan); 3. sivil: ahali (örnekler bk. coola ve elde); 4. memleket; devlet; çet el: yabancı millet; yabancı ülke; sınır dışı; çet elderde: yabancı memleketlerde; sınır dışında. elçabar Ruslar’ın «patlayan zincirler» oyununu andıran bir nevi çocuk oyunu. elçi 1. sefir; elçi; haberci; 2. kendi kabilesini, kendi soyunu-sopunu seven; 3. es. halkçı. elçikana k-f. elçilik, sefarethane. elçile- başkalarını taklit etmek; başkaları gibi yapmak; elçilep kiyim kiygen ceri cok: başkaları gibi giyindiği yoktur (daha fena, daha fakir giyiniyor). elçilik 1. es. kabile kuruşuna, nizamına bağlılık; 2. sefir,elçi vazifesi yahut mevkii. elçire- yumuşamak (kalp hakkında); rikkate gelmek. elçiret- et. elcire-den. elde- 1. sakin ehaliden 2. sakin ahaliden gibi kabul etmek; el deseñ, eldep alamın, coo deseñ, coolap alamın folk.: barışlık niyetlerle geldin isen, seni sakin ahaliden gibi kabul edeceğim; düşmanca fikirlerle geldin isen, düşman gibi kabul edeceğim; 3. halk arasında yaşamak; çooçun cerdi cerdedim, çooçum eldi eldedim folk.: yabancı yerde oturdum, yabancı millet içinde yaşadım. eldeş I, soydaş; yurttaş.\n\n\nII, 1. barışmak; uzlaşmak; 2. (oyun esnasında) kura çekmek. eldeştir- barıştırmak; uzlaştırmak. eldeştirüü 1. barıştırma; 2. (oyun sırasında) kura çekme. eldeşüü işs. eldeş- II den. eldik I: calpı eldik: bütün halka şümülü olan.\n\n\nII, (karş. sendik): halkçı: halk taraftarı; eldik bolup catkansıyt: halk taraftarlığı taslıyor. eldüü meskûn; eldüü cer: meskûn mahal; eldüü cerde elek bar: ats.: insanların bulunduğu yerde elek de bulunur. ele I, bir ektir, ki cümlenin manasını tahdit etmek veya ona katiyet vermek için kullanılır; sık-sık tekrar edildiğinde ise, manasını büsbütün kaybeder; tokuz ele kün kaldı: yalnız dokuz gün kaldı: ötkön ele cılı: daha geçen sene; men elemin: evet, bu benim; süylöt elekte ele küldük: o daha söylemeye başlamamışken, biz gülmeye başladık; özüm ele baram: ben yalnız gideceğim; kelip ele kayta bar: gel de hemen git (burada fazla kalmayacaksın); at bolboso, cöö ele ele baralı: at olmazsa, yaya gidelim; aytkanıñday ele bolsun: haydi senin dediğin gibi olsun; alıp kelgeniñ uşul elebi?: getirdiğinin hepsi bundan ibaret midir? ; dayım ele uşunday: daima böyledir; kol kabuş kıla koysuñçu, deseñ «al ele, bul ele» deşet: sen onlardan yardım istiyorsun, onlar ise hep bundan kaçınıyorlar; sadalı ile biten sözden sonra gelirse, önce gelen sözün sadalısı düşüyor: oñoy bele (bı + ele)?: kolay mı dersin? ; men aytpadım bele!: söylemedim mi! ele- II, (karş. e III) olmak manasına gelen yardımcı fiildir; saitle biten sözden sonra ele I (bk.) de olan hali burada da görürüz; kıştıñ künü ele: kış idi; kışın olmuştu; tün ele: gece idi; özüñ kayda turgan eleñ?: (o zaman) sen kendin nerede yaşıyordun? ; al kezde men çaş elem: o sırada ben gençtim; murun da bilet elem: evelce de biliyordum; biz kim elek, kim bolduk!: biz kim idik, şimdi kim olduk! r-li, s-li gerundif ile birlikte conjonetif ekil yapar: berer beleñ (bi + eleñ) yahut beret beleñ: verir mi idin? ; uşunday bolor belem- yahut uşunday bolot belem?: böyle olur mu idim? ; eç bir manisi bolbos ele: (bunda) hiçbir mana olmazdı; ğay-lı fiille birlikte dilek ifade ettiği gibi, fiil menfi şekilde olduğu zaman korku-şüphe ifade eder: kelgey ele: gelse idi, iyi olacaktı; bugün boroon bolboğoy ele: korkarım ki bugün bora olmasın.\n\n\nIII, 1. elemek (kalburla, elekle); 2. çikit (bk.) oyunu sırasında küçük değneği büyük değnekle vurup defetmek.\n\n\nIV, farkına varmak; dikkat etmek; tepkimek (aksülâmelde bulunmak); elebeptir: hiç aldırmadı. eleçek f. evli kadının sarığı; tokol eleçek: aynı sarıktır, ancak bu, daha alçak olur; kaz eleçek: kocaman hacimdeki sarık; kiymeleçek (kiyme + eleçek): Kazah kadınlarının başına giydikleri şey. elek I, elek: kıldan yapılan elek; cez elek yahut torko elek: tel elek; süzgü elek: süzgeç; çıpka elek bk. çıpka; etegi elek, ceñi celek: yırtık pırtık giyim hakkında; harf.: eteği elek, kolları bayraktır, eteği elek, ceñi celek bolup iştedi: durmadan-dinlenmeden ve büyük şevkle çalıştı.\n\n\nII, «şimdilik henüz…» manasına gelen ve fiile menfi mana veren bir ektir; yalnız esas fiilin hal zaman gerundifi ile birlikte kullanılır: kelelek (kele + elek): henüz gelmedi; körölökmün (körö + elek + min): daha görmedim; çay içeleğinde keldim: ben onun henüz çay içmediği anda geldim; caan caaleginde (caay eleginde) barıñar: henüz yağmur yağmamışken gidiniz; Lenindiñ carıya kılına elek katı: Leninin henüz neşredilmemiş olan mektubu; karıy elek: o daha kocamamış; körö elekter: henüz görmemiş olanlar; bk. ele. elekten- ufak pürüzlerele örtülmek; köl üstü elektendi: gülün yüzü ufak pürüzlerle örtüldü; köz aldı ımırcımır bolup elektene tüştü: göz önü kararır gibi oldu. elektr elektir, r. elektrik; elektriğe ait. elektrleş- elektiriklenmek: memlekette elektrik tesisatı yayılmak. elektrleştirüü elektrikleştirme: memlekette elektrik tesisatını yayma. elektron r. elektiron. element r. eleman: unsur; cat element sis. yabancı unsur. elementardık iptidaî ilkel, basit. elen- elekten geçirilmek, elenmek. eleñ dikkat; köp eleñ da kıybayt: ayrıca dikkat etmiyor; ona vız gelir; ehemmiyet vermiyor; eleñ-eleñ et- yahut eleñ-bulañ et-: korka korka etrafa, bakınmak eleñ-eleñ etip, kılçaktap art cağın karayt: kuşkulanarak arkasına bakınıyor. eleñde- bakınmak; başını süratla çevirerek, korkarak,bakınmak; telâş etmek; kulağı korkkon koyondun kulağınday leñdey tüşkön: kulakları korkmuş tavşanın kulakları gibi kımıldadı. eleñdeş müş. eleñde-den. eleñdet et. eleñde-den; at kulağın eleñdetet, bir deme körüp turat ko: at kulaklarını kımıldatıyor: bir şey görüyor, galiba. elep : elep-celep bol-: heyecan içinde bulunmak, sabırsızlıkla beklemek; cürögü elep-celep bolup alıp uçup toktolbodu: kalbi endişe ile çarptı ve o, sükûnet bulamadı. eles silüet; vazıh olmayan çizgiler; hayalet; timsal (image); eles-bulas közümö körünö tüştü: bana bir lahza için hayalmeyal gözüktü; eles-bulas bilem: hayalmeyal hatırlıyorum; elesi çok elder: çok uzaklarda bulunan halklar; kağeles (kak + eles) yazıfça (insan hakkında). eletse- hayalmeyal görünmek; tahayyül edilmek; közüñö elestey kalat: gözünün önüne geliyor (hatırlanıyor); tün içinde attın elesteginen kişinin kele catkanın bilgen: karanlıkta atın silüetinden bir adamın gelmekte olduğunun farkına varıyordu. elestel- mut. eletse-den. elestet- et. eletse-den; köz aldıma elestettin: hayalmeyal göz önüme getirdim: köz adlına kelecek künün elestetti: geleceğini göz önüne getirdi; al kündördü tüşümdöy elesteten: o günleri bir rûya gibi hatırlıyorum. elestetüü işs. elestet-ten. elestöö işs. eletse-den. elet I, (karş. Moğol. ölöt): göçebe ahali (oturak ahaliye karşı konuluyor); eleten kelgen: ucra meleketten gelmiş.\n\n\nII, hayvanlara tevci edilen sövme sözüdür (=ölöt); kayda kurgur ketti elem elet!: nerede battı bu geberesi! elet- III, 1. elekten geçirtmek: eletmek; 2. (hastalanmış eti, sarkıtıp tutarak) ufak doğramak. eletçi step, bozkır adamı. elettik kır adamına, göçebeye taalluk eden her şey; «sahraîlik»; taşralık. elevator r. silo. elge- = ele-III. elgek = elek I. eli parmak genişliği (uzunluk ölçüsü); eki eli: iki parmak genişliği; anın kiri bir eli: üzerindeki kir bir parmak kalınlığındadır; kazısı üç eli çığıttır: (tabakanın kalınlığı hakkında) karın yağı üç parmak kalınlığındaymış. elik karaca: Capreolus; öödökaçkan elik murundañan: ucu yukarıya doğru kalkık duran burunlu. elikme hırs. elikte- maskaralık yapmak (başlıca dudaklar ile); yüzü ekşitmak, buruşturmak; birisini kızdırmak maksadı ile taklidini yapmak. eliktet- et. elikte-den. eliktöö birini takipm etme; taklit eyleme, birini kızdırmak için yüzünden buruşukluklar uyapmak. elir 1. kuvvet, enerji toplamak; 2. şiddetli temayüle malik olmak; 3. heyecana gelmek; taşkınlık etmek: kudurmak; cin tiygendey elirip: cin çarpmış gibi kudurarak 4. somnambulisme (uykuda dolaşma) hastalığından muztarip olmak; daha ör. bk. elirme. elirme somnambulisme; elirmesi bar, tün içinde elirip ketet: somnambulisme’den muztariptir, geceleyin uykuda dolaşıyor. elirmelüü somnambulisme’le mushap: lunatique: uykuda dolaşan. elirt- et. elir-den. elkim = elkin 1. elkin I, tek; eşi olmayan; bakiye kalan; sen elkinsin (çocuk oyunları): sen ebesin, senin tekin yoktur; elkin tooğa men çıksam, el karaanı körün böyt folk.: tek başına duran dağa çıkarsam, -insan hayaleti bile görünmez.\n\n\nII, kuşkurtulmuş; heyecana tutulmuş. elkindik yalnızlık. elöö işs. ele-III-’ten. elöölü göze çarpan; gözüken; dikkati çeken; dikkate değer. elöörü- büyük i,lgi göstermek; aşırı temayül göstermek. elöösüz 1. sezilmeksizin; kün battı, elöösüz tün cattı: güneş battı; sezinmeden gece bastı; 2. dikkatsizce; kayıtsızca; ehemmiyet vermeksizin; elöösüz ötüp kettim: ehemmiyet vermeden dikkat etmeksizin geçip gittim; 3. bakımsız. elöösüzdük dikkatsizlik; kayıtsızlık; kayıtsız muamele. elpek 1. hamarat çevik; atik; elpek cigit: çevik, atik delikanlı; atınan elpek tüşüp: atından çeviklikle inerek; 2. itaatli: söz dinliyen, lutufkâr, hatır şinas; mülâyim. elpektik 1. hamaratlık; 2. hizmete amade olmaklık; mülâyimlik. elpeñde- hizmet etmek maksadı ile telâş etmek. elpeşte- = alpeşte-. eltey- : elteyip kara: tahassürle bakmak (uzaklaşanın arkasından). elteleñde- = elteñde-. elteñde- başını döndürerek, korka korka bakınmak; elep-celep bolup elteñdedi: korka-korka başını döndürdü. elteñdet- et. elteñde-den. elüü elli. em I, 1. es. üfürükçü ileçları; 2. (hastalığa karşı) aşı.\n\n\nII= emi. em- III, emmek (emziği, memeyi); kısır emdi bk. kısır. emçek meme (kadın memesi); emçek bala: meme emen çocuk. emçekten çığarmak (çocuğu) memeden ayırmak; emçekten çıkan bala: memeden ayrılmış çocuk;bala ıylabay emçek kana! ats.: ağlamayan çocuğa mama vermezler: (harf. : çocuk ağlamazsa meme nerede?); beemçek’ (bee + emçek) 1) kökü dereni yabani bir bitki; 2) yabani ağaç çileği. emçekteş süt kardeşler. emçi 1. tabip; emçi - domçu tabip; 2. çocukları tedavi eden üfürükçü kadın. emçil sahte tababete mütemayil. emde- . 1. es. üfürükçü ilaçlarıyla tedavi etmek; emdep - domdop her nevi üfürüklerle, afsunlarla tedavi ederek; 2. (hastalığa karşı) aşı yapmak. emtel- mut. emde - den. emdet- et. emde - den. emdetiş- miş. emdet - ten. emdi ı= emi; emdigeçe yahut emdige: şimdiye kadar; bu ana değin.\n\n\nıı: kısır emdi bk. kısır. emdigi ı. şimdiki; 2. ilerideki; gelecekteki; emdigi cılı: gelecek sene. emdöö ı. es. üfürükçü ilaçlarıyla tedavi etme; 2. (hastalığa karşı) aşı. eme ı(rad.), kocakarı.\n\n\nıı= neme; bir eme: bir nesne; bir şey.emegende (e ıı + me + gen + de ) = emey; kiçine emegende. çoñ turabı?- : elbette küçük, yoksa büyük mü olacak? emen ı, meşe.\n\n\nıı= emes (fakat yalnız 1 - nci şahıs için) alğan emen: almış değilim. emerek - ev eşyası. emes . ( e ıı + me + s ) değil (isimlerin nefyi için kullanı1ır); al emes: o değil; çakşı emes; iyi değil; toğuz cıldan kem emes: dokuz seneden eksik değil; emes bolso kerek: öyle değil olsa gerektir; ceke ğana bul emes: yalnız bu değil; kişi emes kişi söz emes sözdü süylöyt ats. : adam olmamış adam uygunsuz söz söyler. emese (e ıı + me + se) eğer öyle ise; o takdirde; meğer öyle imiş; aksi takdirde. emestik emes - ten mücerret isimdir; teñ emestik: denk değillik, müsavisizlik. emey (e ıı + me + y): eğer değilse; sen emey, kim ele? : sen değilsen, kim olacak? (muhakkak sen); meniki emey kimidiki? : benimki değil de, kimin ki olacak? (asıl benimkidir). emgek 1. imik. bıngıldak; (yeni doğan çocukların kafasının yumuşak olan yeri); 2. emek; koşumça emgek: ulama emek; mildettüü emgek: iş mükellefiyeti; emgek singen: emektar; emgek singen artist: yahut emgek siñirgen artist: emekli artist. emgekçi emekçi; çalışan. emekçil emeksever; çalışkan. emgekte- emeklemek (çocucuk hakkında); dört ayak yürümek; bala emgektep kaldı: çocuk emeklemeye başladı (muayyen bir yaşa geldi); emgektegen çaşım bar: küçük çocuklarım var. emgekten- emek sarf etmek; çalışmak; zahmete katlanmak. emgekteş- emekdaş; iş ortağı. emgekteştik, emekdaşlık. emgektüü çok mahrumiyetlere katlanan. emgi = emki; emgiçe yahut emgiçekti 1) şimdiye kadar; bu zamana değin 2) şimdi artık.; emgiçekti okumuştuu azamat bolor ele: şimdi o artık okumuş bir delikanlı olurdu. emgiçe emgiçekti. bk. emgi. emi 1. şimdi; şu zamanda; emgiçeşimdiye kadar; bu zanıana değin; 2. ondan sonra; emi dağı emine kerek? : şimdi daha ne lazım? emigrant r. siyasi mülteci. emidratsiya r. siyasi mülteciler zümresi. emiki bk. emki. emin erkin sözünün tekidir; emin - erkin caşa- : bolluk ve rahat içinde yaşamak. emine emne, ne?; emine deyt? : ne diyor?; emine üçün? : niçin?; neden?; emine sebepten? : ne sebep- ten?; emine üçün dür : nedense; bul eminesi? bu neden böyle!; daha ne uydurdu?; işiñ emine? sana ne?; eminesi bolso da : ne olursa - olsun; anda emineler cok!: orada neler - neler yok! eminelikten neden; niçin; ne seh2p- ten. emiş = imiş; emiş emiş söz köböy dü: her türlü laflar, lakırdılar yayıldı, çoğaldı; kelet dep emişten uzun kulaktan uğam : ,duyduğum lakırdılara ve yayıntılara bakılırsa, o gelmelidir; kulalı degen kuş emiş. tomoloğop almak kıyın iş emiş (tekerleme) : çaylak yırtıcı kuş imiş, ona kalpak giydirmek güç imiş. emiz- çocuğu meme ile, beslemek emzirmek. emizdik emzik. ersizdir- emdirmek. emizgi = emizdik. emiziş emizüü, işs. emiz - den. emki yahut emiki, 1. şimdiki; 2. ilerdeki; sonradan gelen ayağa em ki sanda: sonu gelecek nüshada. emne bk. emine. emnelikten = eminelikten.. emotsiya r. heyecan; emotion. emprizm r. empirisme (bir felsefi sistem). emşey- dişsiz görünüşte bulunmak (dişler döküklükten sonra altçene öne doğru çıkık durduğundan); emşeyden kempir: dişsiz kocakarı; pepeleyen kocakarı, emşiy- = emşey-, emşing ağlamasa sızlanma; emşiñ- enşing et – ağlamsamak sız1anmak, emşiñde- ağlamsamak; sızlanmak; şimdi ağlayacak gibi durmak (başlıca, kocakarılar hakkında). emtikan a. es. imtihan. en ı, genişlik: en; eni bir metr: eni bir metredir; oozunun eni menen koyo berip tildedi : gözünü yumdu; ağzını açtı adamakıllı sövüp - saydı; eni - ceni cok : ölçüsüz ; ölçülmez; kocaman.\n\n\nıı, (hayvanların) kulaklarına yapılan damga, ini; bakan en yahut solok en kulağın ucunda uzunca yarık şeklinde yapıla damga, ini; oyuk en : im çeşitlerinden birinin adıdır.\n\n\nııı, sıraca.\n\n\nıv, (başlıca, ufak hayvanlarda) hayalar, yumurtalar. ençi mirastan hisse; hakkedilen, verilmesi lazım olan pay, hisse; tört ençi kıldı : dört kısma ayırdı, böldü; ençisin berüü kerek : 1) hissesini vermeli; 2) hakkatdiğini vermeli; onu tedip etmeli; cer ökü möt ençisine ötkön : toprak hük» met mülküne geçmiş; cer ençi malikane. ençikte- herkesin istihkakını vermek üzere, hisselere bölmek. ençile- birisinin hissesini ayırmak; birine tahsis eylemek, ithaf etmek; birinci mayga ençilep bir mayısa ithaf ederek. ençileş varis; mirastan başkaları ile müsavi hisse alan. ençilet- et. ençile - den. ençilüü 1. hissedar; 2. ençilüü at gram.: has isim. ende- (kumaşı giyimi) karışıklarını düzeltmek için çekmek; ak cooluğum endedim folk. : beyaz başörtümü düzelttim. endekey serbestçe; sıkıntısızça; düşüncesizce kaygısızca; een talaa, erkin too arasında endekey cürö bergen : geniş sahrada, serbest dağlarda serbestçe dolaşıyordu. endeş ıbaşkalarile aynı ime (damgaya) malik olan (hayvan hakkında); endeş koy : aynı ıme malik olan koyunlar. endeş- ıı, müş ende - den. endeştir- birkaç tane kumaş parçasını biri - biri üzerine enleri denk olacak tarzda koymak; kumaşların enlerini karşılaştırmak. endeştirüü işs. endeştir - den. endey : endeyinen ıdırap ketiptir (giyim) dikiş yerlerinden sökülmüş; endeyinen ketti : (mes. öksüz hakkında) bakımsız, hamisiz kaldı; endey köynök alıp keldim: elbise için bir kumaş parçası getirdim; endey etek : yukarıdan aşağıya kadar yırtmaçlı (entari gömlek hakkında); endey ayant : geniş, vasi meydan. endi =. emi. endik allık kadınların yanaklarına sürdükleri al düzgün; endik - upa: allık ve ak düzgün; kosmatik ilaçların topu; eri süybös.. katıña endik - upa ne payda? ats. : kocası sevmeyen kadına allık - aldıktan ne fayda? endire- 1. gevşemek, hoş bir rehavet duymak; hafif tertip ve hoş bir sarhoşluk durumunda bulunmak; çakır keyif olmak; kımız içip alıp, endirep kaldı : kımız içerek, çakır keyif oldu; 2. şaşırmak; şaşalamak; emine kıların. özün kayda koyorun bilbey, endireyt : afalladı ve kendini nereye koyacağını (nereye gideceğini) bilmedi. endiret- . ct endire - den. endöölö- (çift olan veya takım halinde eşya hakk.) ayırılmak; şuraya - buraya dağılmak endöölöt- et. endöö1öden. endüü ., enli, geniş. endülüülük enlilik; genişlik. ene 1. ana, anne; tuuğan ene : öz anne; tutulğan ene yahut tutuñan ene : anne yerine olan; tuubasa da, tutunan enem : öz annem değilse de, o benim annemdir (ben onu anne biliyorum); tuuğan eneñ men edim, tutdñan eneñ akkanış folk. : öz annen ben idim, anne yerine tuttuğun kadın ise, akkarnş’tır; körğön ene bk. kör ııı 1; kötörgön ene bk. kötör – 1; çoñ ene : (baba tarafıdan) büyük anne. baba - anne; enemdi alayın! : (bir yemin etme tabiridir) : annemle evleneyim!; lanet o1ayım 2. çikit (bk.) oynarken kullanılan değnek. eneçi annesile yahut övey annesile cinsi münasebette olan. encke . annecik. eneleş kardeş : karındaş. enelik analık enelüü analı, anası bulunan; enelüü cetim : annesi olan öksüz. enesin- analık taslamak; enesinip söz aytsam folk. : anne gibi söz söylersem. eñ ı, pek; en; eıığ cakşı: en iyi: eñ murunku: en eski; çoktanki; eñ ele kıyın: en güç; eñ ele caman : çok fena; en berbat; eñ 0235-(1)Kirkiz- turkce sozluk yudahin)-(latince).docbol bogondo: hiç olmazsa; eñ ele akımak; en ahmak; eñ kur degende : yahut eñ cok degende: yahut hiç olmazsa, en azı, en fenası düşünülürse dahi.\n\n\nıı: eñ-zeñ yahut eñ señ yarı baygın bir durum; eng - zeñ bolup tura albay, kayda oturup kaldı: başı döndü. kalkamadı ve tekrar oturdu. eñ- ııı, eğilerek, yere dokunmak (atlı ve bazı yırtıcı kuşlar hakkın da); eñip al -: yerden bir şeyi elle kapmak (atlı hakkında); pençesile kapmak (yırtıcı kuş hakkında). eñçeger kamburu çıkmış olan; kamburlaşmış olan. eñçegey = ençeger. eñçer = eñçeger; boyu alaça, bel ençer (rad., v) kısa. boylu ve kamburu çıkık. eñdir- et. eñ - ııı’ ten ; tıyın eñdir -: bir yarış tertip etmektir, ki bu yarışta atlı eğilerek elile yerde yatan parayı alacaktır. eñdirüü- iss. eñdir - den. eñge : eñge - deñge: çabucak; eñğe - deñge celet deyt, ombu - dombu celet deyit (rad., v): kah ağır, kah hızlı rahvan gidiyor. eñgeçey (kars. eñçegey) yılankavi; iğri; eñgeçey boyluu keñ arık (rad., v): yıankavi, geniş kanal. eñgezer : eñgezerdey: kocaman; büyük. eñgi : eñgi - deñgi (rad. v) = eğge - deñge (bk. eñge). eñgire - acı - acı ağlamak: bağırmak; hıçkırmak, eñgiret- et. eñgire den. eñil- eğilmek; eñilip eşik açtı folk.: eğilerek kapı açtı; eñilip kara aşağı bakmak; eğilerek bakmak. eñilçek yosun cinsiden bir nebattır (lichecıes), ki taşlar üzerinde biter ve boya imaline yarar. eñiliş iss. eñil - den. engilt = eñgeyt -. eñirekey 1. burun kanatları kabarık olan adam; mec. : hiddetli; gaddar. eñireñde- 1. burun kanatlarını kabartmak; 2. mec.; hiddetle bir şeyin üzerine atılmak; ateş püskürmek, taşkınlık etmek; eñireñdep kuban -: aşırı derecede sevinmek. eñireñdet- et. enireñde - den; munuñdu eñireñdetpey alip ketçi!: şunu yakala da götür ki gürültü - patırdı yapmasın! eñirey- ı. burun kanatları kabarık olan insan şeklinde olmak; 2. mec. horozlanmak. eñireyt- et. eñirey - den. eñiş ı, 1. yokuş, iniş (dağ eteği); dalısı eñiş: omuzu basık, kamburlaşmış; 2. atlıların yarışıdır, ki bu yarışa iştirak edenler at üzerinde biri - birini çekerler ve eyer üzerinden düşürmeye çalışırlar; 3. dört nala koşan at üzerinden yerde yatan parayı elle almaktan ibaret olan bir nevi yiğitlik. eñiş- ıı (atlılar hakkında) birbirini at üzerinde çekmek ve eyer. den düşürmeye çalışmak. eñişte- 1. dağ yamacı boyunca inmek; 2. mail hat boyunca aşağıya doğru inmek (kuş hakkında). eñiştöö işs. eñişte - den. eñişüü işs. eñiş - den. eñke dağ koyununun aşığı (bk. çükö): eñke atkanday bolot: «eñke atmış gibi oiuyor» :insana büyük bir zevk veriyor; eñkesin kesti: bütün imkanlarından mahrum etti, onu tam dermansız, bitap bir hale düşürdü; akça izdep cürüp tabalbay, eñken kesildi: boşuna para aramakla ellerim büğrümde kaldı. eñkey- bükülmek; eğilmek; üç cığactan bek da, kan da eñkeyip ötöt (bilmece): üç değnek arasından bey de han da eğilerek geçer (bosoğo tayak - keçe evin süvesi.)\n\n\neğmek; meylettirmek. eñkilde- acele ederek koşmak. eñküü iniş meyil; yamaç. eñrekey = engirekey. eñse l kuvvet; derman; hayat enerjisi; eñsesi kesildi : dermanı kesildi; maneviyatı kırıldı; ebin tapkan eki içet, eñsesi katkan bir içet ats.: kolayım bulan iki defa yer, beceriksiz ise - yalnız bir de- ta\n\n\nıı(rad.) 1. yarı, yarım; 2. kapının üst süvesi. eñse- ııı şiddetle arzu etmek; kımızdı eñsedim: kımızı özledim. eñsen- . (manaca) = eñse ııı. eñset- şiddetli arzu uyadırmak: hoş bir şeyi hatırlatmak ve onu daha bir kere tatmak arzusu uyandırmak. eñsetüü işs. eñset - ten. eñsöö 1. şiddetli arzu; 2. iştah. eñşer- eksiltmek; ziyana uğratmak; it etegimdi eñşerip saldı: köpek eteğimin bir parçasını çekip kopardı. eñşeril- mut. eñşer - den; üydün bir cağı eñşerilip kaldı: evin bir yanı yıkıldı; üydüñ içi eñşerlip kaldı: (eşyasının önemli bir kısmı çıkarıldıktan sonra) evin içi boş kaldı; kün keç beşimge eñşerildi : güneş ikindiye doğru meyletti; tolkundar carğa kagılıp, kayta eñşerildi: dalgalar dik kıyıya çarparak geri çekildi. eñşerilt- et. eñşeril - den; kabağın eñşeriltti: gözkapaklarını indirdi; somurttu. eñşey- kuvvetten düşmek; tkin bir halde bulunmak. eñter- çevirmek; yana doğru devirmek. enöö dalgın; ağzı açık: beceriksiz; gabi, enayi. enöölük dalgınlık: alıklık; gabilik. ensiz dar, ensiz (herhangi bir şeyin ölçüsü hakkında). ensizlik, darlık, ensizlik (bir şeyin ölçüsü hakkında). entele- şaşkın bir hale düşmek; afallaşmak; telaş göstermek. entelet- et. entele - den. entelöö işs. entele - den. enteñde- acele ve şaşkın hareketler yapmak. entik- ağır - ağır soluniak; nefes darlığından muzdarp olmak. entiktir- et. entik - ten; attarın entiktirip kelişti: ağır - ağır solu- yan atlar üzerinde geldiler (fazla sürmekten atları ağır - ağır soludular). entsiklopediya r. ansiklopedi. ep ustaca; akıllıca; beceriklice; meharet; ustaca hareket; ahvale uygunlaşabilme; müsait an; ebi kelgen uçurlardan baydalanışat müsait andan istifade ediyorlar; bul aytkanıñ - ep : bu dediğin - makuldür; : makul bolot, ep folk.: makul olur, uygun olur; ebi cok çoñ : aşırı büyük; ebi cok köp : gayet çok; hesapsız; ep kıy bk. kıy ıı, 1.; epten acıra: yıkılmak; kurumak dağılmak; eer ebinen acırağan : eyer kurudu; ep keltir düzeltmek; yoluna koymak; uygunlaştırmak; narı sürüşüp, beri sürüşüp, soodasın ep keltire albadı : öteye başvurdular; berye baş- vurdular fakat ticaretlerini bir- türlü yoluna koyamadılar. epçi : epçi cak : keçe evin (kapıdan sağ tarafına düşen) kadınlar kısmı (haremlik). epçil mahir; cevil:: atik; becerilıl; cpçil eki içet ats. : işini uydurma sım bilen iki defa yer. epcildik beceriklilik, ustalık; çevik lik; atiklik. epeñde- çevik ve seri hareket’ er yapmak (kısa boylu çevik adam hakkında). epey ı: kotur epey koñkuldak : küçük bir kuşun adıdır. epey- ıı küçük olmak; anda – sanda kotur alaçuktar epeyet : şurada-burada küçük alaçuklar (salaşlar) dikili görünüyordu. epilde kıvranmak; yaltaklanmak; tilkilik etmek; yaranmak; epilde gen erke cel : hoş, hafif rüzgar, esin; epildep astı üstüñö tüşö kalat : senin hoşuna gitmek için kırılıp - büzülüyor. epildeş- müş. epilde - den. epilog r. epilogue : bir edebi eserin hatimesi. epinsiz sade; basit; sanatkarca olmayan. epkıy- = ep/kıy - (bk. kıy ıı 1). epkin herhangi bir şeyden. neşet eden kuvvet; epkininen ele cığıldım : o bana dokunmadan ben düştüm; tolkundun epkini menen cer solk etkendey bolot : dalgalarm çarpmasından yer sanki titrer gibi oluyor; meşten epkin üydüñ çar tarabına karay alas urdu sobadan sıcaklık bütün odaya dağıldı; bul epkininde col bat ele bütö turğan : bu gibi bir süratle yol çabuk biter: şamaldığ epkini tiydi : rüzgarın kuvveti dokundu (kırgızarın eski tasavvurarına göre, bundan hernevi felc hastalıkları hıısule gelmektedir). epkinçi = udarnik. epkinde- kolay ve çabuk hareket etmek; epkindep boz corodo kele catkan : boz yorga üzerinde hızla gidiyordu. epkindel- mut. epkinde - den. epkindet- hızlandırmak; kuvvetlendirmek epkindüü 1. kuvvet fışkıran; 2. bir işi gayretle ve süratle yapan 3. = udarnik. epsiz 1. rahat olmayan; 2, çevik olmayan. beceriksiz, mahir o1mayan; 3. pek; gayet; epsiz mıktı gayet dayanıklı; epsiz çoñ : gayet büyük; 4. hesapsız; pek çok: elüü töögö mal alıp, epsiz kümüş, zar alıp folk. : elli deveye mal yükleterek, hesapsız çok altın, gümüş alarak. epte- 1. kolayım bulmak; bir işi ustalıkla, usulü ile yapmak; eptep ayt- : maksada ukgun bir tarzda ve akıllıca söylemek; elden eldiñ nesi artık? eptep aytkan sözü artık ats. : bir kavim ötekisinden ne ile üstündür? olsa - olsa, makul bir tarzda söylenen sözüyle üstündür; eptep - aldap : hile ve kurnazlıklara başvurarak: 2. tutkalla yapıştırmak. eptekey usta; çevik; becerikli. eptel- mut. epte. - den. eptemelik baştan savma, üstünkörti yapama temayülü; elişi. epten- eptüüsün. eptüü 1. becerikli; çevik; açıkgöz; eptü ciğit: becerikli, açıkgöz delikanlı; 2. yerine getirmek için uygun, elverişli; eptüü kız çeyizsiz kız (ki böylesini e‘e geçirmek kolay olur); konokko eptüü kozu kötü kuzu (harf. : misafirlere yarayacak kadar kuzu). eptüülö- 1. özenle yapmak; gereği gibi yapmak; tamir etmek; tanzim etmek; yoluna koymak; yolunu bulmak; 2. uygun ve elverişli bulmak eptüülük ustalık; çeviklik. eptüüşün becerikli ve açıkgöz görünmeye çalışmak. er 1. koca; erkek; erkeklik çağına ermis; er cak: keçe evin (kapıdan sol tarafa düşen) erkekler kısmı; erden çıksa da kocasından ayrılmak; kocadan boşanmak; katın erden cıksa da, elden çıkpayt es. ats. karı kocasından boşanabilir, ancak onun soyundan ayrılıp gidemez; er cet: erkeklik çağına ermek; buluga ermek; kızı er cetiptir kızı büyümüş, gelinlik olmuştur; 2. kahraman; bahadır; yiğit; er kuday folk. tanrı; er nazar tiygen folk. mec. bahadır (harf. : bahadırın nazarı düşen kimse). erbeñde- (kars. arbañda-) : yürümek, kımıldanmak küçük bir şey hakkında yahut uzakta bulunan ve onun için küçük gözüken şey hakkında; zayıf ve sıska hakkında); kolu - butu sınıp ketçüdöy erbeñdep cüröt ele : sıska adamın ince kolları ve bacakları kırılacak gibi duruyor; mal arasında, erbeñdep malçı körünöt : hayvan sürüsü arasında uğraşmakta olsan çoban gözüküyor; sakalı erbeñdeyt : küçücük sakalı kımıldıyor. erbey- göze görünür olmak (herhangi bir küçük nesne hakkında) erbeygen bir karaan turat : bir karaltı gözüküp duruyor; erbeygen hala : çocuk. erbeyt- et. erbey - den. erçilik = erdik. erdemsi- 1. erkeklik, cesaret taslamak: 2, cesretlenmeye calşmak. erden- 1. erkeklik göstermek; 2. erkeklik çağına ulaşmak. erdi ıerdi - katın : karı - koca.\n\n\nıı, bk. erin ı. erdik erkeklik; mertlik; kahramanlık; cesaret; bahadırlık; ayza saymak - erdikten, at cooturmak - terdikten ats. süngü sançmak - er keklikten. atın yağırı ise eyerden. erdöö (diyelim, fincanın, barduğın) kenarları; erdöösünö çığara kuy-; kenarlarına kadar doldurmak, dökmek; tuurağanda tabaktın erdöösünün boldu : eti doğradıklarında tabağın kenarlarına kadar doldu, erdüü kocalı; erdii – katın = erdi - katın (bk. erdi ı). ere sere ııı sözünün tekidir, tañdın ere- seresinde : şafak daha henüz sökmüşken. erece f. 1. çırpı, marangoz ve dülger1erin çizgi yaptıkları tebeşirli ip: 2. kaide; üçtük cay erece mat. basit selase kaidesi : üçlü kaides; üçtük katış erece mat. mürekkep selse kaidesi : bileşik üçlü kaidesi; cazuu erecesi : yazı kaidesi : orthographie. ereen = erese; ereen tartıp, er bolup folk. erkeklik çağına ererek ve bahadır olarak: eren - töröönü cok cürö beret : kimseye ve hiçbir şeye aldırmadan geziyor, dolaşıyor. ereerke- . = ererke. eregiş ı. münazaa; çekişme; dava. eregiş- ıı, münazaa etmek; çekişmek; rekabet etmek. eregiştir- et. eregiş – ıı’den. eregişüü rekabet; yanşma. eren ; kuvvetli;; mert; kahraman; yiğit; kayberen (kayıp eren) (domuz müstesna olmak üzere) eti yenen bütün yabani hayvanların umumi adıdır. erendik yiğitlikik; mertlik; kahramanlık. ererke- 1. hoşlanarak, zevk alarak bakmak; hoşlanmak; rehavet duymak : 2. aşın gücenme (igbirar) hissetmek. erese erginlik; olgunluk yaşı; eresege cetkençe folk. : olgunluk çw ğrna kadar. eresek ergin; olgun; anlayışlı. eresi (rad.) = eresek; eresi tarttı, er boldu (rad., v) : erkeklik çağına erdi; eresi tartıp er cetse (rad., v) : erkeklik çağına er diğinde. ereşen = eresek; eseşen tart- : erkeklik çağına ulaşmak. ergeceel ergecel, ergeceli = erge cee! (bk. ceel). ergi- sıçraınak; atlamak: zıplamak; cürök ergiyt : kalp sevinçle çarpıyor. ergilçek keçe evin kafes şeklindeki kapısı. eri- 1. erimek, izabe edilmek; 2. ağlamaktan tıkanmak (çocuk hakkında); bala erip kaldı : çocuk ağlamaktan tıkandı; 3. cürök eriyt : kalp sıkıntıdan üzülüyor. erik ı= erk. erik- ıı, 1. can sıkılmak; 2. üşenmek. erikçeel erinçeek, erin ı, dudak; erdi (basan erni yahut erini) onun dudağı; erdiñ çürüyüp koyduñ : tiksinerek, dudak büktün; erdi erdine cukpay ebireşmekte : dudakları dudaklarına ilişmeden çene çalmaktadırlar durmadan konuşmaktadırlar : erin ündüü db. dudak saiti. erin- ıı, tenbellik etmek; üşenmek. erinçeek, üşengen. erindeş- db. (ses hakk.) dudaklılaştırmak. erindeştir- db. bir sesi dudaklılaştırmak. erindeştirüü db. dudaklılaştıma. erindüü dudaklı; ak erindüü : beyaz dudaklı (hayvan hakkında): erineş- (rad.) koşmak, yelmek; dörtnal gitmek. eriş 1. tat arış : mensucatta boyuna atılan iplik; erkek eriş (dokuma ameliyesinde) arışın aşağı sırası; urkaaçı eriş : arışın üst sırası eriş - arkak bolup «arış - argaç olarak» : bir tabaktan, bir kaşıktan yercesine dost olarak; 2. dokuma, kumaş (başlıca kıymetli dokuma); 3. mec. nikah mukavelesi; nikah; er öltürüp, eriş bozganım cok ats.: kocayı öldürüp, nikah bozduğum yoktur (ben bir mücrim değilim). eriştir- = eerçit-; akılğa sabırdı eriştirip sabrı akılla birleştirerek. erit- eritmek; izabe etmek; meni sözü menen eritip ketti beni sözü ile kandırıp gitti : cakşının sözü taş eritet; camandıñ sözü baş çiritet ats. iyi adamın sözü taşı; eritiyor, fena adamın sözü baş çürütüyor. eritüü eritme eritüüçü eritici; izabeci; bolot eritüüçü : çelik izabecisi. erk irade; hürriyet; kazancının erki bar, kayda kulak çığarsa ats. kazancı kazanın kulpunu istediği yere takar: erk ber - : bir şeyi yapmaya hak vermek; hürriyet vermek; hareket serbestisi vermek; öz erkine koydum : istediği gibi hareket etmesine bıraktım; erkinen acıratuu : hürriyetinden mahrum etme erke şımarık; nazlı alışmış; erke bala : arifane usulile ziyafetler çekil:liği zamnrı ovualar ve eğlenceler tertip eden kimse (*); er erke = ererke. erkeç (enanmiş) teke, ergeç erkek 1. erkek (hayvan); 2. erkek (insan): erkek bala : erkek çocuk; katını (yahut enesi) erkek tuuğanday : «karısı (yahut annesi) erkek çocuk doğurmuş gihi». aşırı derecede sevinerek. erkeksi- bir işi erkeğe taklit ederek yanmak. erkeksin- (manaca) erkeksi-. erkele- 1. (acc. ile) : okşamak; nazlandırmak; şımartmak; 2. (dat. ile) umut bağlamak; sizderge işengemin, sizderge erkelegemin: size inanmıştım, size umutlarımı bağlamıştım. erkelen- okşanmak; riazlanmak. erkeleş- müş. erkele - den. erkeletkensi- okşar, nazlandırır gibi gözükmek. erkeletüü işs. erkelet ten. erkeş I (rad.) yükseklik; yer (tepe).\n\n\nıı= erkeç. erkey- dikili durmak; öne çıkık durmak. erkeyt- et. erkey - den. erkimsi- kendini her şeyi yapmaya muktedir saymak; kibir ve azamet satmak, böbürlenmek: erkimsigen: kendini beğenen, kibir ve azamet satan. erkin serbest; serbestçe; bol bol; ferah ferah: emin erkin bk. emin. erkinçilik hürriyet, serbestlik. erkindel- . hürriyete kavuşmak. erkinden- kendini serbest hissetmek; erkindenip cay basat : kendini sıkmadan ağır ağır gidiyor. erkindik = erkinçilik. erksiz serbestlikten, hürriyetten mahrum; erksizden : istemiyerek; kendi arzusunun hilafına olarak; erksiz emgek : mecburi emek, hizmet. yüksek doğru erktüü 1. müstakil; her işi istediği gibi yapabilen; hür; 2. hukuku hükümraniye malik. erktüülük 1. istiklal; 2. hukuku hükümrani. erlen- mertlik, yiğitlik, cesaret göstermek. erlik bahadırlık; yiğitlik; yüreklilik, erme : erme çöl : ıssız çöl; erme taş : ıssız kaya.. ermek eğlence; eğlenti. ermeksiz eğlencelerden mahrum; canı sıkılan. ermekte- eğlendirmek; avutmak. ermekteş- eğlenmek. avunmak. ermektüü ., eğlenceli; konuşkan; şen. ermen pelin (bitki); kızıl ermen : kırmızıpelin. erööl öncü pişdar; siper; kommunist partiyası – emekçilerdiñ eröölü: komünist partisi – emekçilerin öncüsüdür, eröölsüzdük himayesizlik. eröön : eröön - töröönü cok cürö beret : kayıtsızca. hiç bir şeye aldırmadan geziyor. eröönsüz kayıtsız, kaygısız; hiçbir şeye aldırmayan. ersınar küçücük bir kuşun adıdır. , ersi- bahadırlık taslamak: kendini bahadır saymak; horozlanmak. ersin- 1. birisini koca saymak ve koca gibi muamelede bulunmak; 2. kahraman, bahadır gibi gözükmeye çalışmak, erte erken; erte keldin : erken geldin; erte zamanda : çok eski zamanlarda; ertesinde : ertesi gün; ertesi : yarın sabah; ertesi künü : ertesi gün; ertesi boldu : sabah oldu. ertele : ertelep : sabahları; sabahlayın; erken sabahtan. ertelen- çabuklaşmak; müddetinden evvel vukua gelmek. erteli erteli - keç : sabahleyin ve akşam; geceli - gündüzlü; bütün yirmi dört saat, ertelik (erte + lik) vaktından evvel vukua gelmeklik. ertelüü : - keçtüü = erteli keç (bk. erteli), ertemenenki (erte + menen + ki): sabahki; sabahleyin; ertemenenki saat ondo : sabahleyin saat onda. erteñ . yarın; künü erteñ : yarın; tañ erteñ : sabahleyin erkenden; eretñ menen : sabahleyin; sabahile; yarın sabah; bugün erteñden kelip kalışar : bugün yarın gelirler; erteng menenki = er teñmenenki. erteñki yarınki; sabahki; erteñki saat altıda : sabah saat altıda; erteñki künü: yarın; ertesi gün. ertesi bk. erte. erüü ı, iss. eri - den.\n\n\nıı, çabuk donmayan (yağ hakkında); cılkının mayı erüü bolot, eçkinin mayı erüü emes : at yağı çabuk donmuyor, keçi yağı ise, çabuk donuyor. erzek = eresek, es ı, hafıza; akıl; şuur; muhayyile; es tart : akıllanmak; (yaşın büyümesi ile) daha şuurlu olmak; es alkendine gelmek; geniş soluk almak; dinlenmek: es aluu: dinlenme, istirahat; es aldır : dinlendirmek; es al-; nazarı itibara almak; eske alın- : nazarı itibara alınmak; eske tüş- : hatıra gelmek; eske tüşür -: hatırlatmak; hatırına getirmek; eske tüşür -: keçesi: hatıralar gecesi; eske sal - : hatırlatmak; es- ten tan- : bk. tan-; esimen kettim bayıldım; es cıy- : kendine gelmek; aklını başına toplamak; esimdi cıya albayım : aklımı toparlayamıyorum; bir türlü kendime gelemiyorum; esten cañıl- : şaşkın bir hale gelmek, şaşalamak; afallamak; esinde cok yahut esinen çıktı : hatırlamıyor; hatırından çıkmış; esi bar : anlayışlı; esi cok gabi; esi carım : yarı akıllı; es - uçun bilbey cığıldı bayılarak düştü; esi ketken : 1) şaşırmış; 2) gibi, ahmak (daha bk. oo 1); esime care çığıp unutup kalsam bolobu! : nasıl oldu da unutmuşum!\n\n\nıı: es kayran= esil kayran (bk. esil).\n\n\nııı: kün es = künös. esaluu = es a.luu (bk. esı). ese a. hisse; eki ese : iki hisse; köbün ese : ekseriya; başlıca; bir ese..., bir ese.. kah... kah...; eki - üç ese köp iki - üç kere fazla. eselek ahmak; budala. eselektik aptallık, hamakat, esen, salimen; mes’ut; aman - esen: sağ - salim; mes’ut; esen - aman bolduñbu : kandini iyi hissediyor musun!; esen barıp, soo kaytsam folk. : salimen gidip de, sağlıkla dönersem; aştı esen tartıñar folk. : yemeği intizamla (engelsiz) sununuz! esençilik sıhhat; selamet. esendeş- selamlaşmak; karşılıklıca sıhhatlarını soruşturmak. esendik = esençilik. eseñgire kuvvetten düşmek; gevşemek. sölpümek. esep a. hesap; hesap verme; sayım; hesap görme; istatistik; esep ber: hesap vermek; esep berüü - şayloo çoğuluuşu : hesap verme - seçim toplantısı; esep - kısap dokladı : hesap verme raporu; bir esepten : bir bakımdan; bir hususta; anın aytkanı bir esepten tuura : onun dediği bir bakımdan doğrudur; anı ayıtkaña esep kıldnn : onu ayrılmış saydım; başka kişiniğ esebinen caşay: başkasının hesabına yaşamak; bizdiñ ölköbüzdö kişi başka kişiniñ esebinen caşay albayt : bizim ülkemizde insan başka birisinin hesabına yaşayamıyor; tuura esep mat. doğru hesap; belirgen sandın orto esebi mat. verilmiş sayıların aritmetik ortalaması. esepçi ı. muhasebeci; sayaç (muaddit); 2. es. : güneşin doğuşuna, batışına ve seyyarelerin vaziyetine göre hava durumundan haber veren. esepçil ı. a - k. = esepkor. esepçilik iyi saymayı ve hesap etmeyi bilme. esepkor a - f. hesaplı; hasis; cimri. esepsiz hesapsız; pek çok. esepte- saymak; hesap etmek. eseptel- sayılmak; hesaba alınmak; hesaba katılmak. eseptelin- mahsup edilmek; sayıl olmak; hesaba katılmış olmak. esepteş- hesaplaşmak. esepteştir- et. esepteş - ten. esepteşüü . hesaplaşma. eseptet- et. esepte - den. eseptöö hesaplama; hesabımı çıkarma; hesabını görme; sayma. eseptüü hesaplı; hesabı yapılmış; sayılmış; hesap ve sayım unsurlarını içine alan; eseptüü doklad yahut eseptüü bayandama : hesap verme raporu; eseptüü dos ayrılbas ats. : hesap, dostluk için bir engel değildir (harf. hesaplı dostlar ayrılmazlar). eser 1. hoppa, havai; sallapatı; 2. budala. esil mihnetkeş (ömrünü kaygı ve kederle geçiren); zavallı; garip; esil baş : (garip baş) mihnet çeken kimse; esil kayran : ölü için ağlarken kullanılan tabir. esir- 1. sarhoş olmak; 2. kudurmak; taşkınlık etmek. esirke- farfaralaık etmek, benlik taslamak, öğünmek. esirt- sarhoş etmek; mest etmek. eskadron r. süvari bölüğü. esker- hatırlamak, eskeriş- müş. esker - den. ekert- hatırlatmak eskertkiç 1. hatırlama işareti; 2. anıt (abide). estertüü- işs. ekser - den 11. esnemek. eski eski; eski - usku : eski - püskü; paçavralar; eskininin cañısı bolğon üy: oldukça eski (harf.eskilerin. yenisi olan) keçe ev; aydıñ eskisi : ayın ikinci yarısı. eskiçelöö eski eskimiş, örselenmiş, yıpranmış, kullanılmış; başı cırtık, eskiçelöö kiyız ötük: brunları yırtık eski keçe çizmeler. eskiçil 1. eski devir, eski hayat taraftarı; 2. es. muhafazakarlık. eskiçilik 1. eskiyi temsil eden her şey; eski hayat: eski adetler; 2.es. : muhafazakârlık. eskilöö eskice; oldukça eski (eşya hakkında.) eskir- eskimek (eşya hakkında.) eskirt- eskitmek. eskirüü eskime. este- ıı, esnemek. estetik hatıra hatırlama. estet- hatırlatmak; men umuta berem, estetip koy : ben hep unutuyorum, sen bana hatırlat. estöö ı. hatırlama.\n\n\nıı. esneme. estüü yahut estüü - baştuu : aklı başında olan; makul. anlayışlı kimse estüülük anlayışlılık; akıllılık. eş ı, dayangaç; yardım, muzaheret; umut: eş tut yahut eş kıl yahut eş karma-.: dayangaç saymak; muzaheret aramak; (birisinin) yardımına başvurmak; eş kılğanın senin muzaheretine güveniyorum; caş uulun eş karmap, cesir olturu kala bergen : bütün umutlarını küçük oğluna bağladı ve dul kaldı (tekrar kocaya varmdı).\n\n\nıı= eç. eş- ııı, 1. örmek; bükmek; cip eş-: iplik, ip bükmek; 2, yırtmak; yarmalamak; kançar menen kursagın eşe saydı: hançerle karnını yardı; hançeri karnına öyle sapladı ki bağırsakları dışarıya fırladı. eşek 1. t eşek; eşek sekirtmey : bildirbir oyununu hatırlatan bir oyundur; eşek takala bk. takala; 2. cuuşan’ın cıvatası (bk. cuuşan). eşelon r. askeri nakliye tren, katar; kademe. eşen f. dn. şeyh; mütesavvifler cemaatinin ruhani rehberi, mürşidi: eşenge kol bergen : bir şeyhe mürit olmuş. eşey- 1. sarkmak (kulaklar hakkında): 2. bitap düşmek. eşik 1. kapı ağzı; kapı; kişi eşinde mec. başkasının kapısında (ücretli) çalışma; birisinin hizmetinde bulunma; kişi eşiginde kün ötkön kedey : başkasının kapısında hizmet etmekle hayatı geçmiş fakir adam; eşik çiy : çiy sazından kapı perdesi (bk.. çiy ı); eşik tış : eşik çiyi dış yandan örten keçe parçası; eşiktiñ moyunu : kapı perdesinin dar üst kısım; eşiktiñ iyni : kapı perdesinin omuzları (onun yukarıdaki dar kısmımı başlandığı yer); eşik sal : kapı asmak; eşikke çık-: evden çıkmak; eşik tart- : 1) kapı açmak; 2) mec. (odadan evden) çıkmak; eşik ağa tar. : orta asya hanlıklarında muvazzaf bir şahsiyet : memur (kapu ağası); 2. eşikte : (evin, odanın) dışarısmda, avluda; eşikten : dış taraftan (avlu tarafmdan ve s.); eşikterı otun ketirip keldi : dışarıda odun kırıp geldi. eşikçe küçük kapı, kapak. eşikteş kapı komşusu. eşil- mut. eş - ııı - ten; eşilgen kum: uynayan, bir halde kalmıyan kum; büyük kumsal; koyduñ kardı eşildı : koyunun karın delinip dagıldı (bağırsaklar yayılıp yatıyor). eşilme (rad.), ufak moloz yığınları; eşilme too : rüzg.rın tesirile yu muşayan taşlardan düzülmüş olan dağ. eşilt- 1. et eşil - den; kök şiberdi eşilte basıp, suuğa. keldi : yeşil otu çiğniyerek, suya yaklaştı; 2. yağma etmek; altından girip üstünden çıkmak. eşkile- it. eş - ııı - ten. eşteke bk. eç. eşteme bk. eç. eştemke . bk. eç. eşten- umut bağlamak. eşteñke bk. eç. eştent- et. eşten - den. eştir ördürmek, büktürmek. et ı, et; ten; kanduu et : kanlı et (yağ bağlasın diye alıcı kuşları besledkleri taze et); etine kelgen (avcı kuş, koşu atı hakkında) antrenman görmüş; ava yahut koşuya hazır; sulp et : lop et (kemiksiz et; kemiğinden ayrılmış olan et); et bışım - aş bışım; bk. bışım; et betinen ket- : şiddetle atılmak; hırsla saldırmak; iç etinen : çıplak ten üzerine; iç etmen sup köynök oşol kempir kiyçü ele folk. : öteki kocakarı keten gömleğini çıplak tenine giydi; et menen çeldiñ orto cerinde ookat kılıp cüröt : şöyle - böyle, ne aç, ne tok, geçiniyor. et- ıı, (yardımcı fiil) etmek; tars et- : şiddetli çatırdı yamak (harf. tars etmek); buk et : pat diye düşmek. etap r. : merhale, safha. etek 1. etek; börü etekten, coo cakadan alğanda ats. kurt eteğe düşman yakaya sarıldığı zaman (felaket1er her yadan geliği zaman); koş etek : volanlı kırmalı etek; mening etemğimdi karma! benim eteğime tutun!: beni takip et!: benim yardımıma güven!:etegi bütölüp, ceñi uzardı bk. bütöl; etegin kötüñö cetpegir!; iyilik yüzü görmesin! (harf. : eteğin kıçına yetişmesin!); etek kir aybaşı, kadınların adet görmesi, hayız; eteği cayık : saf; iyi yürekli adam, etegi suyuk (kadınlar hakkında) evde oturmaz; hoppa; baş etekti cıynap al- : «başı - eteği toparlamak» : intizama koymak; 2. too etegi : dağ eteği. etekte- 1. eteğine tutunmak: 2. takılmak; sırnaşıklık etmek; ısrarla rica etmek; anı etektey kalıp, karız akça surap : onun peşini bırakmayarak ve ödünç para isteyerek; 3. dağ etcğine yerleşmek; dağ boyunca yürümek; kara toonu etektey konumun : kara dağın eteğine konacağım; too etektey tüş : yamacı boyunca onun eteğine inmek. etiber a. 1. itımat: 2. itibar : itiberkıl- : itibar etmek; ehemmiyet vermek. etiberdik- etiber. etibersizdik . dikkatsizlik; kayıtsızlık; aldırış etmemezlik. etika r. ahlakiyat (ethique). etiş gram. fiil: coktuk etiş : filiin menfi şekli; calkı etiş : basit fiil; kurama etiş : mürekkep fiil: şart etiş : şart sıgası, conditionnel; çak çıl etiş : gerundif: aşırkı ötkön çak etiş : geçen zaman partisipi. etiştik = etiş. etiyat a. ihtiyat. etiyatsız ihtiyatsızca. etiyatsızdık ihtiyatsızlık. etiyet = etiyat. etkel etleel etli, etme dolgun (insan hakkında). etkeldüü = itkeldüü; etkeldüü sorpo, mayluu et folk. : yağlı çorba. ve yağlı et. etme (et + me) : şalk etme : harman döveni şeklindeki eski kırgız silahı; tars etme yahut kürs etme : tüfek; çırt etme kişi yahut kıyt etme kişi: çabucak kızan. alıngan adam. etnografya r. etnografya. ette- deriyi etten temizlemek etten etlenmek; şişmanlamak: mal ettenip kaldı hayvan. semirdi, tavlandı. ettent- et. etten - den; atıñdı etten- tip al : atına bir parça yem ver, ki etlensin; atına biraz vücudunu düzeltmek imkanı ver! ettenüü . işs. etten - den. ettet- et. ette - den. ettir-, et. et - ıı’den; bılk ettire albadı : yerinden bile kımıldatamadı. ez ı, 1. dalgın; etrafta olup - bitenlerle a1akdar olmayan; uyuşuk bir halde bulunan; 2. sağır. ez- ıı1. ezmek; sıkmak; 2. zulmetmek. ezdir- et. ez - ıı - den. ezel a. itidası olmayan geçen zaman; ezel, ebediyet; ezelden yahut ezeideri : kadimden beri; eski zamanlardan beri; ezelden berki doo çok eski dava; ezel esinen ketpes boldu : ebediyen unutulmayacak oldu. ezeli iptidası olmıyacak surette eski: ezeli. ezelki . kadim; çok eski; ezelki eski doonu doolayt : eski, çoktan unutulmuş davayı korcalıyor; ezelki eski dostum : çok eski dostum; etek ti kesseñ, ceñ bolboyt. ezelki düşman el bolboyt ats. : eteği kesmekle yen çıkmaz; ezeli düşman dost olmaz. ezgile- it. ez ıı’den. ezil- mut. ez - ıı’den. ezilgen malum, zulüm görmüş. eziliş- müs. ezil - den; ezilip öbüş biri birini kucaklayıp öpmek. ezilt- et. ezil - den. ezilüüçü ezilen; mazlum. ezme boş sözler söylüyen. lafazan: bıktırıcı. ezüü tazyik; zulüm; zulmetme. ezüüçü zalim; sıkıştırıcı. fabrika . r. fabrika. faeton r. fayton. faktı r. hal, hakikat, olay; faktor r. .mil, faktör. faktura r. fatura. fakultet . r. fakülte. familiya r. soyadı. fantaziye r. fantezi hayal. fantaziyaçil hayaiperest. hulyacı. farız = barız. faşist r. faşist. faşistik faşizma ait. faşizm . r. faşizm. fatalizm r. kaderilik (fatalisme). fedaratsiya r. federasyon. feldşer r. sıhhiye memuru. feodal r. feodal, derebeyi. feodaldık feodaliteye müteallik. feodalizm ., r. feodalizm. ferma r. çiftlik; süt tovar ferması süt mahsulleri çiftliği, fevral r. şubat. figura r. şekil. filologiya r. filoloji. fiologiyalık . fiolojik. filosof r. filozof. filosofiya r. felsefe. filosofyalik felsefi. finansı r. maliye, finans; finahsı kapitalı; maliye sermayesi. finansıla- mali yardımda bulunmak: bir işin, teşebbüsün yürümesi için sermaye vermek, finanse etmek. finansilık mali. finansıloo mali yardımda bulunma, sermaye verme. finçaş r. kon. 1. maliye şubesi; 2. maliye şubesi müdürü. fizika r. fizik. fizikalık fizik’e ait. müteallik, mensup. fizkultura r. beden terbiyesi fizkulturalık beden terbiyesine ait müteallik.\n\n\nr. beden terbiyesine ait müteallik. fizkulturnik r. beden terbiyesi uzmanı flang r. yan, cenah. fleksiya r. fleksiyon. fleksiyaluu .. tasrifi; fleksiyaluu tilder: tasrifi diller.. flot r. donanma, filo. flotçu : kızıl flotçu : kızıl donanma mensubu. fokus r. mihrak, ihtirak noktası. fondu r. meblağ sermaye; bölünbös fondu : bölünmez sermaye; üy ca fodu : mesken meblağı. ihtiyat akçesi. fonetilia r. savtiyata (phonetique) fonetikahk, savtiyata ait, müteallik, mensüp. fontan r. fıskıye. forma r. şekil. formalan- muayyen bir şekle girmek. formalizm r. şekilperestlik:, formalizm : şekle. merasime aşırı ehemmiyet verme. formalnıy r. resmi, formel. formula düstur. şekil; formül. forpost r. ileri karakol. fotografiya r. fotograf. fotografiyalık fotografa ait, mensup, müteallik. fototelegraf r. fototelgraf. fraktsiya . r. hizip, fraksyon. frkatsiyaçılık hizipçilik; fraksiyaçılık küröşü; hizip mücadelesi. fraksiyalık hizbi hizbe ait. frank r. frank (para vahidi). front r. cephe; el frontu : halk cephesi. furaçka r. kasket. futbol r. ayaktopu. futbolçu futbol oynayan. gana tahdid (sınırlama) ekid r; al ğana emes : yalnız o değil; bir ğana : yalınız bir; özüm ğana yalnız kendim; sözdö ğana, işte cok yalnız lafta, işte yok; kanday ğana bolso da : nasıl olursa - olsun; her ne pahasına olursa olsun. gap (cenubi kırgızlık’ta) = kep l garac = garaj. garaj r. otomobil. garajı. garantiya r. teminat, garanti; garantiya kıl- : garanti vermek. garmon garmuşkö, r. akordeon; garmon tart- : akordeon çalmak. gaz r. gaz; uulukturuuçu gaz zehirli gaz; tumçukturuuçu gaz : boğucu gaz; gazga karşı : zehirli gaza karşı korunmak aleti, aygıtı. ğazal = kazal. gazduu . 1. gazlı, gaz karışmış; 2. gazdan yapılan. gazeta r. gazete. gegemon r. hegemon. gegemoniya . r. üstünlük, hegemonya. gektar r. hektar. general r. general. generalnıy . r. genel, umumi; generalnıy sekretar: genel sekreter. geografiya r. coğrafya. gerioy r. ed. kahraman. geroyluk ed. kahraman rolü. gertman r. para kesesi. gevhar = köör. gezit = gazeta. gılım a. ilim, ğılım - bilim ilim ve bilgi; hernevi bilgi. malümat. ğınulis kon. = gradus. gıybat= kaybat. gigant, r. dev. gigiyenn r. sıhhat koruma (hypnose). gilem = kilem. gipnoz r. ipnoz (hypnose). gir r. terazi ve kantar tası. go bk. ko. gorçitsa r. hardal. gorizont r. ufuk. gospodin r. gospodin. gozo f. pamuk (bitki); koza. gracdan = grajdan. gradus r. derece. grajdan r. yurttaş. grajdandık ımülki, sivil; grajdandik ukukku : hukulu nedeniye; grajdandık soguş vatandaşlar arasındaki harp : iç harp.\n\n\nıı, vatandaşlık, yurttaşlık; sovet grajdandığı : sovyet vatandaşlığı. gramm r. gram. grammatika r. gramer. grammofon r. gramofon. granat r. bomba, kumbara. greçiha r. kara buğday, arnavut darısı. gumanizm r. ümanizm. gübür = kübür ı. gübürnatır r. kon. vali, ilbay. güdök r. lokomotif düdüğü; güdök ur- : düdük çalmak; güdök uruldüdük çalinmak. gül = kül ıı. gülanya r. kon. gezinti. güldöndür- = küldöndür-. gülkayır = külkayır. gürpüröpkö r. kon. gruplanma, gruplara bölünme. gürüldö = kürüldö- güü = küü. güüldö- uğuldamak. güüldök uğuldayan. güülön- = küülön-. güzör = küzör ı. han = kan ıı. handık = kandık. harakter r. karakter, seciye. harakteristika r. karakteristik. hartiya r. berat, ferman, charte; stalindik konstitutsiya ceñgen sotsializmdin hartiyası : stalin anayasası- muzaffer sosyalizmin beratıdır. himik . r. kimyager. himiya r. kimya. himiyalık r. kimyavi. hirurg r., cerrah, operatör. hirurgiya r. cerrahlık. hirurgiyalık cerrahi. hlor r. klor. hor r. koro. hristian- r. hıristiyan. hrom r. krom. hronika r. zaman sırasıyla yazılan tarihi olaylar : kronik. hronikyor r. gazetede vakalar yazan muhabir. hronologiya kronoloji. hronologiyalık kronolojik; hronolojiyalık irette : zaman ve tarih sırasıyla. huligan r. (bilahasa ingilizcede kullanılan bir argodur, ki yazılışı hooligan olup, manası serseri, avare, külhanbeyi demektir; m.). huligandık ı, huliganlık.\n\n\nıı, huligana ait, müteallik, mensüp; huligandık kılık huliganca hareket. hutor r. çiftlik. ıbarat a. (önde gelen ablatif ile) ibaret: beş kişiden ıbarat : beş kişiden ibaret; beş kişiden müteşekkil. ıbır . cıbır ve şınır sözlerinin tekidir; ıbır cıbır : abur cubur. ufak tefek; ıbır şıbır : fısıltı, yavaşça konuma, fısıldaşma. ıçkın- ıkınmak. kendini zorlamak, kırmak (belin); belim ıçkınıp kaldı belimi kırdım. ıçkınçaak bir işi ıkınarak, zorlayarak yapan kimse. ıçkıñıs . baştan savulmaz şey: kurtulması, kaçınması kabil olmayan; hakkında her ne yapılırsa, faydasız olan. ıçkınt- et. ıçkın - dan belimdi ıçkıntıp aldım : belmi. kırdım: kolumdan ıçkıntıp ciberdim : elimen kaçırdım. ıçkır- uçkur. ıçkırlık 1. uçkur yapmaya yarayan malzeme, uçkurluk; 2. bir zehirli bitkinin adıdır. ıdıra- dağılmak; saçılmak: ıdırap. tarap ketti : cil yavrusu gibi dağıldılar: ötüktüñ mığı ıdıraap ketti : çizmenin mıhları dağıldı (tabanı koptu). ıdırat- et. ıdıra - dan. ığım çığım sözünün tekidir; ıgım çıgım: hernevi masraflar ve harçlar, vergiler ve resimler. ığır- ezmek; sıkıştırmak. ığırıl- . ezilmek; sıkıştırılmak: çökmek (diyelim, duvar hakkında). ığırılış- müs. ığıril - den. ığuu . işs. ık v - ten. ık ı, 1. sağlam; dayanıklı: 2. besleyici; mugaddi.\n\n\nıı= dik: ık salıp tañ ağarsa şafak şöker sökmez.\n\n\nııı: ık turup atat : onu hıçkırık tutmuş.\n\n\nıv, i. rüzgarın geçemediği kuytu yer; ince, rahat, sakin, yer; rahat muhit; refah; calpı kırgız curtuna şamal tiygis ık bolup folk; bütün kırgız halkı için rahatlık ve refah günleri geldi; 2. elverişli haller, elverişli fırsat; münasip an: ıgıma keldi : bana uygun geldi; kelsa yahut ığı kele kalsa : münasip fırsatta; ahval müsait olursa; ığın keltirerbiz: çaresini bulacağız gereği gibi başaracağız; ığıma ketirgen cok. ığıma kelse. cığat elem: kolayca yakalamak imkanını vermeden, eğer bu imkan olsaydı ben onu yere serecektim: siz menel bildiñiz gibi ığıbız kelispey turat : biz birbirimize uygun de1iliz; biz birbirimize denk değiliz; ığı kelişpeyt yersiz; uygun gelmiyor; ar ayıldın ığına caraşa : her köyün ahval ve şartlarına göre: aytuuğa toluk ığıbız bar; söylemeye tam hakkımız var; ığı cok pikir.: esassız fikir; kabar alar ığı cok : haber almak için bir ima bile yok. ık- v, 1. (hayvanlar hakkında): rüzgardan kaçınmak için onun estiği tarafa gitmek; fena havadan barınmak; cılkı (yahut koy) ığıp ketti : atlar (yahut koyunlan) rüzgardan sakınarak, kuytu yere sığındılar; camğırdan ıkkan kulunday: yağmurdan kaçan tay gibi; 2. (ot hakkında) yatmak, iğilmek; çöp ığıp kaldı : ot yattı; 3. mec. ödü kopmak; ığıp kaldı: korkuttu, kuyruğunu kıstı. ıkçam 1. çevik; atik; 2. ilik; ılıklık. ıkçamda- 1. kuvvetlenmek; kızını almak; ıkçandap cür - : çabuk ve hızlı yürümek; 2. = şalañda. ıkçamdık- et. ıkçamda - dan. ıkçamdık sürat; çeviklik; atiklik; seri tempo; ıkçamdık menen : çabucak; çeviklikle: bolşevikter ıkçamdı : bolşevik temposu. ıkçañda ıkçamda; astın karap ıkçañdap. arkasın karap kılcañdan folk. önüne acele bakıyor, arkasına dönüp bakınıyor. ıkçıl çevik; atik. ıkıbal a. 1. itibar: 2. saygı: 3. talih, ikbal; ıkıbalı ketken : talihsiz; şanssız. ıkıbalduu 1. itibarlı, otoritesi olan; 2. muhterem: 3. talihli, ikballi. ikibalduu 1. itibar: 2. saygı 3. talih, ikbal; ıkılas = ıklas ıkılda- hıçkırığa benzeyen bir ses çıkarmak (mes. karna vururken) ıkıldat- et ıkılda – dan; ıkıldata kelip kursakka tepti : karnına öyle bir tekmeyi yiyen kimseyi hıçkırarak tutmaya başladı. ıkım maharet; çeviklik, atiklik; ıkımın al-: herhangi bir şeye uymak: intıbak etmek; çaresini bulmak; kaçaağan koylordu al gana ıkımı menen karmayt : kaçan koyunları, yalnız o ustalığı yüzünden yakalamasını biliyor. ıkıs ani surette bir yana fırlamak; ani hareket ıkıs koy yahut ıkıs ber- : birden sıçramak; ani hareket yapmak; ıkıs berip toktodu birden - bire durdu; ıkıs berip ketti : irkildi ve birden bire bir yana fırladı. ıkısta- ileri atılmaya; yeltenmek; hazır bulunmak : hazırlanmak. ıklas a. dikkat; özen, ihlas; ıklas koyup : dikkatla, özenle; ıklas koyup oku! : dikkatla oku! özenle öğren! ıkma = ıkım; al ıkması menen cığat: güreşte (kuvvetiyle değil, de,) usulleriyle yeniyor. ıksıra- ıkım; al ıkması menen cığat güreşte (kuvvetiyle değil de,) usulleriyle yeniyor.\n\n\ngevşemek, sölpmek (mide dolduğundan) curat içkendey ıksıradı : cuurat (bk) içmiş gibi söpüldü. ıksız uygunsuz; gayri tabii; mantıksız; yersiz gayrı makul; ıksız cok kıl – yahut ıksız coğot - : boşuna harcamak; israf etmek; ıksız köp aşırı derecede çok hesapsız. ıkşa- tıka basa doldurmak (mes bir kabın içine); kuvvetle basmak; kapka abıdan ıkşap turup sal! : çuvala tıka basa doldur! kökürök - tön bir ıkşap, suurup taşta nayzamdı folk. göğsüme bas da, mızrağı çıkar! ıkşal- 1. tıka basa doldurulmak; (mes. çuval hakkında); 2. dolgunlaşmak (hububat hakkında); ıkşalıp, bışıp turgan ösümdüktör dalğınlaşarak olgunlaşan bitkiler. ıkşıt- ı öksürüğe tutulmak; şiddetlice ve boğularak öksürmek, 2. kahkaha ile gülmek. ıkşıy- argın yorgun gözlerini yarı yumarak büzülmek (aç. yorgun, hasta hakkında); ot boyunda ıkşıyıp, bir kempir olturat: ateş başında büzülerek bir kocakarı oturuyor; düküygön bir şaralcındıñ tübündögü kölökögö barıp ıkşıyıp tavşan, sık bitmiş büyük pelinin gölgesi altına giderek büzüldü. ıkta- ı1. ruzgardan. sığınacak bir kuytu yer aramak; fena havadan saklanmak; sığınacak yer arayıp birbirine sım sıkı. yanaşmak; boroondo ıktap tırat : tipiden kaçıp saklanıyor; 2. şaşalamak; başkasının kendisinden üstünlüğünü kabul etmek; kendini yenilmiş sayarak, gerilemek: gerisin gerisine gitmek; ıktap kaldı : korktu; korkaklık etti; kendinin zayıflığını hissederek, teslim oldu (mes, münakaşada).\n\n\nıı= nıkta-; basıp ıktap koy onu iyice ez, sıkıştır (seyirciler güreş esnasında yenmek üzere bulunan pehlivana böyle söylerler). ıktal- = nıktal-. ıktalıs- birbirine sım sıkı yanaşmak. ıktaş ı, menfaattaş; işçiler menen kolhozçular - ıktaş işçilerle kolhozlarda çalışan çiftçilerin menfaatları müşterektir. ıktaş- ıı, uzuş. ıkta - ı’den; bir birine ıktaşıp: 1) birbirine sım sıkı dayanarak; birbirinin arkasına saklanarak; 2) birbirine uyarak, ıntıbak ederek. ıktaşuun birbirine uyma : ıntıbak etme. ıktat- et. ıkta- ı’den; aytışıp atıp, ıktatıp saldım : onunla münakaşa ettim ve sıkıştırarak teslim olmaya mecbur ettim. ıktatuu işs. ıktat-’tan. ıktıbar I. (önce gelen datif ile birlikte) ilişiği olan : methaldar (her hangi bir işte).\n\n\nII= etiber. ıktımal a.. ihtimal,. muhtemel. ıktır- = ıktat-. ıktıt- hıçkırık tutmak. ıktıyar a. .ihtiyar irade; arzu; ıktı yar bol: muvaffakat etmek ıktıyarı menen : kendi arzusiyle; ıktıyarığız: nasıl isterseniz : ihtiyariniz elinizdedir ıktyardüü gönüllü, ihtiyari. ıktıyarduuluk gön.üllülük. ıktıyarluu = ıktıyarduu. ıktoo rüzgardan korunmuş olan mahal; rüzgardan ve fena havadan korunulacak yer; kuytu yer. ıktuu - 1. rahat: müsait, elverişli; 2. nezaketli. ıktuusu- kendini uygun ve muvafık saymak. ıl gözdeki beyaz, leke; közüñö ılcabılgır! : gözün kör olsun! ılaa atları rahatsız eden sineğin adı. ılaaçın Frengrinus denilen doğan; onun nevileri : kara ılaaçın yahut too ılaaçın. ılaala- 1. (at hakkında); sinekleri koğmak için başını sallamak; 2. tembel ve ağır gitmek; yürümek. ılaazım = ılazım. ılabbay a. emrediniz! ; ne buyuruluyor ( bir sualin yahut seslenmenin cevabıdır) ; (bu, arapça «lebbeyk» sözünün bozmasıdır; M. ). ılabbayla- 1. «labbayla» demek (bk.) ; 2. yaranmak. ılacı a. ilâç, çare, ılacı cok : 1) imkânsız; 2) çaresiz olarak; bir ılacı kılıp : bir çaresini bularak. ılakap a. 1. lâkap; 2. izah; tefsir. ılal- (Rad.), acı acı bağırmak; yaygarayı basmak. ılam a. L hafinin arapça adıdır; lâm; ılam debesten : bir tek söz söylemeksizin; aslâ muhalefet etmeden, karşılık vermeden. ılama tib. lama (Budist Kalmukların rahibi). ılañ 1. hayvan salgını; 2. felâket. ılañda- salgın hastalığa çarpmak (hayvanlar hakkında); atım ılağdan kalıptır : (salgın hastalık bulusması yüzünden) atım hasta düştü. ılañdat- et. ılañda – dan; cürök ılañdat-: kalbe ızdırap vermek, ılapay = alapay. ılay f. bulanık; (cıvık) bakçık; ılay suu : bulanık (balçıklı) su; ılayur- : balçık ev yapmak; ılay cürök: korkak. ılayık a. lâyık; münasip; ılayık körlâyık, münasip görmek. ılayıksız lâyıksız; lâyık olmayan, muvafık olmayan. ılayıksızdık 1. uygunsuzluk; 2. münasebetsizlik. ılayıkta- uydurmak; yoluna koymak; tahsis eylemek. ılayıktal- uydurulmak; yoluna konulmak; tahsis edilmek. ılayıktat- et. ılayıkta – dan. ılayıktuu = ılayık. ılayım a : ılayım, işiñ ilgeri ketsin! : ilâh’m, işin ilerlesin! ılayla- bulandırılmak. ılaylan- bulanmak. ılaylat- et. ılayla – dan. ılayluu bulanık (su hakkında). ılazım a. 1. lâzım; zarurî; 2. kadın pantolonu. ılcakta- = alcañda-. ılcı- : ılcığan mas : bulut gibi sarhoş. ılcır 1. muhatî madde; 2. sümüklüböcek. ılgıra- irin akmak; caranın oozu ılcırap kalıptır : yaranın ağzı irin toplamıştır; şarp bolğon uvdun oozu ılıcap kalat : kulâ hastalığına tutulan ineğin ağzından irin akar. ılcırat- irin akmasına sebep olmak. ıldam çabuk; ıldam barğın! : bir parça çabuk yürü! ; çabuk git!. ıldamda- çabuklaştırmak. ıldamdan- süratı çoğaltmak; çabuklaştırmak. ıldamdanıl- çabuklaştırılmak. ıldamdat- et. ıldamda- dan. ıldamdatış- müs. ıldamdat- tan. ıldamdattuu çabuklaştırma, tesri. ıldamdık sür’at; çabukluk; ıldamdık menen: sür’atla, çabucak. ıldıy aşağıya; öydö tartsa, öğüz ölöt, ıldıy tarsa, araba sınat ats. yukarı çekerse, öküz ölüyor, aşağı çekerse, araba kırılıyor; başı ıldıy: alçalan sıra ile; başıman ıldıy altın kuysa da barayım: beni altına boğsalar dahi gitmeyeceğim. ıldıykı alttaki. ıldıyla- aşağı inmek; alçalmak; ıldıylap bara catkan kün küçü ketken soñkunurların ciberdi: batmakta olan güneş son zayıf ışıklarını yolluyordu. ıldıytan aşağıdan attan. ılğa- kseçmek; (iyisini) ayırmak; tafrik etmek; cakşı- camandı ılğabayt: iyi ile kötüyü ayıramıyor. ılğan- mut. ılğa- dan. ılğar- = ıyğar-. ılğıy baştan başa; munhasıran; ılğıy caştar: baştan başa, gençler, munhasıran gençler. ılğoo seçme; çeşitleme (tasnif) ; ılğoo komissiyası: ayırtlama komisyonu. ılım (birini yahut bir şeyi) hoş görme; ılımıbız cakın: dostluğumuz vardır; birbirimize karşı iyi münasebetlerde bulunuyoruz. ılımdaş- (herhangi birine) görüşmak, düşüp kalkmak. ılımta- himaye, birisini kayırma; anıñ ılımtasında: onun himayesi altında, onun himayesinde. ılımtalık = ılımta; ılımtalık kıl- : himaye etmek; kayırmak. ıloo umumî bir mükelelfiyet ılmak üzere, yolculara verilen binek veya yük hayvanı, makkâre; ıloo cılkı; dayanıksız at, at boğuça (yahut tabılğıça) ayak ıloo ats. at bulununcaya kadar ayaklar binek hayvandır (mekkâredir). ılooçu umumî bir mükellefiyet olmak üzere yolculara verilen hayvana refakat eden adam. ım I, f. nem; nemli mahal; rutubet; ımğa salıp cibit- : suya bandırarak ıslatmak, yumuşatmak.\n\n\nII, (minik) işaret; ım kağışat: işaretleşiyorlar. ıman ıyman a. vicdan: ımanı cok: vicdansız, namussuz; ımanı uçup ketti: ödü patladı (pek fazla korktu) ımanı ısık bala: cna yakın, sevimli çocuk; 2. iman (dinî kavaat) 3. kelimei şahadet ımanı ayt- yahut ımanı ketir- : kelimei şahadet söylemek; 4. dinî vecibe, kırk bir ıman: bir müslümana tahmil edilen dinî vecibelerin mecmuu. ımandaş dindaş. ımnduu vicdankı. ımansız vicdansız, hayasız. ımarat = ıymarat. ımcan f. cankı cenaze; nimcan; zayıf. ımda- gözle işaret etmek; göz kırpmak; göz ımda: göz oynatmak. ımdaş- I, işaretlerle anlaşmak; karşılıklıca göz kırpmak.\n\n\nII, nemlenmek. ımduu yaş; nemli. ımık- hafifçe nemlenmek; at azıraak ımığıp terdep kaldı: at bir parça terledi. ımıla : biz baarıbız bir ımılabadız; 1) biz hepimiz aynı fikirdeyiz; biz hepimiz fikirdaşız; 2) biz hepimiz bir çanaktan iyiyp içiyoruz: hepimiz birlikte yaşıyoruz; bay menen cardını bir ımılağa keltirüü mümkün emes: zenginlri ve züğürtleri birleştirmek kabil değildir. ımır : ımır- cımır (vücut için) karıncalanma, (gözleri için) kamaşma; boyu ımır- cımır boldu. gözlerim kamaştı. ımırıl- = kımırıl-. ımırkay- pembe, soluk pembe, hafif kırmrızı, erguvani; ımırkay çıt: soluk pembe basma; ımırkay tart- : hafifçe pembeleşmek; balanığ ımırkay çağında: çocukluğun ilk günleride; ımırkay bala. yeni doğmuş çocuk, bebe. ımırt 1. alaca karanlık; ımırt tüştü yahut ımırt cayıldı yahut ımırt cabıldı: alaca karanlık oldu; akşam oldu; 2. kad. siyah. ımıya cımıyan sözünün tekidir. ımsakçı kırkayak. ımşı- 1. suda yumşamak; hafifçe terkemek ( ve bu suda bir rehavet duymak) ; 3. ağır ve nâhoş bir haleti ruhiyede bulunmak. ımşıy- gevşek, sölüp olmak (insan hakkında). ımşıyış- müş. ımşıy-den. ımşıyt- et. ımşıy- dan. ımtıkan- a. imtihan. ına- = una-. ınak 1. temiz, halis; ınak kımız. karışıksız kımız; 2. yakın dost; ınağım: yakın dostum. ınaktık yakın dostluk; samimiyet. ınal- 1. memnun ve mesrur olmak; sevinmek; 2. inanmak. ınan- inanmak. ınandır- inandırmak; temin etmek. ınat- = ınandır- ; aldoo sözgö ınatıp folk. : yalan sözlerle inandırarak. ındı ındı kara (insan hakkında) gayet kara; aşırı siyah, kap kara. ınıdbalnıy r. kon. ındıbalnıy nölök: şahsa mahsus vergi (bu sözün rusçası : indiivdualnıy şeklinde olup, fransızcası individuel’den alınmıştır;M.). ındın haleti ruhiye; keyf; ındını öçkön 1) dünya işlerine karşı lâkayt olan; hiçbir şeyle alâkadar olmayan; 2) itibarını kaybetti; ındını ındını öçtü yahut ındını suudu. gayreti kalmadı, keyfi kaçtı; cumuş kıl dese, calkoonun ındını öçüp kalat: çalış denildikte tembelin neşesi kaçıyor. ındıs : ındısım tüştü; suratımı astım; ındısım tüşürüp tül albayt: suratını astı ve söz dinlemiyor (emredilen işi yerine getirmek istemiyor) : ındıstay. düz, yassı (sövmelerde) ; ındıstay bolgon! : vay seni, kalın suratlı! (başlıca çocuklar ve kadınlar hakkında9. ındoo tohumundan faydalı yağ çıkan bir çeşit şalgam: Brassica rapa olefera. ıñ ; ıñ cok, cıñ cok: tın yok, çıt yok; ıñ- cıñı cok kulak salıp: ses çıkarmadan bekliyerek. ıñaala- «ıña- ıña! » diye bağırmak (ağlayan çocuk hakkında). ıñday 1. uygun hareket; ustalık; 2. müsait haller; elverişli ân; ıñgayı kelse: kolayı gelirse; ahval müsait olursa. ıñğayla- yudurmak; yoluna koymak; kolaylaştırmak. ıñğaylan- mut. ıñğayla- dan; ketüüğö ıñğayladı. gitmeye hazırlandı; alar bir ıñğaylanıp orun alıştı: hepsi bir tarafta oturdular. ıñğaylandır- kolaylaştırmak; uydurmak. ıñğaylaş- hep beraber intibak etmek; hazırlanmak. ıñğaylat- uydurmak; kolaylaştırmak. ıñğayluu rahat; maksada uygun; aylanadağı şarkta ıñğayluu: muhitin şartlarına uygun. ıñğıran- yavaşça inlemek. ıñıran- iyi anlaşılmayacak tarzda konuşmak; ağız içinde bir şey gevelemek. ıñırçak 1. yük eyeri; öküz semeri; ıñırçaktay. zayıf, kurumuş; ıñırçağı ırdap kalıptır mec. perişan oldu, dilenci durumuna düştü; 2. mec. kötü at. ıñırçaktuu üzerine yük yahut öküz semeri vurulmuş olan. ıñırsı- 1. ağır ağır sızlanmak; tembelce gerinerek ıkınmak; ıñşıp- ıñırsıp: gerinerek ve ıkınarak; 2. gevşemek; sölpümek; ıñırsığan talaa: (sıcaktan) kurumuş sahra; 3. meyus ve mahzun dolaşmak; aç- cılañaç ıñırsıp catat hazin bir tavırla aç ve çıplak yola koyulmuş gidiyor. ıñırt- = ımırt. ıñk ; ıñk et- : «hınk» etmek; inlemek; ıñk etip, tim boldu: inledi ve sustu; ıñk etken oorum cok: hiçbir hastslığım yok. ıñkı- pek çok olmak; ıñkığan köp mal: hesapsız çok hayvan; koroodo koylorubuz ıñkıp, kögöndö kozularıbız tizilip catat: ağılda hesapsız çok koyunumuz var; bağlanmış olan kuzularımız sıra ile dizilip yatıyorlar. ıñkılda- «hıñk» sesi çıkarmak; inlemek. ıñkısta- = kıñkısta-. ıñşaylan- tahkik ve tetkik edilmek; söz ıñşaylanıp, kelip senin moynuña tüştü: tahkikat neticesinde kabahat senin boynuna düştü senin suçlu olduğun anlaşıldı. ıñşı- ıñırsı –sözünün tekidir. ıñtay = ıñğay; ıñtayı kelbey turat: uygun zamanı gelmiyor; kırğızça kiteptiñ baarın bir ıñtay bölök koy! : kırgızça kitapların hepsini başkalarından ayrı bir tarafa koy! ; işteri bir ıñtay boldu: işleri yoluna kondu. ınsan a. 1. insan; 2. insan soyu (nevi beşer). ınta çalışkanlık, gayret, özen; bir işe şevkle atılış; heves; teşebbüs, inisyativ; öz ıntası menen: kendi teşebbüsü ile; kendisinin başlamasiyle; ıntañdı koyup oku! : özenle oku! okuuğa ıntası cok: okumaya hevesi yok. ıntala midesini pek fazla dolduran ve ağırlıktan inliyen adamın hali; kımız içip, ıntala bolup oturat. midesini kımızla şişirerek inleyip oturuyor. ınlatuu pek fazla hevesi olan; ihtiraslı; alâka ve teşebbüs gösteren; ıntaluu top: müteşebbis grup, zümre. ıntık- ağır solumak; nefes darlığından muztarıp olmak; ıntığıp süylö- : ağır soluyarak konuşmak. ıntımak a. ittifak; birlik; ıntımak koş- : fikirlerde uyuşmak; eköönun arasına ıntımağı cok. ikisinin arasında birlik yok; onlar uyuşamıyorlar; ırıs aldı- ınıtmak ats. : talihinin zamanı- birliktir. ıntımaksızdık ittifaksızlık; vifaksızlık; fikir ihtilâfı. ıntımaktaş- uyuşmak; anlaşmak; ittifak aktetmek. ıntımaktuu ittifaklı; vifk içinde yaşayan. ıntırnat = internat: yatı mektebi. ıntırnatsanal = enterastsional. ınıtzar a. 1. bekleyerek ve umutla bakan; ıntızar bol- : beklemek; sabırsızlıkla intizar etmek; ırdaymın ışkım bar üşün, ıntızar boldum car üçün folk. : şarkı söylüyorum aşık olduğum için, intizar ediyorum yarim olduğu için; ıntızar kıl- : sabırsızlıkla bekleemeye mecbur kılmak; 2. gergin bir durumda bekleme. ıp 1 ile başlayan sözlere katılan takviye hacesidir; ıp- ırıs halis hakikat; tamamile doğru; ıp- ınak: çok yakın dost. ıpça bir kumaş adıdır. ıpılas a. 1. pis; pasaklı; 2. mırdar, habis. ıpılastık 1. pislik; pasaklılık; 2. mırdarlık; hebaset. ıpılda- acele veya çevik hareket etemek; bir işi ividilikle yahut çeviklikle yapmak; ıpıldap- şıpıldap 1) acelelikle; telâşla; 2) hamarat. ıpıldaş- müs. ıpılda- dan; ıpıldaşıp emgekke kirişet: çevik hareket ederek işe girişiyorlar. ıpım baştan başa; kanattuular köktün betin ıpım bastı: kuşlar gök yüzünü baştan bşa kapladılar; ıpım kalbay: hepsi, son parçasına kadar. ıpın = ıpım. ıpır ıpır- tıpır yahut ıpır- sıpır: pılıpırtı; eski püskü şeyler, üyündö ıpır- tıpır eñ ele köp: evinde en çok olan eski püskü şeylerdir. ıpırsıt- kirletmek; pisletmek. ıpta I= öröön I: bugün oñ ıptam menen catıpmın. bugün sağ tarafımla yatmışım; oñ ıptam oorup turat. sağ tarafım ağrıyor. ıpta- II 1. = upta; samın ıpta- : sabun kaynatmak; 2. yapıştırmak, sıvamak. ıptat- = uptat-. ır şarkı, şiir; baatır ırı: kahraman destanı; ırlar cıynaği: şiirler mecmuası. ıraa : körsötüügö ıraa tartpadı: göstermeye cesaret edemedi; ceribizdi duşmaña ıraa körböybüz: topraklarımızı düşmana bırakmayacağız; uşu eski kitebiñdi mağa ıraa körböysüñbü? : şu eski kitaplarını benden esirgiyor musun? ; kızımdı ağa ıraa körböym: kızımı ona denk saymıyorum; o benim kızıma eş olamaz. ıraak uzak, ırak; uzakta; uzakta bulunan yer; ıraakka: uzağa; körüñön toonun ıraağı cok ats. görünen dağ uzak sayılmaz (görünen köye kılavuz istemez). ıraakat = ırakat. ıraakçıl (koşu atı hakkında) uzak mesafeye koşabilen (yakın mesafede ise, kendinin koşu kuvvetini göstermeyebilir). ıraakı uzaktaki; uzak; tee ıraakı too: şu uzaktaki dağ. ıraaksın- kendisi için uzak saymak. ıraaksınt- kendisinden uzaklaştırmak. ıraaktık uzaklık. ıraat a. riayet; ıraatı menen: müteakiben, arka- sıra. ıraazı = ıraz. ıraazlık = ırazılık. ırakat a. rahat; keyf; haz; ırakat kör-: rahat görmek; refah içinde yaşamak; keyf içinde yaşamak. ıraakattan- rahatlanmak. ırakım = ırayım. ırakmat a. şükran, teşekkür, Allah razı olsun! : ataña ırakmat! : aşk olsun sana!. ıramalı a. merhum (ölmüş), rahmetli. ıramat tar. halk üzerine tarhedilen vergilerden biridir; şayloo bolgondo elden ıramat çığım cıynap alışçu ele: (nahiye ve köy idarecilerinin) seçimi snasında halktan hernevi vergi ve resimler toplanıyordu. ıramatılık = ıramalık. ıramattık = ıramalık. ıramazan a. 1. ay yılının dokuzuncu ayının adıdır; 2. müslümanların bu ayda tuttukları oruç. ırañ f. (kars. ireñI) 1. renk; ırañ barañ= ürüñ- barañ (bk. ürüñ); öngünö ırañ kirgen: benzine renk girmiş; 2. yeşil ot (çiçek açma çağında) ; cerdiñ rañı cakşı: yer yeşil otla kaplanmış. ırapırt kont. = raport. ırapıs r. reps (kumaş). ıras f. hakikat; hakikatan; ıras aytasıñbı? : doğru mu söylüyorsun? ; ıras cigit eken: hakikatan (iyi) delikanlı imiş; ıras boluptur! I) mükemmel oldu; 2. sana (ona ve s.) öyle gerekti, hakketmişsin!. ırasa f. doğrusu; hakikatan; cidden; ırasa degende: doğru söylemek gerekse. ırasçot r. görülen hesap ; ırasçot ber-: hesabını kesmek, yol vermek. ırasım a. resim, adet; itiyat; ata babadan kalğan ırasım: babadab dededen kalmış âdet. ıraskot r. masraf, harç. ırasmi a. resim (adet) ; usul; inisini zayıbın ağası tartıp almadığı ilerte cok iş- ırasmi folk. : büyük kardeşin, küçük kardeşinin karsını ayartması hiçbir zaman âdet olmamıştır. ırasta- 1. evetlemek; tasdik (teyit) etmek; 2. yoluna komak; yönelymek; ırastap cügün arttırıp,bışıktap arkan tarttırıp folk. : yükünü iyice yükletmeyi emrederek ve onu sıkıca bağlatarak. ırastaş- birbirine evet evet demek. ıray çehre; hususiyet; haleti ruhiye; aba ırayı yahut kün ırayı: hava durumu; kü ırayı buzuldu: hava bozuldu; ırayı suuk: çehresi nâhoş; ırayına karadım: (ben bunu) ona hürmeten yaptım; eç nersenin ırayına karabayt: hiçbir şeyi hesaba katmıyor; hiçbir şeye aldırış etmşyor; ömürdün urayı kördü: rahat yaşadı: hayattan hazzını aldı. ırayatkön kon. = rayatkom. ırayım a. merhamet; kalp rikkatı; ırayımı tüştü: merhamet etti: acıdı. ırayımduu merhametli; iyi kalpli. ırahımsız merhametsiz; taş yürekli. ırayımsızdık merhametsizlik; taş yüreklilik. ıraylaş- barışmak; ıraylaşıp, süylöşüp kaldık: barıştık ve konuşuyoruz. ıraylaştır- et. ıraylaş- tan. ırayluu sevimli; çehresi hoş olan. ırayon kon. = rayon ırazangke = reziñke. ırazı a. razı; tatmin edilmiş; ırazımın: ben razıyım: başka bir iddiam yoktur; kuday (yahut alda) ırazı bolsun! kon. (teşekkür yahut rica yerinde kullanılan tabir) Allah razı olsun! ırazıçılık = ırazılık. ırazılık muvafakat, rıza; ırazılık ber- : muvafakat etmek; ırazılık al- : muvafakatını almak. ırba- büyümek (mes. : yara hakkında) ; carası ırbap ketti: yarası büyüdü. ırbañda- alaya almak, istihza etmek, istihzalı dil kullanmak. ırboo katmerleşme, karışık bir hale gelme, ağırlaşma (sırıtarak) gülümseme: tebessüm. ırañda- = ırcıñda -. ırcay- sırıtmak; ırcayıp kül- : sırıtarak gülmek. ırcayt- sırıtmayı mucip olmak; ooz ırcayt- : ağızı mümkün olduğu kadar geniş açmak suretiyle gülümsemek. ırcaytış- müs. ırcay- dan; oozdorun ırcaytışat: birbirlerine sırıtıyorlar. ırcığıy sırıtan. ırcıñda- sırıtmak. ırcıñdat- et. ırcıñda- dan; beti başın ırcıñdatat: bütün suratını kırıştırırak buruşturarak grimaslar yapıyor. ırcıy- = ırcay-. ırçı 1. meddah; kahraman destanı söyliyen; uyalbağan ırçı bolot es. ats. utanmayan meddah olur (cemiyetin üst tabakalarının, yeni derebeyleriyle bayların meddahlara nasıl hakaret göziyle baktıklarını gösteren çok karakteristik bir atalar sözlüğüdür) ; şarkıcı: hanende; 2. şâir. ırçılık şarkıclık; hanenedecilik. ırda- şarkı söylemek; ırlamak (insan hakkında). ırdal- şarkı söylemek. ırğa- 1. harekete getirmek; kımıldatmak; sarsmak; silkmek (mes. bir şey elerken eleği yahut kalburu) ; kalbırğa salıp ırğa: kalbura koy salla! ; 2. hareket etmek; kımıldamak karağay nayza ırğadı, baatır Manas cırğadı folk. küknar mizrak kımıldadı ve bahadır Manas haz duydu. ırğal- sallanmak; kımıldamak. ırğalış- müs. ırğal- dan. ırğalt- kımıldamak; sallamak; dalgalandırmak. ırğan- ağır ağır sallanmak. ırğanış- müs. ırğan- dan; baştarı ırganışat: başları sallanıyor. ırğaş- müş. ırğadan; baştarın ırğaşat: başlarını sallıyorlar. ırğay kuş kirazı: Lonicera. ırğı- sıçramak, atlamak; dubaldan ırğıp tüştü: duvardan aşağıya atladı; atka ırğıp mindi; ordunan ırğıp turdu: yerinden sıçrayıp kalktı. ırğılçıñ şühpe, tereddüt, fikirlerde ikilik; ırğılcıñ tart- yahut ırğılcıñ bol- : tereddüt veya şühpe içinde bulunmak. ırğım atlama, sıçrayış; biyiktigi kışı ırğım: yüksekliği adam sıçrayabilecek kadar. ırğışta- sinirlenerek, asabîleşerek yerinde zıplamak. ırğıt- atmak, fırlatmak; çıkkan tooñ biyik bolso, ırğıtkan taşıñ ıraak tüşöt ats. : çıktığın dağ yüksek ise, attıüın taş uzağa düşer. ırğıtıl- atılmak, fırlatılmak. ırılda- hırlamak, gömürdemek. ırıldaş hep beraber gümğrdemek: birbirine karşı hırıldamak. ırıldat- et. ırılda- dan. ırıldoo gömürdeme. ırım 1. alâmetlere, fallara inanma; ırısı coktuñ ırımı küç ats. talihi olmayanın fallara inanması kuvvetlidir; ırım- cırım heer çeşit bâtıl itikatlar ve alâmetler; hurafeler; uuluna ırım kılıp, ençilep cürgön tay: (henüz küçük olan) oğluna ayırdığı tay; 2. afsun; suunun iyrimi caman; karının ırımı caman es. ats. suyun girdabı, ihtiyarın bedduası tehlikelidir. ırımda- 1. alâmetlere ve fallara inanmak; 2. herhangi bir nesneyi talih denemek için almak. ırımduu hoş; sevimli (insan hakkında). ırıñ : ırıñ- cırıñ 1) niza; nifak; ihtilâf; 2) uyuşamamazlık, kuru gürültü. ırıp = ırp. ırıs talih; kısmet; ırısı bar= ırıstuu; ırısı kardına çıkkan al. «talihi karnına çıkmış» : onun bütün düşündüğü karnıdır (karnından başka bir şeyi yoktur, ve onu başka hiçbir şey alâkadar etmez) ;ırısı külküsünö çıkkan. gülmekten başka bir işi yoktur: ırıs kesti: talihine mani olan; ırıs keser kapır: meşum kâfir; karısı bardıñ ırısı bar ats. evinde ihtiyarı (yaşlı adamı) bulunanın talihi vardır; ırısı taykı bk. taykı; kaysı ırısıña catasıñ? : hangi talihine güvenerek yatıyorsun (hibir iş yapmıyorsun) ?. ırıskı a. rızık, nimet dünya nimetlerinden insanın hissesi; mañday teri menen tapkan ırıskı: alın teri ile kazandığı rızık; ırıskının tuyğunun (yahut ılaaçının) uçurdu mec. 1) nimetten mahrum oldu; 2) itibarını kaybetti. ırıskısız gündelik ekmeği olmıyan. ırıstuu bereketli; mübarek. ırızkı = ırıskı. ırk refah; birlik ve vifak içinde yaşayış; sakin hayat; ekönün ırkı kelişpeyt: birbiriyle geçinemiyorlar; ırkınan çık: ayrılışmak (onunla geçinememek; ırkı ketken ayıl birliği ve bereketi kaçmış olan köy. ırkıra- gömürdemek; hırlamak; ırkırağan kurğak şamal, şiddetli kuru ruzgâr. ırkıraş- müş. ırkıra- dan. ırkırat- et. ırkıra- dan. ırksız geçimsiz; herkese karşı husumet besliyen. ıroo a. aliminyum. ırp kuvvet; kıymıldağınday ırpım cok: kımıldıyacak kadar kuvvetim yok; ırp et- : hareeket etmek; kımıldamak; ırp eterge alım cok. kımıldayacak kadar halim yok; kenedey ırpım kalbadı: aslâ kuvvetim halim kalmadı, takattan düştüm. ırsakta- = ırcıñda-. ırsay- = ırcay-. ırsılda- nefes tıkanmak; ağır aüır solumak. ırsıy- = ırcıy-. ısap a. insaf; ısabı cok: insafsız; ısabı cokko kaşık salsañ, beş uurtayt ats. insafsıza kaşık verirsen, beş defa yutar. ısapsız insafsız; vicdansız. ısçot kon. = sçot. ısçotobot kon.- sçotovod. ısı I, sıcaklık, sıcak hava; kurutucu rüzgârlı hava; kerimsel cürüp, aştıktı ısı urup ketti: kerimser rüzgarı esti ve ekinlere sıcak vurdu. ısı- II, ısınmak; adamakıllı kızmak; çekesi ısıbaptır: tatmin edilmadi, iyilik görmedi; ay sayın çığın saldırıp, ısıbaptır çekebiz folk. : (han) her ay vergi tarhettiği için rahat yüzü görmedik. ısık 1. sıcak; ısık kün: sıcak gün; kün ısık: hava sıcak; ısık çay: sıcak çay; ısığına küyüp, suuğına toñdum: sevincine sevindim, kederine tasalandım; sööktöğü ısık: müzmin şekil alan hastalık; eski bir hastalığın kalntısı; 2. sevimli; hoş; cana yakın; kelindin betin kim açsa, oşol ısık ats. gelinin yüzünü kim açarsa, o hoş görünür (cana yakın olur) ; ısık dos: yakın, mahrem dost; ısık bol- : dost yahut aşk olmak; ısığın cepsiñ! ; saçmalayorsun! ; 3. = ısılık 2; 4. sivilceç kabarcık. ısıkçan sık sık ateşi yükselen kimse. ısıkçılık 1. ılıklık; sıcaklık; 2. sevgi, muhabbet. ısıkta- hareketi olmak (hasta hakk.), ateşi artmak. ısıktık = ısıkçılık. ısıla- = ısıkta-. ısıllı : ısılı- suuktu! sıcaklı- soğuklu; ısılı- suuktu ketip cürüp, at buzulup kalıptır: sıcağa- soğuğa dikkat etmeksizin içrimek, yedirmek suretiyle atı harap ettiler. ısılık 1. sıcak; şiddetli yaz sıcağı; 2. ısıtan yiyecek yahut içecek (Kırgız mütabbipleri bütün yiyecek ve içecekleri üç bölüğe: «ısıtan» ıslık yahut ısık, «soğutan» - suuktuk yahut suuk ve «tarafsız» gıdalara ayrıyorlardı; meselâ, sığır eti «soğutan», at eti «ısıtan», koyun eti ise «tarafsız» sayıldığı gibi, yeşil çay da «soğutan», siyah çay ise, «ısıtan» sanılıyordu).ısım. ısım a. isim; ısmı: ismi; ısımıngız kim? : isminiz nasıl?. ısın- ısınmak. ısmuu işs. ısın- dan. ısırap a. israf. ısırapçı müsrif. ısış- birbirleriyle aşkî münasevetlerde bulunmak. ısıt- ısıtmak. ısıtuu ; ısıtma. ıskar = ızğaar. ıskat a. dn. ölünün istirahati ruhu için dağıtılan hediyeler; ıskatıña koyulğur; : geber (istiyen adam vermiyen adama böyle sövüyorlar). ıslam a. islâm. ıslamçıl müslüman birliği tarafdar: panislâmist. ıslamçıldık islâm birliği tarafdarlığı: panislamizm. ıslot kon.= slyot. ıspat a. isbat etmek; delilendirmek; delilerle pekitmek. ıspattuu tekit: teyit; isbat etme. ıspırapke kon. = spravka. ısrık = adıraşman. ıstarc kon. = staj. ıstakan kon. = stakan. ıstampıl kenarlı (bordürlü) muslin (istanbul); ak ıstambıl: beyaz muslin; kök ıstampıl: mavî muslın. ıstampul = ıstampıl. ıstan . kon. = stan. ıstanok kon. = stanok. ıstansa kon. = stansiya. ıstarçın ıstarşı, r. tar. köy muhtarı. ıstarşı r. kon. baş (mafevk manasıyle) ; ıstarşı tekşerüüçü: baş sorgu hâkimi; starşı militsa: baş milis memuru. ıstatıya kon. = statiya. ıstoloboy r. kon. yemekhane, yemek odası. ıstudent kon. student. ış 1. tütsüleme tahsis edilen şey. (deri ve deriden yapılan kap- kaçak gibi) ; ış ıştayt: (deriyi ve deriden yaplan kap- kacağı) tütsülüyor; otko cakın ış küyöt, cengeğe cakın kız küyöt ats. : ateşe yakın tutulmak suretiyle tütsülen şey yanar; geline yakın olan kızın (yani görümcenin) kalbi yanar; 2. (deri ve deriden mamûl kap kacak gibi) tütsülenen şey 3. isin bıraktığı sarı iz. ışçot kon. = sçot. ışılda- ışkırmak (mes, yılanın ıslık çalması hakkında). ışıldat- et. ışılda- dan. ışın- 1. (yatakta, kalkmak istemeyip) tenbelce bir yandan o bir yana dönmek; 2. tereddüt etmek işınbay: tereddüt etmeksizin; katiyetle; ışınbay cooğo tiyip bay folk. : cesaretle düşman üzerine saldır. ışıncaak 1. bouyna yatıp duran, uykycu (zor boyanan ve yatağından güç halle kalkan adam hakkında) ; 2. mütereddit; cesaretsiz. ışıncaaktık tereddüt; cesaretsizlik. ışkı Ia. sevgi; aşk; arzu: ışkım tüştü; pek hoşuma gitti ve bunu arzu ediyorum. ışkı- II, sürmek; sürtmek; cığaçtı cığaçka ışkısa, ot cığat: ağaç ağaca sürüştürülürse, ateş çıkıyor. ışkıbos a- f. bir şeyi iptilâ derecesinde sevsn; teatrğa ışkıbos: tiyatroyu seven, tiyatro aşıkı (bu söz «aşkbaz» dan bozulmuş olsa gerektir; M). ışkıl- pas. ışkı- II- den. ışkıluu bir şeyi iptilâ derecesinde seven ve onu candan arzu eden; bala kezde mıltıkka ışkıluu boldu cürögüm folk. : (daha) çocukluğumda tüfeğe hevesim vardı. ışkın ravend kökü; ışkınday bolğon cigit: turp gibi (kanlı canlı) delikanlı. ışkınduu ravend kökü mebzûl olan; ışkınduu cer: ravend kökünün bittiğiyer. ışkır- ıslık çalmak, ışkırmak; suuk cılanday ışkırat: soğuk yılan gibi ıslık çalıyor (yani, dehşetli soğuk) ; çılkıña karap ışkır ats. yorağanına gör ayağını uzat! (harfiyen.; at sürünün büyüklüğüne göre ıslık çal!). şkırık ıslık. ışkırıkçı ıslık çalan; ıslıkçı. ışkırt- et. ışkır- dan. ışkıruu işs. ışkır- dan. ışkızar a- f. aşık; ışkızar bol- . aşık olmak. ışpala kon. = şpala. ışlom kon. = şlem. ışta- tütsülemek; ise tutmak (deriyi). ıştal- tütsülemek; islenmek. ıştampul kon. = ştempel. ıştan kadın pantalonu; donu; ıştanı meni başıma; folk. o kadın beni rezil etsin; o kadın beni kahretsin! (harfiyen: o kadının donu benim başıma dolansın;). ıştap kon. = ştap. ıştarap kon. = ştraf. ıştat kon. = ştat. ıştatnıy r. kon. kadroluk: kadroya dahil olan. ıştık tütsüleme yeri (dereyi tütsülemek için kullanılan yer) ; kol ıştık: toprakta açılmış olan tek bir delikli tütsüleme yeri. ıştırap kon. = ştraf; ıştırap sal- : ceza kesmek. ıştoo işs. ışta- dan. ıştuu isli, islenmiş; tütsülenmiş; tütsülenmel suretiyle işlenmiş olan (deri). ıy ağlama; ıyğa kir-: alamaya başlamak. ıya ! evet! benim! (karşı seslenme). ıyaz = nıyaz. ıybaa a. haya, utangaçlık, tevazu; ıybaası cok: hayalı yok: ıybaa kıl- : tevazu göstermek; utanyaç olmak. ıyçı 1. sağucu kadın; 2. ağlayık. ıyğar- göstermek (namzeti), evvelden tahsis etmek; törağalıkka kimdi ıyğardıñar? başkanlığa kimi gösterdiniz. ıyğılık : ıyğılığım çıçkılık boldu: içinden çıkılmaz bir duruma düştüm; işin hangi tarafından tutmasını bilmiyorum (hiçbir işim gereği gibi yürümüyor). ıyık 1. kutsal, mukaddes; uğurlu, talih getiren; koom mülkü- ıyk mülk: cemiyet malı mukaddestir; ıyık mildet: mukaddes vazife; ata mekenin saktoo- Sssr grajdañdarının ıyık mildet; vatanı korumak- Sovyet Birliği vatandaşilarının mukaddes borcudur; ıyık kötör-tar. 1) sevilen bir hayvanı, binilmemek ve kesilmemek şartiyle sürüye katmak; 2) hastanın sürüdeki sevgili hayvanını yakalamak ve hasts istediği zaman kesmek; 2. cıdağı yağır (bu manayla daha ziyade: ıyık cal). ıyıktaş- birbirine sokularak sıkışmak; bir biribizge ıyıktaşıp, iyrilip catıp uktap kaldık: birbirimize sokulup sıkışarak, toparlanarak uyuya kaldık. ıyın- ıkınmak; kendini zorlamak; ıyınıp- ıçkınıp: ıkınarak kendini zorlayarak. ıyka- rahat oturmamak tek durmamak. ıykı ; ıykı- tıykı: uyuşmamazlık ihtilâf ; kavga; nizalar; cabıla işke kirişpey, ıykı- tıykı katışıp kelet- : işe elbirliği ile girişmeyip, gevşek davranıyorlar. ıyla- ağlamak; kan ıyla- : kan ağlamak; ıylabağan balağa emçek cok ats. ağlamayan çocuğa meme yok. ıylaak 1. çok ağlayan, ağlayık 2. içi su ile dolu olan kabarcık (diyelim, koyunun, ineğin mide civarı yağında, yahut tendeki yanık yerinde) : sulu nasır. ıylaakta- ciltte, vucudun ensacinde kabarcık, nasır peyda olmak. ıylaaktat- et. ıylaakta- dan; kolun ıylaaktatıp küygüzüp alıptır: elini yakmış ve bu yüzden kabarcıklar peyda olmuş. ıylakta- bir işi istemiyerek yapmak; ıylaktabay kozu bayla! : çok düşünüp durmadan, çabucak kuzuları bağla!. ıylamsıra- ağlamak üzere bulunmak. ıylat- ağlatmak. ıyloo ağlama. ıymam a. imâm; mahalle imâmı.\n\n\n= ıman. ıymandaş = ımandaş. ıymanduu = ımanduu. ıymansız = ımansız. ıymarat a. imaret, bina. ıymaratçıl es. mimar; yapı işleri uzmanı. ıyzat a. izzet, saygı. ıyzatta saymak; izzetlemek. ıyzattaş- müs. ıyzatta- dan. ıyzattuu 1. muhterem, izzetli, 2. nezaketti; ıyzattuu bala; nezaketli sıkılgan çocuk. ız : ız- bız (kütle halinde uçan böceklerin vızıltısını taklittir) ; çirkeylerdiñ çurduz ız- bız ündörü: uçan sivsineklerin vızıltıları; ız-bız kel: azgıncasına her yandan saldırmak; ıza a. teessür; gücenme; ıza bol- gücenmek, küsmek. ızakor a- f. alıngan; çabuk kızan, öfkeci. ızala- kışkırtmak; kızdırmak. ızalan- gücenmek; küsmek; özümön- özüm ızalandım: kendime gücendim. ızalant- et. ızalan- dan. ızaluu küsmüş; gücenmiş. ızat = ıyzat. ızbooçık ızboşçik, r. arabacı. ızbot kon. = vzvod. ızğaar 1. iliğe işliyen soğuk, ayaz; 2. ruzgâr; cıluu ızğaar cel arğı folk. hafif ılık rüzğar. ızğaarduu ayaz; don; ızğarduu cel: iliğe işliyen soğuk ruzğâr; ızğaarduu suuk! şiddetli soğuk, ayaz. ızğaarla- fena suretle tahkir etmek; azarlamak. ızğar = ızğaar. ızğı- hızla dönmek; acı ses çıkararak dönmek; buroolor ızğıdı: vidalar ses çıkararak döndü; çañ ızğıdı: buramburam toz kalktı. ızğıt I, kız kuşu: Vanellus capella.\n\n\nII, (konuçun arka tarafındaki dikiş yerine dikilen deri şeridi. ızğıt- III, et. ızğı- dan; çañ ızğıt: toz kaldırmak. ızğıtuu işs. ızğıt- tan. ızı : ızı- çuu: gürültü, gürültü- patırtı, şamata yaygara; ızı- çuu tüştü: herkes bildiği gibi yaygara kopardı (k,m, bağırdı, kimi ağladı; kimi yüksek sesle konuştu, ve s.) ; ızı- çuula-: yaygara koparmak; bağırıp- çağırmak; ızı çuulağan ündör: gürültülü sesler. ızıçuu = ızı- çuu (bk. ızı). ızıçuula- = ızı- çuula- (bk.ızı). ızılda- acı acı sesler çıkarmak. ızıldat- et. ızılda- dan. ızıldatuu işs. ızıldat- tan. ızıldoo işs. ızlda- dan. ızıñ ıslık. ızıñduu ıslık çalan; ızıñduu ok ünü: ıslık çalan ok sesi. ızırıl- = ızırın- : ızırılgan cel: şiddetli ruzğâr. ızırın- hiddetle üzerine atılmak; yumruklarla saldırmak; dövüşe hazır bulunmak; hiddetlenerek kendinden geçmek; kabaktarın tüyüp, ızırındı: kaşarını çattı ve aşırı derecede kızarak, kendinden geçti. ızırınuu işs. ızırın- dan. i e? ibep (karş.ebep) : teessuf; pişmanlık; kaygı; ibep ce- : teessüf etmek; pişman olmak; endişe etmek. ibilis a. iblis. ibret a. iyi akıl verici örnek, ibret. icara a. icar, kira; icarağa koy- : kiraya vermek. iç I, 1. her şeyin içerisi; iç kısmı; içinde: birisinin, bir nesnsnin iç tarafında (mekân ve zaman hususunda) ; üydüñ içinde: ev içinde; üstöldüñ içinde: masa içinde; beş kün içinde: beş gün zarfında; içine; üydüñ içine: obanın içine; iç küydü yahut iç küydülük: tehevvür, aşırı hiddet; garaz; gizli düşmanlık, kin; alardıng iç küydüsü bar: onların kini vardır; iç küydülük menen; garazla; kızgınlıkla, hiddetlenerek; iç arasınan: (onlar) kendi aralarında, gizlzce; içi buzuk: ahlakça bozuk, namussuz; içi keñ: iyi kalplı; cömert; içi tar: bethah; kıskanç hasis; iç bışır- : iç sıkıntısını mucip olmak, gücendirmek, başa dert olmak, bıktırmak; içi bışat: canı sıkılıyor, iççine bıkkınlık gelmiş; aytkan sözünö içim cılıp kaldı: söylediği söz hoşuma gitti; onunla mutabık kaldım; iç arabızda bk. ara 1; içiñe sakta! : sır olarak sakla! soğumun cüygün bolso, içiñe sakta ats. : kestiğin hatvanların (bk. soğum) semiz olursa sır olarak sakla! ; içimen tap kişi: ketûm, ağzı pek adam; caman cakşı içte bolsun: iyi- kötü her ne ise, içte kalsın: kötülükle anmayın! ; 2. karın; kursak; mide; içim ooruyt: karnım ağrıyor; içi ötöt: içi sürüyor; midesi bozukmuş; içi ooruyt: karnı ağrıyor; içi al- : mideyi bozmak; açı bağan saamal içti alat: elşimemiş kımız mideyi bozuyor; 3. ters taraf, astar (giyimde); çapandın içi: kaftanın astarı. iç- II, 1. içmek; çay iç- : çay içmek; 2. yemek; sorpo iç : çorba içmek; tamak iç- : yemek yemek; aştık köp bolup, eki cıl içpeyt ats. ekin ne kadar çk olursa- olsun, iki sene yetmez; içerdin aşın içpes keçet ats. : başkasınınki için acımaz (harf. : yemesi mukadder olmayan kimse, yiyecek adamın her heesabına imtina ediyor) ; iççip çıçar avm. tufeylî, uyuntu. içe bk. içegi. içegi içek, bağırsak; içek- kardı yahut içe- kardı: karnı- bağırsakları; içegibizdiñ karındısına çeyin kaltırbay süylöştük: her şey hakkında konuştuk; bol- bol görüştük, sohbet ettik; bir içek bolup kalıptır: çok yemek yiyemiyor (mes, uzun zaman et yememiş olan kimse, çok et yiyemez) ; bittiñ içegisine kan yutan: bitin bağırsağina kan akıtıyor. içek bk. içegi. içik yüzü kumaştan olan kürk; kiş içik: samur kürk. içil- mut. iç- II’den. içim : bir içim: bi rdefa içecek kadar mayi. içir- içirmek. içirken- ürpermek; ihtiyarsız irkilmek. içirkent- et. içirken- den. içirtki yahut içirtki duba: deva olmak üzere, içmek için kâseye yazılan üfürükçü duası. içiş- hep beraber içmek. içke 1. ince; ip- içke: incecik, çok ince; 2. db. ön sıradaki, yumuşak, palatal (sesler hakk.). içkele- : içkelep bil- : gizlice öğrenmek. içkelik 1. incelik; 2.db. ön sıraya ait olmaklık; palatal’lik; yumuşaklık (ses hakk.). içker- incelmek. içkereştir- :ot içkereştir- : henüz yanıp bitmemiş olan odunların ortaya atmak suretiyle ocaktaki ateşi düzeltmek. içkeri içeriye, içeride. içkerki içerideki; içerki orus es. iç vilâyetlerden gelen Rus (Türkistanlı olmıyan). içkeret- inceltmek. içkertil- incetilmek. içki I. içerideki, dahilî; iiçki oorular dahilî hastalıklar.\n\n\nII= içkilik 1. içkiç 1. çok içen; kan içkiç: kan içen, hunhar; 2. ayyaş. içkilik 1. içecek; içki; 2. ayyaşlık. içme : may içme bk. may I. içmek teğeltinin astarı; iç teğelti. içmekte- = içkele-. içmey : kan içmey: kana susama. içtet- astar geçirmek. içtüü içine çok şey alan, istiaplı. içtüülük istiap, istiap kabiliyeti; içtüülük ölçöösü: istiap ölçüsü. ideal r. mefkûre, ülkü, ideal. idealçı idealist: mefkûreci, ülkü taşıyan. idaldaştır- idealize etmek, ülküleştirmek. idealdaştıruu mefkûreleştirme; bir şeyi ülkü derecesine çıkarma. idealık mefkûreye uygun; ülkü sayılabilen. idealizm r. ülkücülük, idealism. idee = ideya. ideya r. ide, fikir, ideya deñgeli: fikir seviyesi. ideyalık ideolojik. idiot r. aptal, budala. idiottuk aptallık. idiş kap, kapkacak; dara; idiş ayak: hernevi kap- kacak. ike = nike. ikele- = nikele-. ikelüü = nikelüü. il- takmak, ,iliştirmek asmak; közgö il- : görmek: farkına vamak; itibar etmek; közgö ilbeymin: hiç kıymet vermiyorum; benim için beş para etmez. ilbeesin kuş (bk. kuş I) ve çımçık (bk.) zümresine mensûp olmayan bütün diğer kuşların genel adıdır; kanatlı av. ilberiñki söz dinliyen; hizmet amade bulunan; işi yerine getiren, gayretli. ilbi- sürünerek yürümek; ağır ve gevşek hareket etmek. ilbirs Sibirya parası: Tilis irbis. ilbit- et. ilbi- den; ilbitip kele atat: ağır ağır gelyor, (atı hakkında). ildalda ! a. illâllâh. ildaldala- ildalda (bk.) demek. ildet a. illet; ağır hastalık; müzmin hastalık; sâri hastalık. ildir- 1. et. il-‘den; taktırmak; astırmak; 2. avı alıcı kuşun yardımiyle yakalamak; miñdi ildirgençe birdi cire ats. : bini yakalamaktansa, birinin içini temizlemek yeğdir. ile a. hile; çeviklik; ustalık; atiklik; kurnazlık; çaresazlık; bara kelde ileñe! : maşallah ustalığına!. ilebbay = ılabbay. ileele- çok yavaş, gevşek ve tenbelce yürümek. ileelet- et. ileele-‘den. ileendi sünepe; pis. ileendilik pislik; intizamsızlık. ileeş- takılmak, çam sakızı gibi yapışmak; ilişmek, peşini bırakmamak; etek- ceğiñe ile eşip, köp köndör östüm: senin eteğine yenine takılarak, uzun zaman büyüdüm; Açbuudan mağa karmatpayt, üç kündön beri ileeştim folk. Açuudan (at) kendisini yakalatmıyor, üç günden beri peşinden dolaştım: ileeşkeni bar: aklını oynatmış, köz ileekençe: iki göz rarsında, bir anda. ileeştir- et. ileeş-‘ten. ileeşüü işs. ileeş-‘ten. ilegen f. tabak, leğen; çnı ileğen: porselen, fayand tabak. ileger a- f. = ilelüü. ilegilek beyaz leylek; kara ilegilek: siyah leylek. ileki = eleçek. ilekilek = ilegilek. ilelüü a.- k. hilekâr, atik, becerikli; ilelüü balban: usta pehlivan; güreşin türlü türlü usullerini bilen güreşçi. ileñ : ileñ- salañ: yavaşça, ağır, gevşekçe, istemiyerek; oorusu ayıkpay, ilen- salañ bolup cüröt: hastalığı aynı durumdadır; ne daha iyi, ne daha kötü; cumuştu bütürböy, ileñ- salañ kılıp cüröt: işi birirmeyip, boyuna sallıyor. ilep 1. sıcaklık, sıcak hava; ısıktıñ ilebi kaytkanda: sıcaklık inerken; ottun ilebi: ateşin verdiği sıcaklık; ilep tart: havayı içeri çelmek; bıçak ile tartıp tutar; bıçak çok iyi kesiyor; korkunç ilebi alğan cüröğü bir az es alğanday boldu: korku almış kalbi birparça sükûnet bulmuş gibi oldu; ilebine dan bışpayt: yanına yanaşılamıyor 2. seslenme, nida; ilep belgisi gram. haykırış, nida işareti. ilepay = ılabbay. iletüü 1. sıcak, yakıcı; ileptüü cel: cıcak ruzgâr; 2. haykırışlı, nidalı; ileptüü süylöm: nidayı içine alan cümle. iles : ak iles= ağiles. ilgeç çengel. ilgeri 1. ileri, ileride; ilgeri bas- : ileri basmak; mec. iyileşmek; başarılar yapmak, ilerlemekj; katardan ilgeri- kiyin turgandar: (sırayı bozarak) ileri- geri duranlar; 2. daha önce; evvelce; kün ilgeri; evvelden, evvelce, zamanında; 3. daha iyi; ilgeri ket- : ileri gitmek; başarılar yapmak; iş ilgeri- : kolay gelsin! (çalışmakta olan kimse için iyi dilek) ; caman- kişiden kiyin, itten ilgeri ats. kötü adam- insandan fena, köpekten iyidir. ilgerile- ilerlemeki, iyileşmek, muvaffak olmak, başarılar yapmak, terakki etmek; okuusu kündön- küngö ilgerilep kele atat: okuması günden- güne ilerlemektedir. ilgerileş- müş. ilgerile-‘den. ilgerilet- ü ilerletmek, iyileştirmek; muvaffakiyet, terakki sebebi olmak. ilgeriletüü ilerletme; ilerlemeye yardım etme. ilgerilöö ilerleme; terakki etme. ilgerki 1. evvelki; eski zamandaki; ilgerki zamanda; eski zamanlarda; 2. ilerde bulunan; ilgerki köçkö cettik: ilerde bulunan kafileye yetiştik. ilgerteden ilgerten, çoktan; öteden beri; eskiden; eski zamanlardan beri; ilgerteden bolgon: eskiden, evvelden olmuş. ilgiç 1. tokasiyle birlikte kemer; ilgiçin kurçandı: kemerini taktı, kuşandı; 2. kendisine bir şey yahut nunla bir şey takılabilen ayğıt, ilmik; kimiy ilgiç: elbise askısı; 3. = ilgir. ilgir alıcı kuş hakkında) iyi kapan, çabuk kapan, takılan; kırgıydan ilgir bol! atmacadan daha iyi kapıcı, usta ol! ilik I. 1. kanca; beş ilik: beş parmaklı yaba (anazıt) ; üç ilik (üçülük şeklinde söylenir) üç parmaklı anazıt; ilik salbağan cılkı: hiç binilmemiş at, hiçbir zaman sırtına eğer vurulmamış at; 2. haber, salık; iligi cok coğuldu: nam- nişan bırakmadan kayboldu.\n\n\nII, 1. hısım, akraba; bul kişi menen ilikbiz: bu adamla biz akrabayız; ilik cöndömö gram. genetif; 2. cilik sözünün tekidir. iliksiz 1. kancasız; 2. habersiz; iliksiz coğoldu: iz- belek bırakmadan kayboldu. ilikte- 1. yoklamak; ssoruşturmak, arayıp- taramak, tetkik eylemek; iliktep cürüp taptım: arayıp- tarayıp buldum; 2. şiddetle arzu etmek; «Manas» kitabının ne zaman çıkacağını sabırsızlıkla bekliyenler prk çoktur. iliktir = elektr. iliktüü 1. yoklama; soruşturma; araştırma; tetkik ve taharri etme; 2. şiddetli arzu. iliktrik = elektr. ililüü = ilinüü 2. ilin- takılmak,ilişmek; tuyağı cerge ilinbeyi: (sür’atlı koşmaktan) yırnağı yere ilişmiyor; baygege ilin- : yarışta mükâfat (öndül) alanlar arasında bulunmak; kızna ilinip koloyu: kızına takılmış olalım: kızını isteyelim; közgö ili- : göze ilişmek; közüm ilinip ketti: gözüm kapanıverdi: uyukladım. ilinçek takıntı, engel. iliniş- müş. ilin-‘den. ilint- et. ilin-‘den; meni ilintpey alar: beni engelsiz kabul eder; közgö ilint: görmek; farkına varmak; dikkat etmek; dikkata değer saymak. ilinüü 1. işs. ilin-‘den; 2. asılmış çengele, askıya) ; süröttör ilinüü: resimler asılmış; keregege ilinüü cüğön: kerege’ye (bk.) asılmış oyan. ilira = lira. ilki- ağır, gevşek, tenbelce hareket etmek, yürümek;ilkip arañ ele basam: güç hal sürünüyorum; zor çok zahmetle gidiyorum; ilkibey: durmadan, çabuk, gecikmeden; ilkip- salkıp: tenbelce; sallana sallana. ilkit- et. ilki-‘den; ilkitip ele bastırıp keldim: (at üzerinde) gayet yavaş geldim. ilme : ilme şibege: örgü çengeli; ilme- çalma: dalavere. ilmek çengel, kanca. ilmekteş- biri- birine takılmak (iki çengel hakkında). ilmekteşüü takılma. ilmeñde- çabuk, canlı hareket etmek, yürümek; ilmeñdep uçkan kamğaktar: hızlı uçan kamğaklar (bitki adıdır: M.). ilmiñde- hareketlerinde, ince, kuru adama benzemek. ilmiy- ince, narin, kurumuş olmak; kapşıra karmap koyso, sınıp krtcüdöy ilmiygen bilek: bir parça sıkı tutarsan, kırılacak gibi duran bilek. iltik aşık oyununda hesaplaşırkan esas birlik (vahit) (bk. biriltik, ekiltik). ilüü işs. il-‘den; eski çapandı epten lüü kılıp cürgön: yırtık- pırtık çapanı üzerinde gelişi güzel taşıyordu. ilüülü = ilinüü. im- = min; ata ime kaçtı: ata binerek uzaklaştı. imarat = ıymarat. imer- etrafını çevirmek, döndürmek, çevirmek; attıñ başın imer- : atın başını çevirmek; cılkını imerip keldi: atları çevirdi; bütkön boyun imerip çıktı: bütün vücudile döndü; caş imerdi közünü folk. göz yaşını sildi. imerçikte- dönmek deveran etmek). imeril- dönmek; imerilip karadı: etrafa bakındı. imeriliş dönüş; imerilişte: dönüşte, dönemeçte. imerilt- döndürmek. imiş gûya, diyorlar ki (bu söz, söyliyenin haber verdiği şeyden tamamiyle emin olmadığı;yahut başkalarından naklen söyladği, ve mes’uliyeti kendi üzerine almak istemediği takdirde kullanılır) ; kerek imiş: gerkmiş; kelet imiş: gelecekmiş; bul işti uşul kıldı değen imiş- imiş bar: bunu o yapmış diye lakırdılar var. imla = imle. imle a. imlâ. imperator r. imparator. imperialçıl = imperialist. imperialist r. emperyalist. imperialistik emperyalizma ait, mütealik, mensûp. imperializm r. emperyalizm. imperiya r. imperatorluk. import r. idhalât. incener = injener. incu inci. industriya r. sanayi, endüstri. industriyalaştır- sanayileştirmek. industriyalaştıruu sanayileştitirme. industriyalık sınaî, endüstriel. inek inek; bukada kayın cok, inekte törkün cok ats. öküzün kaynı yok, ineğin hısım akrabası yok (bk.törkün). ingen (yavru yapmış) dişi deve. ingir imğirt, akşamın alaca karalığı; akşam; iñir camınıp: alaca karanlığın perdesi altında. ini küçük erkek kardeş. iniçek kardeşcağız. inkubator r. sun’î kuluçka aleti: incubateur. inkubatsiya r. kuluçkay ayatma; sun’î usullerle civciv çıkartma: incubation. inspektor r. müfettiş, enspektör. inspektsiya r. teftiş. institut r. enstitü; iliktöö institutu: tetkik enstitüsü. instruktor r. enstrüktör, talim ettiren. instruktorluk 1. talim ve terbiyeye ait; instruktorluk kurs: talim ve terbiye kursları; 2. muallimlik, mürebbilik; muallim ve mürebbiyelik; muallim ve mürebbi vaziyeti yahut vecibesi. instruksiya r. talimati direktif. inşaalla a. Allah isterse, Allahın emri olursai inşallah. intelliğent r. münevver, aydın (kimse), entelektüel; intelligenter: münevverler; atdınlar zümresi. internat r. yatı mektebi, yurt. internatsional brynelmilel, arısıulusal; Kommunistik internatsional: Komunistik Enternasyoneli. internatsionaldaştır- beynelmileleştirmek. internatsionaldık beynelmilele ait, müteallil, mensup. internatsionalist r. enternayonalist. internatsionalizm r. enternasyonalizm. intevent r. müdehaleci. interventsiya r. müdahele. ip «i» ile başlıyan kelimelere takviye için katılır (örnek bk. içke). ir I, yahut iri: ir aldında: evvelce, önce, daha çabuk; iride men keldim: her kesten önce geldim; ben birinci geldim. ir- II, baş fiili ifade ettii manaya katiyet ve kesinlik veren bir yardımcı fiildir; çaap irdi: kesiverdi; ırgıta koyup irdi: şiddetle atıverdi. irazanke = rezinke. irbit (karş. irbit şehri, irbit panayırı) : bazardıñ irbit kezinde: alışverişin en hararetli anında. irde Ibk. ir I. irde- II, irisini seçmek, övürtlemek. irden- (hacimce) büyümek. irdüü = iri I. irege irge, eşik yanındaki yer; iregesi kötörüp, köçüp konboğon el: hiçbir zaman göçüp- konmayan, oturduğu yerini değiştirmeyen halk. iregeleş I, birisile eişk- eşiğe, kapı komşusu; sınırdaş; iregeleş kon: birisile komşu olarak konmak menzile inmek. iregeleş- II (birisile) düşünüp kalmak. iregeleşüü işs. iregeleş- II’den. ireket a. dn. (namaz kılarken) beli bükmek suretiyle iğilmek: rükû. ireñ = ırañ; ireñi caman: benzi fena (marazî) dır; ireñ- barañ= ürüñ- barañ (bk. ürüñ). ireñden- 1. bir renge girmek; (bir şeye yahut bieisine) benzemek; 2. tazeleşmek (yüz reñi hakkında) ; ireñdenip kalpsıñ: yüz reñin tazelenmiş. irespüblike kon. = respublika. iret 1. saf, sıra, dizi; iretke tizilmiş: sıraya diziliş; irette tur: sırada durmak; 2. nizam; ireti menen: intizamla; manalıca; uygunca; ireti cok söz: manasız, karışık söz; ireti kelbedi: ahval müsait olmadı; muvaffak olunmadı; ireti kelgende: sırası (münasip zamanı) geldikte; bsşkaruu ireti menen: idarî yolla; 3. defa, kere; eki iret: iki defa; eçen iret: kaç defa; birkaç defa; bir neçe iret kemitüü: birkaç defa eksiltme. iretsiz intizamsız, karışık bir halde, manasızca. iretsizdik intizamsızlık, manasızlık. irette- 1. suraya koymak; 2. tanzim etmek. irettel- 1. sıraya konulmak; 2. tanzim edilmek. irettelüü işs. irettel- ‘den. iretteş- 1. sıra ile iş görmek; sıra ile (növbetleşerek) biri- birinin yerini tutmak; 2. tanzim edilmiş olarak. iretteşüü işs. iretteş-‘den. irettöö işs. irette-‘den. irge I, bk. irege. irge- II, irisini yahut iyisini seçerek silkmek. irgel- mut. irge_ II’den; irgelip teril- : dikkatla derilmek; irgelip maydası kaldı: övürtlenerek, ufakları kaldı. irgeleş = iregeleş I, II. iri I, iri, büyük. iri- II, 1. ekşimek, kesilmek (süt hakkında) ; kımız iridi: (fışnamayıp) , koyulaşıp bozuldu; 2. çürümek; irigen oozdon irigen söz çığat ats. bozuk ağızdan çürük söz çıkar. iride bk. iri I. irik I, 1. iri; 2. üç yaşında olan (enenmiş) koç.\n\n\nII= tögörök 2. irikte- irisini seçmek, övürtlemek. irilen- I, 1. iri olmak; irileşmek; 2. mec. azamet satmak, gururlanmak. irilent- irileştirmek; iri yapmak. irilentüü irileşirme, büyütme. irilenüü işs. irilen-‘den. irilet- irileştirmek. iriletüü işs. irilet-‘ten. irim 1. girdap; su çevrintisi; karının ırımı caman, suunun irimi caman ats. ihtiyarın afsunu fena, nehrin girdabı fenadır; 2. koy. irimcik peynir. irimçil kendisini girdap, çevrinti, koy çeken; balık irimçi ats. balık suyun derin yerini arar. iriñ irin; içkeni iriñ, cegeni celim ele: büyük ihtiyaç ve ıstırap içinde yaşadı. iriñd- irin toplamak. iriñidet- et. iriñde-‘den. iriñdöö işs. iriñde-‘den. iriñdüü irinli. iriş- 1. özenmek; çabalamak; irişip cürüp, arañ taptım: özenle arayıp zor buldum; cokko irişpe! : boşuna uğraşma! ; 2. meşgul olmak. irişüü işs. iriş-‘ten. irit - et. iri- II-‘den; söz irit- : karma- karış konuşmak. iritki karğaşalık; ihtilâf; kavga; iritki sal- : karğaşalık, ihtilâf sokmak. iritüü 1. maya koymak suretile ekşitme; 2. inhilâl ettirme, çözme. irkil- küme halinde toplamak, irkilmek, toplanmak. irkilt- küme halinde yığmak; itelgi tiygen taanday irkiltip sayıp kirdi deyt folk. : Falco laniarus denilen doğanın, Colaeus denilen kargaları küme halinde toplar gibi, toplayıp, (insan kalabalığına) saldırdı ve kılıç çaldı. irme- 1. göz kıpmak; göz yummak; köz irmegenim cok: gözümü kapadığım yok, hiç uyumadım; közün irmebeyt: gözünü bile kıpmıyor; caş irme- : göz yaşını silmek; kanat irme- : kanat germek; silkmek; 2. çekmek (tüfeğin tetiğini) ; irmegenin cazbağan: (tüfek) kurşun (hedefe doğru vırıyordu) ; 3. nişan almak; irmegenin ciberbeyt: nişan aldığı hedefini kaçırmaz; irmegeni ilbirstey, kaysağanı kamanday folk. : pars gibi nişan alıyor (sıçramaya hazırlamıyor), yabani domuz gibi kapıyor. irmem : bir irmem çöp:hayvanın birden koparabileceği mikdar ot. irüü 1. ekşime; 2. çürüme. is marsığın havaya dağıttığı zehirli koku; bışıma is tiydi: başıma marsık vurdu. isirkekten- çıkıvermek (küçük çıban hakkında). isirkektenüü işs. isirkekten-‘den. iskek yüzdeki yahut tenasül aletlerindeki kıllar yolmak için kullanılan cımbız. iskekte- 1. yüzdeki yahut tenasül aletlerindeki kılları cımbız ile yolmak; 2. ufak nesnelerin içinden daha irilerini üğürtlemek (diyelim yün içinden kılları). iskektet- et. iskekte-‘den. iskektöö işs. iskekte-‘den. iskitke r. tenzilât. iskusstvo r. sanat. ismen ismene, kon. = semena. ismendel- kon. değişmek, biri arkasından biri gelmek (nöbetler hakkında). ismete kon. = smeta. ispirapke kon. = spravka. ispirt kon. = spirt. iş iş; çalışma; işi kılıp: hulâsa,sözün kısası; ne olursa- olsun; işi kılıp işteyt; üstünkörü çalışıyor; eçteme menen işi cok: hiçbir işle alakası yok, hiçbir şeye karışmıyor; işiñ bolbosun; : senin işin değil, karışma! ; kılmış işi bk. kılmış; iş ordu. sınai müessese, iş yeri; iş cürgüzüü: iş yürütme, tesviyei umur; iş cürgüzüçü: mübeyyiz, kâtip; iş taştoo: iş bırakma, grev. işarat a. işaret; ima; adamğa- işarat, aybanka- kaltek ats. : insana- ima hayvana- kötek. işçötkö r. fırça. işek = şişek. işembi f. cumartesi. işembilik cumartesi çalışmaları, hep beraber toplanarak görülen iş. işen- inanmak; itimat etmek; birisine güvenmek; işengen kişim: inandığın itimat ettiğim, güvendiğim adamım. işenbestik = işenbööçülük . işenbööçülük inanmamazlık, inançsızlık; itimat etmemezlik. işençilik itimat işençilik coy- : itimadı katbetmek. işençiliktüü itimat edilebilir; itimada değer. işendir- inandırmak; temin etmek; itimat telkin etmek, umut vermek; oynoşçul katın ıylap işediret ats. oynak (çapkın) kadın ağlamak suretiyle inandırıyor. işendirüü temin etme; inandırma; inan telkin etme; umut verme. işengiç çabuk inanan, herkese itimat eden. işeniçtüü = işençiliktüü; işeniçtüü bas- : emin olarak adım atmak: yürümek. işeniçtüülük saflık, çabuk inanma, herkese itimat etme. işenim itimat, inan. işenimdüü = işençiliktüü. işenimdüülük kendisine itimat edlen adamın hususiyetleri ve evsafı. işeniştik emniyet; işeniştik menen: emin olarak. işent- = işendir-. işenüü itimat: inan. işkana k-f. imalâthane, atölye. işkep r. dolap. işker k- f. 1. faal; gayretli (enejik) ; 2. cemiyet işleriyle meşkul olan; bu gibi işlerde aktif olarakl çalışan. işkerdüü = işker. işkerlik faaliyet, aktivite, gayret; azimkârlık. işkiliktüü 1. faal; işkiliktüü katışka: faal bir surette iştirat etmiş; 2. müessir; işkiliktüü çara körülgön emes: müessir tedbirler alınmış değildi. işköl r. mektup, okul. işmer 1. becerikli, mahir; 2. iş adamı. işmerdik ustalık. işte- işlemek; işteseñ, tiştersiñ ats. : «işlersen, dişlersin» : çalışırsan yersin; munu men sokur it bok calağıça iştep salamın: ben bunu bir çırpıda yaparım; iştepçığaruu: imâl; iştep çığaruu norması: istihsal miktarı (payi) ; iştep çığuu: işleyip bitirme. iştel- mut. işte-‘den. iştermen = işker. iştet- 1. çalıştırmak; 2. işletmek. iştetil işletilmek. iştettir- et. eştet-‘ten. iştiktüü becerikli, makul; işbilir, pratik; iştiktüü sunuş: uygun işe yarayan teklif. iştüü çalışkan. it 1. köpek, it; itçesinen; köpekçe, it gibi; üyü cakın ittin kuyruğu uzun ats. : evi yakın olan köpeğin kuyruğu uzundur; itin murdunan tüşköndöy: darağacından kurtulmuş gibi kaçıtorsun (harf. : köpeğin burnunda düşmüş gibi) ; itkemingender al. : «köpeğe binenler» ! baldırı çıplak serseriler; oozunan ak it kirip kara it çıktı: «ağzına beyaz köpek girerek, siyah köpek çıktı» : sövüp- saydı, söylemediğini bırakmadı; it- kuş: yırtıcı hayvanlar, kurtlar; it baldak: bir nevi yüzme tarzı; 2. on iki senelik hayvan devrî taviminde on birinci yılın adıdır. itaalı efsanî bir varlıktır, ki erkekleri köpek, dişleri kadındırlar. itatay = itetay. itçilik = ittik. itelgi bir nevi doğan, Falco laniarus. iten- bir ileri geri hareket etmek suretile tek durmamak. iteñde- 1. kanburunu çıkararak, sekerek yürümek (zayıf ve arkası çıkık adam hakkında); 2. sallanmak, bir ileri geri hareket etmek (atlı hakkında). iter- itmek. iteriş- biri- birini itmek, itişmek. itert- itmeye zorlamak. iterüü itme itiş. itetay : itetayım tutulup turat. hırslanıyorum; hiddetten kendimi zaptedemiyorum. itey- it oğlu it olmak, hiçbir şeye yaramaz olmak. iterey- sıska, çelimsiz olmak: kap itireygen! : vay seni suratsız! itirke- = itirken-. itirken- irkilmek, tiksinerek titremek, ürpermek. itirkey : itirkeyim kelip turat: nefret hissediyorum; fenama gidiyor (tiksinme, yahut korku hissi yüzünden) ; vücudum ürperiyor. itiy raşitizm; itiy boğon baladay: raşitik çocuk gibi cılız kurumuş. itkel yağlı et suyu üzerindeki köpükler. itkeldüü köpükle ve yağla örtülü (et suyu hakkında) ; itkeldüü sorpo: yağlı çorba. ittik itlik, köpeğe has olan evsaf; ittik kıldı: kancılık etti. iy I, memnuniyetsizlik, tevbih, taacup ifade eden nida: iy, atañ körü! : ey, kahrolası!\n\n\nII, debagat; sepi (deriyi işleme) ; iyi cetken: (deri) gereği gibi sepilenmiştir; iyge geldi yahut iyge köndü: uymuşadı, yola geldi; bir iştiñ soñuna tüşkördö, iyin cığara tüşöbüs: eğer bir işin peşine düşersek, biz onu gereği gibi başarıyoruz.\n\n\nIII, iğmek; bükmek; baş iy- baş iğmek.\n\n\nIV, 1. adamakıllı yumşamak (hayvan memesi hakkında) ; 2. bırakmak, vermek (sütünü) ; beeiybedi: kısrak süt vermedi; emçegi sütkö tolup, iyip ketti folk. . memesine süt doldu ve aktı; 3. cömertlik göstermek; iyilik göstermek; kaygısına ortoktoş buluuğa köñülü iydi: kederine candan iştirak etti. iy- V= ir- II; muştap iydi: yumrukla vurdu; sögüp iydi: sövüp- saydı; şiltep iydi: salladı; atkarıp iydi: ata bindiridi. iya ha? : emne dediñ, iya? : sen ne dedin, ha? itabat a. yahut taat- iybadet: Allaha tapma, ibadet. iybarat = ibret; ibarat al- : ibaret almak. iydi tahtadan kapkacak yapılırken oymak için kullanılan bıçak. iydir- et. iy-III’ten; baş iydir- : iğdirmek, ram etmek; tuunun başın iydir: bayrakların başını iğdirmek. iydiş = idiş. iyet = niyet. iygilik 1. iyi iş; hayırlı iş; iygiliktin erte- keçi cok ats. : iyilik yapmak içi erken veya geç denmez: iyilik her zaman yapılabilir; 2. verimlik; muvaffakiyet; başarı. iyegiliktüü- et. iy- II’ten; baş iggiz: baş iğdirmek; itaat ettirmek. iyi evet; iyi, andan kiyin: evet, sonra?. iyilik iğ; iyik iyiz- : ip iğirmek. iyil- iğilmek; bükülmek; caş çıbıktır, iyilgeni- sıñanı, caş cigittin uyalğanı- ölgönü ats. : taze çubuk büküldü mü, kırıldı demektir, genç delikanlı rüsva oldu mu, öldü demektir. iyiliş- müş. iyil- den. iyilüüçülük sis. sapkınlık. iyin I, omuz; iyiniñdi tozdurba: yırtık- pırtık giyimle dolaşma; iyin iç: gömleğin arkasına iç taraftan konulan kumaş parçası.\n\n\nII, in. iyindüü inleri olan, inli; iyindüü cer: inleri çok olan yer. iyiñki hafifçe iğilmiş olan. iyir- 1. iğirmek; bükmek; cün iyir: yün iğirmek; 2. sürerek küme haline getirmek; çevirmek (kendi sürüsünü çevirip istikameti değiştiren aygır hakkında) ; koy iyir- : koyunları ağıla sürmek. iyiril- mut. iyir-den. iyirt- iğirtmek, iplik büktürmek. iyirüü işs. iyir- den; cibek iyirüü fabrikası: ibrişim fabrikası. iyke- sallanmak; silkmek; baş iyke- : (muvafakat işareti olmak üzere) baş sallamak, muvafakat eylemek. iykegile- it. iyke- den; başın iykegilep: başını sallayarak. iykem temayül; marifet; intibak; cumuşka iykemi cok kişi: iş becermiyen kimse. iyle- serpilemek, debagat etmek (deriyi). iylen- serpilmek (deri hakkında). iylenüü işs. iylen- den. iylet- serpiletmek (deriyi). iyletüü işs. iylet- ten. iylöö serpileme (deriyi). iymek küpe; iymek- çiymek yahut iymekey- çiymekey: resimlerle, nakışlarla örtülmüş; muntazam bir şekilde olmıyan hatlar. iymekey bk. iymek. iymen- sıkılmak; utanamk. iymeñde- kanburunu çıkarak yürümek (zayıf, kurumuş hakkında). iymeniş- müş. iymen-‘den. iymey- zayıf ve kanburu çıkık olmak. iyne iğne; cürögüne iyne sayıldı: kalbine iğne saplandı (incitilmiştir). iyneçelik hacimce iğne kadar; küçücük; iyneçelik iştegen işi körünböyt: (zerre kadar işlediği işi görünmüyor) iş başardığının bir nişanesi yoktur. iynelik yusufçuk böceği. iyrek 1. yiv; zikzak; hattı münkesir, kırık çizgi,; yılankavi; yivli; 2. deri temizlemek için bir aygıt (iri- iri dişleri olan, demir yahut ağaç tahtacık). iyrekte- iyrek’le (bk.) kazımak. iyreleñde = iyreñde; iyreleñdep uzata ketken col: uzaklara giden yılankavi yol. iyreñde- kıvrıl- kıvrıla gitmek. iyreñdet- et. iyreñde- den; iyreñdetip tart- : yılankavi çizgi boyunca çekmek. iyrey- iğrilmek. iyreyt- iğriltmek. iyri I, iğri; yılankavi; iyri oturup, tüz keñeşeli: iğri oturup, doğru müşavere edelim; kol iyrisine tartat ats. : harf. : el kendi iğriliğine doğru çekiyor; iyri- miyri: iğri- büğrü. iyri- II= iyir. iyril- mut. iyir- den. iyriliş- müs. iyril- den; koylor çoğulup iyrilişti: koyunlar yığın halinde bir araya toplandılar. iyrilt- yığın halinde bir araya toplamak; küme haline koymak. iyrim 1. yumak; bir iyrim cip: bir yumak iplik; bir iyrim cün: bir tane iğe sarılabilecek kadar yün; 2. dernek; sakmat iyrimi; satranççılar kulübü; asker iyrimi: askerî dernek; sayısı iyrim siyasî kulüp. iyriy- iğrilmek; çarpılmak. iyse- hiddetle baş sallamak. kol iyse- . hiddetle el sallamak. iyseñde- hareketlerinde zayıf ve çelimsiz adama benzemek. iysin- 1. sütünü tutmak, vermemek (kısrak hakkında); bee iyisinip kaldı. kısrak sütünü tuttu , vermedi; 2. umsanmak, gevşemek (cüsseli, iri- yarı erkek gören kadın hakkında). iysiniş- müs. iysin- den. iysint- et. iysin- den; kulundu salabağa kişi iysintip koyot. tayı (kısrağa) yanaştırmasını bimiyen kimse, kısrağın sütünün kesilmesine sebeğ olur. iyul r. Temmûz. iyun r. Haziran. iyüü 1. iğme, bükme; 2. sis. sapma. iyzat = izat. iyzatuu = izatuu. iz iz, eser; iz caşırıp cüröt: izini kaybettiriyor; sırrını gizliyor; izine tüştü: onu takip ediyor; baskan izim artımda kalsın! : (yalan söyledimse) bastığım izim gerimde kalsın! ; sarı iz bk. çöp; izin suutpay; izini kaybetmeden. izat a. hörmet; izzet. izattu (eski inşa uslûbunda) : muhterem, izzeli. izbene kon. = zveno. izde- aramak araştırmak. izdel- aranmak; araştırılmak. izden- araştırmada bulunmak. izdenüü entrika; dolap; duşınandardın izdenüü lörü: düşmanların entrikaları, desisleri. izdeş- hep beraber aramak. izdet- aratmak; camandık izdetpey ele tabılan; kötülük martmadan bulunuyor. izdetüü işs. izdet-‘ten. izdöö araştırma; arama. izilde- = izüüldö-. izikkekten- = isirkekten-. iznek r. kon. alâmet, işaret, beldek toka. izüül = izüüldö. izüüldö- 1. peşinden takibetmek; izinden yürümek; 2. es. tetkik etmek. izüüldöö 1. takip etme; 2.es. tetkik etme; bilim izüüldöö institutu es. ilmî tetkik enstitüsü. izüüldööçü 1. takip edici; 2. es. tetkik edici. jandarm r. jandarma. juri r. jüri heyeti. jurnal r. mecmua. jurnalist r. gazeteci. kaada â. âdet; itiyat; kaide; merasim, tören; teşrifat; kaadasınça: mutat olduğu üzere; konok kaadası: misafirperverlik kaideleri. kaakım yabanî hindiba. kaala- f- k. istemek; kaalağanıñdı al! : istediğini al; hoşuna gideni al! kaalaş- müş. kaala- dan. kaalğa- (karş. eşik) obanın iki kanatlı kapısı. kaalgı- 1. uyuklamak; yarı uyumuş durumda bulunmak; mec. pineklemek; kaalğıp uktap oturat: oturuyor ve uyukluyor; 2. tenbelce ve gayet ağır hareket etmek; kaalğıp bastırıp keldi: ağır ve tenbel yürüyüşle yanaştı. Kaalğıt- et. kaalğı- ’dan; uyku kaalğıt- : uyuklamayı mucip olmak. kaaloo isteme; arzu etme. kaalooçu isteyici. kaamıt r. hamut; kaamıttın çığaçı: hamutun ağacı; kaamıt ayak. iğri bacaklı. kaamıtta- hamutlamak: hamut geçirmek. kaap I, a. korku; dehşet; ıstırap, havif.\n\n\nII, kap V’ten gerund. kaapçılık korku; tehlike; kaapçılık keltir- : korku salmak; tehlikeye sokmak. kaar a. gazap, hiddet, kahır tehevvür, kudaydın kaarı: Allahın belâsı, mel’un; alçak herif. kaarda sövmek; tahkir etmek, kahretmek. kaardan- kızmak; gazaba gelmek. kaardant- et. kaardan- ’dan. kaarduu kızmış; gazaplı, gözü dönmüş. kaarı- kızgın demirle yakmak; kızgın demirle damga basmak; yakmak; kavurmak; tili cön turbay, köründöngü kaariy beret: dili rahat durmuyor, rastgelen herkesi iğneliyor; suuk betti kaarıdı: soğuk hava yüzü çimdikledi; carğakşım köttü kaarıdı: deri don kıçı yara içinde bıraktı. kaarıl- mut. kaarı- ’ dan; çet elderdeği emgekçilerdin turmuşuna cürögüm kaarılıp çıdabayım: yabancı yurtlardaki emekçilerin hayatına kalbim acıyor ve sabrım tükeniyor. kaarlan- = kaardan- . kaarman f. kahraman. kaarmandık kahramanlık; cesaret. kaaruçu elde beliren karhadır (ki onu sahte tabipler kızgın demirle yakma suretiyle tedavi ederler; bk. karı) ; koluna kaaruçu çığıptır: eline çıban çıkmış. kaasıl a. ele geçen; hasıl; muratı kaasıl boldu: muradına erdi; tamamiyle tatmin edildi. kaat a. kıtlık; kahtu galâ; kuraklık. kaatçılık 1. kuraklıktan, kahtu galâdan ileri gelen bütün şartların ve neticelerin topu; 2. es. buhran, kriz; ünom kaatçılığı: iktisadi buhran. kabaağan saldırgan (köpek) . kabaanak = = kabaağan. kabak I, 1. gözkapağı; kabağı carık yahut kabağı açık: şendir, keyiflidir; kabağım- kasım debeyt bk. kaş I; kabaktan kar caadır: «gözkapağından kar yağdırmak» somurtkan ve muzlim bir suratla bakmak; kabağına kar caap kalıptır: keyfi yerinde değildir; kabağı biyik yahut car kabak: kaşları çatıktır; kabak bürkö yahut kabak tüy- : kaşlarını çatmak; surat asmak; somurtmak; kabağı cabık: kaşları çatık; abûs; 2. oyuk; kazıntı; çukur; derin dere.\n\n\nII, kabak; cucurbita lagenaria; aş kabak: balkabağı; suu kabak: su için balkabağı. kabaltañ kabalteğn= = kabelteñ. kabar I, a. haber; sahk; tebliğ; kabar al- : haber almak: haberdar olmak; kabar ber- : haber vermek; haberdar etmek; kabarım cok: bilmiyorum, haberim yok, haberdar değilim; kabarına albadı: kulak asmadı,aldırış etmedi, ona vız gelir; bey kabar: habersiz, bihabaer; kabarın bildiñerbi? : ondan bi haber aldınız mı? kabarıñarda bardır: belki siz hatırlarsınız; kabar-atar: haber, habercik. kabar- II, kabarmak; şişmek; kabarıp açuusu keldi: pek fazla hırslandı, ayranı kabardı. kabarçı 1. haberci; malûmat verici; 2.muhabir, reportaj yapan; gazete kabarçısı: gazete muhabiri; ayıl- kıştak kabarçısı: köy muhabiri: köyden gazetelere haber yazan muhabir. kabardan- haber almak; haberdar olmak. kabardanış işs. kabardan- dan; kabardanış kerek: haberdar olmak lâzım. kabardant- haber vermek; haberdar etmek. kabardar a- f. haberdar, kabardar bol: haberdar olmak; tetikte bulunmak. kabardaş- biri birini haberdar etmek; mektuplaşmak; haberleşmek. kabarıñkı bir parça kabarık; hafifçe şişkin; kalkık. kabarış . I, kabarma; şişkinlik. kabarış- II, müş. kabar- II’den. kabarlan = = kabardan-. kabart- et. kabar- II’den. kabat sıra; tabaka; kat; defa; kabat üy: birkaç katlı ev; kabatı menen al- : (katları bozmadan biri biri üstüne koyarak) birkaç tabakayı almak; eki kabat: iki tabaka; iki defa; astığkı kabat: alt kat, alt tabaka; üstüñkü kabat: üst kat; üst tabaka. kabatır a. korku; endişe,merak, kaygı; balañdan kabatır bolbol; çocuğun için merak etme! kabatta- tabaka- tabaka yapmak; kat kat istif etmek; eki kabatta- : iki tabaka yapmak; kabattap temir soot kiyip folk. :üzerine birkaç tane zırh giyerek: kabattal- pas. kabatta-’dan. kabattaş- tabaka- tabaka olmak. kabattı ; katlı- katlı; birkaç tabakalı. kabel r. kablo. kabelteñ 1. kuvvetli; büyük; 2. katmerli; güç; çetin, müşkülâtlı. kabı- iğne ardı dikmek, (yorgan dikişile dikmek) . kabık I. kabuk; ceviz, fındık ve s. kabuğu; ağaç kabuğu; kızıl kabık: yabanî soğan. kabık- II: cel kabığıp ketpesin: rüzgâr dokunmasın. kabıl I, a. kabûl; muvafakat; kabıl tuttuñbu? es. kabul ettin mi? (nikâh kıyan kimsenin nikahları kıyılmakta olan kimselere soracağı sual); men şartıña kabılmın: ben senin şartlarına razıyım; kabıl kıl- yahut kabıl al-: 1) muvafakat etmek; 2) kabul etmek; kabıl emes: kabul edilemez; kabıl emes, Akbermet, uşu kılgan tileging folk. : bu arzun yerine kelsin. kabıl- II, 1. rastgelmek; karşılaşmak; birleşmek, kişiye kabılğan coksuñarbı? : kimseye rastgeldiniz mi? kimse ile karşılaşmadınız mı? 2. düşmek, kapılmak; men balaketke kabıldım: ben felâkete düştüm, tutuldum; çıtırmaña kabıldım: çıkralığa düştüm. kabılan (bununla Kırgızlar muayyen bir yabanî hayvanı değil de, genelce iri ve kaplana benzer bütün hayvanları kasdederler) pars, kaplan, bebr; kabılan tuuğan (bahadırın Destanda sık sık karşılaştığımız sıfatıdır) kaplan doğmuş. kablda- I, muvafakat etmek; tasvip etmek; kabul eylemek. kabılda- II, katmerleşmek; kuvvetlenmek; şiddetlenmek; oorusu kabıldap ketti: hastalığı şiddetlendi; ihtilatlar yaptı. kabıldaş- müş. kabılda I, II’den. kabıldır- . et. kabıl- II’den; kargaşağa kabıldır: kötü tatsız bir vaziyete düşürmek; caman işke kabıldır: fena işe sürüklemek. kabıldoo I, muvafakat; tasvip.\n\n\nII, iktilât; katmerleşme. kabıltuu sürükleme; uruşka kabıltuu: harbe sürükleme; harbi tahrik etme. kabır I, a. kabir, mezar.\n\n\nII, r. kubur, tabanca kılıfı; mavzurun kabırınan suurup aldı: mavzerini kuburundan çekip çıkardı.\n\n\nIII: kabır kubur: ayak patırtısını taklittir. kabırğa kaburga; kabırgası mayluu: başkalarına iyiliği dokunan kimse: (“kaburgası yağlı”) ; kabırğama batıp turat: (ben ona) acıyorum, (onun için) canım acıyor; anın oorusu caman kabırğama batıp turat: onun hastalığı benim canımı acıtıyor; bizge kabırğası kayışıp da koyğon cok: o bize hiç acımadı; kabırğam kayışıp oturğan cok: acımıyorum; kabırğam menen (yahut kabırğama) keñlişip köröyün: “kaburgama danışayım” – bir parça düşüneyim; kabırgañ menen keñeşip, erteñ coop ber! : iyice düşün de, yarın cevap ver! kabırğala- : kabırğalap: kaburgalayıp, büğürüne dokunarak; kabırğalap çımçışıp: folk. biribirinin böğürlerinden çimdikliyerek. kabırğaluu kaburgaları iyi gelişmiş; kaburğaluu at: kaburgaları kuvvetli olan at. kabırıl- batmak, çukurlaşmak; içi kabırıldı yahut kursağı kabırıldı: karnı battı, çekildi. kabırılt- ezmek, çukurlatmak. kabış I, birleştirme; bir nesneyi diğer bir nesnenin yanına koyma, dayama; kol kabış: yardım, tutma, müzaharet etme; kol kabış kıl- yahut kol kabış tiygiz- : yardım etmek, tutmak, desteklemek; buudayına kol kabış kılıp cüröm; buğdayını toplamak hususunda ona yardım ediyorum; kol kabış komissiya: yardım komisyonu; cel kabış: üşütme, nezle. kabış- II, sövüşmek, küfretmek, dövüşmek.\n\n\nIII, müş. kabı- ’dan. kabışçı : kol kabışçı: yardımcı, muavin. kabışta = = kapşır- . kabıştık : kol kabıştık: yardım, destekleme, muzaheret; kol kabıştık körsöt- : yardımda bulunmak. karıştır- et. kabış- II, III’ten. kabiçke = = kaviçki. kabilet = = kapilet. kabinet r. kabine. kabinka r. kabina, kamara. kaca- aşındırmak (mes. , biri birine sürüşen iki nesne hakkında) . kacağay dizgini çekildiği zaman başını yüksek kaldıran at; taydı kacağay kılıp üyröttü: tayını öyle alıştırdı ki şimdi o (dizgini çekildiğinde) başını kaldırıyor ve yürümüyor. kacağayla- 1. başını kaldırmak ve yürümek istememek (at hakkında) ; 2. mec. isteksizlik göstermek, kırın mırın etmek; mildettü işiñen kacağaylaba: yapmaya mecbur olduğun işi sallama! kacal- aşınmak (mes. iple) . kacala- kemirmek. kacan- kudurmak, taşkınlık etmek. kacañda- yanına yaklaştırmayıp, kâh birisine, kâh ötekisine saldırmak (mes. , başka atları kendi yemine yaklaştırmıyan at hakkında) . kacañdoo işs. kacañda-’dan. kacaş- biri birini kemirmek; sürtüşmek; biri birine sürtünmek; eki aygır bir birin kacaşıp atat: iki aygır bir birini kemiriyor, ısırıyor. kacı I: kacı- kucu 1) çekişme; kavga; münazaa; 2) gürültü- patırtı; arbede, bağıra çağıra konuşma. kacı- II, gevşeklik, yorgunluk göstermek, sölpümek; eer gacıp kalıptır: eğer gevşemiş; işimden kacımak emesmin: işim beni bıktırmaz; işim beni yormaz. kacıbas sarsılmaz; dayangan, kacıbas balşevik: sebatlı bolşevik; kacıbas emgek: gevşemiyen emek. kacıbastık sarsılmazlık; sebat. kacığır ihtiyarlara tevcih edilen sövme sözü. kacıldak dırlanma; sövüşme. kacıldaş- biri birine karşı mırıldanmak; sövüşmek. kacır I, bucur (bk.) ve kucur sözlerinin tekidir; kacır- kucur 1) çatırtı; kıtırtı; kabırğasın kacır- kucur söğüñör: folk. kaburgasını kıtır kıtır parçalayın; 2) gürültü ve neşeli konuşma.\n\n\nII, yahut ak kacır: bir nevi akbaba (Gybs fulvus) . kacırluu atılgan, cesûr (insan hakkında). kacıt- et. kacı- II’den. kaç- 1. kaçmak; sakınmak; kaçınmak; tiyip- kaçıp: fasıla ile, arada sırada; tiyip kaçıp işteyt: fasıla ile çalışıyor; eti kaçıp, söök kalğan dene: bir derisi bir de kemiği kalmış (harf. : eti kaçıp, yalnız kemiği kalmış olan bir vücut) ; alıp kaç- yahut ala kaçtı kıl- : kaçırmak; ala kaçtı kıldı: aldı kaçırdı; ala kaç- : 1) alabildiğini koşmak (kızgın at hakkında) ; 2) mec. mübalâğa ile konuşmak, atmak, heyecan uyandırıcı haberler söylemek; alıp kaçtı (yahut ala kaçtı) kabar: heyecan uyandırıcı, “ayaktan yıkıcı” haber; ala kaçma yahut alagaçma (at hakkında) : sert başlı; 2. (kuş hakkında): uçup gitmek; kaçıp ketken bürküt: (sahibinden) kaçmış kara kuş; ötkön ömür – kaçkan kuş, kayrılıp kelbeyt ündösö: folk. geçmiş ömür uçmuş kuş gibidir, çağırsan da dönmez; 3. kösnümek (dişi hayvanlar hakkında) ; 4. kaçınmak; orokton kaçkan ıraak çıçat: ats. ekin biçme işinden kaçınmak istiyen, aptes bozmak için uzağa gider. kaçaağan hep kaçmayı, sıvışmayı düşünen (başlıca at hakkında) ; kaçaağan ayğır üyürün tüğötöt: ats. “boş kafanın kahrını ayaklar çeker” (harf. : azgın aygır sürüsünü helâk eder). kaçaanak = = kaçaağan. kaçak kaçak, firarî. kaçan ne zaman; kaçan kelesiñ? : ne zaman geleceksin? alda kaçan: artık çoktan; alda kaçantan beri? : çok zamandan beri; kaçantan beri? : ne zamandan beri? ; kaçan da bolso: ne zaman olursa olsun; her zaman; daima; herhalde; ar kaçandan bir kaçan: her zaman ve daima. kaçankı kaçan’dan sıfat ismidir; kaçankıdan murun 1) ne zamandan beri? ; 2) çoktan; öteden beri kaçantan bk. kaçan. kaçarman kaçmayı düşünen; kaçmayı kendine gaye edinen. kaçık uzak; uzaktaki; ırak. kaçıkta- 1. kaçmak; 2. kaçınmak. kaçır I, katır, ester. kaçır- II, 1. kaçırmak,elden çıkarmak; attın kaçırtıp ciberdi: atını kaçırdı; tuyğunun kaçırdı: Falco candicans denilen doğanını kaçırdı; bu doğan uçup gitti; 2. (hayvanları) çiftleştirmek; 3. saldırmak; meni colbors kaçırdı: benim üzerime kaplan saldırdı; kaçırğanı kamanday: folk. yabanî domuz gibi (savletle, cesaretle) saldırıyor; bıçak menen kaçırdı: bıçakla hücum etti. kaçıra- gıcırdamak; kıtırdamak; kaçırap sındı: çatırtı ile kırıldı. kaçıraş- müş. kaçıra- ’dan. kaçırat- et. kaçıra- ’dan; tiş kaçırat: diş gıcırdatmak. kaçırış- müş. kaçır- II’den. kaçırtkı es, as. keşif, istikşaf; kaçırtkı sal- : keşifçiler yollamak. kaçıruu işs. kaçır- II’den. kaçıruuçu saldıran. kaçkı kaçkın (at hakkında) ; kaçkı bolgon karala, kaça baştap kayran at: folk. “kaçkın” olunca kara benekli at, kaçmıya başladı zavallı; eer kaçkı at yahut eer kaçkı: eğeri ile kaçan yahut kendini eğerletmiyen at. kaçkın 1. kaçak, kaçkın; 2. muhacir; 3. kaçma, firar; kaçkında cür: firarî olmak 4. es. siyasî mülteci; 5. es. siyasî mülteciler zümresi. kaçma : ala kaçma bk. kaç; bölö kaçma: kimse ile geçinemiyen; cula kaçma: rastgele istifade eden; koparabildiğini koparan. kaçtır- et. kaç- ’tan; ala kaçtır: kaçırmaya mecbur eylemek, kaçırtmak. kaçuu kaçmak, firar, içtinap, sakınma. kaçuuçu kaçak; asker kaçağı. kada- saplamak; sokmak; sançmak; mık kada- : çivi çakmak; topçu kada- : düğme takmak; köz kada- : göz dikmek; dikkatle bakmak. kadak funt, libre (409,51 gramdan ibaret olan eski bir ağırlık ölçüsü; M.) . kadakta- kadak (funt) ile tartmak. kadaktat- et. kadakta- ’dan. kadal- saplanmak; çakılmak; kadala aç- : amansız sırette ifşatta bulunmak. kadalan- 1. saplanılmak, 2. bir işe özenle ve gayretle girişmek. kadam a. adım, kadem. kadan- kendi üzerine takmak: takınmak; znaçok kadan- : alâmet, beldek takınmak. kadat- et. kada- ’dan. kadek f. bir çin dokumasının adıdır; ak kadekke oroğon folk. beyaz kadek’e sarmış. kadem : kademiñ katat: fena olursun; kademi kattı: kuvvetten düştü; işleri yürümüyor. kadet r. sis. (eski Rus meşrutiyetçi demokrat partisinin kısaltılmış adı; M.) . kadık (Rad.) hata; kusur (karş. kabik) . kadır Ia. 1. ihtiram; liyakat; değer; itibar, prestij (haysiyet) , kadir; kişige kadırı cok: başkaları arasında itibarı yoktur; kadırı uçup turat: itibarı yükselmektedir; kadırıñ manden kalğanbı? folk. bana karşı dostluğun bitti mi? ; sen beni artık sevmiyor musun? ; aç kadırın tok bilbeyt: ats. tok olan açın halinden anlamaz; 2. dn. kadır tün: kadir gecesi; kadır tün tozuu: kadir gecesinde uyanık kalma.\n\n\nIIa. (katır yerine) : kadırıñ can bolsun (katırıñ cam bolsun yerine) : merak etmeyin! ; her şey yoluna girer. kadırda- hürmet etmek, saymak, takdir etmek. kadırdan I, a- f. = = kadırman. kadırdan- II, hürmet edilmek; sayılmak. kadırdaş I, 1. biri birini sayanlar; 2. sevgili (erkek veya kadın) . kadırdaş- II, müş. kadıra- ’dan. kadırdaşuu karşılıklı hürmet. kadırduu muhterem, sayın; kıymetli sayılan. kadırduuluk muhterem olmaklık; itibar; değerlilik. kadırese (kadır ese) , mutat; sade; mutat olduğu üzere. kadırkeç a- f= = kadırman. kadırla- = = kadırda- . kadırlaş = = kadırdaş I, II. kadırluuluk = = kadırduuluk. kadırman a- f 1. eski ahbap; 2. mahbup, mahbube. kadırmanda- ihtiram etmek; saymak. kadik f. şüphe; kuşkulanma; meniñ bir kedik kılıp cürgön cerim bar: benim bir şüphelendiğim nokta vardır; meniñ köönümdö kedik bar ele: folk. benim gönlümde bir şüphe vardır. kadiksiz 1. şüphesiz olarak; muhakkak; 2. isabetli; kadiksiz, adis mergenim folk. isabetli, usta nişancım. kadiktüü şüpheli; kapilet uktap, tüş kördüm, kadiktüü caman iş kördüm: folk. derin uyurken bir düş gördüm, düşümde fena ve şüpheli bir iş gördüm. kadim a. eski kadîm atîk; çok eski. kadimki 1. çoktanki; eski; eski zamanlara ait; 2. adî; mutat; kadimki özüñ körgöndöğüdöymün: eskiden gördüğün gibiyim; kadimkidey; 1) eskisi gibi; mutat olduğu gibi; 2) normal tabiî. kadis = = adıs. kadoo 1. at bağlanacak kazık; 2. çivi; kadoo baş: demiri delmek için kullanılan aygıt; 3. perçin çivisi kenet; eki cerinde kadoosu bar tabak: iki yerinde keneti bulunan tabak. kadooluu çivi ile tutturulmuş, perçinlenmiş. kadr r. 1. sahne (sinema filminde) 2. kadro; kadrlar barlığın çeçet: kadrolar her şeyi halleder. kaduu dağ eteği. kaduula- dağ eteği boyunca inmek. kağacı- bir şeyden tiksinmek. kağacıt- tiksindirmek. kağacıtuu işs. kağacıt- ’tan. kağacuu işs. kağacı- ’dan. kağaz f. kâğıt; kımbattuu kağazdar; kıymetli evrak; karız kağaz es. istkraz tahvilleri; kağaz akça yahut (azan) kağaz teñge: kâğıt para. kağazda- listeye, deftere kaydetmek (başlıca hayvanları) . kağazdat- et. kağazda- ’dan. kağeles bk. eles. kağıl 1. çarpmak, çatışmak; çakılmak; kakılmak; eşik kağıldı: kapıya vuruldu; 2. kağılayın (= = aylanayın) : canım, sevgilim; görüp doyamadığım; 3. hayatta çok şeylere katlanmak; pişmek; kağılbağan: hayatta hiç bir şey görmemiş geçirmemiş, toy; caş, kağıla elek kız: genç ve toy kız; kağılğan bala: pişkin çocuk; görmüş geçirmiş delikanlı; feleğin çemberinden geçmiş. kağılış I, çarpışma; çatışma, tutuşma; kağılışta kan ölöt: ats. çarpışırken kan bile ölüyor. kağılış- II, biri birine çarpmak; çarpışmak. kağılıştır- bir şeyi başka bir şeye çarpmak; çarptırmak. kağılışuu çarpışma; müsademe. kağılt- et. kağıl-’dan. kağın I, zaturriye, akciğer iltihabı; kağın algır! (kadın sövmesi) : geberesi! kağın- II, 1. sırtındaki yaraya burnu ile vurmak (sinekleri kovmak isteyen at hakkında) ; 2. silkinmek; etek ceñin kağınıp etek- yenini silkerek; 3. sürçmek 4. kabırğadan kağın: zaturriye ile hastalanmak; kabırğamdan kağındım: zaturriyeye tutuldum. kağınçık bir şeyi silkerken husule gelen kalıntılar; un elerken elekte kalan katılaşmış topaklar; un salğan kaptın kagınçığı: çuvalı silkerken içeriden çıkan un kalıntısı. kağındı = = kağınçık. kağındır- et. kağın- II- ’den. kağıra- kurumak; kağırağan tezek: kurumuş tezek; kağırağan baş: kurumuş kafatası; kağırap- kurğap kalğan otun: tamamiyle kurumuş odun. kağırama kurumuş; kuru. kağırat- et. kağıra- ’dan. kağış I, kapışma; muharebe; çarpışma; kağışka miner Maaniker: folk. çarpışma zamanında binmeye yarayan Maaniker (denilen at.) kağış- II, 1. bir nesneyi başka bir nesneye çarptırmak; kol kağış: (iki kişi alış- veriş zamanında) biri birinin ellerine vurmak; ım kağışat: karşılıklıca göz kırpıyorlar; tize kağış: (oturanlar hakkında) sıkışmak (harf. dizlerini vuruşmak) ; tize kağışa oturğala! : bir parça sıkışarak oturun! ; 2. çarpışmak; tokuşmak; çatışmak; kavga etmekç kağışa berse may tüşöt: ats. onlar kavga ederse, benim hisseme yağ düşüyor; eki döö kağışsa, orto certe kara çımın kırılat: ats. iki dev çarpışırsa, onların arasındaki kara sinek helâk olur; üzöñgü kağış bk. üzöñgü. kağıştır- bir şeyi başka bir şeye çarptırmak; ot kağıştır- : ateşi düzeltmek; birdi birge kağıştır- : birini diğerine karşı kışkırtmak: birdi birge kağıştırğan eme: işleri eviren- çeviren; Alinin külâhını Veliye, Velininkini Aliye giydirmek suretiyle geçinen; atik; çevik. kağıştırış- müş. kağıştır- ’dan. kağuu 1. yasak; 2. dürtüş; defetme; kağuu ber- : defetmek; karşı komak; çetke kağuu: ihmal, iltifatsızlık. kaguuçu (karakuşla kuş avlarken) koğalayıcı. kak I, karga ötmesi; karğanıñ “kak” etkeni özünö kumbanıç ats. karga ötüyor ve kendisi seviniyor.\n\n\nII, tam; noktası- noktasına; ne fazla, ne eksik; kak tüştö: tam öğleyin; kak ele özü: tam kendisi; köçönüñ kak ortosunda; sokağın tam ortasında; kak üstünön çıktı: tam üzerine geldi (bastırdı) .\n\n\nIII, kurutulmuş, sert, katı, kuru, çorak; kak baş: 1) kurumuş kafatası; 2) hilekâr, kurnaz; kak çeke (at hakkında) kuru alın kuru kafa (cins olma ve yürüklük beldeğidir)\n\n\nVI, çorak yerde küçük bataklık; katuu cerge hak turat, kayrattuu erge mal turat: ats. katı zeminde bataklık kalır, gayretli yiğitte mal kalır. kak- V, 1. vurmak, çarpmak, çırpmak; kakmak, çakmak; kazık kak- : kazık çakmak; kiyiz kak- : keçe çırpmak; alma kak- : (ağaçtan) elmayı vurup düşürmek; kirpik közün kakpay: gözünü kapamadan; eer kaktı bk. kaktı; düşmandı ak- : düşmanı defetmek; kozğoloñçulardın atakasın kâğıp salıştı: âsilerin hücumunu püskürttüler; 2. korku vermek için bağırmak; balasın kagıp koydu: çocuğuna bağırdı; 3. es. (bu manayla daha doğrusu öpkö kak-) ; hastayı, kefaret için kurban edilmiş hayvanın ciğerleriyle vurmak (karş. kağıl- 2) ; 4. bağıp kak- : lâlâlık etmek; üzerine titremek; itina ile terbiye etmek; bağıp kakkan balam: üzerine titrediğim çocuğum; 5. can kak- : ısrarla rica etmek. kaka- tıkanmak, boğazında kalmak; etke kakadım; etle tıkandım; kakap- çaçap: tıkanarak tıksırarak; kakağaña müştağan: ats. vur abalıya. kakaar a. (karş. kaar) gaddarlık; merhametsizlik; kardın kakaarı: kar yağdıktan sonra olan şiddetli soğuk, ayaz. kakaarduu merhametsiz, gaddar; kaarduu suğuk: şiddetli soğuk; kakaarduu köz: sert bakışlı gözler; şiddetli bakış. kakaç 1. kepek (başta) ; 2. keçilere tevcih edilen sözme sözü. kakakta- homurdatıcı, mızmız ve titiz olmak (başlıca ihtiyar kimseler hakkında) . kakal- tıkanmak (bir şey yerken boğazında kalmak) ; etke kakaldım: et boğazımda kaldı. kakanak zar; yeni doğan hayvan yavrusunun vücudunu örten ince zar; koy kakanağın cara elek: koyunların kakanak yarmak (kuzulamak) zamanı henüz gelmedi; koy kozusunun kakanağın calap koyuptur: koyun kuzusunun kakanağını yalamış. kakanakta- kabarmak, şişmek (yanmış deri hakkında) . kakañda- = kakakta- . kakar = kakaar. kakart kurumuş irin; yaranın kışrı, kabuğu. kakas ; temiz, saf; uuru- börüdön kakas cer: hırsızdan ve yırtıcı hayvanlardan emin yer; kakas kır: temizlemek. kakat- et. kaka- ’dan. kakay I, korku, dehşet ifade eden nida. kakay- II, 1. arkaya doğru bükülmek, iğilmek (karş. eñkey-) ; 2. mec. mağrur bir tavırla başını kaldırmak; kurumlu ve kibirli bir tavır takınmak. kakayla- “kakay” diye bağırmak (bk. kakay! I) . kakaylat- dehşet salmak. kakayt- et. kakay- I- ’den. kakbaş = kak baş (bk. kak III) . kakçañda- = kakakta- . kakçıy- = kakıy- . kakçıyt = kayktıt- . kakı : kakı orduna körböyt: on paralık kıymet vermiyor. kakıl ses taklidi için kullanılan sözdür: kakıl kakıl tırmayt: kazıyor, çatırtı ile koşuyor. kakılda- 1. gıdıklamak; 2. durmadan çene çalmak; kakıldap ıyla: yüksek sesle ve süreklice ağlamak; kakıldap maara- : dinmeden melemek. kakıldaş- müş. kakılda- ’dan. kakım = kaakım. kakır I, kuru, sulanmıyan ve kendisine su geçmiyen mahal; kakır- çikir: eski püskü eşya, pılıpırtı kakır- II, balgam çıkarmak. kakıra- : kakırağan kış: şiddetli kış; kakırağan taş: taşlık yer. kakıray- I, dikilip durmak; şapkesi kakırayıp turat: kasketi dimdik duruyor; 2. iyi yerleştirilmiş (dizilmiş) olmak. kakırayt- et. kakıray- ’dan. kakırık balgam. kakırım yoğurtla süt halitasından yahut yoğurtla kımız halitasından ibaret olan ekşi içecek. kakırın- boyuna balgam çıkarmak; kakırınıp- tükürünüp: boyuna balgam çıkararak ve tükürerek. kakırış- müş. kakır- II’den. kakırt- et. kakır- ’dan. kakıy- 1. dik durmak; kendini dimdik tutmak; 2. dikilip durmak; tañ atkança çınm etpey kakıyıp çıktım: bütün gece göz kapamadan dikilip durdum. kakıyt- et. kakıy- ’dan. kakim = akim. kakkı 1. dürtme; kakkı ce- yahut kakkı kör: her türlü zorlamalara ve itiş- kakışlara maruz olmak; baarınan hakkı- sokku koröt- : her yandan dürtüş- itiş vuruş görünüyor; herkes onun üzerine varıyor; ret, ademi kabul. kakkıla- sıksık vurmak; takırdatmak. kakku = kakkı. kakmar 1. gayet pis ve örselenmiş nesne; 2. pis, kaka (kadınlar tarafından çocuklara tevcih edilen sövme) . kakpak = kapkak. kapaş = kak baş (bk. kak III) . kaksız = koorsuz; oorusu kaksız ayıktı; hastalığı büsbütün geçti. kakşa- 1. hıçkırmak; acı acı ağlamak; kan kakşadı: acı acı ağladı; 2. sancı yapmak; şiddetli ağırmakç mustak suuğa salganda, kol kapşap ketet: soğuk suya sokarken el karıncalanıyor; 3. çok konuşmak; durmadan gevezelik etmek; kakşap ırdayt: durmadan ırlıyor (şarkı söylüyor) ; çok şarkı söylüyor. kakşaal sert, vahşî, ıssız (başlıca, mahal, tabiat hakkında) ; aram kakşaal! : sık sık kadınlar çocukları böyle azarlıyorlar. kakşan- hıçkırarak ağlamak. kakşat- et. kakşa- dan. kakşı- kurumak; kakşığan çöl: kuru çöl! murdum kakşıp turat: burnumun içi kurumuş. kakşık 1. istihkar, takbih, serzeniş, tevbih; 2. alay; istihza; 3. ay istimi= teke (bk. teke 1, 2) kakşıkta- 1. tevbih etmek; azarlamak; başa kakmak; 2. istihza etmek; bir kimseye onda bulunmıyan meziyetleri atfederek eğlenmek. kakşıt- et. kakşı- dan; süttön kakşıttımbı? : seni sütten mahrum ettim mi? kakta- 1. kurutmak; kavurmak; kızartmak (kap içinde değil de, şişte) ; kaktabay kanın sorot: kavurmadan kanını emiyor; bay- manaptar eldin kaktabay kanın sorğon: baylar ve manaplar halkın kanını emdiler; 2. (hayvan yavrusu hakkında; anasının memesini) son damlaya kadar emmek; 3. hayvanın sütünü son damlaya kadar sağmak; koydu kaktap saasa, koyarık bolot; koyunun sütü son damlaya kadar sağılırsa, koyun zayıflar. kaktant- kurutturmak, kavurtturmak, kızarttırmak. kaktaş- müş. kakta- ’dan. kaktı : kün kaktı bolğon at: sıcak havalarda çok binildiğinden semirmek istidadını kaybetmiş olan at; eyer kaktı: 1) (at hakkında) fazla eyer altında bulunan ve çok binilmek yüzünden takattan düşen; 2) (insan hakkında) ; at üzerinde çok dolaşan ve buna alışık olan. kaktır- et. kak- V’ten. kal I, f. 1. ben; hâl; 2. leke (folklorda sık- sık ihtiyarlık ve dermansızlık olmak üzere kullanılmaktadır) ; karılık basıp etimdi, kal basıp nurluu betimdi folk. : ihtiyarlık vücudumu ezdi, nurlu yüzümü leke bastı. kal- II, 1. kalmak; geri kalmak; aşım kalsa- kalsın, işim kalbasın ats. : yemeğim kalırsa kalsın, işim kalmasın; kalgan: kalan, bakiye; murun artta kalğan uluttar: eskiden geri kalmış olan milletler; kiyin kal- : gecikmek; gecikerek gelmek; çatakka kaldı: nâhoş bir işe karıştı; kalğan- katkan: kalıntılar, artıklar; döküntüler; kala berse bk. ber- II; biröö kalbastan: hiç biri kalmadan; istinasız hepsi; bir caş kalbastan: bütün gençliğin hepsi; ordunda kaldı: kendisine yol verildi; üögö (yahut üydö) kal- : evde kalmak; Maskööğö (yahut Masköödö) kaldı: Moskova’da (bütün bütün yahut uzun zaman için) kaldı; tilden kal- : 1) dilden mahrum olmak; konuşmak istidadını kaybetmek; 2) mec. ölmek; bügündön kalbay; bugünden tezi yok, muhakkak bugün; kış cakın kaldı: kış yaklaştı; köönüm kaldı: hayal kırıklığına uğradım; soğudum; az kaldı: az kaldı; az kalıpsıñar: az kaldı siz. 2. kal- fiili yardımcı fiil rolünde işin beklenilmemiş olduğunu gösterir (karş. ket- I) ; batpay kaldı: sığmadı; kelbey kaldı: gelmeden kaldı, gözükmedi; köktöm bolso, bolup kaldı; bahar geldi artık; düşman kelip kalsa: ya bidenbire düşman gelirse; at turup kaldı: at durdu kaldı (ve bir daha yürümek istemiyor) ; saat catıp kaldı: saat durdu; töşökkö cata kaldık: yatağa düşüverdik; bala on ayğa cetpey ölüp kaldı: çocuk on ay bile yaşamadan ölüverdi; maksatına cetpey ölüp kaldı: maksadına ermeden ölüverdi. kala I, hububat övütme ücreti.\n\n\nII= kaala. kala- III, 1. bir daire şekli vererek, biri biri üzerine dizmek; tezeği mahrutu nakıs şeklinde birbiri üzerine koymak; üzük kala- : obayı üzük’la (bk.) örtmek; tuurduk kala- : obayı tuurduk’la (bk.) örtmek; çiy kala: obayı çiy ile (bk. çiy I) kuşatmak; eşikke kiyiz kala: kapıya keçe geçirmek; 2. örmek, yükseltmek (duvarı) ; 3. (ateş) tutuşturmak. kalaa a. şehir. kalaalık şehire mensûp; şehirli. kalaaluu müstahkem; surlarla çevrilmiş; kalaaluu korgon: surla çevrilmiş kale, hisar. kalaba = kalba I. kalabaluu = kalbaluu. kalaç I, r. beyaz ekmek, somun.\n\n\nII: katın- kalaç: kadın kısmı (zümresi) , karılar. kalak 1. küçük kürek; karar 2. hamur açma tahtası; 3. kayık küreği; 4. söykö’ye (bk. söykö I) takılan küçücük madenî levhalar.\n\n\nII= kalakay! kalakay ! korku ifade eden bir nida; kalakay, ısık eken! : aman ne sıcakmış! kalakta- küçük kürekle almak: kalaklamak. kalam = kalem. kalama kazanda pişirilen pazlama. kalamdaş kalem (muharrirlik) arkadaşı. kalas a. 1. kurtarılmış; kurtarma, kurtarılma (bk. alas) ; 2. bitti! tamam! son! kalat I= kalet. kalat- II, et. kala- III’ten. kalay I, 1. kalay; kalay çayka- : kalaylamak; 2. teneke kutu; (destanda) maden.\n\n\nIIyahut kalayça: nasıl, ne suretle. kalayık a. millet (toplantıda söz söylerken halka böyle hitap edilirdi) . kalayla- I, kalaylamak (kalay sürmek) ; 2. bir işi yalnız gösteriş için yapmak (dileyim, bir şeyi hakikî gümüşle değil de, gümüşe benziyen bir nesne ile kaplamak) ; dayanıksız yapmak. kalaylat- et. kalayla- ’dan. kalayman 1. kargaşalık; isyan; 2. kon. kıyam çoñ kalayman: büyük ayaklanma (1916 yılında) ; çoñ kalayman cili büyük kıyam senesinde (1916 yılında) . kalba I, atılış, sıçrayış.\n\n\nII, helva. kalbalakta = kalbalañda- . kalbalañ = kalba I. kalbalañda- ayaklanmak: isyan çıkarmak. kalbaluu takıgan; belâlı. kalbasa r. sucuk (domuz etinden) . kalbay = kalbıy; albayıp oozu birikpeyt folk. kalın dudaklı (harf. : ağzı) kavuşmuyor. kalbıñda- kımıldamak (büyük ve kalın dudaklar hakkında) . kalbıñdat- et. kalbıñda- ’dan. kalbır I, f. kalbur; kalbır bayla yahut artına kalbır bayla: olmadık şeyler uydurmak, “masal anlatmak” .\n\n\nII, r. yahut kalbır taktay: kalın kereste (rusçası: “gorbıl” ; M.) kalbırla- kalburdan geçirmek. kalbıy- büyük ve kalın olmak (dudaklar hakkında) ; kalbıygan: kalın dudaklı kimse. kalbıyt et. kalbıy- ’dan; erdin kalbıytıp, til albay koydu: kalın dudaklı (veya dudaklarını şişirerek) söze kulak asmadı. kalcay- yüksek ve arık görünüşte bulunmak; kalcayğan çoğ ögüz: kocaman (fakat arık) öküz. kalcañ 1. aptal; budala; 2. boş ve manasız sözler söyliyen geveze, zevzek. kalcañda- sallanmak (başlıca, ihtiyarlar ve sarhoşlar hakkında) ; kartayıñkı tartıptır, kalcañdap kele catır folk. : kocamıştır: gevşek basarak geliyor. kalcañdat- et. kalcañda- ’dan. kalcıñ şaka; şakacı; caşıñda kalcıñ bolsoğn, karığanda mılcıñ bolursuñ ats. gençliğinde şakacı olursan, ihtiyarlığında bıktırıcı olursun. kalcıra- 1. mırıldanmak; saçmalamak boş boğazlık etmek; kalcırap oozuña kelgendi süylöböy otur: ağzına geleni söyleyip, saçmalayıp oturma; 2. gülünç ve kötü bir vaziyette bulunmak. kalcırat- et. kalcıra- ’dan. kalca löğusaya verilen etli yemek. kalç titremeyi ifade eden taklitlik bir sözdür; muundarı kalç- kalç: boğumları tiril- tiril… (diyelim, korkudan) ; kalç kalç et- : titremek. kalça I, görünüşü çirkin ve biçimsiz (insan hakkında) . kalça- II, (aşık oynarken) bütün oyuncuların vuruş aşıklarını almak ve oyunu kimin başlayacağını tayin eylemek için onları dağıtıp atmak; (çakıl taşlarıyla oynarken) “köpekleri vurmak” (tabir) ; kalçap kalğan: mec. seçme. kalçılda- 1. (soğuktan) titremek, bezgek bolğondoy kalçıldadı: sıtmaya yakalanmış gibi titredi; 2. homurdanmak, mırıldanmak. kalçıldat- et. kalçılda- ’dan. kaldagay biçimsiz; ezik, basık, yassı. kaldak upuzun duran; yüksek (uzun) ve kurumuş. kaldakta- sallanmak, dalgalanmak (kocaman ve biçimsiz nesne hakkında) . kaldalañda- 1. telâşçı olmak; 2. saf, saf dil olmak. kaldalasta- telâş etmek; bir işi acele, telâşlıca, şaşkın bir halde yapmak. kaldañda- biçimsiz ve ağır hareket etmek; coru kaldañdap uçup kaldı: akbaba (kanatlarını geniş açarak) biçimsiz ve ağır uçtu. kaldasta- = kaldalasta- . kalday I, Şarkî Türkistan Moğollarının idarî rütbelerinden biridir.\n\n\nII, öne doğru çıkı olmak; kabarmak; biçimsiz şekilde bulunmak; kaldayğan kara börük: yüksek siyah kalpak; köktö kaldayğan kara bulut; gökte kocaman kara bulutlar; kaldayıp catkan kara tün: aşırı karanlık gece; teri kaldayıp katıp kaldı: deri kurusu ve tümseklenip kabardı; bürküt kaldayıp uçup kele atat: kara kuş ağır ve kabasaba uçup geliyor. kaldayıñkı bir parça çıkık, kabarık; bir parça biçimsiz şekilde olan. kaldayt- et. kalday- ’dan; tonun kaldaytıp kele atat: bol kürkünü giymiş halde geliyor. kaldık kalıntı, bakiye; eski adat kaldığı; adet bakiyesi; kötü inanç; talkalañan taptardın kaldıktarı: tarumar edilmiş olan sınıfların kalıntıları. kaldır gümbürtü ve şakırtı sesini taklittir; eşik kaldır etip açıldı: kapı gürültü ile açıldı; kaldır- kuldur: paldır küldür. kaldıra- gürlemek; gümbürdemek; kaldırap tüştü: gümbürtü ile düştü. kaldırak 1. hışırtı yapan; şakırdayan; 2. gümbürtü; arabanın kaldırağı: araba gürültüsü; 3. kalkan; zırh; kaldıragan salınıp, kalday çığa uruştu folk: zırhını giyerek, kalday’ini giyerek (bk. kalday I) öne çıkarak döğüştü. kaldırat- gürültüyü, aşırı hışırtıyı mucip olmak. kaldırkan 1. (iri cinsten, karş. köpölök) kelebek; 2. = kañıltır. kalem grek. (arapça ve farsça vasıtasiyle) yazı aygıtı; saz kalem; kalem sapı; kurşun kalem; kalem uç: (çelikten) kalem ucu; kalem sap= kalemsap; kamış kalem: kamıştan yapılan kalem; kalem akı es. (resmî evrak) yazma ücreti; kalem kaş folk. ince kaşlı (dilberin sıfatı) ; 2. mec. kader, alınyazısı (mutat olduğu üzere, kelime bu mâna ile Allahın adıyla bir arada kullanılır) . kalempir grek. (arapça ve farsça vasıtasiyle) : kırmızı biber; kalempir açuu- tuz bolboyt ats. biber acıdır. (lâkin tuz değildir, tuz yerini tutmaz) . kalemsap kalem sapı. kalendar ; r. takvim. kalendarlık takvimî; takvimlik; kalendarlık plân: takvimî plân. kalender I, f. derviş, kalender.\n\n\nII, kon. = kalender. kalentir kon. = karantin. kalet a. yanlış, galat; kaleti cok: yanlışsız hatası yok. kaletsiz şüphesiz; hatasız; yanlışsız; şüphesiz, hatasız olan. kalğılaş- it. kalış- ’tan. kalı f. : kalı kilem: iyi evsaflı yün halı. kalıbet : kalıbet cigit: sağlam, metin delikanlı. kalık I, a. halk; ahali.\n\n\nII, a. hâlik, yaradan (Allahın sıfatıdır) . kalıkçıl es. demokrat, halkçı. kalıktuu halka malik olan, halklı; halk sahibi. kalın- 1. kalmak; eskerilbey kalın basın: hatırlanmadan kalınmasın; hatırda bulunsun; 2. metrûk kalmak. kalındı mat. fark, bakiye. kalındık = kalındı. kalındıluu farklı; bakiyeli; kalındıluu bölüü mat. bakiyeli bölme, taksim. kalıñ I, 1. kalın, sık (mes. orman hakkında) ; kalıñ toko: sık orman; kalıñ el: gayet çok halk; kalıñ proletariat köpçülüğü: geniş emekçi kütlesi; 2. (karş. çoon 1) : (mes. kâğıt, kumaş, tahta hakkında) ; kalıñ kağaz: kalın kâğıt; kalıñ çapan: kalın, sık palto; kar kalıñ: kar çoktur; 3. derin; kalıñ boldu orubuz folk. hendeğimiz derin oldu.\n\n\nII, es. mihir (alınan kız için verilen mal, para v. s. : ağırlık) : septüü kızdın kalıñı seksen cılkı, segiz töö ats. çeyizli kızın mihri seksen at ve sekiz deveden ibarettir; kalıñ (yahut kalıñmal) ce- : mihr almak. kalıñda- I, kalınlaştırmak; sıklaştırmak; kalıñdap kiyin: kalın, sıcak giyinmek; kalıñdağan kol: hesapsız çok asker.\n\n\nII, es. mihir vermek suretiyle kız isteme (bk. kalıñ II) . kalıñdal- kalınlaşmak, sıklaşmak. kalıñdan- koyulaşmak; sıklaşmak. kalıñdat- et. kalıñda I- ’den. kalıñdattu işs. kalıñdat- ’tan. kalıñdık 1. sıklık (mes. , ormanın sıklığı) ; kesafet (mes. , nüfusun kesafeti) ; kalınlık (mes. , tabakanın, kerestenin, kâğıdın v.s. nin kalınlığı) ; kalıñdığı bir eli küzgü: bir parmak kalınlığı ayna. kalıp 1. şekil; model; kalıp; kalıp taş: taştan (kurşun dökmek için) model; kalıpka sal- : kalıba dökmek; kalıba gelmek; şekil vermek; bir kalıpta: değişiksiz; ayni vaziyette, kalıbındağı boydon koldonulbayt: safi halinde kullanılmıyor; kalıbına keltirüü: iptidaî şekline getirme; eski şeklini diriltme: restauration; 2. yalnız bir tarafında nakışlar bulunan madenî zıynet. kalıpta- 1. şekil vermek; kalıba gelmek; 2. eski haline komak. kalıptan- 1. bir şekil almak; kalıba gerilemek; 2. eski şekline dönmek. kalıptant- et. kalıptan- ’dan. kalıptantuu eski haline koma. kalıptat- et. kalıpta- ’dan. kalıs a. 1. kararsız: hasbî; bitaraf: tarafsız; şahsan menfaatlı olmıyan; kalıs kal- : rey vermekten istinkâf etmek; kim kalıs kaldı? : kim istinkâf etti? ; köpçülük caktap, azçılık karşı kol kötördü, kalıs kaluuçu bolğon cok: çoğunluk lehte, azınlık aleyhte rey verdi, çekinen (istinkâf eden) olmadı; 2. hakem; kalıska sal- : 1) hakemler hükmüne komak; 2) hakem olarak göstermek. kalıstık 1. bitaraflık; garazsızlık; 2. hakemler kararı; hakemlik. kalış- kal II- ’den müş. ; köñül kalış- , bk. köñül. kalıypa a. tar. halîfe; Türk sultanı. kalk I, taklitlik söz: kalk et- : kımıldamak; yerinden oynamak; harekete gelmek; cüröğü kalk etti: yüreği oynadı.\n\n\nII= kalık I. kalka 1. örtü; siper; kün ısıkta çapan dı kalka kılıp cattım: sıcak havada kaftanın gölgesinde yattım; 2. mec. dayangaç: mesnet; 3. mec. iyilik (ör. bk. kalkaluu) . kalkala- örtmek; korumak; başımdı kalkaladım: (vurıştan korumak için) başımı örttüm; aydı etek menen kalkalay aluçubu? : ats. mızrak çuvala sığmaz (harf. : ay etekle örtülür mü hiç?) kalkalan- saklanmak; kendini müdafaa etmek; himaye altında bulunmak. kalkaloo himaye etme; müdafaa. kalkalooçu hâmi; müdafaacı. kalkaluu başkaları için arka ve mesnet olan; erdemli; kalkañ tiygen dalayğa kalkaluu eleñ tobumdan folk. : bir çok kimseler senden iyilik gördü, benim çetemin içinde sen en faziletli kimsesin. kalkan 1. kalkan; 2. siper; perde; sığınak; 3. içine kurşun doldurulmuş olan aşık; 4. kılgan otu (karş. ködöö, tulañ) ; 5. = kaldırkan 1. kalkançı = kalkan 1. kalkançık siper; perde. kalkay- siper gibi bir şeyin üzerine sarkmak (mes. şapkanın geniş kenarları gibi) . kalkayt- et. kalkay- ’dan. kalkayuu işs. kalkay’dan. kalkı- bir mayıin yüzüne çıkmak, üstte yüzmek; suu üstündö kalkıp cüröt: su sathında yüzüyor. kalkılda- 1. küçük dalgacıklar meydana gelmek (suyun sathı hakkında) ; cürögüm kalkıldap turat: bulantı hissediyorum; 2. kımıldamak; süzülerek hareket etmek; aeroplan kalkıldap uçat: tayyare süzülerek uçuyor; olku- solku kalkıldap folk. kâh sağa, kâh sola iğilerek; 3. kaynaşmak; kalkıldağan kalıñ el: hesapsız çok halk. kalkıldat- et. kalkılda- ’dan. kalkıt- et. kalkı- ’dan. kalkıy- kurumlu bir tavır takınmak, kurumlu bir tavırla dikilmek (uzun boylu adamlar hakkında) . kakoz kon. = kolhoz. kalkozçu kon. = kolhozçu. kaloo işs. kala- III’ten; kaloon tapsa, kar küyöt ats. tutuşturma usulünü bulursan, kar dahi yanar. kalot r. kütük. kalp a. yalan; kalp ayt- : yalan söylemek; kalpıñdı koyl: söylemesini bırak! kalpa a. tar. 1. muallim; 2. kendisine küçük talebeler zümresine nezaret etmek ödevi tevdi edilen büyük talebe: halife, kalfa; 3. bir şeyhin müridi (bk. eşen) . kalpak 1. sivri tepeli keçe kalpak: külâh; kuu kalpak: görmüş- geçirmiş; çevik; kurnaz; bir takım işler becermesini bilen; ak kalpak 1) beyaz külâh; beyaz kalpak; 2) mec. kırgız; 2. mec. mıymıntı. kalpalık kalfalık (bk. kalpa) . kalpıçı yalancı; kalpıçının kuyruğu bir tutam ats. yalancının mumu yatsıya kadar yanar (harf. : yalancının kuyruğu bir tutam) . kalpıs yamık, çarpık, titrek, gevşek; taştı kalpıs basıp, cığılıp kettim: taşa çarpık bastım ve düştüm; kalpıs koydum: gevşek koydum. kalpıstat- : kalpıstatıp koydum= kalpıs koydum (bk. kalpıs) . kalt kult sözünün tekidir; tolkunda kayık kalt kult etti: kayık dalgada sallandı. kalta I, 1. kese; torba; töş kalta: yan (göğüs) cebi; 2. haya kesesi, torbası (scrotum) .\n\n\nII, pürüzlü; diş diş olan (mec. kötü bilenmiş olan tırpanın yüzü hakkında) . kaltaarı- keyif kaçmak: bozulmak; şaşalamak; korkmak; sıkılmak; kaltaarığan cüröğün basa albayt: çarpan kalbini teskin edemiyor. kaltaaruu şaşkınlık; sıkılma. kaltakta- 1. titremek, sallanmak (ihtiyar kimsenin kafası ve elleri hakkında) ; bir yandan öbür yana iğrilmek; 2. telâş etmek; şaşalamak; şaşkın bir halde bir yandan öbür yana kıvranmak; kaltaktap emne kıların bilbey catat: şaşaladı ve ne yapacağını bilmiyor; unruluğu çıkkansıp, kaltaktap karap turğan kişiçe sandıraktayt: hırsızlık yaparken yakalanmış adam gibi, şaşkın şaşkın bakarak, sayıklıyor. kaltaktat- et. kaltakta- ’dan; çoñ çara kımızdı kaltaktatıp kötürüp alıptır: o kadar büyük bir tasla kımız getiriyor ki ağırlıktan müvazenesini kaybederek sallanıyor. kaltala- : kaltalap al- : torba torba, çuval çuval almak; (kıymetli şeyleri) bol bol almak. kaltañ tek durmaz; oynak. kaltañda- telâş etmek; acele etmek; kaltañdağan abışka: telâşçı ihtiyar. kaltar parlak siyah tüylü tilki (mavi tilki) ; cünü kaltarday bolup cata kaldı: 1) kılları mavi tilkinin tüyü yatıverdi; 2) mec. gayet zevklandı; suluuluğuñ karasam, suusar menen kaltarday folk. senin güzelliğine bakıyorum da, o zervada ile mavi tilkiye benziyor; ak kaltar: mavi tilki envainden biridir. kaltay- mutedil, mütevazi olmak: kaynağa kaltaybasa, kelin kelteybeyt ats. : büyük kayın mütevazi olmazsa, gelin de saygılı olmaz. kaltek f. değnek; sopa. kaltılda- = kaltakta- ; kayık köl üstündö kaltıldadı: kayık göl sathında sallandı. kaltıldak 1. mütereddit; 2. tereddüt. kaltıldat- et. kaltılda- ’dan. kaltıldoo işs. kaltılda- ’dan; bul maselede kaltıldoo kerek emes: bu meselede tereddüde mahal yoktur. kaltır- bırakmak: terketmek; ordunda kaltır- : yerinde bırakmak; ordunan kaltır- : yerinden çıkarmak, vazifesine son vermek, yol vermek; tañ kaltır- : hayrete düşürmek; şaşmayı mucip olmak. kaltıra- titremek. kaltıran- irkilmek, titremek. kaltırak titreme; bütkön boydu kaltırak bastı: bütün vücut titredi. kaltırat- titremeyi mucip olmak: titretmek. kaltırt- et. kaltı- ’dan. kaltıru bırakma: terketme; ordunda kaltıruu: yerinde bırakma; ordundunan kaltıruu: yerinden kaldırma vazifesine son verme. kalu bala a. : kalu balada cazılğan: ezelde yazılmış. kaluu işs. kal- II’den; işiñden kaluuna emine sebep boldu? : senin (mahkeme) işinin geri kalmasına sebep ne oldu? kam I, f. çiğ; ham; tört tülük malın bölğülö, arpasın kam orğula: folk. bütün hayvanlarını musadere ediniz, arpasını da yeşil halinde biçiniz! ; kam teri: ham deri; işti kam kılıp koydu: işi şöyle böyle, üstün körü yaptı; kam köş: gevşek, zayıfça; kam köş bayladıñ: gevşek bağladın; kam köştük: gevşeklik; dayanıksızlık.\n\n\nII, a. gam, endişe, kaygı; kış kamı: kışa dair endişe; kam ce- : gam yemek, bir şey hususunda kaygı göstermek; bir işe başlamak; kış kamın cep atat: kışa hazırlanıyor; eldin baarı tiriçiliğine kam urdu: herkes dirimlik (günlük) işleriyle meşgul oluyor (harf. : bir eli odunda, bir eli suda, zavallı canı rahat edemiyor) ; kam- cem, bk. cem. kama- I, 1. çevirmek; sarsmak; kuşatmak; cılkını korooğo kama: atları ağıla kapat; 2. tevkif etmek.\n\n\nII, dişi kamaştırmak; toñ alma tişimdi kamadı: ham elma dişimi kamaştırdı. kamaara kamaarı- , (yalnız menfi şekilde) : kamaaraba: merak etme; keler oñunan, kamaaraba: yoluna konur, hiç üzülme; kamaarabağan kişidey: yabancı ve hiç aldırmayan kimse gibi; al kamaarap da koyboyt: hiç endişe etmiyor; aslâ aldırmıyor. kamak tevkif, hapis; kamakka al- : muhafaza altına almak; hapse tıkmak. kamal I, kale duvarı, sur. kamal- II, 1. çevrilmiş, kuşatılmış olmak; 2. hapse düşmek; tevkif edilmek. kamala- 1. sarmak, kuşatmak; her yandan hücum etmek; 2. bir çıkmaza sokmak (mes. , yırtıcı hayvanı, avı) . kamalış- müş. kamal II’den. kaman yabanî domuz. kamaş- I, müş. kama- I’den.\n\n\nII, kamaşmak; tişim kamaştı: dişim kamaştı. kamat- 1. saldırmak; kuşattırmak; 2. tevkif veya hapsettirmek. kamatuu işs. kama- ’tan. kambar : Kambar ata, bk. ata I. kambıl çevik; gayretli; itina eden; karçığa- kuştuñ kambılı folk. : atmaca- alıcı kuşların en atiğidir. kambıldık atiklik; çeviklik. kamçı kamçı; şapalak kamçı: yassı (örülmemiş) kamçı; sop kamçı, bk. sop; çoñ kamçı tar. : manapların kendilerine boyun iğmiyenleri itaat ettirmek için kullandıkları yiğit; kara alakan kamçı (destanda) : yakıcı, sert kamçı: taştap böl- : yahut kamçığa çenep böl- (yalnız destanda) : kamçı atarak (avı) taksim etmek, kamçıya göre paylaşmak; kelgenderdin baarısı kamçığa cenep bölsün de folk. : gelenlerin hepsi kamçıya göre taksim etsinler diye söyle; kamçısın çap: birisinin yardakçısı, avanesi olmak. kamçıçı kamçılar, kırbaçlar yapan. kamçıla- kamçı ile vurmak: kamçılamak. kamçılan- (atını) kamçı vurmak suretiyle sürmek. kamçılant- et. kamçılan- ’dan. kamçılat- et. kamçıla- ’dan. kamçılık : çoñ kamçılık: çoñ kamçı vaziyeti (bk. kamçı) . kamda- hazırlamak. kamdağay = kandağay. kamdal- ihzar edilmek; hazırlanmış olmak. kamdaluu 1. işs. kamdal- ’dan; orok kamdaluuğa tiyiş: oraklar ihzar edilmeli; 2. hazır; tam; düzgün bir durumda. kamdan- = kamın. kamdant- et. kamdan- ’dan. kamdanuu = kamınuu. kamdaş- 1. hep beraber hazırlamak, ihzar eylemek; 2. uzlaşmak; mutabık, uygun olmak. kamdat- et. kamda- ’dan. kamduu meşgul olan, ihtimam eden. kamera r. hücre, kamara. kamğak ruta graveolens otu; kamğaktay ceñil: (kamğak otu gibi) gayet hafif. kamık- 1. havasızlıktan sıkıntı hissetmek; 2. mec. küsmek; kayğırıp kamığıp: küserek ve kederlenerek kamılğa ihtimam; bakım hazırlama; kamılğa ce- yahut kamılga kör- : ihtimam göstermek; hazırlık tedbiri almak; cazğı aydooğo kamılğa: ilkbahar ekimine hazırlık; eç kamılğañ cok: senin hiç bir endişen yok. kamıltka = kamılğa; kamıltka ce- : ihtimam göstermek; uğraşmak. kamın- itina etmek; tedbirler almak; ihtiyat tedbirleri almak; kıştık ookatına kamınıp catat: kışlık erzak hazırlamakla uğraşıp duruyor. kamınış- müş. kamın- ’dan. kamınt- et. kamın- ’dan. kamınuu işs. kamın- ’dan. kamır I, a. hamur; kamırdan kıl suurğanday: (kamurdan kıl çekip çıkarır gibi) meharetle; kolayca; fazla gayret sarfetmeksizin.\n\n\nII: kamır- cumur: telâş.\n\n\nIII= kabır I.\n\n\nIVkon. = kamera. kamıra- = kamaraa- . kamırda hamur katmak; kamırdağan et: hamurla hazırlanmış etli yemek. kamırın : içimen kamırınıp, kubanıp kaldım: içimden sevindim (fakat bunu göstermedim) . kamırturuş a- f. ekmek mayası. kamış kamış, saz, bal kamışı: kamışa benziyen bir ot. kamka kemha (Çin ipekli kumaşı) . kamkıra- büsbütün kurumak; akzanı kamkırağan: (kazanı kurumuş) hiç bir yiyeceği olmıyan; kazanıñ manen kamkırap kal! (ilenç) : dilenci durumuna düş! kamkor a- f. ihtimamlı, hâmi, vasi (vasiyet eden) ; koom kamkoru: cemiyet ihtiyaçlarını düşünen; cemiyet işleriyle uğraşan. kamkorduk ihtimam; himaye; visayet. kamkorluk = kamkorduk. kamoo 1. tevkif, hapis; kamooğo al- ; tevkif etmek; muhafaza altına almak; 2. es. abluka. kamoolo- kuşatmak, sarmak; baştan- başa kaplamak. kampa f. 1. hububatanbarı; 2. değirmen kepçesi. kampaçı hububat anbarı müdürü. kampañda- sevinerek telâş etmek. kampay- 1. kabarmak; şişmek; 2. mec. kibirlenmek, fodul olmak. kampayt- et. kampay- ’dan. kampayuu işs. kampay- ’dan. kampığıy kabarık; biçimsiz (fena dikilmiş ve boyuna göre olmıyan giyim giymiş) . kampıy = kampay. kampıyt- et. kampıy- ’dan. kampıytuu işs. kampıyt- ’dan; kalçatın kampıytuuğa kaçırat: cebini, para kesesini doldurmaya bakıyor. kampiske kon. = konfiskatsiya. kampiskele kon. = konfiskatsiyala- . kamsamol = komsomol. kamsı- : kamsın kamsıp sugun- : büyük lokmaları seçerek ve çok yemek. kamsız gamsız, kaygısız, temin edilmiş; kamsız kıl- : temin eylemek. kamsızdandır- temin etmek; teminat vermek. kamsızdandırıl- temin, sigorta edilmiş olmak. kamsızdandırıluu işs. : kamsızdandırıl- ’dan. kamsızdandıruu temin; sigorta; teminat verme; sotsiyaldık kansızdandıruu: sosyal sigorta; memleket kamsızdandıruusu: devlet sigortası; kamsızdandıruu kassası: sigorta sandığı. kamsızdoo temin etme. kamsoo : gamsoosu cok cuka beşmant: ince ve eti ısıtmıyan kaftan; beşmantım etti cılıu alıp cürbösö da, ança- mınça kamsoosu bar: kaftanım pek o kadar ısıtmıyorsa da, şöyle böyle vücudumu kapatmıya yarıyor. kamtı- 1. birleştirmek; kamtıy karma- : iki şeyi birleştirerek kapmak (mes. iki eteği birden ele almak) ; 2. mec. bir iki lokma yemek (bir parça yemek) ; arı beri kamtıp, birdeme uurttamış bolduk da cata kettik: bir parça öteberi yedik ve yatıverdik. kamuna kon. = kommuna. kamunus kon. = kommunist. kan I, kan; kan içen; kancığadan (yahut belden yahut tizden) kan keçir- mec. : kana garketmek; kan buu- : kanı durdurmak; kan buuğanday toktoldu yahut kan buuğanday tıyıldı: kan kesilmiş gibi, birdenbire durdu; kan kuu= kun (bk. kun 1) ; kanı içine tartkan: (hırstan, hiddetden) yüzü sarardı; korkunç çehresi var; Kan tögülgön soğuş: Kanlı muharebe; kan ıyla- : kanla ağlamak; kan cut- : şiddetli acıya duçar olmak (harf. : kan yutmak) ; içinen kan ötöt: içinden kan geliyor; kanı kas: düşmanlık besliyor, nefret ediyor; kan- canı menen kas: bütün varlığı ile nefret ediyor; aram kan: 1) veritteki kan; 2) mec. söv. leş; taza kan: sadık, namuslu; taza kan cılkı: halis kan at, kan aluuçu= kançı; ak bata, kızıl kan, bk. bata; kanı suyuk: çabuk kızan, kendini zaptedemiyen; kızgın; kanı suyuk caş bala folk. : ateşin; genç delikanlı; kanı suyuktuk: hırs; hırslılık; bittin içegisine kan kuyat: “bitin bağırsağına kan döküyor” on para için canını verir.\n\n\nII, han: hükümdar; kan kötör tar. : han seçmek; kan takta: han tahtı; kan başı köpüröö bolso, attap öt ats. eğer hanın kafası köprü olursa (sen ona basıp geçme) üzerinden sıçrayıp geç (çünkü o gibi bir köprüye güven olmaz) . kan- III, tatmin edilmek, kanmak; suusunum kandı: suya kandım; kana karadım: inceden inceye baktım; köz kandı: nazara hoş gelen; kepke kan- : bol bol konuşmak. kana I, f. (müstakillen kullanılmıyor) ev, hane; işkana: iş evi, imalâthane; çaykana: çayhane; kana karap bk. karap.\n\n\nII, 1. nerede? kitebim kana? : kitabım nerede? . 2. haniya; kana cürgülö! haydi, yürüyün!\n\n\nIII= ğana. kana- IV, 1. kanamak; kan akıtmak; buyurbağan aşka murun kanayt ats. : mukadder olmıyan (sana ait olmıyan) yiyecek yüzünden burun kanar; 2. kan dökmek; kesmek- kırmak; kanap- butap cedi: silip süpürdü hiçbir şey bırakmadan yedi, soyup soğana çevirdi (rüşvet almak ve haraca kesmek suretiyle) kanaat a. tatmin edilme, azla iktifa etme: kanaat. kanaattan- tatmin edilmek: kanaatlanmak. kanaattanarlık tatmin ederlik; kanaatlanırlık; (krş. kanaattandırarlık) . kanaattandır- tatmin eylemek: kanaatlandırmak. kanaattandırarlık tatmin ederlik; tatmin etmeye müsait; tümönkü suroolordu kanaattandırarlık boluu kerek: aşağıdaki metalibi tatmin etmek lâzım. kanaattanuu tatmin edilme: kanaatlanma. kanağat = kanaat. kanakey = kana II. kanat I, 1. kanat; temine kanat yahut temir kanat: vücudu henüz tüylerin kökleriyle kaplanmıya başlıyan kuş yavrusu; uzun kanat: Cypselidae soyundan bir nevi kırlangıç; 2. obanın kafesine (kereges’ine) gerilen bez; altı kanatak ordo folk. altı kanatlı (bezli) beyaz oba. kanat- II, kan akıtmak: kan çıkarmak, kanatmak. kanattaş- biribirine yakın bulunmak. kanattaştır- et. kanattaş- ’tan. kanatuu 1. kanatlı; 2. kuş. kanattu işs. kanat- II’den. kanca çin. pipo; kanca tart- : pipo içmek. kancar f. hançer. kancığa eğerin terkisi; kancığağa bayla- : terkilere bağlamak; kol kancığa: eğerin ön kaşındaki terkiler; kancığa col: patika, keçi yolu. kancığalan- parçalanıp tel tel olmak. kança ne kadar; kaç; ar kança: ne kadar olursa.. bir kança: birkaç; çokça kançalık kaç; ne kadar, kançalık araket kılsak da: ne kadar çalışsak da, bütün çalışma ve çabalarımıza rağmen; alda kançlık coğoru: oldukça yüksek; bir kançalık ukabıt ötköndön kiyin: mühimce bir müddet geçince. kançançı kaçıncı; kançançı bet: kaçıncı sahifede? kançı kan alıcı (hacamatçı) . kançık dişi köpek, kancık. kançoo bir cilt hastalığının adıdır. kanda- 1. kan çıkarmak; 2. kana bulaştırmak. kandağay teke derisinden yapılan erkek şalvarı. kadalça (destanda) bir nevi kılıç. kanday nasıl; ne gibi, cakşı körgöndö da kanday! nasıl da seviyor! ; kanday da bolbolsun: nasıl olursa olsun; ne olursa olsun. kandayça nasıl; ne suretle. kandayçala- : kandayçalap: nasıl, ne şekilde. kandaylıktan niçin, neden; neden dolayı, ne sebeple. kandık hanlık; kandık kur- : 1) hanlık (devlet) kurmak; 2) hanlık etmek, hüküm sürmek. kandım 1. tatmin edilmiş olan; 2. tatmin etme. kandır- tatmin eylemek; teskin etmek. kandırak = kaldırak. kandidat r. namzet, aday; parti yağa kandidat (konuşma dilinde mutat olduğu üzere: kandidat partiya) : parti adayı, namzedi. kandidattık namzede ait, müteallik, mensup; kandidattık staji: namzetlik stajı. kandidattura r. namzetlik. kanduu I, 1. kanlı; taza kanduu mal: halis kan hayvan; eski kanduu kişi: muhafazakâr, eski fikirli adam; 2. çok kan dökülmesine sebep olan çok kan döken; kana bulaşan.\n\n\nII, hana malik olan; kanduu curt: hanı olan millet. kanet bk. kant II. kañ bitiştirme, lehim yeri (tenekeden yapılan nesneler hakkında) ; çaka kanağınan çığıptır: kova lehim yerinden kopmuştur. kañda- lehimlemek, perçinlemek (tenekeden saçtan yapılan eşya hakkında) . kañdat- et. kañda- ’dan. kañdoo işs. kañda- ’dan. kañğı I: kañğı baş yahut başı kañğı: yarı aklını kaybeden; yarı deliren; şaşalıyan.\n\n\nII= kañkı. kañğıl lagar at. kañğır- yersiz- yurtsuz dolaşmak; durak ve sığınağa malik olmak. kañğıra- 1. çınlamak (kof madenî nesne hakkında) ; büsbütün boş olmak; başım kañğırap oorup turat: başım çınlıyor (şiddetlice ağrıyor) ; üy kañğırap boş kaldı: ev bomboş kaldı; 2. afalamak, şaşırmak. kañğırat- çınlatmak. kañğırt- et. kañğır- ’dan; kañğırtıp aram öltürbö; folk. onu sığınaksız bırakıp boşuna ölmesine sebep olma! kañılcaar = keñilceer. kañıltak sert, teyeltisiz (eyer hakkında) kañıltır 1. saç safha halinde olan demir) ; teneke; 2. teneke kutu, saç parçası 3. bir balığın adıdır. kañıra- = kañğıra; kañırap başım mañ bolup, ne kılarım bilbedim: büsbütün şaşırdım, ne yapacağımı bilmedim. kangırık söylemesinde ve işitmesinde sakatlık, eksiklik olan (hımhım) kimse; kangırığı tütöp ketti: 1) burun içi kurudu; 2) mec. o şaşırdı. kañırış : kañırış uk: gereği gibi duymamak; iyi işitememek; katın kalb aytpayt, kañırış uğat ats. : kadın yalan söylemez, yalnız sonuna kadar dinleyemiyor (eski hayatta ev işleri ile meşgul olan kadın erkeklerin konuşmalarına kulak vererek, ancak bir kısmını duyardı) . kañırsı- fena korkmak. kañırt- : kañırt uğulat : (uzaktan) azıcık duyuluyor; kañırt tabış: uzaktan gelen, boğuk ses; kañırt- kuñurt: gayet az işidilen (uzaktan gelen boğuk ses) . kañk taklitlik sözdür: kañk dedire sal- tokat aşketmek; şiddetlice vurmak. kañkanda- dimdik durmak, görünmek (herhangi bir harekette bulunan nesne hakkında) . kañkandat- et. kañkañda’dan. kañkay = kañkıy. kañkı : ak kañkı eyer: (ön kaşı geniş olan) Moğol eyeri. kañkılda- inlemek (köpek yavrusu hakkında) , çığlık koparmak. kañkıy- sivrilip, upuzun olup durmak (boyu uzun ve sıska hakkında) ; kañkığan boz at: iri yarı (zayıf boz at; kañkıyğan üy: boş ve gari meskûn ev. kañkor = kankor. kañkuu sinsi kinaye, istihzahlı ima, telmih; ooruda çançuu caman ats. hastalıkta sancı fena, konuşmada sinsi telmih fenadır. kañkuula- ağız aramak; bilmezlikten gelerek, öğrenmeye çalışmak; meni kañkuulaba: beni sorguya çekme (soruşturduğun şeyi kendin de çok iyi biliyorsun) ; akırın kañkuulap surap kör: dolambaçlı yollarla soruşturup bak. kañşaar yayıntılar; lâkırdılar; şayia; heyecan uyandırıcı haberler; emine kañşaar bar? : ne haberler var? ; ne var, ne yok? kañşaarla- yayıntılara dayanarak hareket etmek. kañşıla- iniltili sesler çıkarmak (köpek yavrusu hak.) çığlık koparmak, feryadı basmak. kañşılat- et. kañşıla- ’dan. kañtar I, 1. naz: kapris; 2. kurum; caka satma. kañtar- II, 1. içini dışına çevirmek; evirip çevirmek; 2. velveleye vermek; 3. (başını iğmemesi için) hayvanın dizginini eğerin kaşına yahut atın yelesine bağlamak; tizginin eyeriniñ başına kañtarıp turup: dizginini eğerin kaşına bağlayıp; kuday kañtarğan: işlerinde daima muvaffak olmıyan (başlıca her zaman ziyafete geç kalan kimse hakkında) . kañtarğa binek hayvanı bağlama tarzlarından biridir (dizgin eğer kaşına, at eğersiz ise, yelesine bağlanır) . kañtarğalık yahut kañtarğalık cal: atın yagrısındaki bir tutam yelesi. kañtarğaluu kantarğa usuliyle bağlanmış (bk. kañtarğa) . kañtarıl- 1. içi dışına çevrilmek; tersine çevrilmek; 2. alt üst edilmek; rahatı kaçırılmak. kañtarılt- et. kañtarıl- dan. kañtarma 1. içi dışına çevrilmiş; 2. alt üst edilmiş; kañtarma aydoo: don yeri sürme; küzdük cana kañtarma aydoo: güzün don toprağı sürme. kañtart- et. kañtar’dan. kanık I, 1. tatmin edilmiş: kanmış; 2. alışık; işi kavramış; işten anlıyan; arkıberki işke kanık bolup kalğan: her türlü işlere alışmış artık; uuruğa kanık yahut kanık uuru: hırsızlığı kendine meslek edinen hırsız; sabıkalı. kanık- II, alışmak; közü katka kanıkkan: gözü yazıya alışmış, çabuk okuyabiliyor.\n\n\nIII, kin beslemek; ateş püskürmek. kanıkey ; kanıkey balpıldak bk. çım I. kanimet a. ganimet, fırsat; ubaktı kanimet bilip: fırsatı ganimet bilerek; zamanı münasip sayarak. kaniyek r. konyak. kaniyet = kanimet. kankor k- f 1. kan içen, hunhar; yırtıcı; 2. kırgız bahadırlarının sık sık tesadüf edilen müsbet sıfatıdır. kanoo (Rad.) harp ganimeti; ganimet. kansar- kudurmak; tehavvüle gelmek; hiddetden benzi atmak; kansarıp açususu keldi: hiddetinden kudurdu. kansart- et. kansar- dan. kansıra- kansızlanmak; fazla kan akıtmak. kansırat- et. kansıra- ’dan; cazıksızdardı kansıratkan karakçılar: masumların kanını döken hırsızlar, soyguncular (müellif burada “karakçılar” ı “katiller” diye anlatmış ise de, bizzat kendisi bu kitapta “karakçı” sözünü yalnız “soyguncu” , “şaki” diye tercüme etmiştir; M.) kansorğuç kan içen; hunhar. kansorğuçtuk hunharlık. kansup = kansurup. kansurur f. kaba bez (kalikot) . kant I, a. şeker; maşine kant: kesme şeker. kant- II, kanet (t sesi yumuşak telâffuz edilir) nasıl hareket etmek; ne yapmak; attı kantti? : atı ne yaptı? at hakkında nasıl hareket etti? atı nereye koydu? ; kanter eken? : nasıl hareket eder, acaba? ne yapar dersin? nereye koyar? kantem? : ne yapmalıyım? nasıl hareket etmeliyim? nereye koymalıyım? ; kantip yahut kanettip: nasıl, ne suretle? kantala I, f. tahtakurusu. kantala- II, kızarmak, morarma (mes. kamçı ile vurmaktan vücudun kızarması) . kantıraban kon. = kontrabanda. kantirabançı kon. = kontrabandist. kantırak kon. = kontrakt. kanton r. tar. bir idarî birliktir. kantonduk tar. “kanton”a mensûp; kantonduk komitet: “kanton komitesi.” kantor kon. (tus. “kontora”dan) yazıhane, büro, idarehane. kantraban r. kaçakçılık, kaçak mal. kap I, 1. kap hecesiyle başlıyan sözlere takviye için katılır; kapkara: simsiyah; kap kaydağı: Allah bilsin neredeki, Allah bilsin nasılr; kap karañı: zifiri karanlık; kap kaçankı: çoktanki; çoktan geçen; 2. bazan kap hecesi başka türlü hecelerle başlıyan sözlerin önüne de katılır, bk. meselâ, kaporto.\n\n\nII, f. esef, hayret, tekdir, tehdit ifade eden nidadır; kap seni: vay seni, ben sana gösteririm, nah sana, kap, ketkenin karaçı: baksana, aksi gibi gidivermiş; kap saa kılbasam: senin hakkından gelmezsem, ben, ben olmayayım. işte senin hakkından geliyorum; kap kap! : vay, vay! Allah mustahakkını versin!\n\n\nIII, 1. yanlarında iki tane kulağı olan geniş çuval (karş. zumbal) ; 2. kutu; zar; kın; kiteb kabı: kitap çantası; eyerdiñ kabı: eğer örtüsü; çaynek kap: çaydanlık torbası; kaşık kap: kaşık kesesi; piyala kap: fincan kesesi; tize kap: dizlik (kocakarıların kışın giydikleri diz örtüsü) ; cürögü ketti kabınan folk. : yüreği oynadı. kap- IV(girundifi kaap’tır) kapmak, elle yakalamak, ağza almak, dişlemek; it kaptı: köpek ısırdı. kapa f. 1. sıkıntılı; boğucu; üydüñ içi kapa eken: evin içi sıkıntılı imiş; 2. keder, can sıkıntısı, kederli, müteesir; kapa aç yahut kapa caz- : eğlenmek; keder dağıtmak; kapası cok, köñülü şat: kederi yok, gönlü hoş. kapak = kabak II. kapal keder; tasa; kapalıñ tartıp: senin hasretini çekerek, seni özliyerek. kapala- I. havada sıkıntıyı mucip olmak; 2. teessürü mucip olmak. kapalan- kederlenmek; müteessir olmak; özlemek; hasretini çekmek. kapalat- kederlendirmek; müteessir eylemek. kapaluu kederli; küskün; özliyen; canı sıkılan. kapar suur; kabarımda cok: aklımda değil, düşünmedim, tasavvur bile etmedim, aklımdan bile geçmedi; tük kabar kılbayt: hiçbir şey hakkında düşünmüyor, meşgul olmuyor, ehemmiyet vermiyor; eçtemeden kabarı cok uktap catat: hiçbir şeyden haberi yok rahat rahat uyuyor. kaparsız gafil; gamsız; kaparsız catat: hiçbir şey hakkında düşünmüyor; aklına bile gelmiyor. kapas f. kafes (kuşlar için) . kapçaç = kep çaç (bk. kep II) . kapçığay argidal, boğaz, dağ geçidi; dağ yolu; dar ve uzun dağ deresi. kapçığayluu dereli, boğazlı, geçitli (dağ) ; derelerle dolu olan. kapçık 1. çuval; torba; 2.mec. karın, kursak; kapçığı çıkkan: büyük karınlı; kapçığı çığıptır: yemiş, göbek salmış. kapçıt = kapşıt. kapıl a. gafil, kaygısız; kapılda: boşuna, boş yere. kapılet = kapilet. kapılıstan bk. kapıs. kapır a, kâfir, dinsiz çok tanrıya inanan (polytheiste) atañ kapır bolso eneñe bıçak ber ats. baban kâfir olursa, annene bıçak ver, kapırçılık kâfire mahsus olan bütün bütün evsaf. kapırdık dinsizlik; kâfirlik. kapıs (yahut kapıstan yahut kapısınan yahut kapılıstan) ansızın; beklenilmeden; kapıs cerden çığa kaldı: beklenilmiyen yerden (zamanda) çıkıverdi; bir tün kelip kapısınan karakçılar kaptağan: bir gece ansızın soyguncular bastıllar. kapıskı beklenilmeyen. kapıstan bk. kapı. kapıya = kupuya. kapıyala- kışkırtmak, fitil vermek. kapıytal kon. = kapital. kapilet a. 1. gamsızlık, gaflet, kapilet uykusu: gaflet uykusu daha ör. bk. kadiktüü); kapiletten: ansızın; bilmeyerek; 2. folk: fâni (dünya hakkında). kapir = kapır. kapital r. sermaye . kapitalist r. sermayedarlık, kapitalizm. kapitan r, kaptan. kapka sokak kapısı; şehir kapısı; altı kapka keñ bukar: folk. altı kapılı geniş buhara. kapkaçı kapıcı kapkak 1. kapak; 2. telli musiki aletlerinin üst ve alt kapakları. kapkakta- kapak geçirmek; kapakla kapatmak. kapkaktuu kapaklı. kapkaluu kapılı; kapkaluu şaar kapıları bulunan şehir. kapkan kapan; kapkan soru (at hakkında) dik sağrılı. kapkançı kapan kuran avcı. kapkançılık kapan kurmak suretiyle avlanma. kaplet = kapilet. kaporto (kap-orto) : tam orta, nısıf. yarı; bir ayaktın kaportosunan berdi: bir çanağın yarısını verdi. kapsalañ tipi, fazla yağan kar, kar fırtınası; kapsalañ bolboy , cut bolboyt, kara ösköy bolboy, doo bolboyt ats. tipi olmadan cut (hayvan yemi kıtlığı) olmaz; dedikodusuz dava olmaz. kapşap engel, sebep tesir; sening kapşabıng menen: senin yüzünden senin kusurundan dolayı; «kaç, kaç» tıñ kapşabı ketip, kaça berişti: «kaç, kaç» ı işiterek kaçtılar(harf : «kaç, kaç» diyen sesin tesiri altında kaçıştılar.) kapşı- =kapşır.. kapşır- bitiştirmek, kavuşturmak, iki ucu birleştirmek, (üst giyimin parçalarını) kavuşturup dikmek, kapşıra kurçan-; etekleri kavuşturarak kuşanmak; kapşıra kuçaktasararak kucaklamak; kapşıra karma-: bir şeyi (mes. içine bir şey dökülmüş olan mendili) uçlarını toparlayıp tutmak, sıkıştırmak. kapşıt iki tuurduk’un (bk.) birleştiği yer. kapta- 1. çuvallara dökmek; buudday kapta-, buğdayı çuvala dökmek; 2. her yandan kuşatmak, doldurmak, büyük kütle halinde yürümek; köçölördü suu kaptadı: sokakları su kapladı; tabeteyin başına kaptap kiydi: kalpağını başına yapıştırıverdi; cuurkan kapta-: yorgan dikmek; söverek üzerine atılmak. kaptal ı1. yan; kısım; kaptal beti mat, yan yüzey; 2. göğsün yan kısmı (yani atın büğürlerine temas eden kısmı); kancığanıñ katkanın kaptal bilbeyt, at bilet ats. terkilerin sertleştiğini kaltak bilmez, at bilir; oñ kaptaldan çık-: muvaffak olmak; fena durumdan kurtulmak kaptal- ıı, 1. her yandan kuşatılmış, sarılmış olmak; 2. yolu kapatan bir nesneye çatmak; cürögüm oozuma kaptala tüştü: yüreğim ağzıma geldi : aşırı korktum. kaptalda- kaptal boyunca yürümek (bk. kaptal 1, 1, 3); toonu kaptalday: dağ yamaca boyunca. kaptalduu : teñ kaptalduu mat. ikiz kenar. kaptalış = kaptal ı. 1. kaptat- et. kapta’dan; koyun üydü közdöy kaptatıp kele catat: koyunarını eve doğru kütle halinde (kaptatıp) sürüp geliyor. kaptatuu işs. kaptat’tan. kapteşer sıçan. kaptır- ağza almıya bırakmak yahut zorlamak; butumdu itke kaptırıp aldım: bacağımı köpeğe ısırttım; taş kaptır: mec. hiçbir şey vermemek; boş elle çevirmek. kaptırğa = celdik. kaptoo işs. kapta’dan. kaptuu 1. çuvala konmuş olan; 2. kına, kılıfa sokulmuş olan. kar ı, 1. kar; sarı kar: dağlarda ilkbaharda yahut yaz sonunda yağan kar; 2. yaş (küçük çocuk veya hayvan yavrusu için); eki kar baskan: 1) iki yaşına basmış; 2) mec. görmüş geçirmiş, kurnaz; bir kar baskan; bir yaşında olan.\n\n\nıı f. zillete uğrayan, hor görülen; ölgüçö eştemeden kar bolboldu: ölünceye kadar hor ve hakir olmadı: zaruret ve hakaret görmedi. kara ı, 1. siyah, karayağız, esmer; kara köz: siyah göz, siyah gözlü; köz karası: göz bebeği; kara ala = karala ı; kara çaar: siyah alaca, siyah benekli; kara taman bk. taman; ertenden kara keçke: sabahtan gece geç vakte kadar kara küçkö bk. küç ı; 2. karaltı; alıstan bir kara köründü: uzaktan bir karaltı gözüktü; bulbuldan çeçen bir kuş çok; tırmaktay-ak karası ats. bülbülden daha beliğ kuş yoktur, halbuki göğdesi tırnak kadardır; 3. halis (mahlut olmıyan); kara şamal: yağış getirmeyen yel; kara suuk: kuru ayaz; kara boroñ bk. boroñ: 4. dayañaç, mesnet; kalıñ kıtay, men calgız, kara kılar kişi çok folk. çinliler çok, ben ise yalnızım dayanacak kimsem yok; kara kılıp oturğan calgız uulum: bütün umutlarımı bağladım biricik oğlum; 5 mec. yazı; kara taanıbay turğan: okumaz yazmaz; 6. çirkin, menfi şey; kara köñül yahut kara cürök: 1) namussuz; 2)gaddar; kara bet yahut beti kara bk. bet 2; kara sana = karasanatay; kara özgöy bk. özgöy; cürögündö kara çok: kalbinde şeytanlık yok; akka kara iştese, özü köröt zalaldı folk. iyiliğe karşı kötülük işlerse, zararı kendisine olur; 7. yas (kocası için); kara kiy-: yas giyimi giymek; kara aş: yoğ aşı; 8. mit, şerir ruh, habis kuvvet; kara baskır; cin çarpsın; kara bastıbı sene?: seni cin mi çarptı? nerede battın? : 9. suçlu, maznun; ak cerden kara boldu: masumken suçlu çıktı; ak karasın tekşirip: suçlu olup olmadığını tetkik ederek; 10. sığır hayvanı; inek; bir karası bar: bir ineği vardır; 11. kara söz nesir; yüksek fikirlerinden ve şi’rî hislerden boş olan bayağı konuşma; 12. tar. adî kimse, avamdan oaln; kara kalık: halk kütlesi, avam karadan tuuğan: avamdan çıkmış; aşağı tabakadan yetişmiş; 13. tar. sık sık cariye ve köle manasına gelen sözlere katılan bir sıfattır; toğuz kara kul, toğuz kara küñ menen mal başınan miñdep-miñdep bayge berilgen: ikişer köle, ikişer cariye ve binlerce hayvan öndül konulmak suretiyle at koşuları tertip ediliyordu (burada bir yanlışlık ve karışıklık olacak: çünkü «toğuz» sözü «dokuz» demek olduğu halde, müellif bunu ! iki» diye terceme etmiştir; m.) ; 14. (destanda) birnevi tüfek; 15. kara suu bk. suu ı. kara-ıı 1. bakmak, her yandan bakmak, dikkat etmek, birisine bakmak, beklemek, gözlemek; asmandı karadı: göğe baktı; abanı karay attı: yukarıya doğru ateş etti; cer karay: 1) aşağıya bakmak; başını iğmek; başı aşağıya salmak; 2) mec. mahcup olmak; kepaze olmak; cer karabasañar ele boldu: sakın mahcup olmayınız; katın erdi karasa, er karayt ats.. eğer karı (evdeki yoksulluğu imâ ederek) kocasının yüzüne bakarsa, koca yere doğru bakarsa, koca yere doğru bakar (utandığından başını iğer); ciğittin özünü karaba, sözünö kara ats. yiğitin kendisine bakma, söylediği sözüne bak; kün karağan suukka toñboyt ats. kendisine güneşin baktığı adam donmaz,; buğa karabastan: buna bakmadan; 2. yönelmek; bazarğa karay yahut bazarğa karap: pazar istikametinde; cüz cıldardan beri karay: yüzlerce senelerden beri ; mından arı karay; bundan böyle; 3. ait olmak, bağlı bulunmak; çaşka karay:yaşa göre; cer kimge karayt?: toprak kime aittir?; el kolun kara-; başkalarına bağlı bulunmak. tabi olmak, başkalarının yardımına muhtaç olmak; 4. (aygır hakkında) kızgın bir durumda bulunmak (ör. bk. aygır ı) . karaal nişangâh; karaalga al-: nişan almak; (silâhı) hedefe tevcih eylemek. karaaldı dayangaç, mesnet, umut; karaaldı kılganım calgız bala : benim umudum biricik çocuğumdur; canıña karaaldı kılıp al; karaaldı bolguun eneke men bir cetim naçarga folk. ben biçare öksüze arka ol, anneciğim. karaan 1. uzaktan gözüken nesnenin müphem çizgileir, karaltı, karaanı körünböy ketti: nam- nişan bırakmadan kayboldu; erbeygen karaan körünöt: (uzakta) bir (küçük) şey kımıldıyor; karaanın körgözböy kaçıp cüröt: kaçıyor ve yanına yanaştırmıyor; birindegen gözükmeye başladı; 2. hacim, miktar; alarıñ karaanı eki cüzdön artık: onlar görünüşte iki yüzden fazla idiler. karaanda- bir şeyin müphem çizgilerini görmek; bir şeyi, onun hiç olmazsa, müphem çizgileri görünecek derecede yaklaşmak. karaandat- kendisine, müphem bir surette gözükecek mesafeye yaklaşmak. karaanduu gözüken; közgö karaanduu körünüt: göze çarpıyor. karaansız beldeksiz, alâmetsiz, izsiz; karaansız kal-: gözden kaybolmak; at karaansız kele atat-: (koşuda) at öyle öne geçmiştir, ki arkadakiler onu göremiyorlar bile. karabay siyah leylek. karabayır saf kan türkmen atiyle bayağı attan doğan. karac a. tar. çiftçilerden, her harmandan üç koyun olmak üzere, alınan vergi, haraç. karaacat a.masraf, harç. karaacatta- harcamak para sarfetmek. karacattal- sarfedilmek (para hak.) karaçkı korkuluk; koyun ağılı kenarına kurtları korkutmak için dikilen korkuluk. karağan- bir çeşit kısa ve dikenli çalı. karağanduu karağan’la (bk.) kaplanmış yer. karağansı- bakar gibi gözükmek. karağat siyah frenk üzümü gibi gözle, siyah gözler, siyah gözlü kadın; kızıl karağat: kırmızı frenk üzümü; börü karağat: amberbaris. karağay küknar, küknar ormanı; bay karağay: büyük, dallı budaklı küknar; karağay başı: orman bekçisi. karağayçı orman ağaçlarını kesen amele, odun kesen. karağayluu küknarı çok olan, küknar ağacı biten mahal, küknar ormanı; karağayluu too: küknarlı dağ. karak göz nurum (okşama sözü). karakaş karabatak, phalacrocorax. karakçı 1. soyguncu, haydut, yolkesici; 2. = karakçı. karakçılık soygunculuk. karakta- soymak. karakur erkek keklik. karakurt zehirli örümcek. karal ı. 1. yardım; kurtarış; karal çok: kurtuluş yok; 2. = karaaldı; 3. çabuk kırılan; narin.\n\n\nıı, a. vadedilen müddet; karalım üç ay ottü dep folk. vadettiğim üç aylık müddet geçti diyerek.\n\n\nııı, köle, kul. karal- ıv, bakılmak, görülmek; eki mesele karaldı; iki mesele görüşüldü. karala ı, karalı alaca; karalı benekli. karala- ıı, 1. bakmak; ikide bir bakmak; 2. meşgul olmak; malğa karalap, caylooğo köçtüm: hayvanları düşünerek, yaylaya göç ettim; cumuşka karalap, cakada kaldım: (kır) işleriyle meşgul olarak, ovaya kaldım; mağa karalp, al ketpey kaldı: benim yüzümden (beni düşünerek, beni bekleyip) gitmeden kaldı; menin karalay turğan kişim: beni düşünen adam.\n\n\nııı, 1. karalamak; 2. zemmetmek; itham eylemek. karalaman tar. hedeme; uşak takımı; (hanın) hizmetinde bulunan adamlar; avam, halk kütlesi. karalaş- yardım etmek; yardımlaşmak; öz baldarıña karalaşasıñar: kendi evlâtlarınıza yardım edersiniz. karalat- et. karala –ııı-‘ten. karalçın esmer; siyaha çalan. karaldaş birbirine yardım edenler. karaldı = karaldı. karalduu : can karalduu: halk inancına göre, ruhu, hayatı kurtarmak için hizmet eden, fideyi necat olan; cakşı mal-can kurtarır. karalık 1. siyahlık; 2. namussuzluk; ayrıldı alalık buzat, aranı karalık buzat ats. köyü ihtilaf bozar, münasebetleri ise, namussuzluk bozar. karaloo zemmetme; itham etme; kınama. karalooçu itham eden. karalsız ihtimam göstermiyen; yardım etmiyen. karaluu ı, matem giyimi taşıyan; karaluu katın (kocasının ölümünden sonra bir yıl müddetince) dul kadın; coo ayağan karuluu, katın karaluu ats. düşmana acıyanın kendisi yaralı, karısı matemli olur; aktuu-karaluu: aklı karalı (beyazla siyah)\n\n\nıı, işs. karal- ıv ten; karluuçu masele: bakılacak mesele. karam = aram; karam uttu: hile yapmak suretiyle başkalarına bağlı olan. karamaçı : cüz karamaçı sis. : uzlaşıcı. karamança 1. katıksız, sâfi, halis; 2. meskensiz, sığınaksız; karamança kaldı: meskensiz kaldı. karamık ı, 1. karamık (ekin içinde biten muzir bir ot); 2. bir cilt hastalığıdır, ki bununla musap olanın bütün vücudu kaşınan lekeler ile kaplanır. karamık- ıı. düşüncelerini bir nesne üzerine tevcih etmek (başlıca, uykuyu düşünmek), geriye kalan hiçbir şeye aldırmamak; uykuğa karamığıp olturup, tamak içalbay koydu: uykuya kapıldığından, yemek bile yiyemedi; uykuğa karmağıp, turbay koydu: uykuya dalıp kalkamadı, uykusunu boğmak istemedi. karan ı, = karaan.\n\n\nıı, 1. felâket, belâ; karan sal: felâket göndermek; künü karan boldu: ağır vaziyete düştü; karan kün: 1) felâketllli bir gün; 2) mel’un hayat; 2. bakımsız, yardımcısız kalan; 3. fakir düşen; künü (yahut ookatı) karan aldı: büsbütün fakir düştü, çok fakir yaşıyor; karan kal: sığınaksız, yersiz yurtsuz kalmak. karan- ııı. bakınmak; kendi kendini bakmak; eki cağıñdı karanıp bas: etrafa bakınarak, ihtiyatla yürü. karanday halis, tamamiyle bir iftiradır, hayasızca bir yalan; kaarnday çay: sütsüz çay; karanday suu: hiçbir şey katılmayan su: karanday şamal: (karsız, yağmursuz) rüzgar; karanday ışık: hiçbir şeyle ihlâl edilmiyen (mes, rüzgârsız) sıcak; karanday buzup: büsbütün yıkarak (bozarak, baştan çıkararak kötü yola sevkederek). karandı yahut köz karandı. 1. rica ve intizar gözüyle bakma; 2. tabi, bağlı; köz karandı bol-: birisine tabi, bağlı olmak; sağa köz karandı bolboymun: sana tabi ve bağlı olmayacağım. karandılık yahut köz karandılık: birisine tabi ve bağlı olınaklık. karandız bir haşisi bitkinin adıdır. karanduu sığınak; tayanar toom, çaşınar karanduu butam kalbadı folk. istinatgâhım, sığınağım kalmadı. karañ (yahut karañ surañ yahut karañ kurañ) hayal meyal gözüken, görünür görünmez olan, çok az işidilen (uzakta bulunan nesne hakkında); közünü karañ surañ boldu.: ona (uzaktan) hayalmeyal gözüktü; karañ surañ bir neme, karañ etip coğoldu folk. (uzaktan) bir şey gözüktü ve hemen kayboldu. karañda- hayalmeyal gözükmek; arı caktan biröö karañdap keldi: öte taraftan birisi (karanlıkta) yanaştı; karañdağan bir eki cılkı cüröt: göze görünür görünmez bir iki at dolaşşşıyor. karağañğı 1. karanlık, zulmet; “karañğıda közüm yok” – bir çocuk oyunun adıdır; 2. mec. kara cahil. karañğıçılık = karañğılık. karañğıla- karartmak; köönü karañğıladı: ona fenalık geldi, bayıldı. karañğılan- kararmak, kaarnlık çökmek. karañğılaş- kararmak. karañğılat- karartmak, etrafı karanlığa bürümek. karañğılık 1. karanlık; zulmet; 2. mec. cehalet. karañğün = kara gün (bk. karan ıı). karanış- müş. karan- ııı.’ten. karantin r. karantina. karap a. yıkık, harap; kana karap: bu hayattan hissesi olmıyan beddaht (harf.: evi yıkık); iş karap: iş fena, berbat. karapa 1. çömlek; 2. çömlekçi mamulâtı. karapayım sade, basit; karapayım cılkı: adî (cins olmıyan) at, kırgız atı; karapayım it: bayağı (cins olmıyan) köpek, avlu bekliyen köpek: karapayım kişi: kendi halinde olan (hiçbir şeyle temeyyüz etmiyen) adam; karapayım til: konuşma dili, halk dili. karapta- tahrip etmek, yağma etmek. karaptat- et. karapta-’dan. karar ı, a. karar, hüküm.\n\n\nıı, kararmak, kara olmak, bulanmak, karanlık olmak; kararıp turgan kara üñkür: kararıp duran kara mağara; ay karardı: ay tutuldu; kün karardı: güneş tutuldu. kakrarıñkı hafifçe kararmış; siyahımsı. karart- siyahlatmak. karasan- sığır hayvanına düşen salgın hastalık. karasana- (kara+sana) fenalık istemek, fenalık düşünmek, fenalık tasarlamak, fenalık yapmaya kalkışmak. karasanatay nefret eden; hodbin, hodgâm; başkalarının felâketine sevinen. karasanataylık 1. husumet; 2. fenalık tasarlama. karaş ı, bakış; bakma; köz karaşı: görüş (noktainazar). karaş- ıı, 1. hep birlikte bakmak; 2. hep beraber ait olmak; 3. yardım etmek; muavenette bulunmak; malğa karaş: hayvanlara bakmak hususunda yardım etmek; mal karaş-: kaybolan hayvanı hep beraber araştırmak; karaşarı cok : onu düşünen ve ona yarım eden hiç kimse yok. karaşa adamakıllı acıkmış olan; tamakka karaşa bolup, köp cep kayıra catıp kaldı: (hastalıktan iyileşen adam) adamakıllı acıkmış olduğundan pek çok yedi ve yeniden hastalanıp yatağa düştü. karaşala- adamakıllı acımak; mal karaşalap kolğo keldi: hayvanlar acıktı ve ele alışmaya başladı (ele gelmeye başladı.) karaştır- aramak; araştırmak. karaştuu ait olan, taallûk eden talas rayonuna karaştuu: talass bölgesine bakan (ait olan); mağa karaştuu mal: bana ait olan hayvan. karat- 1. baktırmak; istikamet vermek; beri karat: bu yana çevir; başın cerge karatıp olturat: başını önüne düşürerek oturuyor; doktorğa karat: doktora göster; karata:.. ye doğru, dolayı, diye; birinci mayğa karat: bir mayısa doğru (bir mayıs doalyısiyle); küçünö karata: kuvvetine, imkanlarına göre; alına karata: haline, vaziyetine göre; kılğan cumuşuna karata akı berilet: yaptığı işe göre ücret veriliyor: beri karata:.dan itibaren, ..den beri; üç aydan beri karata: artık üç aydan beri... 2. boyun iğdirmek; ram etmek; 3. çekmek (aygırı kısrağa); beeni aygırğa karat-: kısrağa aygıra kavuşturmak (çiftleştirmek). karata bk. karat. karatıl- mut. karat-‘tan. karatma : karatma söz bk. söz ı. karatuu 1. boyun iğdirme; tabi kılma; 2. çiftleştirme (kısrağı aygır ile). karay = karar ıı; dini karayıp alıptır: kanına, etine sinmiş; onu bir türlü ikna edemezsin. karayla- 1. el yordamiyle yürümek yahut iş görmek, karanlıkta elle araştırma; karaylağan tam süzöt ats. el yordamiyle ürüyen duvarı toslar; 2. mec. büyük bir keder ve şaşkınlık geçirmek (başlıca, biricik çocuğunu kaybeden adam hakkında). karaylat- et. karayla-‘dan; kuday karaylatkır; gözün kör olsun. karbalas gürültü patırtı, karışıklık. karbalasta- telâş etmek; kıvranmak; acele etmek. karbalastık telâş etmek; acele. karbit r. karpit. karcal- kuvvetten düşmek; bitap olmak; atım karcalıp kalıptır: atım zayıflamış ve kuvvetten düşmüştür. karcalañda- uzun boylu ve zayıf adamın yürüyüşüyle yürümek. karcalt- et. karcal-‘dan. karcay- kemikleri çıkık durmak, zayıf olmak. karcayt- et. karcay-,’dan; bul atıñdı karcaytıp emne kılamın?: bu kötü atını ben ne yapayım? karcı a. harç, masraf (para masrafı). karcıla- (para) sarfetmek, harcamak. karç gıcırtı ve kıtırtıyı taklit; karç ettir: gıcırdatmak, kıtırdatmak; kara canın karç urup işteyt: canla başla çalışıyor. karça- = kalça- ıı. karçığa 1. atmaca; 2. döş (derisi yüzülmüş hayvan göğdesinin bir kısmı). karçıt 1. butun iç yanı; 2. yan, böğür; karçıtıman karmap koydu: böğürümden yakaladı; ok karçıtıma tiydi: kurşun böğürüme deydi; karçıtı biyik çoñ korğon folk. suları yüksek olan kale, hisar. karçıttuu geniş kemikli. karçıy- sivrilip çıkık durmak (aşırı zayıf vücudunun kemikleri hakkında); pek fazla zayıflamak. karçıyt- et. karçıy-‘dan. karçitsa = gorçitsa. kardar f. satınalan, müşteri, heridar. kardığaç kirlangıca benzeyen küçük bir kuş. kardık- sesi kısalmak, kısık veya boğuk ses çıkarmak. kardoonçu r-k, es. 1. köy jandarması; 2. orman bekçisi. karduu karlı; karla örtülmüş. karek 1. gözbebeği; 2. mec. göz. karektir kon. = korrektor. karğa ı, kara karga; kök karğa; mor karğa: ala karğa: boz karğa: çar karğa yahut koñ karga: etkin kargası erkek karğaça (yahut karğaday) çokçoñdoyt: horozlanıyor; menin koluma da karğa çıçah: ats. bizim sokakta bayram olur. (harf.: benim elime de karga pisler); karğa bok çokoy elekte keldim: şafak yeni sökerken geldim(harf. ben geldiğim zaman karga henüz tezeği gagalamıya başlamıştı); kargaday: mec. küçücük çocuk, bebe hiçbir şey anlamıyan; karğaydada:. küçük çocukken; kargadayınan: çocukluğundan beri. karğa- ıı, lânetlemek, ilenmek; korkutmak. karğan ı, karı-v’ten geçen zaman partisipi.\n\n\nıı, 1. yeminler savurmak; 2. lanetler okumak. kargant- kargan _ıı’den; karğantpay kesem tiliñdi folk. ilenç sözleri söyletmeden dilini keseceğim. karğaşa f. engel; sen mağa karğaşa kıldıñ: sen işimi bozdun; sen bana mani oldun. karğat- et. karğa –ıı’den. karğı ı, boyunluk tasma: alğır bolso tayğanıñ, altından alıp, karğı tak ats. tazın alıcı olursa, ona altın boyunluk tak. karğı- ıı. sıçramak, atlamak; üstünö karğıp mindi: üzerine sıçrayıp bindi. karğıl sesi kısık, sesi boğuk; kargıl ün: kısık ses. kargıla- boyunluk (tasma) takmak. karğıladan- hırıltı ses çıkarmak; karğıldanıp kaltırağan tabışı menen: hırıltı ve titreyen sesiyle. karğıldant- et. kalğıldan-‘dan.ünün karğaldanıp kaltıratıp: sesini hırıltılı ve titrek yaparak. karğış ı, veter.\n\n\nıı, lânet, ilenç; kargış tiysin.: lânet olasın.: karğış tiygen: melûn; börü karğışı koyğo cetpeyt ats. kurt ilenci koyuna dokunmaz. karğışçı lânetliyen. karı ı, 1. kolun dirsekten omuza kadar olan kısmı; karı cilik: omuz, kemiği; karısı kazık, başı tokmak bulup atat: rahat yüzü görmeden, geceli gündüzlü çırpınıyor. (harf.: kolu kazık, başı tokmaktır): 2. bir metre kadar uzunluk ölçüsü (göğüsün ortasından, uzatılmış kolun parmak uçlarına kadar).\n\n\nıı, ihtiyar kocamış adam; curt karısı es.: aksakal (el başı).\n\n\nııı, f. bina krişi: putrel.\n\n\nv, kocamak; kolum karıp kalıptır: elim kırıştı (mes, çamaşır yıkamaktan) ; çay karıp kaldı: çay bayatladı; alğanıñ menen karı: ödünç verilecek şeyler arasında saldığın ile birlikte kocayınız; (yeni evlenen kız için iyi dilek). karı- vı= kaarı-. karık ı= kark ı. karık- ıı, (gözler hakkında) kardan inikâs eden ışıktan kamaşmak ve ağırmak. karılık ı, ihtiyarlık; mıltık menen okuğaa karılık cok ats. atış ve tahsil için ihtiyarlık yoktur.\n\n\nıı, es. hafızlık mesleği. karıluu ihtiyar adamı olan; karıluu uy: ihtiyar adamı olan ev; karıluu üy ırımsız bolbos ats. ihtiyar adamı olan ev tefeülsüz teşeümsüz kalmaz. karın 1. karın, mide, kursak; kardı (bazan:karını) karnı; deni-kardıñ soobu?: sıhhatın nasıl? afiyette misin?; karında urğan: yola geleceği umulmıyan aptal; bite karın: cimri; 2. tulum (yağ muhafaza etme kabı olarak kullanılan inek yahut koyun karnı); bir karın may: bir tulum yağ. karındaş ı, 1. erkek kardeş tarafından yeğen kız (amcadan küçük olmak şartıyle); 2. (büyük erkek kardeşe nisbeten, hemşireye nisbeten değil) küçüm kız kardeş; 3. akraba.\n\n\nıı, r. kurşun kalem. karıp ı, a. yersiz-yurtsuz, garip, yalnız, kimsesiz; kimsenin iltifatına mazhar olamıyan, herkes tarafından küçümsenen, fakir; zaman dışı bolboso, karıya bolor bez karıp folk. ihtiyarın yaşıtları olmazsa, o pek çabuk yalnız başına kalır.\n\n\nıı: karıp kurup = karp kurp (bk. karp). karıpçılık 1. bakımsızlık; 2. fakirlik. karış ı. (karş. sööm, ukum ıı) uzunluk ölçüsü: açılmış başparmakla ortaparmağın uçları arasındaki mesafe, arşının dörtte biri; kere karış: gerilmiş karış; mergen karış (= sööm): uzunluk ölçüsü: açılmış başparmakla şehadetparmağının uçları arasındaki mesafe. karış-ıı 1. takallusa uğramak, kolum karışıp kaldı: elimin adeleleri çekildi; caağıñ karışkır: çenen tutulsun! (sus allah aşkına); 2. gevşemek, kuvvetten düşmek; at açlıktan kuvvetten düştü: terdep catınsıñ, ter karışat: terliyorsun; 3. mec. inat etmek, direnmek; köp karışkan cok: fazla inat etmedi. karışkır kurt (şahsi isimlerde ve müsbet vasıf olmak üzere, destanda kullanılmıyor.; krş. börü) karışta- 1. avuca almak; 2. karışla ölçmek. (bk. karış ı). karıştat- et. karışta-‘dan. karıt- kocatmak, ihtiyarlamasına sebep olmak; baspas at, ötpös bıçak erdi tez karıtat: ats. yürümiyen ait kesmiyen bıçak yiğitin çabuk ihtiyarlamasına sebep oluyor. karıya ihtiyar; aksakal. karız a. istikraz, borç, borçlanma, itibar, kredi; karız arasına suu cürböyt ats. su karz sayılmaz. (su ödünç verilecek eşeyler arasında sayılmaz.) karızda- borçlanmak. karızdan- borca girmek; borç almak. karızdar a-f. borçlu. kark ı, a. bolluk, gark; etke kark bolduk: ete garkolduk, etimiz boldur; kark toydum: boğazıma gelinceye kadar doydum.\n\n\nıı, baştan başa, fasılasız, katıksız, halis kark altın: halis altın, halis atından olan.\n\n\nııı: kark aldıman (yahut karğaldıman ) cığıldım: yüzü koyun düştüm; kark aldıman çıktı: tam karşıma çıktı.\n\n\nıv, adım atış; atımdın karkı küçtüü (yahut çoñ): atımın adımı geniş yahut adım atışı kuvvetli. karkañda- sekerek koşmak (dörtayaklı hayvanlar hakk.) . karkay- sivrilip durmak; karkayğan sööktör: sivrilip çıkık duran kemikler. karkıbar okşama hitaplarından biri; oşondoy kıl, karkıbarim: böyle yap, azizim. karkılda- karga gibi ötmek, kaz gibi ötmek, bağırmak (turnalar hakkında); karğa. karıldap uçup, kaz bolboyt ats.: karga öterek uçmakla kaz olmaz.(*) karkıldat- et. karkılda’dan. kalkıra- 1. bir çeşit turna; 2. turna tüylerinden süs; karkırasın sayınıp folk. turna tüyleri takınarak. karkıraluu turna tüyleriyle süslenmiş olan. karkıt deve derisinden yapılan ve deliği gümüşle süslenmiş olan küçük tulum; kara karkıtım, içindegi carkınım: (bilmece) siyah tulumcuğum, içinde benim sevgilim (tulumdaki kımız). karkıtta- 1. (tulumu, gerdeli) kıymetli metallerle süslemek; karkıttağan köökör: süslü kova; öz canı karkıttay-: yalnız kendini düşünüyor; 2. kıymetli saymak, üzerine titremek. karkıttan- mut. karkıtta- 1’den. karma- 1. kapmak, yakalamak, tutmak; otko karma-: ateşe tutmak; orozo karma-; oruç tutmak; 2. elbiseyi bir şeyle süslemek; kunduz kürkile süslemek; barkıt karmam-: kadife tutmak körpö karmağan ak ton: kenarlarına kuzu derisi tutulmuş olan beyaz kürk. karmaak eline geçen her şeyi kapan. karmak = kayırmak. karmal- pas. karma-‘dan; uurur karmaldı: hırsız yakalandı; hırsız ele geçirildi. karmala- mükerreren kapmak; yakalanmak. karmalaş müş. karmalada-‘dan; koyçular karmalaşat, küröşöt: koyun çobanları kapışıyorlar ve güeşiyorlar. karmalaş- tutuşmak, biri birini yakalamak. karman- birisine tutunmak, birisinden yardım aramak, birisine güvenmek; karanıp karmağanım uşul: bu benim biricik dayangacım ve umut bağladığım kimsedir; oozun karmandı: (teessüfüün ifade ederek) ağzını avucu ile örttü; sözün karmanıp: sözlerine takılarak. karmanış- müş. karman-‘dan. karmaş ı, tutuşma; karmaş kılıp alp menen folk. dev ile tutuşarak. karmaş- ıı. hep beraber yakalamak, hep birlikte tutmak, birbirini tutmak, kapışmak; kol karmaşıp: biribirinin elinden tutarak; el ele vererek. karmat- 1. yakalatmak, tutturmak; at mağa karmatpayt: at bana kendisini yakalatmıyor; adat karmat-; âdeta riayet etmek; tamır karmat-, bk. tamır 2; 2. eline vermek; mağa bir köynök karmattı: benim elime bir gömlek tutturdu. karmattır- ; et. karmat-‘tan. karmoo 1. tutma; 2. yakalama; balık karmoo: balık avlama. karmooçu 1. tutucu, tutan; zayım karmooçu: istikrarsız tahvillerini tutan; orozo karmooçu: oruç tutan; 2. avlanan; balık avlıyan. karoo ı, 1. bakma, muayene; doktor karoosu: tabib muayenesi; 2. nezaret.\n\n\nıı, müptela düşkün haris; malğa karaoo: mal, servet düşkünü; tamakka karoo: yemeğe düşkün, balağa karoo: çocuklarına düşkün, çocuklarına itina eden; katıña karoo: kıskanç; közü karoo: gözleri açık duran, fakat görmiyen (adam).\n\n\nııı, müdafaa koruma. karool 1. bekçilik; karakol; 2. nişangah, arpacık; karoolgo cetkir -; nişan almak; karoolğo ilin: nişangahta gözükmek (hedef hakk.) karoolçu bekçi. karooldo- beklemek; karanlık olmak; tokoç karoolonup baştı: ekmek bir parça kararıp pişti; ay karoolondu: ay tutuldu; kün karoolondu: güneş tutuldu. karooldot- et. karooldo-‘dan. karoolonuu 1. karanlık olma; kararma; 2. tutulma (güneş ay hakk.). karoosuz bakımsız, bakımsız kalan. (çocuk hakk.) karoosuzduk bakımsızlık. karözgöy = kara özgöy (bk. özgöy). karp : karp-kurp: birdenbire, beklenmeden; karp-kurp aldıman çığa düştü: ansızın karşıma çıkıverdi; karp-kurp kezigip kaldık: ansızın karşılaştık. karpı- : karpıy tişte-: ağızla kapmak, büyük bir parçayı dişle koparmak. kars- çatırdıyı, keskin sesi ve keskin vuruştan doğan sesi taklittir; kars-kars külüp ciberdi: kahkaha ile güldü; baarı teñ kara canın kars uruuda: hepsi canla başla uğraşıyorlar. karşak bozkır tilkisi: canis corsac. karsılda- 1. çatırdamak; 2. vurmak, pataklamak, dövmek. karsıldak- 1. çatırtı; pataklama; karsıldak adına al-: pataklamak. karsıldaş- 1. hep beraber çatırdamak; 2. birbirini patakladılar. karsıldat- ; çatırdamak; karsıldatıp saba: adamakıllı pataklamak. karşı karşı, karşıya; karşı al-: karşılamak; kim karşı yahut karşı barbı? kim muhalif yahut muhalefet eden var mdır? ; öz sözünö karşı kelet yahut özünö özü karşı aytat: kendi kendine karşı gidiyor, tenakuz yapıyor; partiyağa karşı: partiye muhalif; karşı kezigip kaildı: (birisiyle) burun buruna geldi; özgörüşkö karşı es.: inkılâba karşı; aksiinkılâpçı;ti-tırmak menen karşı çık-: bütün gayretiyle muhalefet etmek; karama karşı; tam karşıda, taban tabana zıt, mütenakız; karılık karşı keldi: ihtiyarlık bastırdı; saatka karşı ay (halk inancına göre): hayırsız ay; karşı terşi: çaprazlama, haçvari ; birbirini yanlamasına kesen. karşık- karşı durmak, karşı çıkmak, karşı komak, kindarlıkla direnmek. karşıktır- et. karşık-‘tan. karşılaş-ı birbirine karşı çıkmak, çarpışmak, muhasamata başlamak. karşılaştık 1. hasmane münasebetler durumu; 2. zıddıyet. karşılaşuu iss. karşılaş’tan. karşılık karşı koma, muhalefet, karşı harekete geçme; karşılık körsöt veya karşılık keltır-: karşı komak, karşı harekette bulunmak; karşılığım cok: muhalif değilim, karşı söyliyecek hiç biir sözüm yok, itiraz etmiyorum; tap karşrılıktarı: sınıf zıddiyeleri; karama karşılık: tabanatabana zıddiyet, tenakuz. kart ı= kakarat.\n\n\nıı= karta ıı 2; kart bol-; kağıda uymak (koz hakkında).\n\n\nııı, ihtiyar; kart ayuu: ihtiyar ayı.\n\n\nıv: kart kekir-: yüksek sesle değişmek, yüksek sesle balgam çıkarmak; tükürmek; kart kart kül-: kahkaha ile gülmek: kart semirgen: pek fazla semirmiş. karta r. harita.\n\n\nı, atın kalın bağırsağı (lezzetli bir parça sayılır); kötön karta: kalın bağırsağın mak’ada yakın olan kısmı.\n\n\nıı, r. kon. 1. coğrafi harta; 2. oyun kağıdı; beş karta: beş kağıtla «aptal bırakma» oyunu. kartañ kocamıya yüz tutmuş olan, kocamıya başlamış olan; kartañ tartıp kaldı: kocamıya başladı; karı kartañ: ihtiyarlar, ihtiyar adamlar kartay- kocamak. kartayıñkı ihtiyarımsı, bir parça kocamış olan; kartayıñkı tartıptır: bir parça kocamış. kartayt- et. kartay-‘dan. kartayuu kocama, ihtiyarlama. kartık (inek boynuzundan yapılmış olan) hacamet şişesi. kartılda- = = karsılda-. kartıldat- = = karsıldat-; kartıldatıp kekir-: yüksek sesle geğirmek; kartıldatıp çayna-: çatırdatarak çiğnemek. kartmak ihtiyarımsı, ihtiyara benziyen; caşına karağanda, al kartımak: hakiki yaşından fazla gösteriyor. kartoçka r. kart fiş, vesika. kartöşkö r. patates. karuu kuvvet; kudret; karuusu bar kişi: kuvvetli adam; bey karuu = = beykaruu; karuu-carak: silâh, mühimmat; eç karuu albadı: hakkından gelmedi, hiçbir iş göremedi. karuulaş- boy ölçüşmek, mübarezeye tutuşmak, savaşmak, karıp ketip baramın, karuulaşar çama cok folk. kocamaktayım, savaşmıya kuvvetim yoktur. karuuluu kuvvetli; karuuluu kişi: güçlü kuvvetli adam; karuuluu kol: kuvvetli, kudretli el. karziñke r. sepet. kas ı, a. düşman, düşmanlık eden, düşmanca münasebette bulunan, fena düşüneli, düşman; anı menen kasmın: onunla düşmanlığımız vardır; kas tik-: fenalık tasarlamak; öz üyüñdö aşıñ bolso, kişi üyündö kasıñ barbı? ats. kendi evinde yiyeceğin varsa, başkasının evinde düşmanlığın mı var? (başkasının evinde açgözlülük eden insan için kullanılır).\n\n\nıı, a. mahlut olmıyan, halis, salt; kas buudan folk. saf kan yürük at. kasa ı= = kaza.\n\n\nıı, (karş. kuuluk ı) 1. husye (torbasiyle birlikte); 2. tenasül aleti yumurtalarla birlikte (tek tırnaklı hayvanlarda).\n\n\nııı, a. mümtaz, has, en iyi, haki, kasa şumkar: hakikî doğan. kasa- ıv(rad.), tedarik etmek, idare etmek, tasarruf etmek (temellük eylemek). kasaba bir tarafı sarp olan kar yığını. kasakana suiniyet, kötü niyet, kasten, hiçbir zaruret yokken, başkasının zararına tevcih edilen hareket; alayın degen nerseme kasakana kıldı: almak istediğim şeye o da hak iddia etti. kasap ı. a. 1. = = kasapçı; kasap enesine söök satat ats. kasap anasına bile kemik satar; 2. mec. gaddar; malğa kasap: hayvanlara fena, merhametsiz.\n\n\nıı= = kazap. kasapçı kasap et satan. kasapçıl gazaplı, öfkeli, küfürbaz. kasapta- öfkelenmek, gazaba gelmek. kasar- hırsızlanmak, tehevvüre gelmek, kudurmak. kasır a. (seyrek kullanılır) kısa, kasîr. kasıyat = = kasiyet. kasiret = = kasıret. kasiyda a. (seyrek kullanılır) kaside (15- 20 beyitten fazla olmıyan manzume). kasiyet a. iyi sıfat, hasiyet, liyakat. kasiyettüü hasiyetli; kutsal. kaskak 1. mızrağın günderi; keyesinde temiri cok, calañ kaskak: bazılarında temreni yok, yalnız gündesi vardır; karağay kaskak öñörüp, kalmakka kirer alıñ cok folk. senin, çam günderi öne doğru tutarak, kalmıklara saldracak halin yoktur; 2. mızrak; kaskağımdı öñörüp, kalkanımdı kim tağar? folk. mızrağımı eline alarak, kalkanımı kim takınır?. kaskan buharla mantı pişirmek için kullanılan cihaz. kaskanatta- pek çok bulunmak, sel veya katar halinde yürümek; el kaskanattayt: çok halk var; halk kalabalık halined gidiyor. kaskatar (rad.) dik, dik duran; üydü kaskatar kılıp tigiñer! (rad, v): evleri dik kurunuz. kassa r. kasa, vezne; saktık kassası: tasarruf sandığı. kassir r. veznedar. kastar gizli; kastar tik-: fenalık tasarlamak: mağa kastarın tigip kaldı: bana karşı bir fenalık tasarladı, bana karşı bir fena niyeti vardır. kastarla- korumak, muhafaza etmek, saklamak; kastarlap aytkan sözüm: (benden sonra yaşayanlar için) öğüt olmak üzere söylediğim sözüm; can kastarla-: canı, hayatı için titremek; canın kastarlayt: hep kendi canını düşünüyor. kastarluu tutumlu; ihtiyatlı. kastaş- düşmanlık etmek; biri birine karşı fenalık tasarlamak. kastık düşmanlık, fena niyet, suikast; kastık kıl-: fenalık tasarlamak; suikast yapmak; öz canına özü kastık kıldı: kendi kendine fenalık etti. kastorke r. (kökünden bir müshil çıkarılan ve lâtince adı ricinus olan bir nebattır, m.) hintyağı. kaş ı, 1. kaş; kerme kaş yahut kıyma kaş: yay gibi kaş; yay kaşlı, kara kaş: kara kaşlı; kaş karaydı yahut kaş karardı: kararlık çöktü, akşam oldu; kün batıp, kaş karayğanda: güneş batıp, karanlık çökmeye başladığında; kaş karayıp, el cattı: karanlık çöktü, halk uyumaya yattı, kırğız brigadası köz menen kaştın arasında öskön: kırgız livası bizim gözümüzün önünde büyüdü; kaş kabaktarın kaykap, içki sırların tartıp koy: hareketlerini dene ve iç sırlarını öğrenmeye ç alış; kaşında: üzerinde, yanında; kaşıma: yanıma; baş kaşında bol-: yakından iştirak ederek bir şeyin yanında hazır bulunmak; kirpigim kaşım (yahut kabağım kaşım) debeyt: “kirpiğim kaşım yahut gözkapağım kaşım demiyor yani, aldırmıyor; mından tap taza kutulat, kirpigim kaşım debeyt: bundan ter temiz kurtulur, ona vız gelir; kas serp- (yahut kaş ur-): (kırıtarak) kaş seğirtmek, oynatmak; kaş tartpay: göz kıpmadan, cesaretle, atılganlıkla; 2. eyer kaşı; eyerdin kaşın taanıttı: hakkından geldi (harf.: ona eyer kaşını tanıttı); mından eyerdin kaşın taanıp cürsün: bundan böyle hatırında tutsun;\n\n\nıı. (seyrek kullanılır) taş.\n\n\nııı: kaştay (yahut kaş-taştay) tunuk suu: çok duru su. kaşaa 1. çitle kuşatılan sığır yahut koyun ağılı; 2. mat. parantez; çoñ kaşaa: büyük parantez; ayçık kaşaa: müdevar parantez; çarçı kaşaa: köşeli parantez; kaşa açuu: parantezleri açma; kaşaağa aluu: parantez içine alma. kaşak ı. (karş. suuğarek; başlıca kad.) kör (gözleri akmış olan).\n\n\nıı. (rad.) 1. başka; 2. kaşağı: kaşañ tembel, ağır üşengen, ihmalci; kaşañ at: tembel at; arañ kaşañ: üstünkörü, güç hal ile. kaşañdık tembellik, yavaşlık, üşeniklik, ihmalcilik. kaşat 1. yüksek kıyı, yar, tepe; 2. şalvarın yan kısmıdır, ki güreşirken orasından tutarlar; ıçkır kaşat: şalvar kemerinin en üst kısmı. kaşatta- kaşat boyunca gitmek (bk. kaşat 1). kaşay- akmak (gözler hakkında); bir göz kör olmak; kaşayğır!: kör olası; kara közü kaşaydı: kara gözleri aktı (büyük oğullarını kaybeden baba anneler böyle söylerler); anı kaşayğan: tehevvüre geldi, kudurdu; canı kaşayğan kişidey tabaktı ırğıtıp ciberdi. aşırı kızdı ve tabağı fırlattı. kaşayt et. kaşay-‘dan. kaşek ı, f. ot yemin kalıntıları (döküntüleri).\n\n\nıı, (r. “kosyak”) kapı söğesi. kaşı- kaşımak, tırnakla yahut sert bir şeyle kaşınan yeri oğmak. kaşık kaşık; sır kaşık: boyalı (sırlı) tahta kaşık; çapma kaşık: evde yapılmış ağaç kaşık; kalay kaşık: alüminyum kaşık; bal kaşık yahut çay kaşık: çay kaşığı; kaşık murun: leylek cinsinden mısır turnası denilen kuş (platalea); asmanda kaşıktay bulut cok: gökte kaşık kadar bile bulut yok. kaşıla- a-k. 1 = = karcıla-; 2. bir nesneyi tedricen, kenarlarından, almak. kaşın- kaşınmak; arkasın kaşınıp oturat: arkasını kaşıyıp oturuyor. kaşınt- et. kaşın-dan. kaşınış- müş. kaşın-‘dan; kaşnışat: atlar biri birini kaşıyorlar. kaşıt- et. kaşı-‘dan. kaşka 1. akıtmalı (hayvan,) alnında beyaz lekesi olan; toru kaşka: akıtmalı doru at; kök kaşka ı) akıtmalı kır at; 2) (süt hakkında) mavi (mes. kaymağı alınmış yahut makineden geçirilmiş süt hakkında); attın kaşkasınday: atın akıtmalısı gibi, yani, vazıh, hiç şüphesiz; kaşka çımçık: arıkuşu; kör kaşka: gabi, anlayışsız; kara kaşka 1) es. makpuz; 2) bir oyunun adıdır; 2. ak, beyaz, temiz; kaşka suu: şeffaf, duru su; kaşka tiş: ön dişleri (icisives); kaşak col menen: kestirme yoldan; 3. terbiyesiz, saygısız, sıkılmaz, olmıyan; boş saçma adam 4. say kaşka: şuurlu, ileri adam (müterakki). kaşkaldak su tavuğu, rallus. kaşkañda- = = kaşkay-. kaşkay- 1. ağarmak; ak olmak; kaşkayıp kül-: sırıtarak (dişlerin aklığını göstererek) gülmek; kaşkayğan ciğit: yakışıklı, güzel delikanlı; tañ kaşkayıp sürgöndö folk. şafak sökerken; 2. görülmek, göze çarpmak, temeyyüz etmek. kaşkayt- et. kaşkay-‘dan. kaşkaytar- karşı durmak, karşı komak, defetmek; padışa ubağında kedeyler manaptarğa kaşkaytara aluçu emes: çarlık devrinde fakirler manaplara karşı koyamıyorlardı. kaşıkr = = karışkır. kaşkulak porsuk; kaşkulak ötü: porsuk ödü (şifalı sayılır); kaşkulak semiz, karta cok ats. porsuk semizse de, kartası (bk. karta ı) yoktur. kat ı, a. mektup, ayız; col kat: yol vesikası (hareket emri); til kat: imzalı makbuz; işenim kat yahut elçilik kat: itimatname; kat-çot kon. okur yazarlık; tahsil görmüş olmaklık; al kat bilet: o, okuma yazma biliyor; katka sal: haciz koymak, eşyayı müfredatiyle kaydetmek; maldı katka saldır: hayvanları bir bir kaydettir; kat taşuuçu: mektupları dağıtan müezzi; tuyak kat bk. tuyak; 2. çöp kat: kitap içine konulan beldek.\n\n\nıı, tabaka, sıra; cer kulağı ceti kat: ats. dünya yayıntı ile doludur (harf.: yerin kulağı yedi kattır).; kat kat: tekrar tekrar; birkaç kat; kat buyuruk etiş gram. fiilin ettirme (causatif) şekli.\n\n\nııı: kat kat kül- = = kart kart kül- (bk. kart ıv). kat- ıv sertleşmek, katılaşmak, kabalaşmak; aldı katkan: bitap düşmüş, miskin; kalğan-katkan: kalıntılar döküntüler; emine kılarına başı kattı: şaşırdı ve ne yapacağını bilmedi.\n\n\nvgizlemek, ilâve etmek. ilhak etmek, katmak; bek cerge kat-: uzak bir yer gizlemek; baş kat-: saklanmak, kendine sığınacak bir yer bulmak; koynuma katıp aldım: koynumda sakladım; ak albarstı kınına kaytıp katıp aldı folk. parlak kılıcını tekrar kınına soktu; ün katpastan: sesini çıkarmadan, hiçbir şey söylemeden, susarak; söz katpay: tek bir kelime söylemeden; cügön kat: oyanlamak; okto kat- yahut nokto kat- yular takmak; coldu kata: bütün yol boyunca; coldu kata söylöşüp keldik: bütün yol boyunca konuştuk; tün kat-: bütün gece gitmek; geceleyin gitmek; uyuktağan uyku alât, tün katkan cılkı alat, tün katkan cılkı alat ats. uyuyan uyku alır, geceleyin yürüyen ise, at kazanır. kata ı, a. yanlış, hata; kata ketirip süylö-: yanlış söylemek; menden ketken kata: benim yaptığım hata.\n\n\nıı, bk. kat v. kataa = = kata ı. kataal 1. gaddar, sert; 2. çok güç olan; aşuulardın eñ kataalı: dağ geçitlerin en çetini. kataala- tehevvüre gelmek; hırslanmak. katal = = kataal. katala- = = kataala-. katalaş- hata etmek, yanılmak. katalaştır yanıltmak; yanılmıya sebep olmak. katalık yanlışlık, hata. katañ 1. gaddar, sert; biraz katı, kabalaşmış; 2. sert ve gaddar kimse; katañ kişi: gaddar adam. katar ı, sıra, dizi; 10 uncu katar 4 ncü orun: onuncu sıra, 4 ncü yer; katar tart: sıraya dizilmek; partiya katarının çığarıldı: fırka katarından çıkarıldı; erkekter katarı: erkekler sırasında, erkeklerle bir sırada; katarı menen: götürü; katarı menen üç kün: arka- sıra üç gün; cok katarı: yok hesabı, yok denilebilir; bir katarı: onlardan bazıları, mühim bir kısmı; bir katar cerlerde: bazı yerlerde, bir çok yerlerde; … menen katar:.,, ile bir sırada; munu menen katar: bununla bir sırada; eki ooru katar keldi: arka arkaya iki hastalık geldi; katarınan: birden bire; katardan katarga turup: sıraya dizilerek; kulaktardı tap katarında coğotuu: “kulakları” (ağaları) bir içtimaî sınıf olmak üzere yok etme; ötmö katar bk. ötmö.\n\n\nıı: coldu katar = = coldu kata (bk. kat v).\n\n\nıııa., 1. korku, hatar, tehlike, muhatara; katar kıl-: korkmak; 2. mec. = = müçöl (halk inancına göre, hayvan devrî takviminde yıldönümünde hayat için tehlike vardır); kataarı keldi: yıldönümü geldi; bıyıl anın katarı ele, korkup cürdüm ele: buyıl onun hayatında yıldönümüdür, ben (onun için) korkuyordum. katarda- sıraya koymak, yan yana dizmek. katardan- yan yana durmak, sıraya dizilmek, sıra sıra olmak. katardant- et. katardan-’dan. katardaş- sıraya dizilmek; yan yana durmak; katardaşıp bastır: yan yana gitmek. katarduu bir sırada; memleket malın uurdağandar katarduu cazağa tartılıp otursun: hazine malını çalmış adamlar gibi cezaya çarpsınlar; erkek katarduu: erkeklerle bir sırada, yani erkekler gibi; altı katarduu: altı sıralı. katarla- = = katarda-. katarlan- = = katardan-. katarlant- = = katardan-; katarlantıp saldırğan meymankana tamı bar folk. sıra halinde inşa edilmiş misafir evleri vardır. katçı 1. yazıcı, kâtip; katçı-matçı: kâtipçik; birtakım yazıcılar; 2. es. sekreter. katçılık 1. kâtiplik mesleği; 2. es sekreterlik. katek (çamaşırın kırışıklarını gidermek için kullanılan) tokaç. katık ı, ekşimiş süt, yoğurt.\n\n\nıı: kol katık: ele yapışan hamurdur, ki bunun oğup düşürdükten sonra toplayıp küçük bir pide şeklinde pişirirler (adet olduğu üzere, gelinlik kıza bu gibi ekmeği vermezlerdi; çünkü verildiği takdirde beceriksiz olacağını zannederlerdi). katık- ııı, katılaşmak, pekişmek, pişmek, sertleşmek; kan içip cürüp, katıkkan folk.: kan içip sağlamlaşmış. katıkta- yemeği yoğurtla yahut başka bir şeyle terbiye etmek. katıl- ı, takılmak, dokunmak, saldırmak; baldarğa katılba: çocuklara ilişme, onlara dokunma.\n\n\nıı, saklanmak, gizlenmek. katım a. dn. hatim; kuran katım: (ölünün ruhun bağışlamak üzere) kur’anı hatmetme. katın karı (zevce), kadın, evli kadın; katın kılıp al-: karı olarak almak; katın baakı: kadına benziyen erkek: kadımsı (karakter v ehareketler itibariyle); kakçekenin katını: aşık oyununda her zaman kazanan veya aşık oyununa kendin iptılâ edercesinde kaptıran adam hakkınad böyle söylerler. katınduu karılı, evli; eki katınduu es. iki karılı; katınduu cerde çelek bar ats. kadın bulunan yerde kova da bulunur. katıñkı = = katiñki. katır ı, bk. kadır ıı. katır- ıı, et. kat ıv’den; atın etin katırdı: ata gereği gibi talim ve terbiye verdi: antreneman yaptı.\n\n\nııı, kat- v’ten et.; tün katır bk. tün ı. katıra- çatırdamak; kıtırdamak. katırat- et. katıra’dan; cılkı katıratıp tuz kemirdi: atlar kıtırdatıp tuz kemirdiler. katırma sütle, yağla ve yumurta ile yoğrulmuş hamurdan bir çeşit çörek. katırt- et. katır ıı, ııı’ten. katış ı, 1. iştirak; 2. münasebet; uruuçluk katıştar: kabile münasebetleri; 3. bir şeye karıştırılan nesne, katım. katış- ıı, 1. katılmak; ilâve edilmek, 2. karışmak, iştirak etmek; işke katış-: işe karışmak, iştirak etmek; zasedaniyaga katış-: celseye iştirak etmek. katıştır- iştirak ettirmek; köpçülüktü katıştır-: kütleyi işe iştirak ettirmek; soylooğo katışır-: seçimlere iştirak ettirmek. katışuu iştirak, karışma. katışuuçu iştirak eden, karışan; (tiyatro oyununda) bir rol alıp oynıyan; aktivdüü katışuuçu: faal bir surette iştirak eden. katigün esef ve hayret ifade eden kelime; emineni aytat, katigün? ne söylüyor yahu?! katiñki eti yağı erimiş vücutlu, zayıf, arık, dermansız. katkaksı- : katkaksıp suusa-: pek fazla susamak. katkañ kaba, kabalaşmış olan, katılaşmış olan, sert; katkalañ ünsüz db. sağır sessiz (conson). katkı kahkaha; yüksek sesle gülme; kırañ katkı külüştü: kahkahalala güldüler, katıla katıla gülüştüler. katkıla- kahkaha ile gülmek; katkılap kül-: yüksek sesle gülmek; gülmekten katılmak. katkılıkta- = = katkıla-; katkılıktap kül-: kahkaha ile gülmek; yüksek sesle gülmek. katkır- kahkaha atmak; yüksek sesle gülmek. katkırık kahkaha; yüksek sesle gülüş. katkırış- müş. katkır-dan. katmar 1. sıra, tabaka, katmer; 2. götürü, beraber. katmarla- sıraya dizmek. katmarluu sıraya dizilmiş, tabaka tabaka konmuş, katmerli. katta- ı, kaydetmek, deftere geçirmek, lisetye geçirmek, tescil etmek; kayra katta: yeniden tescil etmek.\n\n\nıı, katlamak, kat kat yaparak koymak, tabaka tabaka dizmek.\n\n\nııı, 1. ileri geri yürümek; 2. ziyaret etmek; bizdiñ ayılğa köp kattayt: bizim köye sık sık geliyor. kattal- deftere kaydedilmek, tescil edilmek; kayra kattal-: tekrar tescil edilmek. kattaluu kaydedilme; (kendini) listeye yazdırma; kayra kattaluu: (kendini) yeniden tescil ettirme. kattam a. srk. katlıâm. kattama tabaka tabaka yapılmış, katlanmış olan. kattaş ı, 1. iştirak; 2. münasebetler. kattaş- ıı, hep beraber kaydetmek; hep birlikte tescil etmek.\n\n\nııı, iştirak etmek, karışmak. kattat- et. katta – ı, ıı, ııı – ten. kattır et. kat- v’ten; saan kattır-: bir hayvanı sütünden istifade etmek için vermek; cügön kattır-: oyna geçirmeye emretmek yahut bırakmak. kattoo ı, kayit, tahrir, tescil; calpı el kattoo: umumî tahriri nüfus, sayım; kayra kattoo: yeniden tescil; mal mülkün kattoo: birisinin emlâkini hazetme.\n\n\nıı, tabaka tabaka koyma; katlama.\n\n\nııı, 1. ileri geri yürüme; 2. ziyaret; 3. münasebetler. kattooçu ı, liste tanzim eden kait memuru; mal kattoçu: hayvanların sayısını tescil eden.\n\n\nıı, geçip giden yolcu, geçip giden kimse; kattooçudan berip cibeer-: bir yolcu vasıtasiyle yollamak. kattuu (rad, v) = = katuu ıı. katuu ı, saklama, gizleme.\n\n\nıı, 1. katı, sert, kaba, sert kimse, gaddar amansız bir hale gelmiş olan; katuu sın: amansız tekit; katuuu uruş: şiddetli dövüş; 2. = katuu baş hasis. katuula- : katuulap karadı: sert sert baktı. katuulan- sert kudurmuş gibi olmak;; katuulanıp çakırdıñ, tansır kan, nege keldi açuuñ?: hiddetlenerek çağırdın, neye gazaba geldin, han hazretleri? katuuluk sertlik; kabalık, katılık, gaddarlık, amansızlık, merhametsizlik. katügün = = katigün. kauçuk r. kavuçuk, lâstik. kavaler r. 1. kavalye; 2: kon: = = kavalariya. kavaliriya r. süvari sınıfı, süvari. kavhar = = köör kaviçki r. tırnak işareti. kay müstakilen nadir kullanılan bir istifham ve irtibat zamiri (pronom) dur; kay cerde?: nerede?; kay kay cerge?; kay cakka?; hangi tarafa? nereye?; ar kay caktan: her yandan; her yerden; kay ketkeni bilinbeyt: nereye gittiği belli değil; kay birleri: bazıları, kimisi; kay kayda bolso da can akanday şarttarda bolso da: nerede ve ne gibi şartlar içinde olursa olsun. kayaşa nazlanma; kayaşa ayt- yahut kayaşa ber-: direnmek, karşılık vermek. kaybat a. çekiştirme, gıybet, dedikodu. kayberen = = kayıp eren (bk. kayıp) kaybir = = kay bir (bak. kay). kayçan = = kaçan. kayçı makas; kayçı kel-: tersine gitmek, zıddına basmak; bir taptıkı bir tapak kayçı kelet: bir sınıfın menfaatları başka sınıfın menfaatlarına taban- tabana zıddır; kayçı kuda bk. kuda; bağıbızga kayçı bk. bak. ıı. kayçıla- makasla kesmek. kayçılaş- 1. makas şeklinde çaprazlaşmak; 2. biri birine karşı varırken biri iriyle karşılaşmamak; 3. keskinleşmek, kâd bir şekil almak; tap küröşünün kayçılaşkan kezi: sınıf mücadelesinin hâd bir şekil aldığı çağ. kayçılaştık karşı hareket, karış koma. kayçılaştır- haç vari koymak (harf. makas şeklinde.). kayçılaştıruu işs. kayçılaştır-’dan. kayçılaşuu işs. kayçılaş-’tan. kayçılat- et. kayçıla’dan. kayda nerede?; kap kayda: uzakta; kap kayda bardım: çok uzaklarda idim. kaydagı herhangi bir yerde bulunan; kap- kaydağını aytat: allah bilsin ne söylüyor. kaydala- nerede diye sormak; coo kaydalap, dayar dolup kaldı ele folk.: “düşman nerede?” diye soruşturarak, hazırlık gördü. kaydalaş- (mes, ormanda insanlar biri birini bulmak için) biri birlerine seslenmek, bağırışmak. kaydan nereden; ar kaydan: her yerden her yandan; kaydan-caydan: bilmem nerden, ansızın; kaydan caydan kelgenin bilbeymin: nereden geldiğini bilmiyorum; kaydan caydan ekeni maalımsız: nereden geldiği ve ne olduğu belirsiz. kaydı : cön kaydı, bk. cön. kaydiğer 1. şöyle bir, boşu boşuna, mühim bir sebep olmaksızın; im ele kaydiğer keldim: muayyen bir sesep ve iş olmaksızın şöyle bir geldim, 2. kayıtsızca, beylikçe, resmî; kaydiger kişidey süylöşösüñ: yabancı gibi konuşuyorsun, bunun sana hiçbir ilişiği yokmuş gibi konuşuyorsun; meni bir kaydiger kişidey kördüñ: bana karşı lâkayit davrandın. kaydigerçil es. formalist (resmiyata fazla ehemmiyet veren kimse). kaydigerçilik es. formalizm, şekilperestlik. kaygı keder, kaygı, gam; kayğı baş: kederli; ömrünü kaygı ile geçiren; kaygı tart-: gam çekmek. kayğıçıl çabuk kederlenen. kaygılan- kederlenmek. kaygılant- kederlendirmek. kaygıluu kederli; kaygıluu pyesa: dram (bir facia ile biten tiyatro oyunu). kayğır- kederlenmek; tasarlanmak; cardının calğız atı ayğır, catıp alıp kayğır. ats. züğürdün tek bir tane atı (vardır ki o da) aygırdır: şu halde yatıp kederlenmekten başka iş kalmaz. kaygırt- düşünmek, ihtimam etmek, endişe etmek; erteñki iştı eşek da kaygırtkan ats. yarınki günü eşek bile düşünür. kaygıruu işs. kaygır-’dan kayğısız gamsız, düşüncesiz; kaygısız kara suuğa semiret ats. gamsız adam pınar suyu içmekle bile semirir. kayğıt- geniş bir dönüş yapmak (mes, atlı hakkında). kayğuul devriye, uç (karş. kaykool). kayrı- 1. (dişi deve hakkında) çiftleşirken aygır deve tarafından aşınmış olmak, kayışmak; 2. havada ve su yüzünde kaymak (mes. disk veya yassı taş hakkında); yukarıya doğru havalanmak; yukarıya uçmak (bir müddet ufkî istikamette uçtuktan sonra amûdî istikamette havalanmak); 3. iki şeyi birbirine kavuşturarak, sıkı dikişle dikmek. (iğne ardı dikmek). kayık ı, dikiş yeri, iğne ardı dikiş.\n\n\nıı, kaykık, sandal. kayık- ııı, donmak, baygın bir hale gelmek. kayıktır- baygın bir hale gelinceye kadar dondurmak. kayıl ı, a. mutabık, muvafakat eden; boyun iğen; açka, tokko kayıl bolup cürö beret: hem açlığa, hem tokluğa razı olarak geziyor (hiç aldırmıyor). kayıl- ıı, pas. kayı- 3’ten.\n\n\nııı, sürülmek, nefiy edilmek. kayım ı, a. gizli, gözle görülmiyen, kayıp; közden kayım boldu: gözden kayboldu.\n\n\nıı, a. : kıyamat kayım dn. ölülerin dirilme günü, kıyamet günü.\n\n\nııı, yarış şarkısı (biri söylemiye başlar, ikincisi ona katılır ve devam ettirir); kayın aytışuu: şarkı söyleme yarışı.\n\n\nıv, çala sözünün tekidir. kayın koca yahut karı tarafından akraba (adet olduğu üzere, bu kelime karabetin derecesini ifade eden başka bir kelime ile birlikte kullanılmaktadır); kayın ata: kayın peder, kaynata, kayın ene: kaynana; kayın ağa: kayın birader; kayın ini (yahut kayın): 1) kayın birader (eğer güveyden daha küçük ise; 2) kocasının yahut arının herhangi bir küçük akrabası. kayında- kızı vermek için söz kesmek, nişanlamak; katın alğan kayın dap folk. eski adetlere riayet etmek suretiyle evlendi (rayni kızın yakınlariyle anlaşarak.). kayınduu 1. kayınları bulunan karısı tarafından akrabaları bulunan kimse; 2 mec. evli: evlenmiş. kayıñ huş ağacı, betula; kayıñı saa-: huş ağacından usare çıkarmak (harf.: huş ağacını sağmak); kazak kayıñ saağanrda, kırgız ısar kirgen ats. kazahlar huş ağacının suyunu çıkarmakla meşgul olurlarken, kırgızlar hisara girmişler (1636 yılı hadiselerine telmihtir). kayınsaak karısının akrabalarına karşı teveccühü fazla olan. kayıp = = kayım ı; kayıp bolup ketti: kayboldu gitti; kayıp eren (yahut keyberen yahut sade kayıp) 1) mit. dağlı geviş getiren hayvanların hâmisi; 2) bu gibi hayvanların umumî adı. kayır ı, a. 1. hayır, sadaka. dilenciye verilen sadaka, fakire, dilenciye yardım; kayır sura-: sadaka istemek; hayrı cok: hasis, fakirlere yardım etmiyen, 2. kayır!: hoşça kalın! allaha ısmarladık.\n\n\nıı: kül kayır: ebegümeci. kayır- ııı, çevirmek, bükmek; caka kayır: yakayı indirmek; kayıra yahut kayra: geri, geriye; kayra köçüp kelgende: geri göçüp geldiği zaman; kayra tartıp aldı: geri çekip aldı; kayra kara: yeniden bakmak, tetkik eylemek; kayra kel-: geri dönmek; kayra (yahut kayradan yahut kayra baştan) kur- (yahut tüz-): yeniden kurmak yahut düzmek; kayra kuruu: yeniden kurma: yeniden inşa etme. kayırçı dilenci; boyuna istemeyi adet edinen. kayırdin a. başka dinde olan. kayırduu kayırluu 1. hayırlı, hayrı dokunan: 2. muvaffakiyetli; kayırduu bolsun.: muvaffakiyetler dilerim. kayırılış- 1. yardım etmek; 2. hayırlı işler yapmak. kayırım iyilik, hayırhahane muamele, hayır severlik; hayrımı cok: hayrı yok, hayırsız, dikkatsiz (başkalarının ihtiyaçlarına). kayırma 1. kıvırma; kayırma caka: yatık yaka; kayırma alış: suyu bir kenara çekmek için baş kanaldan çıkarılan kanal; 2. nakarat. kayırmak olta iğnesi; kayırmak sal: oltayı atmak, olta ile balık avlamak. kayırmaluu : kayırmaluu süylöm = = kirindi süylöm (bk. kirindi). kayırt- (rad.), çevirmek; geriye doğru kıvırmak. kayış ı, kayış; caş kayış: çiğ kayış; bel kayış: belkayışı; con kayış: “kayış”: paldım.\n\n\nıı, 1. bükülmek, iğilmek; 2. birisinin derdini anlayıp hareket etmek, ihtimam göstermek; dikkat ve itina etmek; 3. direnmek; kayışıp bolboy kaldı: inat etti ve kendisine karşı hiçbir çare bulunmadı. kayıştır- et. kayış- ıı’den. kayıt- et. kayı-’dan; eki cerinen kayıt-: iki yerinden sıkı dikmek; şamalğa karap kayıt-: havaya fırlanmak (yasıs nesne hakkında); iñgen kayıt: dişiyi erkek deveye çekmek. kayıtuu işs. kayıt-’tan; iñren kayıtuu: dişi deveyi çiftleştirme. kaykaç arkaya doğru kıvrılmış; barağı kaypaç: 1) (baş) parmağı geriye doğru kıvrılmış; 2) mec. iyi ustadır. kaykala- 1. geriye doğru iğrilmek (mes. sırta vurulurken); 2. kafayı arkaya doğru atarak, dim dik durmak; karnı ve göğüsü öne doğru çıkarmak; 3. mec. kibirli bir tavır takınmak; kaykalay bes-: kibirli bir tavırla ilerlemek; kemirçegim kaykaladı kb. kemirçek. kaykalat- et. kaykala-’dan; koluñdu kaykalat: elini bük (şöyle ki parmaklar bir parça arkaya doğru kıvrılmış olsun). kaykañ = = kaykı. kaykañda- mukaar olmak (mes. sırt hakkında); kaykañdap cür-: sırtını çukurlaştırarak, gövdeyi arkaya atarak yürümek. kaykañdat- et. kaykanağda-’dan kaykay- arkaya doğru iğilmek, göğüsü öne doğru çıkararak, başı geriye atmak (gövde hakkında): kaykı ı, 1. dağlar arasında çukur; 2. içeriye batık, bükük (el pençesi, burun hakkında); kanatı kaykı: kanatı sarkık kolu kaykık kişi: parmakları bir parça geriye doğru bükük olan kimse; kaykı; at: sırtı çukurlaşmış olan at. kaykı- ıı: köz kaykığan talaa: ucubucağı olmıyan sahra; köz kaykığan too: gayet büyük dağ, nazarla sarılmıyan dağ; cer kaykığan cıyın: hesapsız çok kimsenin iştirak etitği toplantı. kaykıç = = kaykı ı, 2. kaykıt- et. kaykı- ıı’den köz kaykıtkan talaa: gözle sarılmıyan step; köz kaykıtkan sonun: göz kamaştıran dilber. kaykıy- 1. mukaar olmak (parmakları geriye bükülmüş olan el pençesi hakkında); 2. bir parça yukarıya doğru bükülmüş olan (burun hakkında). kaykıyt et. kaykıy-dan. kaykool keşif, istikşaf; kandan kelgen elçimin, kaykoolğo kelğen çençimin folk. handan gelen elçiyim, keşif için gelen istikşafçıyım. kayla- işidilmiyecek surette şarkı söylemek; sesini burnundan çıkarmak suretiyle ırlamak; güftesiz ve yavaşça bir hava tutturmak. kaymak kaymak; çıyılgan kaymak: kaynamış sütten toplanılan kaymak. kaymakçıl 1. kaymak seven; 2. (kadın hakkında) sütten çok kaymak alan. kaymakta- 1. teşekkül etmek (kaymak hakkında); 2. kaymakla terbiyelemek; 3. cer kaymaktağanda yahut cer kaymaktap bütköndö: pek çoktan, çok eski zamanlarda (harf.: arzın kabuğu, kışrı teşekkül ettiği çağlarda); cer kaymatağandan beri karata: ezelden beri. kaymaktat- et. kaymakta-’dan kaymal cinsî olgunluğa ermiş olan genç dişi deve (yani burcun (bk.) ile ayni yaşta olan deve). kaymana a-f. 1. hafiyen, gizlice; kaymana söz: birisinin arkasından konuşulan sözler; gıyaben çekiştirmeye usta; 2. remiz ve kinaye (allegorie). kayna ı, (rad.) yiyecek, aş, yemek. kayna-ıı kaynamak, fıkır fıkır kaynamak; kanım kaynadı yahut kıcırım kaynadı: sinirlenmişim, sabrım tükendi; araktay içim kaynadı: şiddetli heyecana tutulmuşum; kumurskaday kaynağan el: karınca. kaynaşan halk (kalabalık.) kaynam . bir çay kaynam: bir çay yahut semaverin kaynıyacak kadar zaman (vakit ölçüsü). kaynar yahut kaynar bulak: yeden çıkan pınar (kaynak). kaynat- kaynatmak; kıcırımdı kaynatpa: beni sinirlendirme. sabrımı tüketme. kaynatıl- pas. kaynat-’üarb kaynatıluu kaynatılmış, kaynıyan; kaynatıluu şor mec. sakınılmaz felâket; kazıp koyğon oru ar, kayantıluu şoru bar folk. orada kazılmış çukur var, sakınılmaz felâket var. kaynatıma : bir kaynatım çay: bir defa demlenecek mikdar çay. kaynatma kaynatılan nesne; kaynatma tuz: yemek için kullanılan tuz. kayni kayın (karı veya kocanın biraderi). kayp = = kayım ı. kaypalakta- 1. şaşkın şaşkın gözlerini oynatmak; şaşalamak; 2. yaranarak telâş etmek. kaypı- yüzeyine hafifçe dokunmak; kılıç kabırgamdı kaypıp ötüptür: kılınç hafifçe kaburgama dokundu; kaypıp uçuu hav. alçak uçuş. kayra- ıı, bilemek; çalğı kayra-: tırpan bilemek. kayra ı, bk. kayır ııı. kayrak ı, (karş. bülöö) bileği taşı; bileği çarkı (tırpanlar, baltalar, ve s. için).\n\n\nıı, sulanmıyan (iska ve irva edilmiyen),yağmura muhtaç olan; kayrak cer: sulanmıya, yağmura muhtaç olan toprak; kayrak buuday: sulanmıyan topraktan alınan buğday; kayrak egin: sulanmıyan ekin; kayrak aydayt: sulanmıyacak olan toprağı sürüyor. kayrakı = = kayrak ıı. kayran ı, (mutat olduğu üzere, acımak edasiyle kullanılır): sevgili; kıymetli; kayran başım: zavallı başım; kayran er aramanda ketti: zavallı öldü ve gözü arkada kaldı; camaña aytkan söz kayran ats. kötü adam söylenen söze yazık; esil kayran bk. esil. kayran- ıı, bilenmek; keskinleşmek. kayraş müş. kayra- ıı’den; köz kayraşıp öttük: birbirimizin yanından yan bakarak geçtik. kayraştır- 1. iki nesneyi (mes. iki bıcağı) biri birine sürüştürmek suretiyle bilemek; 2. biri birine karşı köz kayraştır-: göz kırpışmak; kayraştırıp uruştu küçötkön sen bolduñ: tahrik ederek, dövüşü kızıştıran sen oldun. kayraştırış- biri biri üzerine kışkırtma, kızıştırma; köz kayraştırış: göz kırpışma. kayraştıruu kışkırtma. kayrat ı, a. gayret, yararlık, cesaret, atılganlık; kayratı too: gayet gayretli; pek cesur; kayrat ayt-: cesaret vermek; teskin etmek; kayrat bayla-: cesaretlenmek; gayretlenmek; üydö oturuuğa kayratım çıdatpadı: o kadar heyecana geldim, ki evde oturamadım; kuru kayrat baş carat ats. boşuna gayret kafayı yarır. kayrat- ıı, et. kayra- ıı’den. kayratker a-f. gayretkeş; çabuk heyecana kapılan. kayrattan- gayretlenmek, cesaretlenmek, cür’et göstermek. kayrattant- gayrete getirmek; cesaret vermek. kayrattu 1. gayretli, cesûr; 2. kudretli. kayratuuluk cesaret, enerji, atılganlık. kayrı = = kayır ıı; kep kayrı: karşılık vermek: itiraz etmek. kayrıker a-f. iyi kalpli; hayırsever. kayrıl- kıvrılmak; dönmek; yüz çevirmek; dönmek (avdet etmek; kayrılıp ket-: yolda bir yere uğramak kayrılbastan ketti: arkasına dönmeden, dönüp bakmadan gitti; yolda hiçbir yere uğramadan gitti; kanatımdan kayrıldım mec. dayangacımdan ayrıldı; kayrılıp içer aşıña, kayırba da tükürbö ats. “kuyuya tükürme, belki suyunu içmek icap eder (harf.: dönüp yiyebileceğin aşa tükürme.) kayrıldı (rad.), dönüş; avdet etme. kayrılğısız 1. geri dönmiyen; 2. fayda, talih getirmiyen, hayırsız. kayrılış- 1. yardım göstermek; mağa azıraak akça kayrılış: bana bir miktar para ile yardım et. 2. hayırhahlık etmek, kederi paylaşmak. kayrılışkansı- yardım etmek teşebbüsünde bulunmak, yardım gösterir gibi gözükmek. kayrım acıma; kederini paylaşma, hayırseverlik; kayrımı cok: merhametsiz, taş yürekli. kayrımduu hayırsever, iyi kalpli. kayrımduuluk = = kayrım; cönököydö karılğan kayrımduuluk emes, başına tüşkön kara kündürdö kayrımduuluk: alelâde günlerde yapılan iyilik, iyilik değildir; asıl iyilik kara günlerde yapılan iyiliktir. kayrımsız merhametsiz, gaddar, taş yürekli. kayrıyat a. iyi, hariyet; iyi ki (yoksa...), bereket versin. kayruu = = kayırma 2. kaysa- keskin bir şeyle vurarak, ikiye parçalamak. kaysaa (kaysıga yerine) kaysı’dan dat. kaysakta- = = kaysañda-. kaysala- 1. şaşalamak, afallamak; kaysalap öt-: şaşkın şaşkın bakınarak geçmek; 2. kuşkulanarak yavaşça gürültüsüz yürümek (mes, karanlıkta hırsız); Akbermet ırgıp turdu emi: “karañğıda kol salıp, kaysalağan kim?” dedi folk. Akberment sıçradı ve “karanlıkta kim geziyor bana doğru yaklaşıyor?” dedi. kaysalañda- = = kaysañda- . kaysanlat- et. kaysala-’dan kılıç kay salat: kılıç sallamak. kaysañda- etrafa bakınmak. kaysañdat- et. kaysañda- ’dan. kaysañdoo işs. kaysañda– ’dan. kaysar (insan hakkında) sebatsız, sathî, bir işe başlayıp da, onu bitirmeden başka bir işe geçen kimse; işleri acele ile üstünkörü yapan adam. kaysı hangi; kaysınısı: hangisi; kaysınısın : hangisine; kaysınıbız: hañimiz; kaysırım: benimkilerden hangisi, kaysı birleri:onlardan bazıları; kaysı şaarda? : hangi şehirde?; kaysınday? kon. : hangisi gibi? kaysıl = = kaysı; kaysıl ubakta: ne zaman? ne vakit? kayşalakta- 1. kırıtmak; omuzlarını ve vücudunun üst kısmını oynayarak kıvırmak; 2. dayanıksız yahut tembel olmak. kayşalañda- = = kayşalakta- . kayşañ : kayşañ et. : büzülmek (soğuktan vs.) kayşanda- = = kayşalakta- . kayşayak direnen, iddiasından vazgeçmiyen, anlaşmıya yanaşmıyan ;kayşayak aytpa.: itiraz etme. kayt- geri dönmek; kaytıp al-. geri al- : geri almak; kaytıp ber-: geri vermek; kaytıp kel-: dönüp gelmek; dünüyüdön kayt– mec. ölmek; aytkanımdan kaptayım: sözümden dönmiyeceğim. kayta yahut kaytadan, tekrar, bir daha, yeniden; kayta kuru: yeniden kurma, es. yeniden imar, kayta uyuşturuu :yeniden teşkilatlândırma; kayta öndürüü: yeniden istihsal. kaytaakıla- başörtüsünü öyle bağlamaktır, ki onun bir ucu alnını örtükten sonra saç örgüsünün altından bayuna düşer, öbür ucu ise saç örgüsünün üstünde kalır. kaytadan bk. kayta. kaytala- bir işi tekrar yapmak; tekrarlamak. kaytalama mükerrer; kaytalama çakçıl etiş gram. iteratif (bir işi veya bir halin tekrarlanmasını gösteren) fiil şeklidir. kaytaloo 1. tekrarlama; mükerreren yapılan iş; 2.tautologie, bir mefhumun, hiç lüzumsuz yerde, başka bir ibare ile bir daha tekrar edilmesi. kaytar- 1. geri döndürmek; geriye göndermek, yollamak; köñül kaytar-: gönül kırmak; ötünüç kaytar: bir ricayı reddetmek; kol kaytar-: (birisine) el kaldırmak; atasına kol kaytarğan: (öyle bir alçaktır hattâ) babasına karşı el kaldırmış; 2. bir iş mükerreren yapmek; on kaytara: on kere; 3. beklemek: korumak; koy kaytar- : koyun gütmek; cılkı kaytar- : at gütmek; beşi kaytardım: eşya (elde taşınan yolcu eşyasını) bekledim: muhafaza ettim. kaytara bk. kaytar 2. kaytarıl- pas. kaytar–’dan; köönü kaytarılıp ketti: gönlü kırılarak gitti. kaytart- et. kaytar– ’dan; bürüğö koy kayartpa. ats. kurda koyun gütme vazifesini yükletme; kiçinekey kızdı (yahut kızğa) kozu kaytartıt: küçücük kızcağıza kuzu gütme vazifesini tevdi etti. kaytış- müş. kayt- ’tan. kaytkıs dönmez. kaytool (hastalığın) nüksetmesi. kaytooldo- hastaığın nüksetmesi yüzünden yeniden hastalanmak. kayttılık : köngül kaytılık bk: köñül: kayttır- geri çevirmek; döndürmek. kaytuu dönüş, avdet. kayz a. kadınların adet görmesi, hayız; kayız– nıpas es. kadının aybaşı ve gebelikesnasındaki durumunu tanzim eden dinî kaideler. kaz I, kaz (kuş); mañka kaz: dağ kazı; kara kaz: karabatak Phalacro-corax; kaz tamak bk. tamak.\n\n\nII: kaz kaz: tıpış-tıpış(yürümeye alıştırırkençocuğa öyle söylerler) ; kaz kaz bol-: yürümeye başlamak (çocuk hakkında); kaz kurturğuz- : (yürümeye başlayan çocuğu) ayağa bastırmak. kaz- III, kazmak. kaza a. alınyazısı, kader; kaza bol- yahut kaza tap- : vefat etmek: ölmek; namazın kazası dn. vaktında kılınmayıp, sonradan kılınması lâzım olan nmaz; balaa- kaza bk. balaa kazal a. 1. gazel; 2. es. dnî mahiyette olan manzume: poéme. kazalan- vefat etmek. kazambak = = kazanbak. kazan büyük tencere, kazan; can kazan: yolculuk kazanı; kazan as- : yemek pişirmek; kazñ cakın cürsö, kösü cuğat ats. emeğin varsa, kazan bulur; taş kazan: bir oyun adıdır; bir kazan: kaşıkçı kuşu. büyük saka kuşu: Pelicanus; azan kazan: karışıklık; azan kazan aytıp keldi: insanı şaşırtacak şeyler söyledi, anlattı; kara kazan: bir dereceye kadar futbolu andıran oyun; kazan aluu (harf. ; kazan alma ) bi düğün adetidir ki şundan ibarettir: güveyin babası gelinin anasına “kazan kulağına” diye bir hayvan hediye eder ve bununla düğün için hayvanlar kesmeye müsaade alır. kazana = = kazına; kazına oozun açpaybı, karık altınım çaçpaybı? folk. hazineyi açmaz mı, altınımı saçmaz mı? kazanaçı = = kazınaçı. kazanak == kaznak. kazanaştuu vakti hali yerinde olan kazanat koşu atlarından bir cinsin adıdır. kazanbak kazan koymak için kafes şeklinde olan tahta kap (bunun içine yeni doğan kuzuları da koyarlar) ; öpkösü kazanbaktay boldur: aşırı öfkelendi. kazançı 1. kazan yapan; kazançının erki bar, kaydan kulak çığarsa ats. : kazancı kazanın kulağını (kulpunu) istediği yere takar; 2. es. aşçı; mutfakta çalışan. kazanda- ek çok olmak; curt kazandap kalıptır: halk kaynaşıyor, gayet çoktur. kazanduu kazanlı, kazan sahibi, kazanla mücehhez olan. kazap a. gazap, hiddet. kazaptuu gazaplı. kazar : azar kazar: karışıklık kazarma r. kışla kazat I, a. gaza, din uğrunda olan harp, “mukaddes cihat”; kazat kıl-: gaza etmek, gayri müslimler karşı harp açmak; Çoñ kazat: 1 ) Manas destanının vakıalarından biri 2 ) Manas manzumesi, poém’i.\n\n\nII= = kaza. kazattu cesur, yararlık gösteren. kazdır- kazmaya zorlamak, kazdırmak. kazdırt- et. kazdır– ‘dan. kazğaldak bir çeşit örde. kazğanakta- = = kaskanatta- ; şuu kazğanaptap ağıp atat: su kıyılarına sığmayıp, kaynayarak akıyor. kazğanatta- = = kaskanatta- . kazğandak (Rad.) = = kazğaldak. kazı I, a tar. hâkim; işleri şeriat hükümlerine göre halleden kadı.\n\n\nII, a. gazi gazaya iştirak edip de temeyyüz eden kimse ( bk. kazat ) .\n\n\nIII, karın yağı; kazı baylap kalıptır: karın yağı bağlamış. kazık kazık, kama: tokmok küçtüü bolso, kiyiz kazık cerge kiret ats. Tokmak kuvvetli olursa, keçe kazık bile çakabilir; ; temir kazık: Kutup yıldızı. kazıl- pas. Kaz– II ’ten. kazılık tek kanatlı, efsanevî bir kuşun adıdır. kazılış kazılma kazılt- çukur açmak, kazmak. kazıluu kazılmış ( karş. Kaynatıluu) . kazına a. hazine; kazına baası kon. : mirî fiat . kazınaçı hazinedar. kazınalık es. kon. mirî, devlete ait olan; kazınalık cer: devlete ait olan toprak, arazi. kazırğı = = azırgı. kazış I, kazma, kazış. kazış- II, hep beraber kazmak, beraberce çukur açmak. kazna = = kazına. kaznak kabirde ölüyü yerleştirdikleri yan oyuk: lâhit (karş. çara I, 1.) . kazuu kazma; çukur açma. kazuuluu kazılmış, kazılı; kazuuluu oro: kazılmış çukur. ke bk. ake. kebekçi : kebeçi kursak: şişman karınlı. kebek I, kepek (darının, arpanın ve buna benzerlerin kabuğu); kepek baş: boş kafa, ahmak.\n\n\nII, = = kebep. kebekte- şişte kavurmak: şiş kebabı kavurmak. kebel- hareket etmek, kımıldamak; orduñdan kebelbe! : yerinden kımıldama! ; mal kıştan kebelbey çıktı: hayvanlar kışı kazasız geçirdiler. kebelbes sarsılmaz, yıkılmaz. kebelt- harekete getirmek, kımıldatmak; kebeltpey sakta-: nakzetmeden saklamak (mes. ahdi). kebelteñ = = kabelteñ; etti kebelteñ karmap: eti büyük parçalar halinde kaparak. kebenek f. (Rad.) keçeden kaftan, kepenek. kebep f. yahut şiş kebap, şiş kebabı; ırğaydan katuu şiş bolboyt, kebepten şirin köş bolboyt ats: en sert şiş hanımeli ağacından yapılan şiştir en lezzetli et de şiş kebabıdır. kebersi- kurumak, çatlamak (dudaklar hakkında); kursağı açtı, erdi kebersidi: karnı acıktı, dudakları kurudu. kebete görünüş, şekil, silûet; sırtkı kebete: dış görünüş: kebetesi bozuk: çehresi bozuk çirkin, suratsız. kebetelen- bir şekle girmek; melmildegen asman cerge karağan deñiz kebetelenet: sâkin gök, yere bakan denizin şekline giriyor. kebeteleş 1. aynı şekilde, aynı dış görünüşte olan: 2. omonim. kebez pamuk, pamuk ağacı; kebez bayla-: es. Bir tutam pamuk bağlamak (güvey akrabasının, nişandan sonra kız akrabasına götürdükleri hayvanların en iyisine böylece bir tutam pamuk bağlanıyordu). keçe- yukarıya doğru çekmek; atınıñ başın kecep: atının başını yukarıya doğru çekerek. keçeñ bir nevi koyun hastalığı, kibuna tutulan hayvanlar kafalarını sağa sola döndürürler. keçeñde- çekilmek, zonklamak, (baş hakkında); (başı) arkaya atmak. keçeñdet- et. keçeñde- ’den. keçi koyun bağlamak için kullanılan ip. keçige 1. ense; kecigenin çunkuru: ense çukuru: 2. atın kulağının arkasında enine geçen kayıştır (oyanın bir kısmını teşkil eder ) ; keçirgem ker tartıp turat: hevesim yok; tenbelliğim tuttu; keçigesi cok yahut keçigesi kesilgen: vurdum – duymaz. keçilde- kesgin sesle ve çok olarak konuşmak. keçildeş- kavga etmek, kavgaya tutuşmak, çekişmek. keçildet- et. keçilde- ,den.\n\n\net keçilde- , den. keçir inatçı, nazlı, güçbeğenir. keçirlik inat naz. keç I, geç vakit, keçinde: akşamlayın; kaçke: akşama doğru; keç kirdi yahut kün geç girdi: akşam oldu; erteden kara kekçe: sabahtan akşam geç vakte kadar; keç keldiñ: geç geldin; geç kal- : gecikmek; keç keç bk. keç II 2. keç keçir– yahut keç keçtir-, bk. keçir II 2. keç- II, 1. bir nehri (Acc.) geçit yerinden geçmek; 2. (Abl. ile) imtina etmek, vazgeçmek; aşa keç-: kat’i surette imtina etmek, büsbütün vazgeçmek; 16– nçı cılı maldan aşa geçip, canlı ala kaçtık: 1 – cı senesi maldan vazgeçip, canımızı kurtarmaya çalıştık; senden keçkeçtim: sen beni bıktırdın: 3. (Acc. ile) affetmek; künömdüm keç! : günahımı affet! keçe I, sersem, anlayışsız, gabi; keçeniñ tilin enesi bilet ats. : sersemin dilini annesi anlar .\n\n\nII, kiyim ve azık sözlerinin tekidir; kiyim-keçe: hernevi giyim, eski püskü elbise; azık– keçe: erzak, yiyecekler.\n\n\nIII= = keçee. keçee 1. dün; geçenlerde; keçe künü: dünkü gün, dün; keçeye künü keçide: dün akşam; 2. akşam; bülöö zook keçeesi: aile suvaresi. keçeeki dünkü, eski, olup–biten. keçeende- gecikmek, gecikerek vukua gelmek; kün keçeyen dedi: güneş akşama doğru indi. keçendetüü daha muahhar zamana bırakmak, vadeyi uzatma; koş aydoonu keçeendetüü egindin tüşümün kötörüügö saat bolot: toprağın geç sürülmesi mahsülün bol alınmasına mani oluyor. keçeeten yahut keçeeten beri: dünden beri keçek = = keçe II. keçeki = = keçeeki. keçeyendet- daha geç zamana bırakmak, vadeyi uzatmak. keçigüü geçikmek; geç kalma. keçik- gecikmek, keçikpey kel! : gecikmeden gel. keçiktir- geçiktirmek, gecikmeye sebep olmak; keçiktirbey ciber! derhal, geciktirtirmeksizin gönder! ; meteorologiya şarttarı starttı keçiktirdi: hava şartları startın gecikmesine sebep oldu. keçiktiril- mut. keçiktir-den; keçiktirilbey tuğran iş: geciktirilmez, müstacel iş; birinci marttan keçiktirlbey: Martın birinden geç kalmamak şartile. keçiktirüü işs. Keçiktir – ’ den. keçil I, 1. kalmuk rahibi; keçil öt -: hayatı bekarlıkla geçirmek; 2. kâhin, kam.\n\n\nII, mut. keç – II’ den; suu keçildi: ırmağın geçit yerinden geçildi; keçilbes mildet: geçiktirilmez vazife. keçinde bk. keç I. keçir- II, 1. nehrin geçit yerinden geçirmek; kan keçir – bk. kan I; 2. baştan geçirmek, yaşamak; munuorustar XIX keçirse, biz cakında ğana geçirip keldik: bunu Ruslar XIX – ncu asırda geçirmişlerken, biz henüz yeni geçirdik; sen meni keç keçirdiñ (yahut keçtirdiñ): sen beni bıktırdı; kün keçir – bk. kün 5; 3. affetmek. keçirgis = = keçirgisiz keçirgisiz affedilmez. keçirim affetme; umumî af; keçirimsiz affedilmez. keçirüü 1. yaşama, baştan geçirmek; 2. affetme; keçiş vazgeçme. kekçi akşamki; kekçi maal: akşam zamanı; kekçi saat sekizde: akşamın saat sekizinde. keçkil : keçkil murun: basık burun. keçkir- (keç – kir) bk. keç I, keçkirip ketkende: akşam olduğunda. keçkisin akşamlayın. keçkisiz geçit vermez. keçkurun akşamlayın; akşama doğru. keçmelik geçit yeri. keçöö = = keçe. keçöökü = = keçeeki. keçöötön = = keçeeten. ketçe- akşam olmak; kün keçtedi: akşam oldu. keçtir- = = keçir - . keçtüü : ertelüü – keçtüü: sabahleyin ve akşamleyin; gece – gündüz. keçüü : 1. ırmağın geçidi; biröö keçerge geçüü tappay cürot: ats. birisi geçerek yer bulamıyorsa, ötekisi içmeye su bulamıyor; 2. afetme. kedeñ : kedeñ – kedeñ bas – (küçük hakkı) : tıpış – tıpış yürümek. kedeñe- (küçük hakkında) ufak adımlar ve hızla koşmak. keder : kederi ketken: işleri fena gidiyor o fakir düştü; iş kederine ketip olturat: iş fenalaşmaya doğru gidiyor; kapitalist mamleketerdin abalı keder ketüüdö: kapitalist devletlerin vaziyeti fenalaşmakdır; ilgeri barardın iti çöp ceyt, keder kektendin kelini uuru kılat ats. işi yürümeyenin kendi karısı hırsızlık eder. kedergi engel, mania, set. kedey I, f.fakir; züğürt. kedey- II, küçücük görünüşte bulunmak (insan hakkı): kedeyip tıp – tırmaktay bolup tur: pek küçük gözükerek duruyor. kedeyçi 1 fakirleri düşünen, fakirleri tutan. kedeyçilik fakirlik. kedeyle- fakir düşmek. kedeylik = = kedeyçilik. kedeysint- fakir saymak; fakire muamele etmek. kedeyt- et. kedey– II’den. kedik kedik koy yahut ak kedik koy: (şarkî Türkistan’da) merinos koyunlardan bir çeşidinin adıdır. kee I: balam, munuñ kee bolur: çocuğum (iyi bak) uygunsuz iş yapıyorsun (korkarım, ki bir fenalık çıkmasın) ; keçeginin keesin çığardık: biz dünkünün acısını çıkardık; çığaramın keeñdi folk: ben sana gösteririm!\n\n\nII, f. başkası; bazı; keesi, yahut keleri: bazısı; onlardan bazıları; kee bir okuçular: bazı talebeler; keesi işteyt, keesi iştebeyt: bazıları çalışıyor keyde: bazan, zaman– zaman; kee– keede: ara sıra. keeçi balık ağının yarı gözü. keeçim 1. oyanın bir parçasını teşkil eden şerittir, ki altın boynuna geçirilir ve keçirge (bk. kecirge 2) ile birleşir; colborston ürttük captırıp, cibekten keçim taktırıp folk. (atını) kaplan derisinden çula örttürerek, (onun oyanına) ipekten keçim taktırarak; 2. (Rad. V – n malzemelerine göre) örtü, çul; üstümö colborostan keçim captırğan (Rad, V): (atını) kaplan derisinden çula örttürmüş. keede bk. kee II. keer : keer söz: zem (yerme), sövme; cindinin keeri: delirmenin nüksetmesi, récidivi; cindin keeri bar: tamamile aklı başında değildir. kek intikamçılık, öçalma, kin; içine kek saktap süröt: kin besliyor; kek ketir-: yapılan hareketi intikamsız bırakmak; duşmaña kektikeçirgenç, tenden baştı ketirgen artık ats. düşmanın yaptığı hareketi intikamsız bırakmaktansa, gövdeden kafasının uçması yeğdir. kekçeñde- başını yukarıya doğru atmak (mes. ,başma vurulan at hakk .) kekçil intikamçı, kindar. keke I, zeker, penis. keke- II= = keket. kekeç keke. kekeçten- kekelemek. kekeçtent- et. kekeçten – ’den. kekeçtenüü kekeleme. kekeer 1. kin; nefret; 2. azarlama; başakakma. kekeerle- kin bağlamak, istihaza etmek, başakakmak; kekeerlep bergen tamak: başakakarak verilen yiyecek; ötkön iştin emnesine kekeerlep kakşıktaysıñ? : olup– bitmiş işler için neden kin besliyorsun ve azarlıyorsun? kekeerlüü kinli, soğuk adam, her zaman herkesi iğnelemeye hazır olan kötü kalpli adam; keerlüü söz: iğneli söz, istihza. keken- öç almakla tehdit etmek, kin beslemek, fena düşünce beslemek; kekenip kaldı, bir deme kılıp cürbörsün: kin besliyordu, korkarım, ki bir şey yapmasın! kekeñde- başını yüksek kaldırmak (at hakkında) . kekeniş- müş. keken–’den. keket- azarlamak, sövmek, sözle incitmek. keketiñki hafif azar ve çıkışmayı ihtiva eden; keketiñki tartıp: bir parça inciterek, hafifçe azarlayarak. keketiş müs. keket – ten. kekey- 1-. başı yüksek kaldırmak-; 2-. kibirlenmek, kurulmak --, mağrurca tavır takınmak -, burun şişirmek. kekeyt- et. kekey’den; attı kekeytip kañtar: atı-, başını yüksek kaldırarak bağla-. kekilik kaya kekiği, kızıl keklik; kekilik karmağan adamday kubanat: aşırı seviniyor (harf. kaya kekliğini yakalamış adam gibi, seviniyor) . kekir- geğirmek. kekire acı peygamber çiçeği; kekire toyğon tekedey bakıldayt: acı peygamber çiçeği yemiş teke gibi bağırıyor. kekirey- tantanalı olmak, kurulmak; kibirlenmek. kekireyt- et. kekirey- ’den den. kekireyüü kurulma, kibirlenme. kekirik I, geğirmek. kekirtek nefes borusu, gırtlak; kızıl kekirtek: bağıran; kekirtek kızart- : boğazı yırtılırcasına bağırmak; kızıl kekirtek bolup aytıştık: adamakıllı çekiştik; öz kekirtegin oyloyt: yalnız kendi menfaatını düşünüyor ( harf. yalnız kendi gırtlağını düşünüyor); kekirtekten al- : 1) gırtlağa sarılmak; 2) mec. sıkıştırmak; kızıl kekirtek dalay cerge sekirtet ats. : açlık ne yedirmez (harf. : kızıl gırtlak bir çok yerlerde zıplamaya mecbur kılar) ; kekirtekten çıkkança = = oozdon çıkkança (bk. ooz) . kekirtekte- kekirtektep sık -: gırlağı sıkmak. kekse 1. yaşlı; ihtiyar; dalaydı körgön kekse: görmüş – geçirmiş ihtiyar; 2. kurnaz, sokulgan, kalleş. kekselik 1. ihtiyarlık, ilerlemiş yaş; 2. kurnazlık, sokulganlık. kekte- intikam almak kin bağlamak. kekteş biri-birine karşı kin, husumet besleyenler. kektöö işs. kekte-’den. kektüü 1. kindar; 2. öçalma; hedefi; kegimdi alıp, kektüümdün başın kesip: öcümü alarak, ve inkikamın hedefi olanın kafasını keserek. kel- 1. beriye, söyliyene doğru, hareket etmek (yay vasıta ile, yüzerek ve s.) gelmek ; “kel” demek bar, “ket” demek ; çok atsz. : “gel” (buyur, lütfen) demek var, “git” demek yoktur; kelip – ketip-tur: ara-sıra (bana) gel, uğra.cöö kel-: yaya gelmek;atta kel yahut atçan kel- : at üzerinde gelmek; kaytıp kel- : geri gelmek dönmek ; barıp gel kel- :varıp gelmek; alıp kel- : getirmek; alıp gelmek; keler kışka: gelecek kışa, gelecek kışta; keler keter söz bk. söz; kelkeli kelip turat : işleri yürüyor ; 2. ermek, ulaşmak; aynalası cüz sarsança kelgen bir taş karoo : çevresi yüz kulaça varan taş duvar; belden kelgen çöp: bele kadar çıkan ot; kişi boyu kelgen çalkan: insan boyu kadar ısırgan otu; teñ kel-: denk olmak; ağa teñ kelgen eçkim çok: ona denk gelen kimse yoktur; onunla kimse boy ölçüşemiyor; 3. koldon kel- : elden gelmek (güç yetmek); kolunan kelet elinden geliyor (gücü yetiyor; yapabiliyor; kolundan kelbeyt: elinden gelmiyor (gücü yetmiyor yapabilmiyor); 4. mütenasip, uygun olmak; barlık müçösü kelgen at: endamlı at; 5. yerine getirilmek, tahakkuk etmek; atkanıng kelsin! : dediğin olsun, tahakkuk etsin !; 6. cardılar kayrımduu kelet : fakirler hassâs, hayırhah oluyorlar; ayal boooruker kelet: kadınlar iyi kalpli oluyorlar; 7. (önce gelen söz “gu” ile bittiğinde) arzu etmek; ukuñ kelip tursa: dinlemek arzun varsa; bağrım kelbeyt: gitmek istemiyorum, bende gitmek arzusu yoktur; kığısı kelbeyt: yapmak istemiyor; aldağısı kelet: aldatmak istiyor; cegisi kelet: yemek istiyor; 8. yardımcı fi’il sıfatile “kel-” işin arasız, kesilmeden, vukua geldiğini yahut gelmekte olduğunu gösterir: Lenin komsomolu ar kaçan Lenin- Stalin partiyasının eñ işeniçtüü cana rezervi bolup keldi cana mından arı da bolot: Lenin komsomolu (komünist gençliği) her zaman Lenin-Stalin partisinin kendisine güvenilir yardımcısı ve ihtiyatı olagelmiş ve bundan sonra da öyle olacaktır; bir neçe cıldan beri coldoş bolup keldik: birkaç seneden beri arkadaş ola geldik;bir katar işter iştelbey keldi:bazı işler şimdiye kadar yapılmadan kaldı; iştep kele catat (şu veya bugünden itibaren bu ana kadar) çalışmaktadır;el düşmanları caş komunisterdin ösüünö col berbey keldi: halk düşmanları genç komünistlerin büyümesine mani ola geldiler. kelber 1. magrur; kurumlu; 2. bol (mes. şalvar hakkında): keng bağalek kelber şım folk. bol paçalı geniş şalvar. kelbersin- (manaca)= = kelbersi - . kelbet kılık, heyet; kelbeti kelişken; güzel, yakışıklı, endamlı; uul cakşısı-urmat, kelin cakşısı kelbet ats. oğulun iyisi saygılı, hürmetkar olanıdır; gelinin iyisi de endamlı olanıdır. kelbette- benzemek; güzelleştirmek. kelbettel- güzel gözükmek; güzelleşmek. kelbettüü yüz çizgileri güzel olan, endamlı gösterişli. kelcire- çene çalmak; saçma-sapan şeyler söylemek; öz bilüünçö kelcirey beret: ağzına ne gelirse, onu söylüyor. kelcirek geveze, ağzı kalabalık. kecirektik gevezelik, boş lakırdı. kelcireme boş lakırdı söyleme. kelcireş- müş. kelcire-’den. kelde f. kafa, kelle; aldırayın keldeñdi folk. : kafanı uçurtayım; 2. haşlanmış ve ufak doğranılmış et üzerine konulan at sucuğunun iri yağ parçaları. keldele -at sucuğunun yağını iri parçalar şeklinde doğramak ve haşlanmış ve doğranmış et üzerine koymak. kele I, ver buraya! ver bana! Kele koluñ dağını: elindekiyi ver! ; kele değen doom cok: hiçbir borcum yoktur; kele değen doom cok bolso, ıñk etken oorum cok bolso!ats.: bana karşı alacak davaları ve bir de en küçük bir hastalığım olmazsa (ne iyi olacaktı)!\n\n\nII. 1. yaldız yahut sırma, tırtıl (iplik); 2. bir kıymetli kumaşın adıdır; keleden çapan men tüydüm folk. keleden çapan (kaftan) dikdim. kelebay = = keleke, meni kelebay kılba:1) beni alaya alma: benimle eğlenme! ; 2) başımı ağırtma! keleçe (kep sözü ile bir arada) yeni haber, hvadis; emine kep-kelece bar! : ne var, ne yok!, ne haberler var! keleçek gelecek, istikbal; keleçekte: istikbalde. kelegey tam değil, yarım kusurlu ayran kelegey uyup kalğan: yoğurt fena ekşimiş; tili kelegey: dilinde kusuru olan peltek konuşan. keleke istihza, alay. kelektip kon. = = kollektiv. kelem a. yahut kelem şarıp: Kur’an Kelami şerif). kelebeç maskara (gülünç); meni kelemeç kılba: beni maskara yerine koyma! kelemiş f. tarla faresi, sıçan. kelender kon.= =kalender keleñker : keleñker çapçak: bir nevi saçbağı, saç örgüsü şerit; keleñker çapçak kelin bar, boygo çetken uulu bar folk. : kelenker denilen saçbagısı olan gelini var, kos-koca oğlu var. kelep f. : kelep cip: (makarada değil de) kangal, çile şeklinde olan iplik; bir kelep cip: bir çile iplik. kelepte- (ipliği) çile şekline koymak. kelerki = = kelirki. keleste 1. kelesso; 2. bir kuşun adıdır; 3. sıçan. kelesi gelecek; kelesi kün: gelecek gün; kelesi cılda: gelecek sene. kelesso aklı başında olmayan şuuru bozuk) ,delice, kaçık. kelessolon- şuuru bozuk olmak. keleş = = kölöş. kelgensi- gelir gibi olmak, geliyormuş gibi gözükmek; munusu da az kelgensip: bu dahi ona az geliyormuş gibi gözüküyordu. kelgin 1. başka yerden kelen, yabancı muhacir; 2. göçücü kuşlar; kelgin keliptir veya kelgin kuş keliptir: göçücü kuşlar geldiler. kelginci başka yerden gelen yabancı adam. kelgis gelmez; anı kelgis kılam: öyle yaparım, ki o bir daha gelmez. kelim 1. geliş; kelim-ketim köp üy: (yabancıların, misafirlerin) çok gelip gittiği ev; 2. gelir, irat. kelimsek gelen, hariçten gelen, yabancı; üylüü kişinin kelimsek-ketimsegi köp bolot: evli kimsenin geleni-gideni çok oluyor. kelin 1. gelin; 2. genç kadın; beye tuumayınça batyal atı kalbayt, katın tuumayınca kelin atı kalbayt atsz. : kısrak doğurmadıkça “batyal” (bk.) adı kalkmaz; kadın doğurmadıkça “kelin” adı kalkmaz; kelinkesek bk. kesek 1. kelinçek genç kadın; eri ölüp ergetiygen katın kelinçek bolot ats. kocası öldükten sonra kocaya varan kadın yeniden “gelin gelincik” oluyor. kelinçi gelinci, gelini ile karı-koca gibi yaşayan. keilndi ticaret mallarının dışarıdan gelişi. kelindik gelink durumu. kelirki gelecek, müstakbel; kelirkide: istikbalde. keliş I, geliş; keliş-ketiş: karşılıklı misafir kabul etme; keliş-ketiş tuuğandıktın belgisi ats. : karşılıklı misafir olma, akrabalığın belgesidir, (delilidir). keliş- II, 1. hep beraber gelmek; 2. yuşmak, anlaşmak; kelişip ketüüçü sis. aykırı siyasi yön mümessilleri ile anlaşama, onlarla barışma. kelişim anlaşma, antlaşma, muahede; birikme kelişim yahut kolektiv kelişim: işverenlerle işçiler arasındaki anlaşma mukavele. kelişimdüü endamlı, yakışıklı. kelişkiç sis. Aykırı siyasî zümrelerin mümessillerile anlaşan, onlarla barışan. kelişpööçülük barışmazlık. kelişsizdik uygunsuzluk yakışmazlık. keliştir- uydurmak, bir işi iyi yapmak; keliştirip süylö- : yakıştırıp konuşmak. kelişüü uyuşma, barışma, anlaşma; akısı kelişüü colu menen: ücreti anlaşmaya göre. kelişüüçü sis. aykırı siyasî zümreleri mümessillerile anlaşan, onlarla barışan. kemle a. Dn. kelimei tevhid; kelme keltir: kelimei tevhidi söylemek; mec. müslüman olmak, islâmı kabul etmek. kelte I, tifo.\n\n\nIIf. kısa.\n\n\nIII, bir nevi eski zaman tüfeği; ak kelte: Semetey bahadırın tüfeğinin adıdır. kelteçe kolsuz kaftan. keltek f. değnek; keltek ce-: dayak yemek; keltek cegiz-: değnekle dövmek; dayak atmak. keltekte- değenekle dövmek; dayak atmak. keltelik kısalık. keltepoz f. bir nevi karakuş, kartal. keltey- 1. kısalmak, daha kısa olmak; 2.bir yana meyletmek (mes. düzgün konulmamış tencere, tabak, çanak hakkında): 3. mec. mütevazi, sıkılgan olma. kelteyt- et. keltey-’den. keltir- getirmek, gelmeye müsaade etmek; keltirgen faktılar: getirilen olgu (factum) lar. keltiril- getirilmek, keltirüü getirme. kem f. daha az, eksik; daha fena; eksiklik, kusur; eñ keminde: en azı, asgarî; artık kemi cok: ne fazla, ne eksik, tam; seni kiyimden cetamaktan kem kıldımbı? : giyinmen ve yemen – içmen içmen hususunda bir eksiklik yaptım mı? ; kay ceriñde kemiñ bar! folk. nen eksik? ; başkadan bir ceriñ kem emes: başkalarında hiçbir yerin eksik değildir;bulardin alardan kay ceri kem? : bunların ötekilerden nesi eksik?, al el içinde kemdin tukumunan bele?: onun soyu daha mı kötüdür? ; kem-ketik bk. ketik; kem-kem: tedricen azar; -azar; o, kem! : vay, miskin! ; kem bolbo! : (başkalarından) aşağı olma! Geri kalma! ; cumuşuñdun eç kem ceri cok: senin yaptığın işinin hiçbir eksiği yoktur. kembağal fakir, züğürt. kembay r. kon. konvoy: bir kafilenin yoldaşlığında bulunan muhafızlar takımı, convoi; kembaymenen: muhafızlar refakatında. kembayla- kon. muhafızlar refakatında sevketmek, muhafaza altına almak. kembaylan- kon muhafızlar refakatında bulunmak. kemburt kon. = = konvert. kemçet kuduz; kemçet börük: kunduz kalpak. kemçil 1. (önüne gelen ablatif ile birlikte) bir şeye muhtaç olan; tondon kemçil bolduñbu? folk. : elbiseyemuhtaç mısın?; engin suundan kemçil bolbosun: ekinin suyu eksik olmasın; 2. (datif ile) aza malik olan; malga kemçil: hayvanları az olan. kemçilik 1. noksan, kifayetsizlik; kemçilki kör-: eksiklik ihtiyaç hissetmek; 2. kusur, sakatlık. kemdik kifayetsizlik bul mağa kemdik kılat: bu bana yetişemiyor. keme büyük sandal, gemi, vapur; aba kemesi: hava gemisi; keme bk. çayır. kemeçi sandalcı; salcı, araba gemicisi. keeme = = keme. keemek = = bk. eek. kemege toprağı kazmak suretile yapılan uzunca ocak (obanın dışında yapılır)kemege bayge bk. bayge. kemel a. Kemal, kemalet; kemelge kel-: bulûğa ermek; kemikliñekelbey öl! (söv.) vaktinden evvel geber! kemendir kon. = = komandir. kemendiröpkö kon. = komandirovka. kemenger hakîm, akıllı, dâhi, önder. kementay keçeden üst giyim. kemer f. 1. kayış kuşak; süslü kemer; 2. selin kazdığı çukur; 3. dere; dar vadi, 4. suyun eştiği kıyı. kemi- 1. eksilmek; 2. alçalmak, tezellül etmek. kemik : bor kemik: kemik üzerindeki, yağla örtülmüş kıkırdak (ki gayet lezzetli sayılmaktadır); bor kemik kemir-: 1)kemiğin kıkırdağını kemirmek; 2) mec. büyük haz duymak, bir şeyden, zevkalmak, hoşlanmak. kemiktet- (karş. kemik) : bor kemiktet-: avutmak, hayır işi işlemek. kemin a. kefen; keminiñdi ceğir! yahut kemin buyurbay öl! : iyilik görmeyesin! bekerden kemin tabılsa, ölmek kerek ats.: bedava kefen bulunursa ölmeli. keminde- kefenlemek; kefene sarmak, al etti kemindep ceyt al. : “eti kefenleyip yiyor”: eti hamurla beraber yiyor (yani haşlanmış eti haşlanmış hamura sararak). kemindel- kefenlemek, kefene sarılmak. kemir- kemirmek. kemirçek 1. kıkırdak; kemirçeği kaykalay tüştü: karnı şişti (patlayıncaya kadar yedi, içti);2. bir otun adıdır. kemireñde- dişsizlikten peltek peltek konuşmak. kemirey- 1. dişsiz ağız görünüşünde bulunmak, dişlerinde gedikleri, rahneleri olmak; zañkayğan ak üylör, kemireygen caman üylöör daturat: hem muhteşem beyaz obalar, hem yırtık, külüstür obalar duruyorlar; 2. (Rad.) yarılmış olarak gözükmek. kemirt- et. kemir- ’den; söök kemirt-: birisine kemirmek için kemik vermek yahut kemirmeye müsaede etmek. kemirüü işs. kemir- ’den. kemirüüçü zool. kemirici hayvan. kemisiye kon. = = komisiya. kemit- 1. eskitmek; 2. alçatılmak, tezlil edilmiş olmak. kemitüü 1. işs. kemit-’ten; 2. mat. eskitme, tarh. kemitüüçü 1. eksiltici; 2.mat. matruh: çıkarılan (sayı). kempir kocakarı; kelindi kelgende kör, kempirdi ölgönde ats. : gelini (güveyin köyüne) geldiğinde gör, kocakarıyı ölürken; kempir = = cez tumşuk (bk. tumşuk). kempiske kon. = = konfiskatsiya; baydın malı kempiske boldu: bayın malı müsadere edildi. kempiskelöö kon. = = konfiskatsiyaloo. kemput r. “konfetı”: bonbon şekeri. kemsel kemsal, pamuk astarlı Kırgız paltosu. kemsin- kendini pek hakir saymak; küçültmek. kemsint- birisini yahut bir nesneyi pek hakir, aşağılık, liyakatsız saymak; birisine yüksekten bakmak. kemsintiş- müş. kemsint- ‘ten. kemsit- = = kemsint.- kemşegey dişsiz ağızlı; peltek konuşan. kemşeñde- (dişsiz ağzıyla) peltek konuşmak. kemşeñdet- et. kemşeñde- ’den. kemşiy- kemşit (bk.) şeklinde olmak; üy kemşiyip kalıptır: ev bir yana eğilmiştir. kemşiyt- et. kemşiy-’den. kemtik 1. gedik; 2. eksiklik, kusur, hesap noksanı. kemtiksiz eksiksiz. kemtilge 1. noksan; eksiklik; 2. kusur, sakatlık. kemunus kon. = = komunist. kemü eksilme. kemüüçü 1. eksilen nesne; 2.mat. eksilen (matruhünminh). kemzal = = kemsel. ken a. 1.maden kuyusu, maden ocağı; kömür keni: kömür ocakları; 2. maden, maden ocağından çıkarılan cevher; paydaluu kender: faydalı madenler; cakşı-eli menen, cer-keni menen (ats.) iyi (insan) eli, halkı ile (meşhur olur), yer ise- madeni ile. kence en küçük çocuk, son evlât, tekne kazıntısı; kençe uul: en küçük oğul; kence kozu: başka kuzulara nisbeten en sonra doğan kuzu; kence tuu: tekne kazıntısı; kence komandir: küçük komutan.(takım, manga v.s. komutanı). kenç f. define, hazne, servet. kençi maden işçisi. kende kısa boylu cüce. kendidat kon.= = kandidat. kendir Lâtince adı Vincetoxicum sibiricum olan bir bitkidir, ki lifi kendir yerini tutar; bayağı kenevir; kendir kesilgen bk. kesil II. kendüü maden cevherini ihtiva eden; kendüü cer: maden cevherleri mebzul olan yer. kene 1. kene, sakırga; cer kene: toprak kenesi: aç kenedey ele cabışat: aç kene gibi yapışıyor; kenedey: küçücük; azıcık kenedey uyalbayt: zerre kadar utanmıyor; kenedey: çocukluktan beri; en küçük yaştan beri. kene- II dikkat etmek; görmek (farkına varmak), hissetmek, aksülamelde bulunmak, tepkimek; kenebes: aldırmayan, lâkayit, etrafına olup- bitenlere aksülamel bulunmıyan, tepkimiyen; hassas olmayan; açka tokko kene begen: açlığa tokluğa ehemmiyet vermiyen; kançalık azap körsö da bir kenep koyğon cok: ne kadar azp çekse de aldırış ettiği yoktur. kenebegensi- aldırmazlıktan gelmek, ehemmiyet vermez gibi gözükmek. kenebestink aldırmazlık, kayıtsızlık, dikkatsızlık, gamsızlık; sayası kenebestik: siyasî gamsızlık. kenel- 1. büyümek; 2. lezzetlenmek, bol- bol almak; tamakka kenelip kaldık: bol-bol yiyecek aldık. kenelt- et. kenel- ’den. kenen I, yetecek kadar, tamamile kâfi gelen, mebzûl, bol; barıbızga kene cetek: hepimize bol-bol yitişecek; kene bas- : serbest, sıkılmadan yürümek; üyüñ kenen, taza: evin-geniş ve temizdir. kenen- II, = = ; kolhazdor aştıkka kenenip, tok boldu: kolhozlar bol-bol ekin aldılar ve tok oldular. kenençilik bolluk. kenendik genişlik, enginlik, ferahlık. kenensi- bolluk taslamak; sen emin kenensiysiñ? : sen neden bunca cömertlik gösteriyorsun? . kenensit- et. kenensi- ’den. kenep f. kenef farsçada bu söz keten kabuğundan bükülmüş gayet sağlam urgan demektir; (M.) kenet : kenet-kenet: nadiren, seyrek. keñ geniş, bol, engin; keñ talaa: geniş sahra; geniş kır; keñ ötük: bol çizme; keñ otur- : rahat oturmak; içi keñ kişi bk. iç I; keñ bıçkan kiyim cırtılbayt ats. : bol biçilen giyim yırtılmaz; keñ- kesiri, bk. kesiri. keñdik genişlik, bolluk, engin; sağa bul çapan keñdik kılat: sana bu çapan geniş geliyor. kengeş I, 1. müşavere, danışık; keñeş sal-: müşavere etmek; cakşı kengeş- carımırıs ats. iyi nasihat muvaffakiyetin yarısıdır; kengeşpengeş: her türlü nasihat; kengeş berüü dobuşu bk. dobuş; 2. sis. sovyet, şura; ayıl kengeşi: köy sovyeti; El Komissarlar Keñesi; Halk komiserleri Sovyeti; “Sornarkom” ; Emgek koğoo keñeşi: Emek ve müdafa Sovyeti (Şurası). keñeş- II, danışmak, müşavere etmek; iyri oturup, tüz keñeşeli: yan-yana oturalım, iyice müşavere edelim (harf. : iğri oturup, doğru konuşalım): keñeşip kesken kol oorubayt ats. : el ile gelen düğün bayramdır (harf. : müşavere ile kesilen parmak (kol sözü el demektir, parmak değildir M.) acımaz). keñeşçi 1. nasihatçı, keñeşçiñ bolboso, kabırğañ menen kengeş!: nasihatçın yoksa, kaburgana danış!; 2. müşavir. keñeşçil sovyetlere mensûp, müteallik; sovyet hâkimiyeti taraftarı, Kengeşçil kün cığıs: Sovyet Şarkı. keñeşçilik 1. Sovyet hakimiyaetine ait bütün evsaf; 2. Sovyet hâkimiyeti. keñeşme müşavere, danışma; öndürüş keñeşmesi: istihsal, üretim müşaveresi. keñeşkor k-f. nasihatçı; kendisine akıl danışılan kimse. keñeşteş- akıl danışma ortağı. keñey- genişlemek, bol, geniş, engin olmak; beyli kengeydi: kendini iyi, serbest hissetti. keñi- genişlemek, bollaşmak, enginleşmek. keñilçeer geniz. kengire- şaşalamak; ne yapacağını bilmemek; karap turat keñirep folk. şaşkın şaşkın bakıp duruyor. keñiri geniş, mebzûl; keñiri ukuktar: geniş haklar. kengirilik 1. genişlik, mebzûllük; 2. cömertlik. keñiröö bol, geniş, sıkmayan. keñirsi- kendini serbest rahat hissetmek, geniş yayılmak; kensirsipcat-: serilip yatmak. keñiş genişleme. keñit- genişletmek. keñitil- genişletilmek. keñitilü işs. keñitil- ’den; keñitilüüğö tiyiş: genişletilmesi lâzım. keñitüü genişletme. keñk kesik ve yüksek sesi taklit; keñ etip çüçkürüp aldı: yüksek sesle aksırdı. keñkeles kalın kafalı; gabi. Keñkilde- kesik-kesik ve yüksek sesler çıkarmak; keñkildep ıyla- : hıçkırıkla ağlamak. keñri = = keñiri. keñsalar r. kançılarya, yazıhane, büro. keñsen- kurulmak; caka satmak. kenizek f. folk. hizmetçi kız. kent f. Oturaklık yeri, meskûn mahal, şehir. kep I, f. söz, kelime; konuşma; ciddi söz: kep ur- yahut kep uruş yahut kep sal-: sohbet etmek, çene çalmak; kep uruşup olturduk: kep ce-: söz dinlemek; başkasının sözüne hörmet etmek kep cebey ele aytışa beret: söylenen söze kulak asmadan boyuna münakaşa ediyor; kepke kel-: uyuşmak, nasihatlere kulak asmak, uysal almak; kep calgız anda emes: işin özü yalnız onda değil; ooz menen aytuu eş kep emes, kep kol menen birdey iştööçülüktö: yalnız lâfla olmaz; işle göstermek lâzımdır; kepten kep çıgıp: söz sözü çekerek; şıldıñdı koyup, kebiñdi ayt! : şakayı bırakıp, ciddî konuş!: al emi kep-keñeşte çok mec. onun lakırdısı bile yok: papucu dama atılmış.\n\n\nII, şekil, giyim, libas, maske; üydün kebi cakşı: evin şekli iyi; kep cığaç: kunduracı kalıbı; bürküt kep yahut kep baştık: keçeden bir torbadır, ki onun içine yakalanan yırtıcı kuşu koyarlar; kep takıya, bk. : takıya; kep çaç: eleçek’in (bk) aşağı, yani baş üzerinekonulan kısmı. kepçi- keyi sözün tekidir. kepe evcik, izbe, salaş, kulübe; tam kepe: toprak ev; çöp kepe: kuru ot anbarı; at kepe: tavla (at ahırı); uykep: inek ahırı; took kepe: kümes. keper : keper-suuk: çok soğuk hava keper ısık: çok sıcak hava. keperet Keperetip kon. = = kooperatif. keperez . r, zaç. kepiç deri kaloşlar, keşif. kepil a. 1. kefalet; zaman, garanti; kepil al-: kefalete almak; itelgi salba, kepil alba! ats. : itelgi denilen doğanla avlanma, kefil olmak; 2. kefil: kepil bol-: kefil olmak: kefalet etmek; dooñ cok bolso, kepil bol ats. davan yoksa kefil ol; 3. iki deri parçası arasına konulan astar. kepildik kefillik, kefalet. kepin = = kemin. kepinde- = = keminde- . kepindel- = = kemindel. kepke r. kepi, kasket. kepkir f. kefgir, kepçe, süzgeç. kepkor f. konuşmayı seven, konuşkan; çene çalmayı seven. kepsen f. es. harman yerinde verilen hediye (harman döverken herkesgelerek bir parça hububatistiye ve alabilirdi; mes. oradan geçmekte olan yolcu dahi atına yedirmek için bir miktar hububat alırdı). kepsende- kepsen (bk.) toplamak. kepşe geviş getirmek. kepşel- mut. Kepşe- den. kepşir- keybir. kepşire- 1. çenelerini oynatmak; 2. mec. ahmakça sözler söylemek, saçmalamak. kepte- gererek giyinmek, sokmak, tıkmak; başıña keptep kiy: başına ögüz karağayğa keptep cügün şıpırdı: öküz çamlar arasında kalarak, üzerindeki yükünü devirdi. keptel- tıkılmış olmak, sıkıştırılmak, sokulmak, eşikke keptelip kaldı: kapıya sıkıştırıldı (ve orada takılıp kaldı). kepteme kon. mec. ağız; keptemesine kuy! : ağzına dök! kepten- bir şekle girmek; aç coruday keptenip folk. : aç coru kuşuna benziyerek. kepter f. güvercin (kebuter). kepteş I, arasındaki çukur, dere (= = sala, fakat daha derin ve kıyıları dik olur). kepteş- II, biri-birini itmek, sıkıştırmak; hep beraber sokulmak (mes. dar kapıya sokulan iki kişi hakkında). keptet- et. kepte-’den. keptöör bir böğaz hastalığının adıdır. keptüü münasip uygun, iyi eşkâlde olan, endamlı; keptüükiyim: iyi biçilmiş ve tam gelen elbise. kepusta r. lahana. ker I, koyu doru (at donu); ker ooz at: çenesi, paçaları ve kasıkları sarıya çalan koyu doru at; ker muruttu: siyah bıyıklı.\n\n\nII, kin, gazap; ker ayak: muvafakat etmiyen; ker caak: anlaşma temayülü göstermiyen, inatçı; kermür aytış: ağız kavgası etmek, dalaşmak.\n\n\nIII: ker tart- : gerisin-geri gitmek, kıçın-kıçın gitmek; keyü bar, ker tartu cok ats. pişman olmak var, fakat vazgeçmek yok.\n\n\nIV. f. sağır; kulağın ukpas ker kılam folk: kulağını işitmez hale koyacağım, sağır yapacağım. ker- V. f. germek, çekmek, uzatmak, arken kerdim: urgan gerdim; urup-kerip: pataklayıp döverek: kere karış bk. karış I. kere cutum; (mayii) alabildiğine içmek. kerben f. 1. tar. kerven; kerben bakışı; it üröt kerben cüröt ats. it ürür, kervan yürür; 2. = = kerbençi:, 3. okşama sözü: kerbenim: sevgilim, canım. kerbençi tar. kervan işleten yahut yurttan yurda mal nakletmekle alış veriş eden tüccar. kerbes == kerbez. kerbez f. 1. kendini beğenen; 2. çıtkırıldım; 3. züppe; 4. kerbez ündüü db. sabit sadalı ses. kerbezden- 1. kendini bğenmek; 2. züppelik etmek. kerbezdüü = = kerbez. kerbişte- (Rad.) başla işaret etmek. kerceñde- oynamak (uzun, zayıf boyun hakk.); keçirgesi kerceñdep folk. uzun, zayıf) boynunu döndürerek. kerceñdet- et. kerceñde-’den. kercey- içeriye çekilmek (zayıf insanın yahut hayvanın baynu hakk.); geçirgesi kerceyip, til albay ketti: inat ederek, söz dinlemeden gitti. kerçöö (koyunun derisile birlikte çıkarılmış göğüs yağı. kerde- : kerdep tur (başlıca, obanın ağaç iskeleti hakk.): çıplak halde bulunmak. kerden I. kerden kese: büyük kâse.\n\n\nII, f. boyun. kerdir- et. ker- V’ten. kere I: kere karış, bk. karış I.\n\n\nII= = kerüü I.\n\n\nIII. Tülkü kerep kaldı: tilki art ayakları üzerine durdu ve göğdesini uzattı. kerebet r. “krovat”: karyola. kereeli : kereeli kekçe: akşam geç vatka kadar; kereeli kekçe ayta berbe: artsız- arasız aynı şeyi tekrar etme. keres = = kereez. kereez vasiyet ölüm, önündeki nasihat. kerege keçe evin duvarını teşkil eden ağaç kafes; keregenin başı: keregenin üst kısmı; keregenin ayağı: keregenin alt kısmı; karegenin göğü: keregenin değneklerinin kesiştiği ve onların topçu (bk. topçu II) vasıtasiyle birleştirildiği mahal; kerege çalgıç: kerege ile turduk(bk.)arasından keregenin üst kısmından geçen şerit; kerege cay-: kerege yaymak; kerege gazeta (söylenişte kezit ):duvar gazetesi; karegege butuñdu artpağın folk. : keregaye bacaklarını dayama; mec. terbiyesizlik etme; vaziyetini unutma; kerege sakal: kaba sakal. kerek lâzım, gerek, lüzümlü, zarurî; kerek bolso, terek cigilat ats. icap ederse, kavak devrilir; kerek emes: istemez; kelse kerek: gelse gerek; kelişi kerek: gelmesi lâzım; muhakkak gelir; ; aytıp keregi cok: söylemeye lüzüm yok; kerek kıluu: 1) istihlâk yoğaltım; 2) ihtiyaçlar, talep, istek; eldiñ kerek kıluusu ösköndön ösüp bara catat: halkın ihtiyaçları günde-güne artmaktadır; öz kerekteri için; kerek- carak bk. carak. kereksint- lüzümlü gibi yapmak. kereksiz lüzumsuz. kereksizdik lüzumsuzluk; gereksizlik. kerekte- istihlâk etmek. kerektik gereklilik, lüzum. kerektöö istihlâk, yoğaltım. kerektööçü müstehlik, yoğaltman. kerektüü üzumlü; zaruri; kerektüü taştıñ ooru cok ats. : lüzumlü taş ağır sayılmaz. kerele- 1. (Rad. , V) gerilerek sallamak; 2. = = kerelen-. kerelen- direnmek, inat etmek. kereli = = kereeli. keremet a. mucize karemet, keremettüü kerametli. kerene (kumaşın) kenarı. kereñ f. sağır. kereñdik sağırlık. keret harikulâde bir tarzda önceden görüş istidadı; keretinde bildi: folk. o, önceden gördü. kerevet = = kerebet. kerez = = kereez. kergiç herhangi bir nesneyi germek için yarayan aygıt; kergiç cip: çocuk beşiğinde bir nevi ağ teşkil eden örme. kergilçek (Rad.), gerilmiş, gergin. kerğiştet atı kızıştırmak; atı oynatmak. keri I= = kerüü I.\n\n\nII, geri; geri tarafa; geriye; kerisinçe: tersince, bilakis; keri ket- yahut keriget-: gerilemek; tedenni etmek, fakir düşmek. keriget- bk. keri II. kerik f. gerden. keril- I. gerilmek; 2. mec. kurulmak, caka satmak. keriliş- müş. kerilden- ’den. kerilt- et. keril-’den. kerim a. Kerim (Allahın sıfatıdır). kerimsel f.sıcak rüzgâr; sam. keriney f. 1. madeni boru (krş. mor I) ; 2. borazan (çalgı). keristen : keristendey bolup catkanın karaçı; yan gelip yattığına baksana; keristen dey kerilgen: kurulan. keriş I, 1. çekişme; kavga; ağız kavgası; uruş keriş: sövme ve kavga; uruş kiriş düşmadıktın belgisi ats. : ağız kavgası ve çekişme- düşmanlık beldeğildir; 2. tutuşma, kapışma. keriş- II, sövüşmek; biri-birine sövmek: çekişmek; kavga etmek; uruşpas uul, kerişpes kelin bolboyt ats. : çekişmiyen oğul, kavga etmiyen gelin bulunmaz. keriştir- biri-birine sövsün diye birini ötekisine kışkırtmak. kerkey- = = kekirey- . kerki keser; aştama kerki: sap deliği bulunmayan keser. kerme atları bağlamak için iki çadır arasına gerilen urgan; kermege at bayla: kerme’ye at bağlamak; kemre too: uzun dağ; kemre kaş bk. kaş I. kermek bir bitkinin adıdır; kermek daam: ekşi. kerney = = keriney. kersey- kurulmak, gururlanmak. kerseyüü kurulma, gururlanma. kert I. kıtırtı sesini taklittir; kert edip: kıtırdayıp; kert dep çöpcebeyt: bir parçacık bile ot yemiyor at hakk.)\n\n\nII, (baş sözü ile bir arada ): kendi. yalnız kendisi, şahsiyet; kert başıma tigen akça: şahsıma düşen para; köptön oolaktap, kert başına sıyınat: cemiyetten kaçınıyor, yalnız kendisine güveniyor.\n\n\nIII, kesmek; kertik açmak; odun kert-: odun kırmak; kerte-kerte süylö-: vazıh söylemek. kerte bk. kert –III. kertik çentik, kertik. kertmek kertik. kerüü I, otla örtülen dağ yamacı.\n\n\nII, germe, çekme. kes- 1. kesmek; kesip ayırmak; kesip ayt-: kat’î kesin olarak söylemek; kese ubada bekit-: (karşılıklıca) kat’î sağlam söz vermek; 2. tayin etmek; birisini mahkûm etmek; uurunu beş cıl kesti: hırsızı beş yıla mahkûm ettiler. kese I, f. kâse; piale. kese- II= = keze. kesek 1. parça, topak, kesek taklan: iri kavut; kelin- kesek: genç kadınlar; kempir-kesek: kocakarılar; kelin – kesek, kız kırkın: genç kadınlar vegelinlik kızlar; 2. kurumuş balcık topu: kesek (ayakyolunda iş bitirdikten sonra kullanılır); 3. ancak; muhasıran ( yalnız beğenmemezliği ifade eden tabirlerde); kesek mitaamdar: baştan- başa dolandırıcıdırlar; kesek kudayurğandar: baştan başa kalleşler, sırf hergele takımı. kesel I, a. 1. hastalık; emine keseli bar? : hastalığı nedir? neden muztariptir? 2. hasta.\n\n\nII: üzül-kesel bk. üzül II. keselde- hastalanmak, hasta olmak. keseldüü hasta; hastalıklı. kesep a. dalaşman, arbedeci, külhanbeyi. kesepet a. felâket, dert, başbelâsı; alçaklık, alçakcasına insanın başına iş açan. keseptüü felaketli; felâket getiren. keser I: at keserden (başlıca, kar hakkında): atın ğöysüne kadar. keser- II= = kezer. kesik I= = kezik I.\n\n\nII, kesilmiş. kesik, kesilmiş parça; kesikter teñdiği mat. kıt’- aların müsaviliği. kesil I: üzül-kesik, bk. üzül II. kesil- II, mut. kes-’ten; sırttan kesil-, bk. sırt; uuru beş cılğa kesildi: hırsız beş seneye mahkûm oldu; kendiri kesilgen: zayıfladı, kurudu; butu kesildi: ayak derisi çatladı. kesilt- et. kesil-’den. kesim 1. kesilmiş parça; parça; bir kesim et: bir parça et; bir kesim nan: bir dilim ekmek; 2. mahkeme kararı, cezanın tayin edilişi, hüküm; kesim kes-: hükmetmek; mahkemede karar çıkarmak; kesim mal: tar. (niza maddesi hırsızlık mı, karı ayartma mı ve başkası mı, ne olursa-olsun) dava edilenin dava edene, tazminat olmak üzere, ödediği hayvan yahut para. kesimdüü muayyen, maktu; kesimdüü malay tar. : muayyen bir iş ücreti alan ırgat. kesindi kesinti, parça. kesip a. meşgale, meslek; kol kesibi: zanat. kesipçi zanaatçı; meslek sahibi; kesipçiler yahut kesipçilder uyumu (yahut soyunuzu): meslektaşlar birliği; kesipçilder kooperatsiyasi: meslektaşlar koopratifi. kesipçil bk. kesipçi. kesipçildik bir zanaata, mesleğe intisap ediş; meslektaşlık; meslek sahibi olmaklık; kesipçilikdik uyumu (yahut soyuzu): meslektaşlar birliği. kesir 1. istihfaflı muamele; bir nesneye magrurca istihfafla bakmanın bir neticesi olan felaket; tamaktı kesir kılba: yiyeceğe istihfaf gözüyle bakma; kesiri coñ: her şeye istihfaf ve hor görme göziyle bakan; güç beğenir kimse; bütkön boyunun barı ele kesir: o- müccesem bir gurur, mücessem bir istihfaf’tır; senin ooz kesiriñ ala ketti: farfalalığınla felâket getirdin; maldı tepe, kesiri bolot: malı tepme (yoksa) felâket gelir (bir daha mal yüzü görmezsin); 2.kendini beğenen; kibirli. kesirdüü belâ, felâket getiren, muzır; al kesirdüü ittin kesiri tiydin: o me’şum köpeğin yüzünden felâket geldi. kesiri : keñ-kesiri; serbestçe, genişçe; keñ-kesiri kiyim: geniş, bol giyim; keñ-kesiri oturalı: rahat oturalım; keñ-kesir cigit: cömert, konuksever delikanlı, eliaçık yiğit; bu un bir ayga keñ-kesiri cetet: bu un bir aya ferah- ferah yeter. kesirlen- I, fena etkiye (tesire) uğdamak.\n\n\nII, kendini serbest, hür hissetmek; cazdıktı çıkanaktap, kesirlenip oltoruptup: mindere yaslanarak, kurulup oturuyor. kesirlenüü işs. kesirlen- I, II ‘den. kesiş- müş. kes’ten. keksek = = keskeldirik. keksel- = = kez kel- (bk. kez II). keskeldirik kertenkele. kesker- = = kezger. keski kurnazca, hilebaz, kalleş, sergüzeştçi; kıyan keski = = çakar. keskiç keski, marangoz oyma kalemi, marangoz kalemi. keskile- it. Kes-’ten. keskilik hile, kurnazlık. keskin çok keser, keskin, kesin, kat’î; keskin türdö: keskin tarzda, katiyetle, katiyen. kesme erişte; nar kesme = = nar kesken (bk. nar). kemsele- : kemelep et ce: erişte ile birlikte et yemek. kesmen = = kepsen. kesse = = kon. kassa. ketse I, bezek, nakış. ketse- II, nakışlarla bezemek, işlemek, işlemlerle bezemek. kestelen- nakışlarla kaplanmak, bezenmek. kestelent- nakışlarla kaplamak, bezemek. kestelentüü nakışlarla kaplama; bezeme. kestelenüü işs. kestelen-’den. kestelüü işlemeli, işlenmiş, nakışlı; bezekli. kestik küçük bir bıçak; bolot kestik: çelik bıçak. kestir- dn. Sünnet etmek; kestirbegen: sünentsiz; mec. gayri müslim. keş (Rad.) kuşak. keşene kuşak; beş orolğon keşene: beş kere sarılmış kuşak. keşik 1. gelin gelince güveyin evinde tertip edilen ziyafet (yiyecekleri gelinin akrabaları kendileriyle birlikte getirirler). 2. karının (zevcenin) ebeveyninin evinden getirdiği yemek kalıntısı, bakiyesi; 3. talih; keşigi cok: talihi yok, betbaht. keşiktüü mes’ut, uğurlu (adet olduğu, ırıs söziyle bir arada kullanılır) ırıs- keşiktüü yahut ırıstuu- keşiktüü: uğurlu, işlerinde muvaffak olan, talihli; kelin keşiktüü keldi (karş. Keşik): gelin (güveyin evine) yiyecek-içecekle beraber geldi. keşmiş ufak çekirdeksiz üzüm. keşpir I, f. 1. hernevi ince pamuklu kumaşların adıdır (başma, keten bezi ve buna benzerler buna dahil değildirler); 2. kaşmir.\n\n\nII, çehre, şekil, kılık; keşpiri (yahut kebete keşpiri) caman. Çirkin; suratsız. keşte- (Rad.) unutmak, ehemmiyet vermemek, aldırmamak. ket- I, 1. gitmek, uzaklaşmak, kayda ketti? : nereye getti? : 2. vaki olmak, husule gelmek; senden bir balalık iş ketiptir: çocukça bir iş yaptın, haltettin; 3. (bu fiil sık-sık yardımcı fiil gibi kullanılır (karş. kal-II); ötüp ket-: yanından geçmek, geçip gitmek; cürüp ket-: hareket etmek, yola çıkmak; közünö kelip ketti: aklına geldi, (görem) hafızasının önünden geçti, (zihnen) göz önünde peyda oldu; men canında turğanımda cığılıp ketti: ben yanında iken düşüverdi; al menin közümçö bir ayak kımızdı tınbastan içip ketti: benim gözümün önünde bir çanak kımızı nefes almadan içiverdi; bir litre kımızı içip ketçi, köröyün: bir litre kımızı içsene, göreyim seni; maksatına cepte ölü ketti: maksadına ermeden ölüverdi; uyku kelip ketti: uyku bastı. ket II, kenarını kırmak, kenarını diş-diş eylemek, çentiklemek; baltanı ketip koyuptur: baltayı diş, diş etmiş; kentti ketip ce; şekeri dişliyerek ye; tişimdi ketip aldım:dişimin kenarını kırdım. kete (karş. kite) 1. (Rad.) genç kadınların güzel elbisesi; 2. (Rad, V) kadınlara mahsus başa giyilen şey, serpuş. keteçe keteçi = = keteçik. keteçik es. Avrupalı kadınların dikiş kutusunun yerini tutan işlemeli küçük kese (bu keseyi kadınlar, bir süs olmak üzere, boyunlarına takarlardı). keteçin (Rad.) , işlemeli mendil, başörtüsü. ketençik tedenni, degradation, gerileme, regression. ketençikçil gerileyen, regresif. ketençikte- gerisin-geri gitmek, gerilemek, ricat etmek; tedenni etmek, geride kalmak. ketençikteme geri, geride kalan. ketik gedik, çentilmiş, kenarı kırılmış; kem-ketik: kusur, eksiklik, sakatlık, hesap noksanı; kem-ketiği: eksikleri- kusurları; tişi gedik yahut ketik diş: kenarı kırılmış diş; çeti ketik çını: kenarı kırılmış fincan. ketil- I, ket-’den; mut. (yalnız yardımcı fiil olarak) unutulup ket idi: unutuluverdi.\n\n\nII, kenarı kırılmak; diş-diş olmak; tulpardın tuğayı ketilse, sazğa bassa cetilet ats. yürük atın tuynağı (tırnağı) kırılırsa bataklıkta gezmekle düzelir. ketim kelim sözünün tekidir. ketimsek kelimsek sözün tekidir. ketir- 1. gidermek, gitmeye zorlamak, uzaklaştırmak; tınçtık ketir-: rahatı gidermek; keriş başka kelgen baktı ketirer ats. niza ayağa gelen talihi uzaklaştırır; 2. kaçırmak; cañılıştık ketir-: yanlışlık kaçırmak, yanlışlığa müsaade etmek. ketiril- mut. ketir-’den; ketirilgen cañılıştık: ika edilen yanlışlık. ketiş- II. müş. ket- ’ den; eki koğşu ketişip kalmak: iki komşu ayrıldılar, kavga ettiler; cay-cayına ketişti: yerli yerine gittiler. kektin kaçkın. ketkis- gitmiyen; gitmek iktidarında bulunmıyan (bk. kököy). ketmen f. bel, kazma; ketmendin cebesi, bk. cebe; buttun ketmeni: parmaklarla ağım arasındaki ayağın üst kısmı; ketmen ooz: büyük ağızlı; ketmen çap-: kazma ile kazamak. ketmençi 1. kazma yapan; 2. kazma ile çalışan. ketmende- bellemek. kette f. büyük; kocaman. keybir 1. kaçık (şuuru bozuk), yarı deli; 2. saçma-sapan şeyler söyliyen, zevzek. keybire- = = kelcire- . keyde bk. keeII. keyi- kederlenmek; mugber olmak; keyip- kepçip: kederlenerek ve üzülerek. keyikçeel boyuna sızlanan. keyip keyp, a. 1. keyif, mizaç; keyi pi ketken: keyfi kaçmış; 2. kılık, şekil; uykusu açılmağan keyipi menen: uykudan gözlerini açmadığı halde; keyipi caman: görünüşü nâhoş; üydün keyipi ketken: evin rahatı kaçmış; ev nâhoş bir şekle girmiş. keyipker a-f. srk. personnage. keyipten- bir şekle, kılığa girmek; caktırbağan keyiptenip: beğenmeyenmeyen bir çehre göstererek. keyipteniş- müş. keyipten- ’ den. keyiş I, müteessir etmek; keyişke sal-: müteessir etmek, hoşa gitmiyen bir iş yapmak; keyiş tart-: müteessir olmak; mugber olmak. keyiş- II, müş. keyi-’den. keyiştüü müteessir edici; keyiştüü oor turmuş ele: ağır ıstıraplı bir hayattı. keyit I, müteessir etme, iğbirarı mucip olma. keyit- II, 1. müteessir etmek, kederi mucip olmak. 2. zahmet vermek. keykekte- 1. başını yukarıya kaldırmak; at keykektep basat: at başını yukarıya doğru kaldırarak gidiyor; 2.mec. direnmek, inat etmek. keykeñde- 1. geriye atılmak (başlıca, baş hakk.); 2. mec. kurulmak, gurur satmak. keykey- = = keykeñde- . keyp = = keyip. kez I, f. arşın.\n\n\nII, an, zaman, fırsat, elverişli fırsat; kezi kelgende: münasip fırsatta; kez bol- yahut kez kel-: rast gelmek, karşılaşmak; kez-kezi menen: sıra ile, zaman zaman, bazen. kez- III, gezmek, dolaşmak; düynö kezip cür-: dünyayı dolaşmak; köptü kördük, köp kezdik: çok (şeyi) gördük, çok gezdik. kezde- arşınla ölçmek. kezdeme arşınla mal, manifatura. kezdeş- karşılamak, rastgelmek. kezdeşüü işs. kezdeş-’ ten. kezdet- et. kezde-’den. kezdik = = kestik. keze- nişan almak; nayzanı kezedi: mızrağı nişan alma vaziyetinde tutu. kezeer = = kezer. kezeert- = = kezeert- . kezegen . kezegen mergen. : mahir nişancı. kezek I, 1. sıra, nöbet; menin kezegim: benim sıram; kezektegi mildet: sıradaki vazife; kezekme-kezek: sıra ile; 2. zaman, an.\n\n\nII, = = kezek. kezekçi nöbetçi, nöbet bekliyen. kezekçil = = kezekçi. kezeksiz sıra dışı; fevkâlede. kezekte- sıraile nöbetle yapmak; kezektep sebüü: muhtelif hububatı sıra ile ekme. kezekteş I, nöbetleşme. kezekteş- II, nöbetleşmek. keekteşüü işs. kezekteş- II’den. kezektüü sıradaki; kezektüü cıyılış: mutat toplantı. kezen- niyet etmek, azmetmek, bir hedefe göz dikmek; çeçiñen sudan kaytpas ats. : soyunmuş olan sudan korkmaz, nişan alan düşmandan korkmaz. kezeñ yahut ayrı kezeñ: çatlak yarık (dağda). kezeniş- müş. kezen-’den. kezer- 1. şiddetlice yemek istemek, açlık hissetmek; 2. kurumak ve çatlamak (mes. dudaklar hakk.); 3. cimrilik etmek; istenilen nesneyi vermemek. kezert- acıkmayı mucip olmak, şiddetli arzu uyandırmak; kezertip ele eştemke berbey koydu: yalnız iştahı uyandırdı, fakat hiçbir şey vermedi. kezerüü işs. kezer-’den. kezeş- karşılıklıca nişan almak vurmak maksadiyla el kaldırmak. kezet- 1. yöneltmek; tevcih eylemek; 2. göz dağı vermek. kezger- vurmak maksadiyle el kaldırmak. kezgin memleketler dolaşma, seyahat. kezginçi seyyâh. kezik I, şiddetli sıtma; salgın hastalık; onulmaz hastalık. kezik- II, karşılamak; ooruğa kezik-: hastalanmak. kezit kon. = = gazeta; kezitke çık-: gazeteye düşmek, gazete makalesi mevzuu olmak. kezmal = = kezdeme. kezme gezginlik eden; serserice dolaşan; kezme cürök: rahatı kaçmış olan kalp. kezmek sıra, nöbet; kezmek menen: sıra ile. kezmet vakit, an; kezmeti kegende körsötörmün! : sırası geldikte (ben ona) gösteririm!. kezüü es. hayvan otağı için sıra. kezüülöş- bir işi sıra ile yapmak; münavebe ile iş görmek; hayvanları sıraile gütmek. kıba : kıbam kandı: tamamile tatmin edildim, zevkimi aldım; kıbası kanganday cümdörü cata kaldı: adamakıllı tatmin edilmiş gibi, büsbütün rahat etti; kılanı kaldıra süylödüñ: hoşa gidecek bir tarzda söyledin; kıygırgan cooğo kirgende, kıbañdı cazar coldoşum folk. haykıran düşman üzerine saldırırken, senin can sıkıntını benim arkadaşım gideriz. kıbaçı 1. tecrübeli, malumatlı ve becerikli adam; işlerde tecrübe görerek pişmiş adam; 2. (islah edilmiş olan arap harflerinde ve Lâtin alfabesinin ilkin kabul edilen şekillerinde) incelik işareti. kıbaçıl çıkıkçı. kıbala- 1. çıkık sarmak (çıkan veya kırılan kemiği düzeltmek); 2. sakatlıkları veya eksiklikleri muayene etmek ve onların düzeltilmesi için çareler göstermek; 3. bir işi ustalıkla ve uzlukla yapmak. kıbas r. “kvas”: hububattan yapılan ve hareket teskin eden bir içecektir. kıbıla a. Müslümanların namaz kılarken doğruldukları cihet: kıble; tört cağı = = telegeyi tegiz (bk. telegey); kıbıla nama es. pusula; tört kıbılası tügöl cetim: hem annesi, hem babası ölmüş öksüz; tört kıbıla tarapka folk. bütün dört cihete. kıbılanama = = kıbıla nama (bk. kıbıla). kıbılcı- 1. bir işi ağır ve kırıtarak yapmak; 2. mütevazi ve çekingencesine hareket etmek. kıbılcıt- et. kıbılcı-’ dan. kıbıñda- 1. çabuk ve telâşla hareket etmek; 2. sık–sık göz kırpmak; közü kıbıñdayt: sık–sık göz kırpıyor; 3. gözleri gülmek; kubanıp turğanday kıbıñdağan közü dayım külümsüröp turat: sevinmiş gibi boyuna gözleri gülüyor. kıbıñdat- et. kıbıñda–’ dan; közkıbıñdat: göz kırpmak. kıbır 1. ağır ve tembelce hareket, ağır ve tembelce hareket eden, yerinde sayan, gayet yavaş ve ağır davranan; oozu kıbır etti: ağzı hafifçe kımıldadı; kıbır etken can kalmadı: (kimse kalmadı); kıbır işteyt: gayet ağır daranıyor; 2. cıbır ve kıl I. sözlerinin tekidir; kıbır- cıbır cürgön adam: ileri geri yürüyen, kaynaşan adamlar; kıl-kıbır: her nevi kıl, çör-çöp. kıbıra- ağır hareket etmek; gayet yavaş ve ağır davranmak. kıbıraş- müş. kıbıra-’ dan. kıbırat- ağır ve tenbelce hareket ettirmek. kıbırda- kıbırla- = = kıbıra. kıcalat a. 1. utangaçlık, hacalet; 2. ihtiyaç, zaruret; men bugün akçağa kıcalat bolup turam: bugün paraya muhtacım; kıcalat koomu es. yoğaltım (istihlâk) kooperatifi. kıcalatçıl utangaç, çekingen. kıcılda- 1.fışnamak (tahammür ederken); cürogüm kıcıldayt: midem kaynıyor: safra hissediyorum; 2. kaynaşmak, pek çok olmak; kıcıldağan kalıñ el: kaynaşan çok halk; kıcıldağan köçö: işlek sokak. kıcıldat- et, kıcılda- ’dan. kıcıñ kucuñ sözün tekidir. kıcır hırs, kin; kıcırı kaynadı: hiddetten kendinden geçti; hırslanıyor, kızıyor; kıcırların kaynattı: onların kızmasını, hırslanmasına sebep oldu. kıcıra- pek çok olmak, kaynaşmak; kıcırağankarğa: dünya kadar karga. kıcırdan- tevehhüre gelmek. kıça- israrla istemek; sen çok cerden kıcaysıñ: sen bulunmayan yerden (zamanda) istiyorsun. kıçaştık 1. bıktırıcılık; aç gözlülük; haset; kaçaştık kılıp, meniki dep, talaşa ketiçüü: aç gözlülük ederek, benimki diye iddiada bulunarak çekişti; 2. takılma: kusur araştırma. kıçı I, 1. çamurdan ve rüzgârdan el ve ayaklarda husule gelen çatlaklar; butu- kolun kıçı baksan: bacakları ve elleri çatlak içinde; çor taman, kıçı kolduu: nasırlı ayak ve elleri çatlak içinde olan; 2. tabanlarındaki kir (yazmayak gezen adamlarda); kıçıñdı cuuçu! : ayak kirini yıkasana! ; kıçı kara koñuz: kap-kara tezekböceği; 3. nazlı, maymun iştahlı; her şeye takılan, her şeyden kusur arayan; anlaşmaya gelmiyen(başlıca, çocuk oyunlarında).\n\n\nII, brassıcanapus oleifera denilen bit-ki kıçıla- kavga, gürültü-patırtı çıkarmak. kıçılaş- kavga etmek, birbirine çatmak. kıçılaştır- kavga etmeye bırakmak, kav- gaya tutuşturmak, işi kavgaya kadar götürmek; eköön kıçılaştırbay acıratıp koy: ikisini kavgaya tutuşturmadan a- yır! kıçık I, gıdık, gıcık; çabuk ve çok gıdık- lanma istidadı; meniñ kıçığıma tiydi: beni kızdırdı; kıçık söz: iğneli söz, birisine çatmak maksadile söylenen söz.\n\n\nII, iki nesnenin bitişmesinden hasıl olan köşe; köz kıçığı: gözlerin köşeleri; taştın kıçığında: taşın arkasında. (taşı siper olarak kullanarak.) kıçıra- kıtırdamak, gıcırdamak; kar kıçırayt: kar gıcırdıyor kıçırat- et. kıçıra-‘dan; tiş kıçırat-: diş gıcırdatmak. kıçış- kaşınmak; gidişmek; eti kıçıştı: vücudu kaşındı. kıçıştır- gidiştirmek, gidişmeyi mucip olmak. kıçkaç demirci kerpeteni. kıçkıl ekşi; ekşilik; kıygıl-kıçkıl: ekşim- trak, acımtrak. kıçuu : közdün kıçuusun kandır-: nazarı okşamak. kıdığıy = = kidigiy. kıdık = = kidik. kıdığında- = = kidiğinde; kıdıñdagan eşek: (ufak adımlarla) tıpış tıpış giden eşek. kıdır I, bk. koldo. kıdır- ιι, dolaşmak, avare gezmek; bir şey araştırıp, dolaşmak. kıdırakey = = kıdırata. kıdırata etrafında, sıra ile, baştan başa; kıdırata çaptı: etrafında koşturdu; kıdı- rata taş koydum, kızıl ögüzdü boş koydum (bilm.): etrafa taş koydum, kırmızı öküzü salıverdim (tiş, til- dişler ve dil). kıdırğıç gezginci (diyar diyar dolaşan adam). kıdırma 1. seyyar; 2. dolaşan; bir yere muvakat olarak giden; kıdırma boştoo es. halka şeklinde yol takip eden posta; kıdırma doktor: dolaşan tabip; kıdırma sessiya: bir yere muvakkat olarak gelen (mahkeme). kıdırmaçı seyyar satıcı; elde taşıyarak ufak-tefek şeyler satıcı. kıdırmaçılık seyyar satıcılık mesleği. kıdırmış iç. bir yerde kalmayan işçi. kıdırt- et. kıdır- ιι’den; başkı kırkadan ayak cakka kıdırtıp, kolğo suu kuyuldu: ön sıradan başlayarak, son sıraya kadar (herkesin) eline su döküldü; çaydı çını kıdırtıp içet: çayı münavebe ile tek bir tane fincandan içiyorlar; ordunan turup, közün elge kıdırtıp: yerinden kalarak ve halka göz gezdirerek; tameki baçkesin üstol tegerekten turğandarğa kıdırtıp: tütün paketini masa etrafında duranlara dolaştırdı. kıdıy- = = kidiy. kık kuru koyun tezeği. kıl I, 1. kuyruk, yele kılı; 2. bir tane kıl; bir tek tüy; genelce (vücuttan düşen) kıl; kılday yahut kılça: azıcık, gayet az; kara kıldı kak car: kılı kırk yarmak: hâkimane karar çıkarmak; çoçko kılı: domuz kılı; kıl çığarıbas: mec. cimri; kıl çıgar bas eleman mal menen candın barınan takır keçip taştadı: folk. hasis eleman malından canından bezdi; kıl tamak: kıl boğaz (gayet az yiyen adam) ; kötünö kıl sıybay kaldı: kon. « kıçına kıl sığmadı» (gayet sıkışık durumdadır) ; kıl maya (başlıca, darı ve haşhaş sapları hakkında) incecik, cılız; otooğo aldırğan çöptöy moynu kıl maya bolup, içi çedireygen: karnı şişti, boynu, zararlı otlarla kaplamış bitki gibi, incecik oldu; kıl aldında: her şeyden önce; kıl tabında (bitkiler hakkında) : tam olgunlaşma anında; tarunu kıl tabında oruu kerek: darıyı tam olğunlaştığı anında biçmeli; kıl etinde (at hakkında) : kıvamında, iyi antreneman görmüş; kıl tamırçı bk. tamırçı; kıl başında = = kıldı başında (bk. kıldı), kıl kuyruk, bk. kuyruk ι.\n\n\nII, f. nevi, çeşit; ar kıl: her neviden, muhtelif; bir kıl: 1) aynı neviden; 2) bir nevi.\n\n\nIII, yapmak, kılmak; munu emine kılamın?: bunu ne yapayım? azdık kılat: az gelir, yetişmez; bul üymağa keñdik kılat: bu oda benim için çok geniştir; kaçıp ketti kılıp: kaçıp gitmiş süsü vererek. kılaa sahil, kıyı, kenar; köldüñ kılaası: göl kıyısı, kenarı. kılaala- sahilden, kenardan gitmek; köldü kılaalap: göl kenarı boyunca giderek. kılaan su karıştırılmış süt. kılabdan a-f. para, iplik, iğne v.s. saklamak için kese. kılağar dönen (ölmekte olan adamın gözleri hakkında) kılak 1. sun’î, sahte tavır ve hareketler; 2. hızlı, çevik hareketler. kılakta- 1. sun’î ve sahte tavır takınmak; 2. hızlı, çevik hareketler yapmak. kılaktat- et. kılakta-‘dan; kılaktatıp tuu caydı: folk. dalgandırarak bayrak, sancak açtı. kılamık yahut kılamık kar: henüz yağan ince kar tabakası; bulamıkta tiş sınat, kılamıkta but sıbat ats. bulamaçta diş kırılır, kılamık karda ise, baçak kırılır. kılamkta- : kılamıktap caağan kar: yeri hafif tertip örten kar. kılañ = = kırıtarak yürümek (mes. şık giyinmiş kız hak.) ; kendini giyinmiş – kuşanmış ve süslenmiş bir kıyafette göstermek, göze çarpmak. kılañgız : kök kılañgız süt: kaymağı alınmış mavimtrak süt. kılap a. kın, gilâf; kılapta tol = = köñülgö tol (bk. köñül). kılapat a. muhalefet; kılapat ayt-; muhalefet etmek; yaşlı veya muhterem kimselere karşı sözle saygısızlık göstermek; artıñdan kılapat aytpayın: sana muhalefet etmiyeceğim; sen ne söylersen, ben de senin hakkında onu söylerim. kılapatta- muhalefet etmek. kılay- bir parça dışarıya çıkık durmak, sarkmak; bir parça gözükmek; ay kılayıp çığıp kele atat: ay henüz doğmaya başladı; tañ kılaydı: şafak söktü; tañ kılayıp atkanda: şafak sökerken; asmanda kılayğan bulut cok: en ufak bulut bile yok. kılayt- et. kılay-‘dan; kılganday nayza kılaytıp: folk. mızrakları diken gibi öne çıkararak. kılcıñda- nazlanmak, «kırılıp – büzül- mek». kılcıñdat- et. kıcıñda-‘dan. kılcıy- bükülmek (boyun hakkında); kılcıyıp oturat: başını iğerek oturuyor; kılcıyğan arık kişi: gayet zayıf (ve zayıflıktan iğrilmiş) adam. kılcıyt- et. kılcıy-‘dan; moymuñdu kılcıytpa: boynunu bükme. kılcuuğuç kazan yıkamak için kullanılan bir tutam at kılı. kılçak = = kılçañ; kılçak-kılçak kara-; başını çevirerek, arkaya bakmak. kılçakta- başı çevirmek, geriye bakın- mak, omuz üzerinden arkaya bakmak; kılçaktap karap artına: folk. başını çevirerek ve arkaya bakarak. kılçaktat- et. kılçakta-‘dan. kılçañ geriye bakınma; üyüñdö emine kılçañıñ bar, bara berbeysiñbi?: dönüp eve bakmanın lüzumu yok: yoluna devam et!; kılçañ bas-: arkaya bakınarak yürümek. kılçañda = = kılçakta-. kılçañdat- = = kılçaktat-. kılçay- = = kılçakta-: kılçaybay ketti: arkasına bir kere bakmadan gitti; kılçayıp karap koyboduñ: bir kere bakmak lütfunda bile bulunmadan; kılçayarım cok: dayanacak kimsem yok. kılçayuu işs. kılçay-‘dan. kılçık kılcağız. kılçılda- titremek; sallanmak. kılda- ι, kılları seçmek (mes. yünden); ki- yizin appak kıldağan folk. keçesi bembeyazdır ve kılları ayıklanmış yünden yapılmıştır.\n\n\nιι, çeşitlere ayırmak; tasnif etmek; kıldap al-: muhtelif çeşitleri seçmek. kıldat f. ι, 1. mahir usta (başlıca, ufak- tefek şeyler yapmak hususunda); 2. takt sahibi, patavatsız olmayan. kıldat- ιι, et. kılda- ι, ιι’den. kıldattık 1. ustalık; ince ustalık; süsle- mekteki zarafet; 2. dirayet sahibi ol- maklık. kıldı : kıldı başında yahut kıldı çokusunda: tam ucunda; nayzanın kıldı başında: mızrağın ucunda; şaardın kıldı başında: şehrin en ucunda; kıldı çokusuna: en tepesine. kıldır- yaptırmak, kıldırmak. kıldıra- 1. gürlemek; gümbürdemek, takırdamak, çatırdamak, tıngırdamak; 2. tekerlekçe yuvarlamak. kıldırat- et. kıldıra-‘dan; eşik kıldırat-: kapıyı takırdatmak; kekirtekke kıldıratıp ciber-: atıştırmak; arabañdı kıldırat: arabanı çek!: defol! kıldırooç keçe evde tötögö (bk.)’den biraz aşağıda bulunan saçak. kıldırt- et. kıldır-‘dan kıldooç yağı eritirken, onun içinden kıl- ları ayırmak için kullanılan bir atgıt. kılduu telli; kılduu muzika aspaptarı: telli musiki aletleri. kılğır- parıldamak, bir şeyin sathınna ince tabaka şeklinde çıkmak (mayi, yağ hakkında); sorponun mayı kılğırıt turat: çorbanın sathında yağı parlayıp duruyor; çorba yağla kaplanmış; kılğırğan köz: 1) bir parça yaşla ıslanmış göz: 2) okşayan gözler, şirin bakış; közünön caş kılğırıp turat: gözlerinde yaş parlıyor; kılğırıp kara-: okşayıcı bakışla bakmak; may kılğırıp turat: yağ geğiriyor. kılğırık hoş, mülâyim, müşfik (nazar hakkında). kılğırma parlıyan, kılğırma köz: parla- yan, okşayan gözler. kılğırt- et. kılğır-‘dan; közünön kılğırtıp caç çığarat: gözünden parlayan yaş çıkıyor; közün kılğırtıp karayt: mülâ- yim bakışla bakıyor. kılğıy- saklanmak; sinsi-sinsi hareket et- mek. kılğıyma- = = kıl kıyma (bk. kıyma). kılıç kılıç; kılıçtım mizi: kılıcın yüzü; kılıçtın mizin calaşuu folk. karşılıklıca ant içme şekillerinden biridir (harf.: karşılıklıca kılıç yalama); coo ketken- den kiyin kılıçıñdı bokko çap: (ats.) savaştan sonra çapula (harf.: düşman uzaklaştıktan sonra kılıçınla tezeği kes!). kılıçker k-f. kılıçlı (kılıçla silâhlanmış olan muharip); oñunda cıyırma kılıçkerden, solunda cıyırma aybalta alğan, nayzakerden cıyırma folk. sağ tarafında yirmi kılıçla silâhlanmış muharip, sol tarafında yirmi savaş baltasile silâhlanmış muharip ve yirmi mızraklı muharip vardır. kılıçta- kılıçlanmak, kılıçla iş görmek; düşmandar kılıçtap kirip kaldı: düşmanlar kılıçla hücum ettiler. kılık 1. iş, hareket, fiil; 2. tabiat, hulk; kılığı caman: ahlâkı fena: tabiatı kötü; kılğı cakşı: ahlâk, gidişatç kılıktan- kırıtmak (sahte tavırlar takın- mak); kırılıp – büzülmek. kırıktanım et. kılıktan-‘dan. kılıktuu oynak; şen (başlıca kadınlar hakkında). kılım a. (grekçeden) 1. asır; devir; cıldan cılğa, kılımdan kılımğa: seneden sene- ye, asırdan asra; 2. dünya; âlem; kılımda cok er neme folk. öyle bir yiğit ki dünyada eşi yoktur; er töştüktün toyuna kılım keldi kozğolup folk. ba- hadır toştük’ün düğününe bütün dünya halkı geldi; 3. eçen kılım el ötkön: nice halk yaşamış. 4. hepsi, her şey. kılın- mut. kıl- ιιι’ten; kerek kılına turğan: lüzumlu; kullanılan. kılış- müş. kıl- ιιι’ten. kılk : kılk et-: dalgalanmak (kalabalık kütle hakkında); el kılk-kılk etip turat: kalabalık dalgalanıyor. kılka sıra; saf; kol cürdü dürkün- dürkün, kılka-kılka: asker, müfrezeler halinde saf-saf olarak gidiliyordu; barı bir kılka: bir düzende hepsi müsavi. kılkan 1. kılçık; başak kılçığı; kılkan çöp: yabanî arpa; 2. balığın ufak kemikleri, kılçıkları. kılkanduu kılçıklı; kılkanduu kıroo: ufak oklar şeklinde donan kırağı. kılkılda- 1. (mayi hakk.) bılk-bılk etmek; 2. süzülürek yürümek; süzülerek dalgalanmak; sallanmak (mes. su üstünde sandal hakkında); ak balıktay kılkıldap folk. ak balık gibi süzülerek, sallanarak; kün kılkıldap batuuğa az kaldı: güneşin süzülerek batmasına az kaldı. kılkıldat- et. kılkılda-‘dan; kılkıldatıp cut-: ağır ağır yutmak; kılkıldatıp suudan süzdürüp çıktı: sallansallana suyu yüzerek geçti. kılkın- tıkanmak, nefes kesilmek. kılkındır- bağmak; sıkmak. kılkıy- gözünü indirmek; başını eğmek. kılmık : kılmıktay: incecik; minnacık; ınoynu kılmıktay: boynu incecik. kılmıñda- sahte tavırlar takınmak, oynak olmak (zarif kız ve kadın hakkında). kılmış cinayet; ağır cezayı mucip olan cinayet; kılmışı bar: mücrim; kılmış kılğan: cinayet işlemiş olan; kılmış işi: cinayet davası; kılmış niyzamı: ağır ceza kanunu. kımışker k-f. cani; ağır cezayı mucip olan cinayeti işlemiş olan. kılmıştal- ağır cezayı mucip olacak bir cürümle itham edilmek. kılmıştuu suçlu; mücrim. kılmıy- gayet ince, gayet küçük olmak; görünür-görünmez olamak; kösü kılmıyıp uyasına batkan: gözleri küçülürek, gözevine batmış. kıloo ι, 1. buzağı hastalığının adıdır; 2. buzağıların çağırma nidasıdır.\n\n\nιι, kesici bir nesnenin bilenmiş kenarı (ki, bu kenar sonradan bileği taşında düzeltilir). kılt ι, ânî bir hareketi ifade eden taklitlik sözdür; kün uyasına kılt etti: güneş yuvasına dalıverdi (battı); kılt dep (yahut ettirip) suu içpeyt folk. bir yudum su içmiyor; kılt koyup kaçıp ketti: cızlamı çekti savuştu; kılt ettirbey: kımıldamaya bırakmadan; kırık kandın eli kıtaydı kılt ettirbey bilgizgen folk. kırk hanın eli olan çinlileri, o, kımıldamaya bırakmadan onun iradesi altına vermişti; esine bardık coruk kılt etti: birden-bire bütün olup bitenler onun aklına geldi; kılt kılt cür: kırıtarak omuzlarını sallayarak yürümek; kılt- sılt etip: sahte tavırlarla; kırıtarak; kırılarak- büzülerek.\n\n\nιι, = = kıt ι. kılta : muunumduñ kıltası folk. okşama tabiridir. kıltak uzun sırık üzerindeki kıldan tuzak. kıltamak = = kıl tamak (bk. kıl 1,2). kıltay- = = kıltıy-. kıltılda- 1. oynak olmak; işveli hareketlerde bulunmak; 2. soğuktan büzülmek; 3. süzülerek yürümek; kün kıltıldap uyasına batıp bara catat: güneş süzülerek yuvasına batmaktadır. kıltıñ işveli hareketler; sahte tavırlar; kıltıñ-sıltıñ cok: hiçbir türlü ihtilâf ve anlaşmamazlık yoktur. kıltıñda- işve yaparak dolaşıp durmak; çıçkan körgün küyködöy moynu kıltıñdayt: boynu fare görmüş atmaca boynu gibi dönüyor. kıltır : kök kıltır: su bolluğundan dolayı sıvık (su katılmış kımız, süt ve açık çay hakkında); sütü kök kıltır eken, suu koşuptur: sütü sıvıktır, su karışmıştır. kıltıy- 1. ucu azıcık gözükmek (mes. ilk filizleri hakkında); kök çöptün uçu cerdin betinen kıltıyıp kele catat: yeşil otun uçları yerden azıcık baş göster- meye başladı; 2. dışarı doğru çıkık durmak, sarkmak; uuru kıltıyıp catat: hırsız kafasını azıcık kaldırıp yatıyor; 3. bir yana asılı durmak. kıltıyt- et. kıltıy-‘dan; cuurğandan başın kıltıytıp: yorgan altından kafasını bir parça çıkararak. kıluu kılma; kıluu kerek: kılmak gerek. kım kım-kuut: canlılık; şen gürültü; galeyan; karışıklık; ayıl kım-kuut, cañtopoloñ boldu: köyde gürültü- patırtı baş gösterdi; arıberi çurkap, kım-kuut bolup cürgön can: ileri-geri yürüyen, harekette bulunan halk; el kım-kuut bolup, köçüp cönöldü: halk gürültülü bir kalabalık halinde göçüp gitti. kıma mızrağın temreni. kımbat a. 1. kıymetli, değerli; 2. güç, zor; oñoy kımbatın kim bilet: kolay veya güç olduğunu kim bilsin; daha ör. bk. arzan. kımbatçılık pahalılık. kımbatsın- pahalı saymak; kımbatsınıp albadım: (tayin edilen fiatı) yüksek sayarak almadım. kımbatta- fiatça yükselmek; pahalı olmak. kımbattık kıymet, değer. kımbattuu kıymetli, değerli. kımbattuuluk pahalılık, kıymet. kımın en ufak cüz (parça), en ufak toz; havada dolaşan ufak tozlar; kımınday: minnacık, küçücük, ehemmiyetsiz; kımınday çañ: cok: en ufak toz bile yok; kımınday okşoboyt: hiç benze- miyor; kımınday bilbeyt: zerre kadar bilmiyor: elifi mertek sanıyor; kımınday caman oyu cok: zerre kadar fena fikri yok. kımınday bk. kımın. kımır- bükmek; buruşmak; büzülmek; kımırıp-kımıtıp: gizlice; etek altından. kunıran su karıştırılan süt veya yoğurt. kunıranda- süte su karıştırmak. kımırıl- 1. kırıtarak, kendine çekidüzen vermek; 2. büzülmek, kısılmak; kımı- rılıp kir-: zorlayıp sokulmak. kımırın- = = kımtıl-. kımıy- ruhî bir sevinç hissetmek; dalayı içinen kımıyıp kalıştı: bir çokları içlerinden sevindiler. kımız (kısrak sütünden yapılan maruf içicek; m.) töö kımız: deve sütünden kımız; uy kımız: inek sütünden yapılan kımız, kefir; toñ durma kımız: parça halinde dondurulan ve ilkbahara kadar kor maya olmak üzere muhafaza edilen kımız; kımız kişinin kanı, et kişinin canı ats. kımız insanın kanıdır, et ise canıdır. kımızdık kurt pençesi denilen ot. kımızduu kımızlı; kımızduu üy: kımızlı ev (ör. bk. kıyakçı). kımkap f. 1. kemha; 2. bir ipekli kuma- şın adıdır. kımkapta- kemha ile süslemek. kımkuut = = kım-kuut (bk. kım). kımran = = kımıran. kımsın- büzülmek; kısılmak. kımsınt- et. kımsın-‘dan. kımtı- sıkmak, tıkamak; erin kımtı: dudak sıkmak; catkan kişinin eki cağın kımtı-: yatan adamın iki tarafından yorığanı sıkıştırmak; etek kımtı: eteği toplamak; kımtıy karma-: sımsıkı tutulmak; kımırıpkımtıp bk. kımır. kımtıl- 1. kısılmak, kavuşturulmak (etekler hakkında); 2. sıkışmak. kımtılan- (manaca) = = kımtıl-: ton kiyinip, kımtılanıp alıptır, içi körüngön cok: kürk giymiş, eteklerini kavuşturmuş ve onun altında (içerde) ne olduğu görünmüyordu. kımtın- = = kımtıl-: kıraanday komdonup, kımtınıp: alıcı kuş gibi, hazırlanarak, büzülerek. kımtıy- = = kımıy-: kız ekenin kördü emi, kımtıya tüşüp küldü emi folk.: kız olduğunu gördü ve sevinçle güldü. kın kın; bolot kılıç kında catpayt ats. çelik kılıç kında yatmaz. kına ι, a. (tırnakları ve elleri boyamak için kullanılan bir bitkidir). kına- ιι, 1. muhkeme sıkmak, sımsıkı kucaklamak, (giyimi) yapışık duracak şekilde dikmek; kınaçuu dan mingizdim folk. (onları) kendilerini kaldırabilecek atlara bindirdim; 2. elbiseye süs komak; cakasın kunduz kınayın folk: yakasını kunduz deri- sinden yapayım. kınal- sımsıkı yapışmak, tam ve yapışık durmak (mes. giyim hakkında); kiyimi boyğo kınalıp caraşıp turat: giyimi ona yakışıyor ve iyi oturuyor. kınalış- biribirine sıkışmak. kınap ι a. kın, kutu.\n\n\nιι, dikkatlılık, derli-topluluk, malûmatfuruşluk. kınapta- bir nesneyi dikkatla, ihtiyatla, itina ile kullanmak; bir işi dikkatla, özenle işlemek. kınaptal- pas. kınapta-‘dan. kınaptuu derli-toplu, aşırı itinalı. kıncı (köpek için) zincir. kıncıl- büzülmek; buruşmak. kıncılaluu tasmalı, boyun halkası olan; kıncılaluu colbors bar folk. (orada) boynu halkalı kaplan vardır. kıncılıñkı bir parça büzülmüş, bir parça küsmüş; kıncılıñkı tart-: bir parça büzülmek. kıncılt- bükmek, iğmek, kıvırmak, şiddetlice sıkmak. kıncıluu zincirli (köpek). kıncıy- incelemek (koşu atı hakkında); aşırı derecede zayıflamak; tayğanday kıncıyğan: av köpeği gibi inceldi. kıncıyt- et. kıncıy-‘dan. kındıy- (at hakkında) incelmiş ve gereği gibi antreneman görmüş olmak. kındıyt- et. kındıy-‘dan. kıñ = = kıñk. kıñarak 1. her nevi kesici aygıtların kırık parçası (mes. bıçağın, tırpanın, v.s.), kötü bıçak, mutfak bıçağı; ıñırçakta sır cok, kıñarakta kın cok ats. öküz semerinde sır (boya) yok; mutfak bıçağında kın yok. kıñay ι, gevşek; eşikti kıñay captı: kapıyı gevşek kapattı. kıñay- ιι, bir yana iğrilmek (mes. kâh bir yanına, kâh öteki yanına iğrilen yorgun süvari hakkında); atka kıñaya tartıp mindi: ata bir yana iğilerek bindi. kıñğır tınlama, çınlama; kıñğır etkizip: tınlayarak, çınlayarak. kınñğıra- çınlamak, tınlamak. kıñılda- 1. hazîn ve zayıf bir sesle inlemek. (mes. enik hakkında). kıñıldat- et. kıñılda-‘dan. kıñıldoo işs. kıñılda-‘dan. kıñır 1. iğri, bir yana iğilmiş; kıñır iş kırk cıldan soñ da bılinet ats. kötü iş kırk yıldan sonra dahi meydana çıkar; kıñır – kıyşıktar: uygunsuz işler; 2. dik kafalı. kıñırak = = kıñarak. kıñırañda- hareket etmek (gayet arık ve zayıflıktan kamburu çıkmış adamlar hakkında); kıñırañdap aksap cüröt: kamburunu çıkararak topallayarak geziyor. kıñıray- bir yana iğirilmek. kıñırıl- et. kıñıray-‘dan.\n\n\n1. büzülmek, kıslmak; kıñırılp turup arañ berdi: büzürerek zor verdi; 2. direnmek, inat etmek. kıñıt- : işin kuday kıñıttı: onu tanrı cezalandırdı, işleri istediği gibi gitmiyor. kıñk ses taklidi ifade eden sözdür; kıñk- kıñk: çınlama; kıñk et-: ses çıkarmak; kıñk etpesten: tek bir kelime söylemeden; ses çıkarmadan. kıñkılda- nazlanmak; nazlanarak iste- mek (mes. çocuklar hakkında). kıñkısta- 1. bir şey isterken ağlamsamak, kırılıp-büzülmek; 2. yavaşca inlemek; kiçine kıñkıstap kaldı: bir parça hastalandı; bir ceri kıñkıstap kalğaña okşoyt: bir yeri acımışa benziyor. kıñşı- acı-acı bağırmak; sırıtmak: acı-acı ağlamak. kıñşıla- = = kıñşı-: börüdöy kıñşıladı: kurt gibi sırıttı; katın kıñşılap süylöp, kız bolboyt ats. ince sesle konuşmakla evli kadın kız olmaz. kıñşılaş- müş. kıñşıla-‘dan. kıñşılat- = = kıñşıt. kıñşıt- et. kıñşı-‘dan; kız kıñşıt-: kızı kocasının köyüne yollamak yahut bu yolculuk için hazırlanmak. (harf.: kızı acı-acı ağlatmak). kınık ι, adet; alışkanlık; kınık al- yahut kınık tap-: dadanmak, heves etmek. kınık- ιι, heves etmek; dadanmak; alışmak. kınoo (rad), kıymet, fiat, mükâfat, ikramiye. kıntık kusur, eksiklik; eç kim kıntık taba alıbayt: en ufak kusur bulmanın bile imkânı yoktur. kınuu = = kınık ι. kıp : kup etip yahut kıp dep: dakkasında; kıp dep üygö kirip keldi: ansızın eve giriverdi. kıpa = = kupa. kıpça ince¸nefis; kıpça beldüü: ince belli; kıpça ton: nefis kürk. kıpçı- çimdiklemek, sıkıştırmak (çendereye, maşaya, gergefe); kömür- dü kıçkaç menen kıpçıp al!: kömürü maşa ile al!; karağay kolumdu kıpçıp aldı: (kabuğu soyulmuş olan) küknar elimi kaptı; kuyruğun kıpçıp kaldı: kuyruğunu kıstı (yumuşadı: sükûnet kesbetti). kıpçık 1. beşik deliğinin etrafına yahut kültü (bk)’nün kenarlarına konulan uzunca bez parçası; 2. kazanda yufka pişirilirken, üç yufka arasında kalan boş yere atılan küçük yufka. kıpçıl- 1. sıkıştırılmak, kısılmak, sokulmak; kuyuşkaña kıpçılğan bok- toy ats. çam sakızı gibi (harf. kuskuna yapışmış pislik gibi); 2. karış-mak (mes, söze). kıpçıldık = = kıpçık. kıpçıt- et. kıpçı-‘dan. kıpılda- merak etmek; çırpınmak; bütün vücudu titreme kaplamak; netice hak- kında merak ederek sabırsızlık göster- mek; bilip koyot eken dep, caman kıpıldap turdum: farkına varacaklar diye, heyecan içinde idim; oylonulmuş bolup, içinen kıpıldap: düşünür gibi gö- zükerek içinden sabırsızlık gösteriyor ve çırpınıyordu. kıpıldat- et. kıpılda-‘dan. kıpın = = kımın-. kıpıñda- : tatlı bir çırpıntı hissetmek. kıpıy- narin, nefis ve nazik olmak (adet olduğu üzere, kız hakkında). kıpıyt- et. kıpıy-‘dan. kır ι, 1. dağ sırta; sarı kır = = sarıgır; kır arka: amudu fıkarî; caraluu boldu kır arkam folk. amudu fıkarîm yaralandı; kır murun: ince ve yüksek burun, düz burun (ne basık, ne de muhaddep); kır murunduu. 1) düz burunlu (burnu muhaddep olmayan); 2) karakuş nevilerinden biridir; 2. tepeli-tümsekli step, tepe, 3. kenar; kırına çık- mec. (birisinin) tepesine çıkmak; anın aldında uyañdık kılsañ, al kırıña çığıp alat: eğer sen çekingenlik gösterirsen, o senin tepene çıkar; kırı- nan taşta (mse. güreşirken) yere yeniden düşecek tarzda sermek; kırıktın kırına kelgende: kırkını geçti- ğinde; kır körsötüü sis es. gösteri, démonstration; köz kırın sal- 1) tek bir gözle bakmak; 2) şöyle bir bakmak; cumurtkadan, kır taap: olur-olmaz şeylere takılarak, tırnak altındaki kiri arayarak, muziplik ederek; üst perdeden atıp tutarak (harf. yumurtadan kenar arayarak); aştık tekşi kır captı: ekinler toprağı baştan-başa kapladı (ekinler o kadar büyüdü ki tarlayı kapattılar); kır taş: sivri taş 4. mat. satıh; köp caktık kırı: çok vecihlerinin kenarı. kır- ιι, 1. kazımak; kazandı kır-: kazanı kazımak; tamak kır-: bk. tamak 2; 2. yok etmek, kökünü kurutmak; karışkır koydu kırdı: kurt koyunu boğdu. kıraakı = = kırakı. kıraakılık- = = kırakılık. kıraan = = kıran. kıraat a. makamla okumak (kur’anı okudukları gibi); mevzun ve ahenkli okuma; kıraatı menen oku!: makamla oku! kırakı uyanık, uzağı gören, dûrbün, basiretli, anlayışlı, tecrübeli, dünya görmüş; akılman, kırakı, bilimdüü kişi: akıllı basiretli, âlim adam. kırakılık uyanıklık, dûrbünlük, basiret, dirayet; tap kırakılığı: sınfî uyanıklık; revolyutsiyalık kırakılık: inkılâp uya- nıklığı. kıran 1. çevik, göregen, iyi kapan; kıran bürküt: iyi kapan karakuş; kıran tayğan: çevik av köpeği; borbaş kançalık kıran bolso da, boz torğoyço- luk alı çok ats. saksağan ne kadar iyi kapan olursa-olsun, onun kuvveti tarla kuşunu yakalamaya bile yetmez; kıştın kıran çildesi: kış soğuğun en şiddetli çağı: zemheri; 2. mec. en iyi doğan; falco candicans; yanılmadan vuran çevik kuş; 3. bahadırın sık-sık tesadüf edilen sıfatı. kırandık çeviklik, iyi kapma (yakalama) istidadı (yırtıcı hayvan ve alıcı kuş hakkında). kırañ = = kır ι. kırç ι: kırça çap-: kesip almak, kapıp al- mak; tört kolumdu balta menen kırça çaap aldım: baltayla dört parmağımı kestim; kırça tişte-: şiddetle dişlemek – ısırmak; kırça bas-: amudî katetmek (dikey boyunca geçmek). kırça ιι, küçül. kır ι’den. kırçak : kırçak taş = = kır taş (bk. kır ι, 3). kırçañğı kel; uyuz (sıfat olarak); uyuz (atlarda); kırçañğı at: uyuz at. kırçı- kesmek, biçmek. kırçılda- gıcırdamak; kırcıldağan suuk: çatırdayan, çatlayan soğuk; kırçıldağan caş kezde: sıhhat fışkıran gençlikte. kırçıldaş- müş. kırçılda-‘dan. kırçıldat- et. kırçılda-‘dan. kırçın 1. küçük zanaat sahibi; kırçın tal bk. tal ι; 2. genç oğlan; 3. ufak – tefek, mini-mini; kırçın caştar: «taze gençlik»; kırçınında öldü: gençken öl- dü; 4. kırçınım: gençliğinde ölen oğlunu anne bu kelimeyle anarak ağlar. kırçıy- gayet zayıf olmak. kırçoo 1. keçe evi dış taraftan sardıkları ip (tir ki, kerege (bk.) nin ortasından geçer); bel kırçoo: batnı esfelin yanları; suu bel kırçoomo çıktı: su belime kadar çıktı; çoñ kırçoo es. hattı istiva; şar kırçoosu mat. küre kuşağı; 2. bir tekerleğin demir veya lâstik çemberi. kırçoolo- keçe evi kırçoo ile sarmak. kırda- 1. yana doğru yamık koymak; tebeteydi kırdap kiy-: kalpağı iğri giymek; 2. kenarları düzeltmek, kenarları sivriltmek; tört kırdap con-: dört kenarlı şekil vermek suretile rendelemek. kırdaç : kırdaç murun = = kır murun (bk. kır ι, 1.). kırdal 1. münasip ân, uygun an; iştin kırdalı kelbey atat: ahval uygun bir şekilde yürümüyor; sözdün kırdalı keldi: söylerken münasebet düştü; kırdalın keltirip: münasip dakkasını yakalayarak; kırdalı kelip turat: ahval uygun bir tarzda gidiyor; müsait ân yaklaşıyor; 2. = = kır ι, 3; ömürünün uşul kırdalında: hayatının bu devrinde. kırdalduu bir zamana tesadüf eden. kırdan- 1. yanile durmak; 2. düşmek, yuvarlamak; at-matı menen ıkrdanıp ketti: atile birlikte taklak attı; 3. kurul- mak: caka satmak; emine üçün kırdanasıñ?: neden böyle kurum taslıyorsun? kırdant- et. kırdan-‘dan; tebetey kırdant-: kalpağı şakağa indirmek suretile giy- mek. kırdanuu işs. kırdan-‘dan. kırdat- 1. et. kırda-‘dan; 2. kenardan yürümek. kırdır- 1. kazıtmak; 2. yok ettirmek. kırduu sivri kenarlı, faseteli olarak kesilmiş; tört kırduu: dört faseteli; senden kırduumun: ben sana nisbeten daha uzun boyluyum: maseleni kırduu kılıp koy-: meseleyi bütün kesinliğiyle koymak. kırduusu- = = kırduusun-. kırduusun- başkalarına karşı küçümse- yerek muamele etmek. kırğak eleçek (bk.) tarafından geniş bir şerit kılığında geçen ve kıymetli kumaştan (mutat olduğu üzere, ipekten) sarğı, bağ. kırğıç 1. kazıma aleti; 2. haşhaş kummesinde sertleşmiş usareyi almak için kullanılan ve yarımay şeklinde olan bıçak. kırğın kılıçtan geçirme: katliâm; kırğın boldu: çok (insan) kırıldı: helâk oldu; kırğın sal-: kılıçtan geçirmek, katliâm tertip eylemek; kırğın saluuçu: hav. avcu-muhrip-(tayyare); kırğında kan ölöt: ats. katliâm sırasında han dahi ölüyor. kırğınçılık askerî akınlar neticesinde rahatsız zamanlar; katliâm. kırğıy bir nevi atmaca; kırğıy ükü: atmacamsı puhu. kırğıyek genç atmaca. kırğız kırgız; kırğız en: bir kumaşın adıdır. kırğızcılık eski kırgız hayatına mahsus olan bütün ahlâk ve adetler (karş. kılık). kırğızdaş- kırgızlaşmak. kırğool sülün (kuş); koroz kırğool (yahut yalınız kırğool) erkek sülün; bostek kırgool: sülünün dişisi. kırıl- pas. kır. ιι-den; cutta mal kırıldı: kıtlık zamanında hayvanlar kırıldı; barkıttın tügü kırıldı: kadifenin tüyü aşındı. kırılda- = = kırkıra-. kırıldat- = = kırkırat-. kırılış- 1. hep beraber kırılmak, helâk olmak; 2. amansız bir surette kapışmak. kırılıştır- kütlevî bir surette biri-birini kırmaya sebebiyet vermek. kırım uzak, uzak yer, uzak memleket; kuş balası kırımğa karayt, it balası cırımğa karayt ats. alıcı kuşun yavrusu uzaklara bakar, köpek yavrusu ise (yemek düşüncesile) kayışa bakar; daha ör. bk. urum. kırın ι, = = kırğın; kırın sal-: katliâm tertip etmek. kırın- ιι, kazılmak: bir şeyin üst tabakası alınmak; kırınıp cuundu: kazıldı ve yıkandı. kırındı kazıyıp alınmış olan nesne; içek kırındısı: bağırsaktan kazımak suretile alnan şey. kırış- müş. kır- ιι’den. kırk ι, 1. dört on: kırk; 2. çocuk doğurduktan sonra geçen kırk gün; kırk köynök: es. (annenin çocuğuna doğduktan kırk gün geçtikten sonra giydirdiği) gömlek; kırk çelpek: es. kırk yufka (bunlar çocuğa «kırk köynök» giydirilen günde loğusanın evinde pişirilir ve kırk çocuğa dağıtılır); 3. kırk çilten, bk. çilten. kırk- ιι, kırpmak; kesip almak; koy kırk-: koyun kırpmak; çıbık kırk-, bk. çıbık. kırka sıra; dizi; kırka tikken üy: sıra ile kurulan keçe evler; kırka-kırka: sıra- sıra; kırka tartıp kon-: sıra-sıra dizile- rek konmak; too kırkası: dağın sırtı. kırkaar sıra: dizi; suunu kırkaar tartıp keçtik: suyu (akıntı yönetinde) sıraya dizilmek suretile geçtik. kırkaarda- sıraya dizilmek. kırkala- : kırkalay: koy kırkını: koyun kırkımı. kırkıl- mut. kırk- ιι’den. kırkım = = kırkın ι. kırkın ι, kırkma; koy kırkını: koyun kırkımı.\n\n\nιι, kız sözünün tekidir. kırkındata = = kıdırata. kırkıra- hırıldamak; hırıltı çıkarmak, kısık sesle konuşmak; ses kısıklığına uğramak. kırkırak 1. sesi kısık olan; gıcırdayan; 2. mırıltı; mışıktın kırkırağı: kedinin mırıltısı. krkırat- et. kırkıra- ‘dan. kırkma kırpılmış, kesilmiş, kesme, kırkma yoluyla hazırlanmış olan; kırpma çay: bir nevi çay. kırktır- kırkmayı emretmek. kırla- yahut kırr-kırla-: «kırr-kırr» diye seslenmek (atı çağırmak için). kırma kazılmış, sathı temizlenmiş oyulmuş; kırma tabak: oymak suretile yapılmış olan ağaç tabak; kırma ayak: tahta çanak; kırma taş: çakmak (çakmak tüfeği için). kırmaçı 1. harman dövmek için daire şeklinde yapılan sert ve düz mahal, ekin demetleri yığılan yer; kırman bas-: harman dövmek. kırmıçık tencere dibinde yanarak yapışan yemek parçaları. kırmızı 1. kızıl; kırmızı kızıl: açık al; 2. kırmızı ipek. kıroo kırağı. kıroolon- kırağı ile örtülmek, kırağılan- mak. kıroy : kıroy-kıroy! koyunları çağırma nidasıdır. kırpma temas eden, ilişen; kırpıma tegerek: mat. mümas daireler. kırr : kırr-kırr! atları çağırmak nidası. kırs çabuk alevlenen (adam), alıngan, nazlanan, maymun iştahlı. kırsa kad. tilki. kırsığuu naz, kapris, inat, direngenlik. kırsık ι, 1. belâ, felâket, afet, kaza, engel, muvaffakiyetsizlik, işlerin yürümeme- si; kırsık karmaptır: felâkete uğradı; şorduunu kırsık çalıp, közdön ayrılıp kalğan eken: zavallı kazaya uğramış ve gözünü kaybetmiş; 2. kapris, inat; kırsığı bar: anlaşmaya gelmiyen, dik kafalı, kaprisli. kırsık- ιι, entrika çevirmek; manialar, engeller çıkarmak, kapris göstermek, inat etmek. kırsıkçıl sık-sık kazaya ve felâkete uğramak. kırsıkta- felâkete çarpmak, kazaya uğramak. kırsıktııu 1. tâlihsiz, şanssız; hiçbir zaman muvaffak olmayan; 2. kaprisli, inatçı. kırsılda- kıtırdamak; çatırdamak; kırsıldap kül-: kahkaha ile gülmek. kırsıldaş- müş. kırsılda-‘dan. kırstık çabuk alevlenme, alınganlık. kırt 1. narinliği, çabuk kırılma istidadını ifade eden taklitlik sözdür; kırt dey tüş-: çatlamak, patlamak; 2. çabuk kızan; kıyalı caman, bat ele kırt dey tüşöt: tabiatı berbattır: durup – dururken alevleniveriyor; kırt baytal: 1) sert huylu kısrak; 2) mec. çıt kırıldım. kırtıl boşboğaz, geveze. kırtılda- 1. kıtırdamak, yüksek ses çıkarmak (mes. şeker çiğnerken); 2. boş ve manasız sözler söylemek, dırlanmak, boyuna çene çalmak, çenesi düşük olmak. kırtıldak kıtırdayan; kırtıldak boorsok bk. boorsok. kırtıldat- et. kırtılda-‘dan. kırtış satıh, yüzey, üst tabaka, zemin; cerdin kırtışı: derinin yağı şeffaf olan üst tabakası, beşere, epiderme; menin kırtışım süygön cok: hoşuma gitmedi, sevmedim; men barsam anın kırtışı süygön cok: ben gittim, ancak o, beni soğuk kabul etti. kırtışta- üst tabakasını almak; teri kırtışta-: (yağdan ayıklarken bıçakla) derinin üst tabakasını almak. kırtıştat- et. kırtışta-‘dan. kırtıştuu kırtış (bk.) i çıkarılmamış nesne; kırtıştuu cer: saban girmemiş olan toprak. kırtıy- alınmak, küsmek. kırtıyt- et. kırtıy-‘dan. kıruu kenar, kumaşın kenarı, dikiş yeri. kıs- sıkmak, sıkıştırmak, basmak, kısmak; koltukka kıs-: koltuk altını kısmak; koluñuzdu kısamın: elinizi sıkıyorum; köz kıs: göz kırpmak, köt kıs-: rahat oturmak; kötüñdü kısıp otur: rahat otur! (otur ve kıpırdama!); aytkan sözümdü kötünö kıspayt: söylediğim söze asla ehemmiyet vermiyor; ben ona diyorum, o ise aldırış etmiyor. kısa a. hisse, pay; kısa cok: zarar yok; bir şey değil; başka bir şey yok; kelişse boluptur, kısa cok: mademki geldiler, mesele yok; 2. intikam; karşılık. kısap a. hesap; esep-kısap: hesap-kitap, verilen hesap. kısasız 1. hissesiz; 2. intikamsız; kısasız kıyamet cok ats. hareket intikamsız kalmaz. kısık sıkışık, sıkıştırılmış, dar; kısık köz: dar göz, dar gözlü; kısık cer: dar geçit, dar boğaz; eşkitin kısığı, kapı yarığı (aralık kalan kapının yarığı); kısık ündüü tıbış: db. dar sadalı ses. kısıl- sıkıştırılmak, tazyik edilmek, sokulmak. kısılış ι, sıkıştırılış, tazyik ediliş, zor durum. kısılış- ιι, müş. kısıl-‘dan. kısım tazyik, tesir, baskı; kısımğa al-: sıkıştırmak, tazyik etmek; kıyın kısım kez: zor ve mudil an. kısımçılık tazyik; baskı, müşkülât, sıkışık durum, zor ahval, şiddetli tedbirler. kısın- sıkışmak; kırçıldaşar coo kelse, kısımbaymın kılçañdap: folk. amansız düşman geldiğinde büzülecek ve şaşkın şaşkın bakınacak değilim. kısıñkı 1. bir parça sıkışık, bir parça daralmış, bir parça dar; 2. coğ. boğaz. kısıñkıra- hafifçe sıkıştırmak; köz kısıñkıra-: gözü hafifçe kapamak, yummak. kısır doğurmaz, çocuğu olmaz; kısır emdi (bazan düzce kısır) annelerini, kendileri için tayin edilen müddet geçtikten sonra da emmekte devam eden buzağı yahut tay; kısırğaldı- (yahut kısır kaldı): kuzulamıyan toktu (bk.) yahut çebiç (bk.); toktusunda tuubay, kısırğaldısında tuudu: bir yaşında iken kuzulamadı, o müddet geçtikten sonra kuzuladı; kısır añız: toprağını dinlendirmek için bırakılan tarla. kısırak henüz sürüye katılan ve daha doğurmamış olan genç kısrak. kısırğaldı bk. kısır. kıska kısa, muhtasar, kısaca, muhtasaran; sözdün kıskası yahut kıskasınan aytkanda yahut uzun sözdün kıskası: sözün kısası, hulâsa. kıskaça kısaca. kıskaçala : kıskaçalap: kısaca, hulâsaten. kıskaloo bir parça kısa. kıskar- 1. kısalmak, ihtisar edilmek; 2. mec. kendini yeis ve fütura kaptırmak. kıskart- kısaltmak, ihtisar etmek; kıskartıp bölüü colu: mat. tevhidi mahreç (paydaları eşitleme) yolile taksim. kıskartıl- kısatılmak, ihtisar edilmek. kıskartuu kısatılma, ihtisar; bölçöktördü kıskartuu mat. kesirlerin mahreçlerini tevhit (paydaları eşitleme). kıskaruu işs. kıskar-‘dan. kıskıç : kıskıç baka: zol. yengeç. kısınak tazyik, sıkıştırma. kısmakta- tazyik etme, sıkmak, icbar eylemek. kısrak = = kısırak. kısta- icbar etmek, zorlamak. kıstal- 1. icbar edilmek, sıkıştırılmak; 2. kabarmak-kurulmak, bilseñ –ayt, bilseseñ- kıstalba!: biliyorsan söyle, bilmiyorsan (boşuna) kabarma! kıstalañ 1. geçiktirilmez, müstacel; 2. zaruret, ihtiyaç. kıstalak = = kızı talak (bk. talak). kıstan- = = kıstarın-. kıstar- = = kıstır-. kıstarıl- = = kıstırıl-. kıstarıluu sıkıştırılmış; keregede kıstarıluu kamçılar: kerege (bk.) de sıkıştırılmış kamçılar. kıstarın- sığanmak; etekli kıstarındı: eteklerini sığadı. kıstat- et. kısta-‘dan. kıstır- sıkıştırmak, sokmak. kıstırıl- sıkıştırmak, sokulmak. kıstırındı sıkıştırılmış, sokulmuş; kıstırın- dı süylöm gram. cümlei mutarize; kıstırındı söz gram. cümle içine sıkıştırılan yabancı kelime. kıstırma sıkıştırılmış; sokulmuş. kıstoo icbar; zorlama; kıyın-kıstoo: zor ve ağır günler. kısuu 1. sıkıştırma, tazyik, sıkma; 2. sis. tazyik, tesir; öz-özün sınoonu kısuu: kendi-kendini tenkit tazyikı; 3. baskı (tazyik) respublika askerleri kozğoloñçulardın kısuu casooloruna çıdap berişti: cumhuriyet askerleri asilerin baskısına karşı dayandılar. kış ι, f. tuğla; bok kış: tezekten yapılan kerpiç; kış kuy-: kerpiç yapmak.\n\n\nιι, kış (mevsim); kışı: kışın; cayı kışı: kışın ve yazın, bütün sene; kış küröö kirip keldi: soğuk kış geldi; kışında: kışın. kışılda- sık sık solumak, sık sık burundan solumak. kışıldaş- müş. kışılda-‘dan. kışıldat- et. kışılda-‘dan; tanoosun kışıldatıp: burun yapraklarını kabarta- rak (sık sık nefes alarak). kışında bk. kış ιι. kışkı kışlık. kışkısın kışın, bütün kış, kış boyunca. kışta- kışlamak; kışı geçirmek. kıştak (karş. kıştoo) köy, kışlak. kıştat- kışlatmak, kış geçirmek: men mal kıştatkan kapçığay: benim hayvanla- rımı kışlattığım dağ geçidi (dere). kıştatuu işs. kıştat-‘tan; koy kıştatuuğa çığarılğan: koyunlar kış geçirmeye sürülmüş. kıştık kışlık; kıştık kiyim: kışlık giyim; kıştık ookat: kışlık erzak. kıştoo (karş. kıştak): kışlak, kışlık durak, kışlık mesken. kıt ι, ağır olması için vuran aşığın içine dökülen nesne (mutat olduğu üzere: kurşun); sakañın kıtı bar: senin vuran aşığına kurşun dökülmüş.\n\n\nιι: kıt-kıt külüp: kıs kıs gülerek. kıtan : kök kıtan: boz balıkçıl; ak kıtan: beyaz balıkçıl. kıtığı gıdık, gıcık; kıtığısı keldi: gıdıklandı; kıtığısın keltirbe: onu gıdıklama. kıtığıla- gıdıklanmak. kıtığılat- gıdıklatmak. kıtır : kıtır kıtır: kıtırtı, kıtırdama. kıtıra- kıtırdamak. kıtırak kurumuş, kıtırdayan; kıtırak boorsok: ufak ve fazla kızartılmış işkembe (bk. boorsok). kıtırat- kıtıra-‘dan; kıtıratıp kemirdi: kıtırdatarak, çatırdatarak kemirdi. kıtıray- kısa boylu ve yoluk olmak. kıtkıl sert, katı. kıtkılıkta- : kıtkılıktap kül-: kıs kıs gülmek. kıtmır a. 1. mit. ashabi kahfin köpekleri; 2. çevik, işini bilen; eñ ele kıtmır kuu neme eken: amma da hilekâr, kurnaz, dessâs adammış. kıy ι: kıy sübö: adlâi kazibe (fausses côtes); kıy süböñdön orğuştap, kızıl kanıñ katkan kim! folk. sahte kaburgalarında tümsek halinde kanı birikmiş olan, kimsin sen? kıy- ιι, 1. kesmek, kesip almak; (ufak ağaçları) kıymak; tal kıy-: söğüdü kesmek; ep kıy-: sık-sıkı bitiştirmek, uydurmak, rendeleyip kavuşturmak (mes. iki tahtayı), eski haline getirmek suretiyle düzeltmek; kıyğan kamış kulağtuu folk. (at hakkında): dim-dik duran sivri kulaklı; 2. çarpık kesmek; 3. (eteğin, kürkün, yorganın, örtünün kenarlarına) şerit çekmek.\n\n\nιιι, acımamak; bir şeyi kurban etmek; tehlikeyi göze almak; cesaret etmek; can kıy-: hayatına acımamak; canın kıybadı: kararını veremedi; cesaret edemedi; canın kıyıp kim barat!: hayatını tehlikeye koyarak, kim gidecek!; kıyamın deseñ can mına, tögömün deseñ kan mına folk. (karar verir isen) acımazsan, işte can (öldür), dökmek istersen, işte kan!; can kıydı 1) cananı feda etti; 2) canına kıydı, intihar etti; atıñdı kıysañ maa ber: eğer acımazsan, atını bana ver!; saa berüügö kıybay turam: sana vermeye karar veremiyorum; sana vermeye acıyorum; coldoştorun kıyğan cok: arkadaşlarına acıdı; ketüügö köönüm kıybay turat: gitmeye karar veremiyorum; senin köönüñdü kıybadım: senin hatrını kırmak istemedim; silerdi camandıkka kıybas cerdi özüm bilem: onun size fenalık istemediğini ben kendim de biliyorum; meni kıybastığınan aytıp berdi: bana karşı, hürmetinden dolayı anlattı; kirenge cer katuu, kıyarğa can tatuu ats. ölmek istenmiyor (harfiyen: harfiyen toprak sert), ayrılmak için can tatlı.\n\n\nιv: nike kıy: nikâh kıymak. kıya 1. yamaç, bayır; töönü kıyadan ötkörüp ciberdiñ ats. neyse, atlatın (harfiyen.: deveyi yamaçtan geçirdin); töö kıyadan ötüp ketkenden kiyin: savaştan sonra çapula (harfiyen: deve yokuşu geçtikten sonra); 2. çapraz olarak; aldınan kıya salıp ötüp: yolunu keserek; kıya con-: çaprazlamasına rendelemek. kıyak ı: kara kıyak, kızıl kıyak: ot isimleridir.\n\n\nıı, keman; orus kıyak yahut kağaz kıyak: armonika, akkordiyon; ooz kıyak (yahut sâde kıyak): ağız armonikası; kıl kıyak (yahut sâde kıyak): keman.\n\n\nııı, göğüse giyilen zırh, cebe. kıyakçı kemancı; kımızduu üydö ayakçı, kızduu üydö kıyakçı ats. kımızlı evde sâki, kızlı evde kemancı. kıyakçılık kemancılık; kemancı mesleği. kıyal a. hayal, rüya, utopi, düşünce, düşünceye dalma, tefekkürler; kıyal sür-: düşünmek, tefekküre dalmak, tahayyül etmek; topoz kıyal: 1) kalın kafalı; 2) tembel ve çolpa; cindi kıyal: hoppa; koş kıyal: dağınık; bir işi bitirmeden başka bir işe başlayan; kıyalı caman yahut kıyalı buzuk: tabiatı fena. kıyala- dağ yamacı yürümek, yılankavî hat boyunca gitmek (yüksek bir dağa çıkarken). kıyalat- et. kıyala-‘dan. kıyaldan- düşünceye dalmak, tahayyül etmek, tefekkür etmek, hayalâta kapılmak. kıyaldandır- tahayyülü mucip olmak, düşündürmek. kıyaldanuu işs. kıyaldan-‘dan. kıyaldık : cat kıyaldık: yabancı, ideoloji. kıyalduu : koş kıyalduu: kanaatları gevşek olan kimse, mütereddit. kıyaluu : kıyaluu cer: inişler-yokuşların çok bulunduğu mahal. kıyam a. 1. öğle zamanı; 2. es. cenûp. kıyamat a. 1. dn. bütün ölülerin yeniden dirildiği gün: kıyamet günü; 2. mec. zor ahval, güç vaziyet; dehşet. kıyan 1. yağmur suyunun şiddetli ve hızlı akıntısı, feyezan, su taşması; camğır köp caap, köpüröölördü kıyan alıp ketti: şiddetli yağmur yağarak, akıntı köprüleri alıp götürdü; 2. kıyan-keski: hırçın, harın (at hakkında). kıyanat a. suiistimal, cinayet (hiyanet); amanatka kıyanat kılba: emanete hiyanat etme. kıyanatçı câni, ağır cezayı hakkeden suçlu, baltalayıcı. kıyanatçıl hâin, mücrim. kıyanatçılık cinayet, ağır cinayet, baltalayıcılık, hiyanet. kıyañkı 1. hırçın; 2. mec. baltalayıcı. kıyap 1. = = tap v; kuş kıyabına keldi: alıcı kuş lâzım olan talim ve terbiyeyi gördü; 2. usul, yol; kıyabın taap bek karmap folk. çaresini bularak, sağlam kaparak. kıyapat ı, a. görünüş, kıyafet, çehre.\n\n\nıı= = kılapat. kıyapatta- = = kılapatta-. kıyar ı, tecrübeli, çevik, kurnazca; işini bilen, «pişkin»; köptü körgön kıyar: görmüş-geçirmiş. kıyar- ıı, olmaya (olgunlaşmaya) yaklaş- mak, kızarmak. kıyardan- kurnaz, çaresaz olmak. kıyaz a.: iştin kıyazı şunday: işin gidişi öyledir; kıyazı anın işi cakşı körünöt: anlaşılan, onun işi iyi gidiyor. kıyçalış ı, yan yoldan yürüyen, bir yana sapan; kıyçalış öt: birbirine karşı gittikleri halde karşılaşmamak. kıyçalış- ıı, 1. = = kıyçalışta-; 2. mec. kırıtarak (yan gözle) bakmak, işve yapmak. kıyçalışta- yan yoldan gitmek, bir yana sapmak, önceden düşünülen yoldan gitmeyip de başka yoldan gitmek; işim kıyçalıştap turat: işlerim karışmıştır, işlerim fena gidiyor. kıyçalıştır- et. kıyçalış-‘dan; iştin kaysı cakka kıyçalıştırğanıñdı aytçı!: işi hangi tarafa çevirdiğini söylesene! kıyçılda- gıcırdamak, kıtırdamak, diş gıcırdatmak. kıyçıldat- et. kıyçılda-‘dan; kışkı coldu kıyçıldatıp: kışlık yol boyunca gıcırdatıp giderek. kıydı kurnaz, hilekâr, işini bilen; kıydı neme, teep albasın: (bu at) işini bilenlerdendir, sakın ayağiyle vurmasın (tepmesin); kıydı bala: kurnaz çocuk. kıydık : ooduk-kıydığı cok: fazlası-eksiği yok; nanıbız bir biribizdikinen ooduk- kıydığı cok, akmattın nanı saal çukarak eken: hepimizin pidelerimiz birbirine müsavi ancak ahmedin pidesi bir parça ince idi. kıyğa- : kıyğap: çarpık; yandan; kıyğap ağıp catkan suu: yandan akmakta olan nehir (mes. dağ yamacı boyunca); kıyğap öttük: çaprazlamasına katederek geçtik. kıyğaç 1. iğri, çarpık, bükük; kıyğaç kaş: kavis gibi (güzel) kaşlar, kaşları bu şekilde olan kimse; közdün kıyğaçı menen karap koydu: yan baktı; 2. yarı dönerek. kıyğaçtan- başı kaldırmadan bakmak; kırıtarak, kurnazca bakmak; kıyğaçtanıp külümsürö: kırıtarak gülümsemek; 2. yarım dönerek durmak. kıyğaçtat- yarım dönmüş vazşyette koymak. kıyğak yahut kıyğak çöp, 1. yaprakları- nın kenarları keskin olan bütün otlar; 2. yapraklarının kenarları keskin olup, hayvanların dillerini kesen ve lâtince adı carex olan bir sulak yer otu. kıyğaktuu 1. kıyğak biten yer (bk. kıyğak); 2. kesen; keskin. kıyğansı- : nike kıyğansıp folk. kendini evlenmiş gibi tasavvur ederek, nikâhlılık taslamak. kıyğas = = kıykas. kıyğıl ekşimtırak; kımız içpes eleman kıyğıl suuğa zar bolup folk. vaktiyle kımızı bile beğenmeyen eleman, bugün ekşimtırak suya muhtaçtır; kıyğıl-kıçkıl bk. kıçkıl. kıyğıy = = kıyt ıı. kıyı- giyime süs dikmek; barkıt kıyı-: kadife ile süslemek. kıyık ı, 1. (kumaş) kesintileri; 2. kesik yeri: yarık; bitişme yeri; közünün kıyığı menen karadı: gözünün ucuyla baktı; kıyık göz: dar gözler; kaymaç gözlü; sözdün kıyığın keltirip ayttı: yerinde söyledi; münasip zamanda söyledi; 3. (destanda) atış müsabaka- ları sırasında üzerine cambı (bk.) ‘nın bağlandığı iplik (atıcının gayesi bu ipliğe değdirmek olurdu).\n\n\nıı, 1, inatçı, söz dinlemez, harın; … 2. inat; kıyığına tiybe: onu kızdırma, hırslandırma! çın kıyığım karmasa folk. eğer ben kendi fikrimde israr edersem. kıyıkta- incitmek, kızdırmak, küçüm- seyerek bakmak. kıyıktan- 1. inat etmek, direnmek; 2. hiçbir şeyi anlamıyacak yahut hiçbir nasihat ve öğütlere kulak asmıyacak hale gelmek suretile şuur ve aklını kaybetmek; zil-zurna sarhoş olmak (bulut gibi olmak). kıyıktañansı- inat eder gibi görünmek, sahte tavırlar takınmak. kıyıl- ı, 1. kıyılmak, ufak-ufak doğralmak; 2. çarpık kesilmek, iğrilmiş olmak; kıyılğan kaş = = kıyğaç kaş (bk. kıyğaç); 3. direnmek, muvafakat etmek; kıyılıp turup berdi: istemiyerek epey direndikten sonra verdi.\n\n\nıı, kenarları bir şey tutulmuş olmak; kunduz menen kıyıl-: susamuru derisile süslenmiş olmak; şımdın eki canı kök menen kıyılğan: pantalonun iki yanı geniş mavi şeritle süslenmiştir.\n\n\nııı, pas. kıy- ıv’ten; nike kıyıldı: nikâh kıyıldı. kıyılt- et. kıyıl- ı, ıı, ııı-‘ten. kıyın 1. güç (zor); kıyın iş: güç, müşkül iş; kıyın col: zor yol; kıyın abal: zor vaziyet; kıyın-kıstoo bk. kıstoo; kıyın kısım bk. kısım; 2. usta, cesûr, kuvvetli, kıyın cigit: usta çevik delikanlı, cesûr yiğit; kıyın moldo: büyük hoca; 3. pek; pakta abıdan kıyın çıktı: pamuk gayet iyi yetişti, mahsûl verdi. kıyınçılık güçlük, müşkülât. kıyında- güç olmak, katmerleşmek, mudilleşmek. kıyındal- (manaca) = = kıyında-. kıyındat- güçleştirmek, zorlaştırmak, mudilleştirmek. kıyındık güçlük, zorluk. kıyınsı- kuvvetlilik veya cesaret tas- lamak. kıyır- 1. kenar, uç, sınır; uçu-kıyırı cok: ucu-bucağı yok; hudutsuz; kıyır- kıyırda: memleketin kenarlarında; kıyırğa dañı çıktı: meşhur oldu; geniş bir şöhrete malik oldu, tanındı; kıyırı orğuçtandı: kudurdu: taşkınlık etti; 2. (bu manayla daha fazla kıyır-tuuğan) hısım-akraba (uzaktan yahut ana tarafından) 3. kıyır aykındooç gram. complement indirect, mef’ulü gayri sarîh. kıyırçık torunun çocuğunun çocuğu (kız tarafından). kıyırda- (ordo oyununda) aşığı o suretle vurmaktır, ki vuruş neticesinde o, dairenin merkezini geçerek değil, yandan gider; çükönü kıyırdabay at!: aşığı yana vurma! kıyış ı, birleşme; pekitme; sözündö bir kıyış cok yahut sözünün kıyışığı cok: sözünde rabıta yoktur; coş kıyış: karşılıklı muzaheret, karşılıklı yardım. kıyış- ıı, müş. kıy- ıı’den; kıyışıp turğan kılık emes: yakışan hareket değildir (fena iş).\n\n\nııı, müş: kıy- ııı’ten; bir birine kıyışğan cok: hiç biri kendi fikrinden vazgeçmek istemedi; kıyış pağan tuuğandalar: başkalarına karşı elbir- liğiyle karşı duran akrabalar.\n\n\nıv, müş. kıy-‘dan. kıyıştır- uydurmak: uygun getirmek: kıyıştırıp süylö-: düzgün söylemek; ep kıyıştır-: çaresini bulmak; kolayını bulmak; ustalıkla işin içinden çıkmak. kıyıt- 1. et. kıy-‘dan; kıyıtıp kara: sezdirmeden bir göz atmak, şöyle bir bakmak; kıyıtıp söz ayt-: imalarla söylemek, söze uzaktan başlamak; kıyıtıp ayttım ele, bilbedi: imalarda bulundum, fakat anlamadı; 2. = = kıñıt-: kıyıttı işin kudayım folk. allah onun cezasını verdi; onun bütün işleri arzularının tersine gidiyor. kıykañ dağ çukuru (küçük deresi). kıykañda- büzülmek ve yerinde oynatıp durmak, kıçını oynatmak. kıykañdat- et. kaykañda-‘dan; arık atın kaykañdatıp kele atat: kötü atın kıçını oynatarak gelmektedir. kıykas baştan-başa; cıynoo önöktügü kıykas cürüp catkan kez: her yerde ekin toplama gayretinin devam ettiği çağ. kıykay- gayet zayıf görünüşte bulunmak: iskelete benzemek. kıykılda- boğuk ses çıkarmak (mes. boğazı tıkanmış adam hakk.); zor ve boğuk bir surette solumak. kıykıldat- et. kıykılda-‘dan; kekirkekten alıp kıykıldattım; gırtlağına yapışarak hırlattım; kozunu kıykıldatıp zorğo cetelep keldim: (sürüklendiğim za- man) hırlayan kuzuyu zor getirebildim. kıykım kesintiler, ufak parçalar; kıldan kıykım tap-: her şeye takılmak, kusur aramak. kıykımda- 1. ufak kesintileri, parçaları seçmek; 2. çatmak (mes. kavga ve dövüş için bahane aramak). kıykır- haykırmak, bağırmak, üzerine bağırmak; kıykırıp okuu: yüksek sesle okuma. kıykırçak haykıran, bağırgan; büğürgen. kıykırık bağırış. kıykırış- karşılıklıca seslenmek; birbirini arayıp seslenmek. kıykırt- et. kıykır-‘dan; kıykırtpay basıp aldı emi folk. bağırtmadan bastı. kıykıruu işs. kıykır-‘dan. kıykuu turna sesini taklittir. kıykuula- bağırmak (turnalar, ve nadir olarak ta, başka kuşlar hakkında). kıykuulaş- müş. kıykuula-‘dan. kıyla f. çok, oldukça çok, hayli; kıyla cer: epey yer, oldukça uzak; kıyla ubakıt boldu: epey zaman geçti; bir kıylası: mühim bir kısmı, onlardan birçokları; kızıl kekirtek kıyla cerge sekirtet ats. açlık her şeyi yaptırır (harfiyen.: kırmızı gırtlak, birçok yerlerde sekmeye mecbur eder). kıylan- = = kıynal-. kıylant- = = kınalt-. kıyma çarpık kesilmiş; kıyma kaş bk. kaş ı, kıyma caka: bir çeşit yaka; kıl kıyma: 1) gayet keskin (kılı yaracak derecede keskin); 2) kad. yabanî domuz. kıymala- ufak doğramak; yarmak. kıymıl hareket, tempo. kıymılsız hareketsiz, hantal ağır kımıldayan. kıymılsızdık hareketsizlik; ağır kımılda- ma. kıyna- tazip etmek, eziyet etmek. kıynal- azap çekmek. kıynaldır- azap vermek. kıynalt- et. kıynal-‘dan. kıynaluu işs. kıynal-‘dan. kıynoo azap verme. kıypıçıkta- = = kıypıy-. kıypılıktat- : kirpiğin tez-tez kıypılıktatıp: gözlerini (harfiyen: kirpiklerini) hızlıca kırparak. kıypıy- dar ve kaymaç olmak (gözler hakkında); tanoosu tar, közü kıypıyğan çap caak: ince burunlu, kaymaç gözlü, uzun yüzlü. kıyra- yıkılmak, kırılmak, parça parça olmak; kayrap kal-: perişan olmak. kıyrağısız yıkılmaz; elderdin kıyrağısız dostuğu caşap cana keñip catat: milletlerin dostluğu yaşıyor ve genişliyor. kıyrak aksayarak yürüyen ve ağrıyan bacağının dizini tutan adam. kıyrakan helâk, perişani; kıyrakanı çıktı: yıkılmış, yağma edilmiş olarak. kıyrañda- hareketlerinde, kemikleri çıkık duran zayıf kimseye benzemek; iğrilmek (mes. harekette bulunan araba tekerleğinin ve zayıf sarhoşun sallanması gibi). kıyrañdat- et. kıyrañda-‘dan. kıyraş- müş. kıyra-‘dan. kıyrat- tahrip etmek, kırmak, parça parça etmek, tarumar eylemek. kıyratkıç tahripkâr. kıyaratıl- tarumar edilmek, tahrip edilmek. kıyratıluu işs. kıyratıl-‘dan. kıyartuu tahrip, tarumar etme. kıyray- = = kıykay. kıysın = = kıyşın. kıyşalañda- kırılıp büzülmek. kıyşalañdat- et. kıyşalañda-‘dan. kıyşalañdatuu işs. kıyşalañdat-‘tan. kıyşalañdoo kırılıp büzülme, sahte hareketler. kıyşañ sapma; oñ kıyşañ: sis. sağa sapma. kıyşañda- iğrilmek, bir yana yatmak; kıyşañdabastan: sarsılmadan, sağlam olarak. kıyşañdat- iğrilmek, bükmek. kıyşañdatuu iğrilme. kıyşañdoo işs. kıyşañda-‘dan. kıyşay- iğrilmek, iğilmek. kıyşayt- iğiriltmek, bükmek. kıyşaytuu iğme, iğiriltme. kıyşayuu işs. kıyşay-‘dan; oñ cakka kıyşayuu: 1) sağ tarafa iğrilme; 2) sis. sağa sapma. kıyşayuuçu iğrilen, bir yana yamık olan. kıyşayuusuz sebatla; bizdin küçübüz arı karay da kıyşayuusuz ösö beret: bizim kudretimiz bundan böyle dahi durma- dan büyüyecektir. kıyşık iğri, yamık; şapkesin kıyşığınan kiydi: kalpağını iğri giydi. kıyşın elverişli fırsat, sebep, bahane; sözdün kıyşını kelip kaldı: söz arasında münasebet çıktı; kıyşını cok cerden uruşasıñ: hiçbir sebep yokken atılıyorsun; kekenerdik kıyşın cönü barbı ele?: küsmek için bir sebep ve bahane var mıdır? kıyt ı, güç beğenir, alıngan, çabuk kızan, alınganlık, çabuk kızmaklık; kıyt et-: birden bire alevlenmek, hiddetlenmek, kırılmak (muğber olmak); bat ele kıyt ete kalat: çabucak ve hiç bir sebepsiz küsüyor; bat ele kıy dey tüştü: birden- bire alevlendi (hiddetlendi); kıyt etmek bk. etme.\n\n\nıı, haykırış, haykırma; ayt degende kıyt koyğon folk. bağırdı ve haykırdı. kıytuu karakuş için çağırma nidası. kıyuu ı, işs. kıy- ıı’den.\n\n\nıı, işs. kıy- ııı’ten; öz canın emine üçün kıyuuğa dayar ekendigin sonun bilişet: hayatlarını niçin feda etmeye hazır bulunduklarını onlar çok iyi biliyorlar.\n\n\nııı, işs. kıy- ıv’ten.\n\n\nıv, 1. kürkün eteğine, teğelti ve yorgan kenarına dikilen parça; 2. çare, yol; kıyuusun keltirem: rabıtalı konuşuyorum; kıyuusu menen taptım ğo azimkandın aylasın folk. ustalıkla azimhan’ın hilesinin farkına vardım. kıyuula- = = kıyı. kıyuulat- = = kıyıt-. kız kız, kızcağız, olgun kız, babsının kızı, gelinlik kız; kız al-: kızla evlenmek; septüü kız, bk. septüü; eptüü kız, bk. eptüü; 2. kız belgisi: kızlık beldeği, bekâret; kız belgisinen acırat-: kızlığını bozmak (izalei bikir); kız kuduruu: 1) bir düğün adetidir, ki bu adete göre, güvey fena ata binerek, iyi bir ata binmiş kızı kovalar; 2) bir oyundur: oynayanlardan biri bir taşı atar (kız kaçırat), başka birisi ise, o taşın peşinden başka bir taşı atar (kız kuudurat); kız kırkın: toplayıcı bir tabirdir, ki kızlar, kız çocuklar demektir; kız kırkını menen keldi: bütün kızlarıyla birlikte geldi; karı kız 1) unutmabeni çiçeği; 2) bir çeşit ot, seteria viridis (?); kız teke, bk. teke ı; kız talak bk. talak; kızdın balasınday: (harfien: kızın çocuğu gibi) gayet güzel. kızalañda- = = kızañda-. kızamık kızamık (hastalık). kızañda- 1. kızarmak, kızmak, hırslanmak, darılmak, kendini hakarete uğramış saymak; 2. gözükmek (giyimi veya ayakkabının yırttığından gözüken ten hakkında); soğonçoğu kızañdap cüröt: (yırtık çizme giyerek) ökçesi meydanda; eti kızañdap körünüp cüröt: teni kızarıp gözüküp duruyor (elbisesi yırtık pırtık). kızañdaş- müş. kızañda-‘dan. kızañdaşuu kızma, hırslanma durumu. kızar- kızarmak, bir parça kızarmak; tokoçtoy kızar-: çörek gibi kızarmak; kün kızarıp çıkkanda: güneş kızarıp çıkarken; daha ör. bk. sar-. kızarañda- sinirlenmek, kızmak, hiddetlenmek, hırslanmak. kızarıñkı kızılca, kırmızıya çalan; hafifçe kızarmış olan. kızarış- 1. kızarmak (birkaç kişi hakkında); 2. kızışmak, hiddetlenmek, horozlanmak; ekööñ emine kızarıştıñar?: ikiniz neden birbirnize karşı kabardını?. kızart- kızartmak, kızarıncaya kadar bırakmak. kızdık avm. 1. kızlık, bikir; 2. kızlık zarı. kızduu kızı olan, kızlı (rf. bk. kıyakçı). kızğaldak bir nevi haşhaş: papaver rhoeas. kızgaldaktuu kızgaldak’lı, haşhaşlı; kızğaldaktuu talaa: kızgaldakla örtülmüş olan step, kır. kızğan- acımak, hasislik etmek; kımızdı elden kızğanat: halka kımız vermek hususunda hasislik ediyor. kızğılt kırmızıya çalan, kızılca. kızı- adamakıllı kızmak, hiddetlenmek, heyecana gelmek, ilgilenmek. kızığınuu heyecan, kızışma. kızığış- müş. kızık ıı’den; bul al cayğa kızığışpayt: bu vaziyetle onlar onlar alâkadar olmuyorlar, ona rağbet etmiyorlar. kızık ı, zevkli, eğlenceli, eğlendirici; kızığına bat-: zevkine dalmak (bir şeyden adamakıllı lezzentlenmek); mına kızık: ne tuhaf!; daha ne!. kızık- ıı, ilgilenmek, alâka göstermek, heveslenmek, kızışmak. kızıkçılık zevklilik, eğlencelilik, eğlenti. kızıksın- 1. alâkadar olmak; 2. ilgilenir gibi gözükmek. kızıktuu zevkli, eğlenceli, istifadeli, kızıktuu oyun: zevkli oyun. kızıktık zevklilik, şenlik, şen olmaklık. kızıktır- ilgilendirmek, kızıştırmak, teşvik etmek. kızıktıruu ilgilendirme, kızıştırma, teşvik. kızıl 1. kırmızı; kızıl köynök: kırmızı gömlek; meni kızılday soyup urdu: beni kan içinde bırakmak suretiyle dövdü, patakladı; kızılday ele cazdım: folk. adamakıllı yanıldım; kızıl çok: 1) (kalpaktaki) boncuk; 2) mec. çin memuru; kızıl cügürük, bk. cügürük; kızıl tazıl: hernevi kırmızı şeyler; 2. pembe yanaklı (insan hakkında) yanak pembeliği; betine kız cügürdü: yüzünde allık peyda oldu; 3. açık boz (at donu hakkında); kanın kızıl: siyah benekleri bulunan boz; kök kızıl: boz benekleri bulunan açık boz; sarı kızıl: sarılı boz (beyaz zemin üzerinde sarımtırak renk); ak kızıl: saf beyaz; kızıl may = = kızılmay; 4. kızıldar: kızıllar (ihtilâlcılar, komünistler); kızıl armiya: kızıl ordu; 5. sert (çay hakkında); 6. dövülmüş ve savrulmuş olan hububat, temiz hububat; kızılğa bereke!: harman yerinde çalışana iyi dilektir, ki rusların «iyi harman!» sözüne uygun gelir; 7. mec. et. kızılça 1. pancar; kant kızılçası: şeker pancarı; 2. su çiçeği (hastalık). kızılda- harman döverken hububatı ayıklamak, harman dövmek ve savur- mak; buuday kızılda-: buğdayı dövmek ve savurmak. kızıldat- 1. kırmızı renge boyamak, kır- mızı bir nesneyle süslemek; 2. hububatı ayıklatmak (dövdürtmek ve savurt- mak). kızıldık kırmızılık. kızılduu içlerinde açık boz (atlar) veya bir kırmızı şey bulunan; kızılduu cılkı: içlerinde çok açık boz atlar bulunan sürü (karş. kızıl 3); kızılduu cigit: insaflı, kendisine güvenebilecek delikanlı; kızılduu cer: iyi otların bittiği yer, hoş yer. kızılğat orman çileği. kızılmay fazla yemek neticesinde ayakları ağıran at. kızılsıman kırmızımtırak, kırmızımsı. kızımtal 1. kırmızımtırak; 2. mec. çakırkeyf, düşmiyecek derecede sarhoş, yarı sarhoş (bu manayla daha ziyade: kızımtal mas); kızımtal bolup kızıdı: kafayı tütsüledi ve alevlendi; kımız içip, kızımtal boldu: kımız içti ve çakırkeyf oldu. kızırak = = kısırak. kızırkan- sinirlenmek; kızırkañan ün menen: hiddetli sesle. kızıt- ısıtmak, tavlandırmak, kızdırmak, heyecana getirmek. kızıtalak = = kız talak (bk. talak). kızıtuu işs. kızıt’tan. kızmat a. 1. hizmet; ak kızmat bk. ak ı; asker kızmatı: askerlik hizmeti; 2. biri- sine karşı yapılan hizmet. kızmatçı hizmetçi. kızmatker a-f. hademe, müstahdem. kıztalak = = kız talak (bk. talak 2). kızuu kızgın, sıcak; kızuu kanduu: «sıcak kanlı», heyecana gelmiş olan; kızuu türdö: gayretle; temirdi kızuusunda sok!: ats. demiri tavında dövmeli. kızuula- (manaca) = = kızuulan-. kızuulan- kızışmak, heyecana gelmek, kendini cereyana kaptırmak. kızuulat- kızıştırmak, tehyiç etmek. kızuuluk ateşkinlik, heyecan; kızuuluk menen ayt-: heyecanla söylemek. kibiñdet- : köz kibiñdet-: sık sık göz kırpmak. kibir ağır hareket eden adam, yavaşçı, mıymıntı. kibire- 1. hareketlerinde ağır veya yavaş olmak; kibirep süylö-: mızmızlık etmek, az ve isteksiz konuşmak; kibirep bas-: ağır yürümek; 2. küçücük ve çelimsiz olmak (başlıca, çocuklar hakkında) on caşar kibirgen kız: on yaşında çelimsiz, cılız kızcağız. kibiret- et. kibire-‘den. kibitansa r. «kvitantsiya» kon. makpuz. kiçi ı, çoc. ver!, haydi!, haniya!; koluñdağıdan kiçi: elindekinden ver bana!; emne alıp keldiñ? kiçi!: sen ne getirdin? ver, bakalım!.\n\n\nıı= = kiçüü.\n\n\nııı: kiçi-kirim: biraz, azıcık; kiçi-kirim bülölüü boldu: aile sahibi oldu; kiçi- kirim söz aytsañçı!: kabul edilebilecek söz söyle!, fazla büyüğe göz dikme!. kiçigine = = kiçinekey. kiçine küçücük, azıcık; kiçine turatur!: azıcık bekleyedur. kiçinekey küçücük, minnacık, mini mini; kiçinekeyimde: küçüklüğümde, çocuk- luğumda. kiçinelik küçüklük, boysuzluk; kiçinelik: hacim, eb’ad; akıl kiçinelik çoñdukta emes: akıl yaşa bakmaz. kiçir- eksilmek, küçülmek; bir çoñoyup, bir kiçirip: bir büyüyüp, bir küçülüp. kiçirey- = = kiçir-. kiçireyt- = = kiçirt-. kiçirt- eksiltmek, küçültmek. kiçüü küçük, küçücük, yaşca küçük. kidigiy gayet kısa boylu (insan hakkında), cüce. kidik = = kidigiy. kidiñ : kidiñ-kidiñ et- = = kidiñde-; kidiñ-kidiñ cügür-: cüce gibi koş- mak. kidiñde- hareketlerinde cüceye benze- mek. kidir ı, duraklama, mania, engel. kidir- ıı, geçiktirmek, tecil etmek, zama- nını beklemek, duraklamak, ağır hareket etmek; kidirbesten: duramadan, derhal. kidiy- gayet kısa boylu olmak (insan hakkında): cüce gibi olmak. kilas kon. = = klass. kilegey kocaman, dızman, dev. kilekte- (karakuş hakk.) ötmek. kilem f. halı, kilim; kalı kilem: bir nevi halı, kilim. kileñde- hareketlerinde şişmana, iriyarı adama benzemek. kiley- 1. çıkarılmış olmak (dil hak- kında); 2. büyük, kocaman gözük- mek; kileygen ögüz: kocaman öküz. kilişe kon. = = klişe. kilit f. anahtar, maymuncuk. kilitte- anahtarla kilitlemek. kilkilde- titremek (mes. jelâtin yahut taze kuyruk yağı hakkında) kilkildegen caş kozunun eti: genç kuzunun taze eti. kilkildet- et. kilkilde-‘den. kilo r. kilo. kilogramm r. kilogram. kilometr r. kilometre. kiltilde- = = kilkilde-; kiltildegen ak may: taze (harf.: titriyen) kuyruk yağı. kiltildek 1. titriyen; 2. jelâtin, pelte. kiltiñde- semiz, şişman olmak (şöyleki, hareket sırasında yağı titrer). kiltiñsiz eksiksiz olmıyan, şüpheden âri olmıyan; kiltiñsiz dep aytuu mümkün emes: eksiksiz, kusursuz demek kabil değildir. kim kim; kim da bolso: kim olursa olsun; kim da kim (yahut kimdekim): her kim, bir kimse; kimisi?: 1) onlardan hangisi, 2) o, onun kimidir?; kimisi kimisin ceñdi?: kim kimi yendi?; kimisi bolso da: hangisi olursa-olsun; ar kimibiz: bizden herhangi birimiz; kimsiñer?: siz kimsiniz?; cat adam bilbeyt kimiñdi folk.: yabancı adam senin kim olduğunu bilmez. kimdekim bk. kim. kimdik kimin. kimdiki 1. kimin; bul at kimdiki?: bu at kimin?; 2. kimin evi, kimin ailesi, meskeni?; kimdikine barabız?: kime (kimin evinde) gidiyoruz?. kimiya = = himiya. kindik göbek; kindik kesken cer yahut kindik kirin cuuğan cer: vatan (harf.: göbek kesilmiş yahut göbek kiri yıkanmış olan yer); kindik ene: yeni doğan çocuğun göbeğini kesen kadm, göbek anne; boor oorusu kindik tolğoyt ats. karaciğer ağrısı göbeği kımıldatır. kindikteş karındaş (karş. siydikteş). kine == künöö. kinege r. (karş. kitep): defter (büro, ticaret, muhasebe defteri); kinegege tirkedi: deftere kaydetti; kiriş-çığış kinegesi: varidat ve masraf defteri; buhgalter kinegesi: muhasebe defteri; üy kinegesi: ev defteri. kineşke r. «knijka»: küçük defter; zabornıy kineşke es. hesap, avans defteri. kiııez r. «kniaz»: prens. kiñkilde- == küñküldö-. kiıığkildek == küñküldök. kino r. sinema. kinoçu sinema sahasında çalışan. kinosüröt sinema filmi. kiosk r. köşk. kip «ki» ile başlıyan sözlerin önüne takviye için katılır; kip-kiçine: kü- çücük. kipiyatanca == kibitansa. kir I= gir.\n\n\nII, 1. kir, kirli; kir kol: kirli eller; köynöktün, kiri cuusa ketet, kön- ğüldün kiri aytsa ketet ats-: giyimin (daha doğrusu: gömleğin, M.) kiri yıkamakla gider, gönlün kiri (acısı) anlatmakla (dert yanmakla) gider; etek kir, bk. etek; 2. kirli çamaşır; kir cuu-: çamaşır yıkamak. kir- ni, 1. içeriye doğru hareket etmek, girmek, hulul etmek, duhûl eylemek; kire beriş: giriş yeri, methal; üydün kire berişinde: obanın methalinde; kızmatka kir-: hizmete girmek; 2. (muayyen bir yaşa) ermek; cıyırmağa cañı kir gen: henüz yirmi yaşını doldurmuş; 3. su kabarmak; suu kirip atat: su artıyor, kabarıyor; 4. kızışmak (deve aygırı hakkında); kirgen buuraday •kırçıldayt: kızgın deve aygın gibi dişlerini gıcırdatıyor; 5. çekilmek (kumaş hakkında); köynök kirip ketti: giyim çekildi; 6. muharebeye tutuşmak. kirbik cılız (çocuk ve hayvan yavruları hakk). kirbiñde- hareketlerinde cılıza, çelimsize benzemek. kirbiy- çelimsiz, cılız, arık olmak (başhea, çocuklar ve kuş yavruları hakkında). kirde- kirlenmek, bulaşmak. kirdet- kirletmek, bulaştırmak. kire a. mekkâre, mekkâre ücreti, katar; kirege tüş: mekkâre ile gitmek; kızıl kire: kızıl katar; col-kire: nakliyat, transport. kireçi mekkâreci, yük nakliyatiyle iş gören kimse. kireendi == kirindi. kirekeç a-f. == kireci. kirele- yükü kira ile tutulmuş vesait ile yollamak. kirepis == krepis. kires r. «krest»: haç; kires cüriişü tar.: haçlı yürüyüş; Kızıl Kires: Kızıl Haç. kireşe üreme, irat, kâr, kazanç, gelir; kireşe nalogu: kazanç vergisi; calpı kireşe: gayri safi kazanç. kireşele- gelire kaydetmek. kireşelöö kazanca kaydetme. kirgensi- girer gibi olmak, girmeye çalışmak. kirgil (bulaşık suyunun yahut bulanık suyun rengi; kirgil tart : bulanmak, kirli olmak. kirgilden- bulanık olmak (su ve mayi hakkında); suu kirgildenip ağat: su bulanık akıyor. kirgin 1. artmakta, yükselmekte olan (su), suunun kirgini: suyun taşması feyezan; kirgin suu: taşan su; 2. kızgın halde bulunan (deveaygın hakkında). kirgiz- içeriye sokmak, girdirmek, girmeye bırakmak yahut zorlamak. kirgizdir- et. kirgiz-'den. kirgizüü işs. kirgiz-'den. kridit kon. == kredit. kiril- mut. kir- III'ten; cumuşka kirildi: işe girişildi. kirilde- hırıltı sesi çıkarmak; kökürögü kirildegen, közü cırtak: göğsü hırıltı sesi çıkarıyor, gözü yaşarıyor. kirildek hınltı; kirildek ün: hırıltılı ses. kirin- suya dalmak suretiyle yıkanmak, banyo almak. kirindi 1. yabancı soya yahut yabancı aileye katılan kimse, dışarıdan gelen yabana; 2. kirindi süylöm gram. araya giren cümle (cüimlei itiraziye). kiriñki hafifçe batık; közü kiriñki- gözleri batık. kiriniş- müş. kirin-'den; suuğa kirinişet: suya girerek yıkanıyorlar (banyo yapıyorlar). kirint- suya daldırmak suretiyle yıkamak. kiripter f.; oouğa kiripter bol : hastalığa tutulmak; cazağa kiripter bol-: cezaya çarpmak; cazağa kirip ter kıl-: ceza vermek: cezalandırmak; balaağa kiripter boldum:, belaya çarptım. kirisköm r. tar. «kresf yanskiy ko-mitet» sözünün kısaltılmış şeklinin bozulmuşudur: köylü komitesi. kiristiyan r. kon. «krestyanin»: köylü. kiriş I, 1. girme, giriş; kiriş söz: giriş söz, önsöz; 2. gelir, varidat. kiriş- II, 1. hep beraber girmek; 2. bir işe başlamak, işe girişmek; işke kiriş: işe başlamak, işe girişmek; kep aytuuğa kirişti: söylemeğe başladı; 3. karışmak; burun sokmak; kiriş-pey otur: otur da, karışma, burnunu sokma!. kirişil- mut. kiriş- II*den; işke kirişilsin!: artık işe başlansın!. kirişme ((bir eserde) methal, mukaddime. kiriştir- et. kiriş- II'den. kirişüü girişme; işke kirişüü: işe girişme. kirki kısık (ses); boğuk (ses). kirkire- == kirilde-. kirle- = kirde-. kirme kabul edilmiş, içeriye alınmış (yabancı uruğa iltihak eden a-dam). kirpi yahut kirpi çeçen: kirpi; karga balasın appağım deyt, kirpi balasın cumşağım deyt: kendininki yıkanmazsa da, temiz sayılır (harf.: karga kendi yavrusuna bem-beyazım der, kirpi ise yavrusuna: yumuşacığım der). kirpiç kerpiç. kirpik kirpik; kirpik kakpay: göz kapamadan; dikkatle takip ederek; açuusu kirpiğine çığa tüşkön: «hiddeti kirpğine çıkmış»: hiddetinden patlayacaktı; kirpiğim kaşım de-beyt bk. kaş I. kirtilde- kıtırdamak. kirüü içeriye doğru hareket, girme, girişme; kirüü akısı: duhuliye, intisap parası. kise 1. es. bir meşin kesedir, ki kuşağa bağlanır, çakmak kav ve s. taşımak için kullanılırdı; 2. kayış kemer ve ona takılan türlü keseler: (bıçak kını, kav kesesi ve s. kiş I, samur; kiş telpek: samur kalpak. kişen köstek, bukağı, atın ön ayaklarına vurulan demir köstek, pâbend. kişende- kösteklemek, bukağı vurmak, zincirlemek. kişendent- et. kişende-'den. kişendüü pıranga vurulmuş, bukağı vurulmuş. kişene- kişnemek. kişenet- et. kişene-'den. kişi 1. insan, kişi; urğaaçı kişi: kadın; erkek kişi: erkek; kişi bol-: adam olmak, düzelmek, kendine çeki-düzen vermek; kişi-kiyik, bk. kiyik; 2. başka, yabancı, kişige aytpa: kimseye söyleme, ellere söyleme; kişinikti: başkasının, elin, yabancıya ait. kişilik 1. insanlık, insana taallûk eden yahut insana has olan; beş kişilik aş: beş kişiye yetecek kadar yemek; 2. nezaket, terbiyelilik; 3. hayırhahlık, insaniyet, 4. eyerin oturacak yeri . kişiliktüü 1. nazik, terbiyeli, 2. hayırhah, insaniyetli. kişimsi- == kişisin-. kişisin- adam yerine koymak, bir insana karşı muamele eder gibi muamele etmek. kişisint- . (anaca) = kişisin; meni dele kişisintpeyt: beni asla adam yerine koymuyor. kişmiş = Kesmiş. kite (karş. kete) bir pahalı kumaşın adıdır. kitep a. kitap (karş. kinege). kitepçe küçük kitap, risale, broşür. kitepkana a-f. kütüphane, kitap evi. kiy- giymek (ayakkabını, elbiseyi, kalpağı). kiygiz- giydirmek (giyimi, ayakkabını, kalpağı); giyinmeye zorlamak yahut müsaade etmek; ton kiygiz-: 1) birisine kürk giymeye zorlamak yahut müsaade etmek, 2) birisine üst giyim hediye etmek; at mingizip alalık, ton kiygizip salalık folk.: ata bindirelim, giyim giydirelim. kiygizüü giydirme. kiyik (domuz müstesna olmak üzere) bütün çatal fîrnaklı yabanî hayvanlar; kiyik atıp. et berbese, toodağısı cakşı ats.: kiyik vıurup da etini vermezlerse, dağda sağ-esen dolaşan kiyik daha iyidir, makbuldür; kişi-kiyik: vahşî insan. kiyikte- kiyik (bk.) avlamak. kiyim giyim; kiyim-keçe yahut kiyim- keçek: hernevi elbise, pırtı. kiyimçen giyinmiş halde, giyimli olarak. kiyin I, sonra, ondan sonra, bilâhare; beş köndön kiyim: beş gün sonra menden kiyin: benden sonra; anan kiyin: ondan sonra; kiyinçerek: bir parça sonra, biraz daha geç; kiyin kal-: geride kalmak; kiyinten: peşinden, arkasından. kiyin- II, giyinmek; (elbiseyi, ayakkabıyı, kalpağı) giymek. kiyinde- geriye çekilmek; kiyindegile orto açılsın.: geri çekil, ortalık açılsın! kiyindir- giydirmke, elbise ile teçhiz etmek. kiyindirüü giydirme, elbise ile teçhiz etme. kiyinki son, gerideki; kiyinki münöttö: son dakikada; kiyinki kündördö: son günlerde, son zamanlarda. kiyint- . giydirmek: giyinmiye zorlamak. kiyinten bk. kivin I. kiyintiş- birisine hep birlikte giydirmek. kiyintüü işs. kiyint-'ten. kiyinüü iss. kiyin- II'den. kiyir- et. kir- IlI'ten; girdirmek, id-hal etmek, içeriye sokmak, dahil etmek. kiyirt- et. kiyir-'den. kiyirüü . işs. kiyir-'den. kiyit es. 1. hediye verilen giyim; 2. nişandan sonra güvey akrabası ta- rafından kız akrabasına verilen hediye. kiyiz keçe; kiyiz bas-: keçe dövmek: tuş kiyiz: (bazan kenarları kürkle çevrilmiş olmak üzere) süslenmiş keçe, ki bununla kerege (bk.) yi iç yandan kaplarlar; örö kiyiz: düz (nakışsız) keçe. kiyilgiş- müş. kiylik- II'den. kiyligişpöö karışmamazlık; kiyligişpöö cönündöğü komissiya: karışmamazlık komisyonu. kiyiigişüü ., karışma; kuraldım kiyligişüü: silâhlı karışma (müdahale) kiylik I. başkalarının işlerine ve konuşmalarına karışma; kendiliğin den müdahale. kiylik- II, başkalarının işlerine ve sözlerine karışmak. kiyme : kiyme eleçek, bk. eleçek. kiymele- 1, itmek, dirseklerle düıi mek (es., kalabalığın içine sokul mak istiyen adam hakkında); 2 sözlerini keserek ve başka konulara geçerek, musahibinin konuşmasına mâni olmak. Kiyno kon. =kino. kiyoske kon. = kiosk kiyüü giyme: klass r. sınıf. klassik r. klâsik müellif. klassiktik klâsik. klimat r. iklim. klişe r. klişe. klub r. klüp. ko (sağır kon s on lar dan sonra) yahut ğo(seslilerden ve çatbyan konsun lavdan sonra): kelgen bolso kerrk ko deymin: gelmiş zannediyorum, gelmiş olsa gerek; kelet ko dey min: gelecek diye zannediyorum, geleceğini tahmin ediyorum; bar ğo!: var ya!; bar ğo deymin: zannederim, ki vardır: kelgen ihols.ı kerek deymin ğo!: gelmiş olacak diyorum, ya!; bar deymin ğo', var diyorum, ya; men ğo baranı sen emine kılasıñ?: ben gideceğim. acaba sen ne yapacaksın?. kobuk . bir bilek hastalığı. kobul uzunca oyuk. küçük oluk küçük oluk şeklinde olan tezyinat: (uuk'm (bk. )alt kısmı;; keregr (k.) nin üst kısmı; tündük (bk.)ı ve çamğarak (bk.) bu gibi tezyi natla süslenirler; geniş yakalı kür- kün dikiş yerlerine de, bu gibi süs yapılır); eerdin kdbulu: atın sırtıyle eyer arasındaki boş kalan yer. kobulda- : kobuldap suuk kiret: her yandan soğuk giriyor. kobuldan- oyuklarla, olukçukıklarla kaplanmak. kobur yahut kobur-cobur: mırıldanma, gevezelik, lâkırdılar, yüksek sesle konuşmalar; kobur sal-: şayia çıkarmak; kobur-kübür: fiskos (kâh yüksek sesle, kâh alçak sesle); şıbır, kübür-kübür koburğa aylandı: fiskoslar git-gide yüksek sesle konuşma şeklini aldı. kobura- mırıldanmak, abuk-sabuk söylenmek. koco f. 1. hoca (Muhammed peygamber neslinden yahut dört Halife soyundan olan kimse) Seyit; 2 efendi; sahip, patron (bk. aca). kocoğoy 1, çolpa, hantal, çekingen, 2. kurumuş ve sertleşmiş, katılaşmış, 3. i ve ı seslere böyle denir, çünkü onlar uzamazlar. kocoğoyluu = kocoğoy; kocoğoyluu ton: katıalşmış gocuk. kocoluk 1. hoca vaziyeti (bk. koco); 2. patronluk. kucoluu hocah (bk. koco), efendisi olan. kocoñdo- söverek saldırmak, hâki- miyetini kaba bir surette göstermek. kocoy- aşırı katılaşmak, kuruyup kabuk bağlamak, yamn-yumru olmak, girintili-çıkmtılı olmak; kocoygon kişi: uzun boylu, kurumuş adam. kocoyun r. patron, çorbacı. kocoyunduk patron vaziyeti, efendilik; kocoyunduk kıl-: patronluk etmek, tasarruf etmek. kocura- öteden-beriden konuşmak, çene çalmak (ayni zamanda konuşan birkaç kişi hakkında), kaygısızca gevezelik etmek, teklifsizce konuşmak. kocuraş- müş. kocura-'dan; konoktor; öz ara kocuraşıp oturat: misafirler kendi aralarında teklifsizce konuşup oturuyorlar. koçkor 1. damızlık koç; 2. (insan hakkında); kösemen, atılgan. koçkorok genç, enenmemiş koç (henüz damızlık olarak kullanılmadığı ve sadece bu vazife için ayrılmış olduğu devirde). koçkul yahut kara-koçkul: koyu kırmızı; koyu vişne rengi; koçkul çay: koyu çay, kara koçkul kan: koyu kırmızı kan. koçkuldan- koyu kırmızı renge girmek. koçuuç — koşuuç. koçuuş = koşuuç. kodeks r. kanunlar mecmuası. kodik 1. yabanî atın tayı; 2. sıpa. kodoñdo- . hareketlerinde dimdik duran nesneye benzemek (küçük nesne hakkında). kodoñdot- et. kodoñdo-'dan. kodoo balık tutmak için kullanılan sepet. kodoy- öne doğru çıkık durmak, dikilip durmak. kodoyt- et. kodoy-'dan. kodura ; kodura buuday, bk. bunday I. kodük = kodik. kok (Destanda) kıvılcım. koko 1. hançere, gırtlak başı; 2. Adem elması. kokoco 1. kap kaçaktaki kir; kapkacakta kalan yemek; kara kokoço: kapkacaktaki kir tabakası; kara kokoço köynök: çok kirii elbise; 2. pis, kirli. kokoçoluu pis; kokoçoluu köynök; kirli elbise. kokoñdo- hareketlerinde, cılıza, inceye benzemek (mes., zayıf adamın uzun boynu hakkında), dik, yüksek ve ince görünüşte bulunmak. kokoñdot- et. kokoñdo-'dan. kokoy- dikili durmak, cılız, ince olmak; kofcuıyup otur-: oklava yutmuş gilbi oturmak. kokozo çin. tarlada haşhaş topladıkları maşrapa yahut kutu. koktu çukur, dağderesi, oyuk yer. kokurañda- süslemek, gülünç bir kıyafete girmek. kokuray- 1. süslenmiş güzel ve şık gözükmek düşüncesiyle gülünç bir kıyafete girmek; 2. kurulmak, caka satmak. kokurayuu . iss. kokuray-'dan. kokus beklenilmiyen, tesadüfi, bek- lenilmiyen şey; kokuş yahut kokuştan: ansızın, birden 'bire, beklenilmeden; bul kokuş iş emes: bu tesadüfi iş değildir; kokuş balaa: tabiatın gönderdiği felket. kokusta- : kokustap,. tesadüfen, bek- lenilenin hilâfına olarak; kokutsap ok tiyip kaldı: tesadüfen kurşun isabet etti, serseri kurşun değdi; belim kokustap kaldı: belimde bir kırıklık vardır. kokustuk beklenilmiyen hal, tesadüfi şey, sehven vaki olan. kokuy umutsuzluk haykırışı: vay-vıy!, can kurtaran yok mu? imdat!; kokuyuñdu koy: ah-vah'ını bırak!; kokuy kişi ekesiñ: seninle belâya çatarsın; kokany menen koy bağat ats.: «ah- vah> la koyun güdüyor. kokuyla-, umutsuzca «kokuy-kokuy!» diye haykırmak;; kokuylap ıylayt: acı-acı aölıyor. kokuylat- et. kokuyla-'dan. kol I1. el, el pençesi; eki kolun booruna alıp: iki elini göğsüne kavuşturarak; kolun (boorğo aldı: 1) (sağ) elini bağrına bastı; 2) mec. tam muvafakat gösterdi; koldo bar: varlıklı, hali-vakti yerinde olan; koldo cok: yoksul, fakir; kol başı: el pençesi, yumruk; kolu- colüñ boş: sen büsbütün serbestsin (istediğin yere gidebilirsin);; kolu küçü cok: kuvveti-gücü yok; koldon kel: elden gelmek; kolunan kelişinçe: elinden geldiği kadar; koldon keltir-: (birisine) kumanda etmek, muü bir durumda bulundurmak; al meni kolunan keltıre albayt: o bana kumanda edemez, o beni istediği giıbi kullana- maz; kol karmaş- yahut kol alış-: el tutuşmak, 'birbirinin ellerini tutmak; kol karmaşıp yahut kol alışıp: el-ele vererek, el birliğiyle, kol koy (önde gelen datif ile birlikte): 1) imza atmak, imzalamak, 2) muvafakat etmek, liyakatini tanımak; kol tiy: fırsat bulmak (el değmek); kolum tiyse: eğer elim değerse; cum ustan kolum tiybeyt. işten elim değmiyor (vakit bula- mıyorum); kol tiybes mülk: doku- nulmaz mülk; kol cuu-: 1) el yıkamak; 2) mec. bir şeyden mahrum olmak (önce gelen ablatif ile birlikte); cut cılı maldan kol ouup kaldık: caut (bk. cut I) yılında hayvanlardan mahrm olduk; kol cuuğuz - yahut kol cuudur-: 1) el yı- katmak; 2) mec, mahnım eylemek (önce gelen ablatif birlikte); kol kabış, bk. kabış; kol üz-: alâkayı kesmek; coldoştorunan kol üzüp dayının taptırpay ketti: arkadaşlariyle alâkasını keserek, malûm olmıyan bir tarafa gitti; kol kötör-: si kaldırmak, açık rey vermek; kol kötörüü: el kaldırma; el kaldırma suretiyle rey verme; es. rey verme; kol kötörüüdön kal-: es. rey verme hakkından mahrum oldu; kol kötöriiüğö akısı cok yahut kol kötürüüğö akışız: es", rey verme hukukundan mahrum; rey verme hukukuna mâlik olmıyan; kol sal: 1) el atmak, saldırmak; 2) bir işe karışmak; uuru malğa kol saldı: hırsız hayvanlara hücum etti; kol sal-: folk. beraber yatma arzusunu ifade ederek, yatakta yatan kıza elle dokunmak, ilişmek (ör. bk. kasyala-); kol saluu yahut kol salış: 1) hücum, saldırış, 2) karışma; kol çabuu: el çırpma; kolmo-kol: 1) elden- ele; 2) el-ele; kolmo kol sooda: peşin paraya a-iış-veriş; kol katık, bk. katjk II; kol kaytar-, bk. kaytar-; 2. ön bacak, ayak; Tay-buurul mingen atının kolun büğüp kar adi: folk. Tay-burulun bindiği atm ön ayağını büküp baktı; tört kol aksap: bütün dört ayağiyle aksayarak; büsbütün ayaksız kalarak; 3. parmak; beş kolunday: beş parmağı gibi; üç kolunun başı menen tuurağan etten aldı: doğtalmış etten üç par- mağının uciyle aldı; 4. kol astında: (el altında) onun itaatında, tabi yi tinde.\n\n\nII, ordu, askerî müfreze.\n\n\nIII, (müstakille» kullanılın» buna yalnız coğrafî isimlerde tesadüf edilir) nehrin yatağı; neh vadisi, Karakol, Narmkol gibi. kolbor karakuşları avlamak için ,ağ| tuzak. kolçoy- kocaman ve biçimsiz ohım (ayakkabı hakkında). koldo- rehberlik etmek, talimat vermek, himaye etmek, birisine ark olmak, ooluya çakının (yahut canınmdağısm) koldoyt: ats. evlly yalnız kendisinin yakınlarını ti tar (onlara yardım eder); kul t koldoğon: Hızır yardım etmiş (her işinde muvaffak olan). koldoğay hantal, çolpa. koldokmat bedavacı, beleşçi. koldokmattık bedava, beleş. koldolun = koldonul-. koldon- kullanmak, tatbik etim (rehber olarak); eç kanday çara koldoñon cok: hiçbir tedbir alınmadı. koldonmo rehber, kılavuz. koldonul- kullanılmak, istimal idilmek, rehberlik vazifesini görmek koldonuş- müş. koldon-'dan. koldoo 1. rehber; 2. iltimas. koldoş- 1. birbirine yardım etm«ı elbirliğiyle iş görmek; 2. birlik! taşımak (mes., iki kişi bir kovı suyu). koldoy- sertleşmek, katılaşmak. koldoyuñku bir parça katılanınım kaşarlanmış. kolduu 1. elli; 2. kişi kolduu boldu (tekin değil) bu birisinin Ifldll bunda birisinin parmağı var; kim kolduu boldu?: Ibu kimin işi?; kişi kolduu bolup ölgönü, cok öz aca-lınan oorup ölgönü — maalını emes: adam bir zorbalığa mı kurban gitti, yoksa, hastalanarak, eceli le mi öldü — belli değil . kolhoz r. (kollektivnoye hozyaystvo tabirinin kısaltılmış şeklidir, ki bu sonuncu tâbirin manası: müşterek ekonomi'dir, M.). kolhozçu kolhozda çalışan; kolhozçu ayal: kolhoza mensup kadın. kolhozdoş kolhoz olarak birleşmek. kolhozdoştur kollektifleştirmek. kolhozdoşturuu, kollektifleştirme, kolhoz şekline dökme. kolhozdoşuu kolhoz şeklinde birleşmek, kollektifleşme. kolko 1. şiryani ehber (aort); 2. hediyeye karşı verilen hediye; kolkosuna çıdadım: (karşılık hediye vermeyi üstüne alarak) hediyesini kabul etmeye (karar verdim; kolkosun kiyin 'berem: karşılık hediyeyi sonra vereceğim; kolko salıp jıtıp arañ aldım: ödemeyi vade-derek ondan zor kopardım; kol- koñ menden: altmda kalmayız hizmete karşı hizmet, hediyeye kıırşı hediye ile mukabele edilirj; kadır- kolko: hürmet, iyi münasebetler; kadır- kolko üçün: saygı-hatır ve iyi münasebetler için kolkoloş birbirine hediyeler ve karşı hediyeler veren kimseler; kolkoloş 'bol-: hoşuna giden bir şeyi almak, şu şartla ki bu şeyin sahile de alanın eşyası içinden hoşuna giden bir nesneyi alabilir. kolkoluu karşılık hediye vermek orunda olan; kolkolu u bol-: bir hizmet, hediye mukabilinde) medyun olmak. kolkulda- cık-cık etmek (mes., bol ayakkabı hakkında). kollektiv r. kollektif, mecmu, heyeti mecmua, top. kollektivdeş- kollektif şeklinde birleşmek. kollektivdeştirüü kollektifleştirme. kollektivdeşüü işs. kollektivdeş-.'ten. kolo I, köknar kerestesi.\n\n\nII, tunç; kolo üzöñgü: tunç üzengi.\n\n\nIII: boor kolo: korkmak, dehşet duymak, kuşkulanmak, sakınmak, tereddüt içinde kalmak. koloğoy biçimsiz, hantal. kolokto- sarkıp durmak (biçimsiz ve hantal şey hakkında). kololo- tunçla süslemek; tunçla kaplamak; kololoğon kumğan: tunç kumğan (bk.) kololuu tuençlu, tunçla bezenmiş. kolomoluu hesapsız. kolomto obanın içinde ateş yakılacak olan yer, obada yemek pişirmeye mahsus olan ocak. kolon kolonna, r. sütun, direk; kolon zalı: sütunlu salon. koloñ kovcu ve koñşu sözlerinin tekidir. koloñso I. koltuk altından gelen ter kokusu; 2. atın ön ayağının iç tarafından (dizden yukarı) bulunan nasır; attın koloñsosunan kar caadı: atın dizini geçecek kadar kar yağdı. koloniya r. müstemleke. kolonizator r. müstemlekeci kolonizatsiya r. müstemlekeleştirme, iskân. kolonka r. küçük sütun. koloo topallık. kolos (bazılarının anlattığına göre) büyük, kocaman; (başkalarının anlattığına göre ise) doğru, düz; kolostoy bolğon baltır: kaim baldır; sözü eki emes kişini kolos dep ay tat: kararlarım değiştirmiyen a- dama «kolos» diyorlar. kolot iki tümsek yer arasındaki uçukur yer; dar dağ deresi, çukur. koloy- çıkık durmak (kocaman ve biçimsiz nesne hakkında); koloyğon :kocaman, dızman (şey). koloyt- et. koloy-'dan. kolsoboy r-: kolsoboy baştoo tar.: deveran eden posta. koltoy- kısa boylu şişman kılığında bulunmak, tıknaz olmak koltoyğon coon kol: kalın ve sağlam el, kocaman el. koltuk kolun üst kısmiyle böğür a- rasmdaki mahal, koltuk, koltuk altı; kitepti koltukka kısıp aldı: kitabı koltuk altma sıkıştırdı; koltuğu soğot: nobzı tepiyor, o daha diridir; takır koltuk: koltukaltı çukuru (burasına süngü saplamak ölümü mucip oluyormuş); takır koltuk, öpkö dep, Konokbay kılıç saldı deyt folk.: burası koltukaltı ve akciğer diyerek Konokbay kılıç çaldı diyor; koyun koltuk (bazarı da koyon koltuk): çaprazlama kucaklaşma (bu durumda kucaklaşanlar bir kollarını omuza ve öteki kollarını ise, koltukaltına atarlar); koyun-koltuk alıp karmaş- (karşılaştıkta) çaprazlama kucaklaşmak; koyun-koltuk alıp küröş-: ellerile haçvarî tutuşarak güreşmek; koyun-koltuk alışkan, taanış: can-ciğer ahbap; koyun-koltuk alışıp, alım-berim kılışıp folk.: can- ciğer ahbap olarak ve alış-veriş yapa- rak; bir koltuk otun: bir koltuğa sıkıştırılan odun; koltukka suu burk-: kışkırtmak, tahrik etmek; koltuğuna suu bürküp cüröt: «koltuğuna su püskürüyor» (kışkırtıyor, tahrik ediyor). koltukta- koluna girmek, koltuk altında taşımak, koltuklamak. koltuktaş- birbirinin koluna girmek. koltuktat- et. koltukta-'dan; mağ.'i taardı koltuktatıp: kol tukal tınıa torbayı sıkıştırarak. kolturmaç çocuk eyerinde yan kor kuluklar. kolturmaş = kolturmaç. kolturmaşta- : ayırmaçka kolturmaş-tap mingizip: yan korkuluklu çocuk eğerine bindirerek. kolu bala = kalu bala. koluktuu nişanlı kız. koluktuuluu nişanlanmış! delikanlı kom havut; kom cığaç: havutta yan değnek; kom sal-: havut vurmak, kom çeç-: (deveden) havutu almak. komanda r. kumanda. komandaçı = komandir. komandala- kumanda etmek. komandaloo kumanda etme. komandir r. kumandan, komutan. konıandirovka r. memuriyetle gönderme; vazife ile yollama. komdo- havut vurmak. komdol- havut vurulmuş olmak (deve hakk..) komdon 1. havut vurulmuş olmak (deve hakkında) 2. sırtına almak; 3. (yırtıcı hayvan ve köpek haknıkda) art ayaklarım bükerek ve burnunu öne doenı uzatılmış ön ayaklarının üzerine koyarak yatmak. komissariat r. komiserlik; el komis- sariatı: halk komiserliği. komissiya r. komisyon. komitet r. komite. kommuna r. komün. kommunist r. komünist. kommunistik komünistliğe ait, mensup, müteallik.: Kommunistik în- ternasional: Komünist Enternasyonali. kommunizm r. komünistlik. kompartiya r. komünist partisi firkası). kompleks r. mecmu; kompleks sisteması: complexe sistemi. komplekt r. takım. kompoy- kabarmak, şişmek, sivrilip durmak, tek başına sivrilip dikilip durmak, uzum boyu ile temeyyüz etmek; 2. mec. kurulmak, caka satmak. kompozitör r. bestekâr. komsomol r. 1. komünist gençlik birliği 2. komünist gençlik birliği azası. komsomolduk komsomola ait, mensup, müteallik; komsomolduk uyum: komsomol teşkilâtı. komsomolets r. komünist gençlik teşkilâtına mensup bir genç. komsomolka r. genç komünist kız. komsoo 1. mütevazi, sade, basit; kivimi komsoo: fakirce giyinmiş olan; 2. az. komsun- teveccüh göstermemek, .sempati beslememek. komur : komur bol! folk. cehennem ol! komus = komuz. komut güceniklik. küsme. memnuniyetsizlik, teessür; komutta kal-: incinmek, kederlenmek; komutu tolbodu: tatmin edilmedi; caman erge kor bolup, komutta kalıp, küygönç, arka çaçım tarayın: folk. kötü kocadan hakaret görüp de, üzülmektense, en iyisi saçlarımı tarayım (yani kız olup evde kalayım). Ibu nebat knıcnak adiyle maruftur); komuz üç telli musiki âleti, kopuz, balalayka; temir komuz (yahut sade komuz) ağız tamburası; komuz hak- yahut komuz çert-: kopuz çalmak. komuzçu kopuz yahut ağız tamburası çalan. komuzçuluk kopuzculuk. komvuz r. komünist yüksek okulu. kon- 1. konmak, inmek, yere yahut aığaca oturmak; (kuş hakkında): kanat menen uçkan kuyruk ine-nen konat ats. kanatla uçan kuyrukla konar; 2. durmak, yaşamak için yerleşmek; 3. gecelemek için tevakkuf etmek; bir konup keldik: yolda bir gece yatarak geldik; 4. al. oturmak, kurulup oturmak; a-tının caydak soorusuna konup a-iıp:- atının çıplak sağrısına binerek; 5- atka kon-: şöhret kazanmak, tanınmak. konç çorap, çizme gibi nesnelerin baldıra gelen kısmı, konç; eki but bir konçka batkan ubak: iki bacağın bir konca sığdığı zaman (küçük çocukken) . konçuluk : ara konçuluk cer: arada bir gece yatmak suretiyle varılacak yer; ara konsuluk cerge sapar tartpadı: yolda bir gece yatmak suretiyle varılacak yere bile seyahat etmiş değildir. koncurğa = kondurğa. kondüktör r. kondüktör. kondur- et. kon-'dan; misafiri gecelemeye zorlamak yahut bırakmak, konuğuı gece kalmaya çağırmak; bak kondur-: mes'ut eylemek; caman erge mal bütsö canına koñşu kondurbayt ats.: kötu adama servet düşerse yanma komşusunu bile kondurmaz. kondurğa atın omurga kemkileri ipe geçirilmekle meydana gelen bir halkadır, ki bu arkası yağır olmuş atın boynuna takılır (ve buı halka atın yaraya ilişerek onu kurcalamasına mâni olur). konduruu işs. kondur-'dan. konferentsiya r. konferans. konfiskatsiya r. müsadere. konfiskatsiyala- müsadere etmek. konfiskatsiyaloo müsadere, koñ buttaki kaba et; koñ karga, hk. karga I. koñdev kuş yaleğinin kof kısmı. koıığguroo çan, kampana, zil. koñguroolo- çan, zil çalmak: koñguroolot- et. koñgturoolo-'dan. koñkoy = koñkıy . koñkuldak ağaçkakan kuşu. koñorçok . bir otun adıdır. kongress r. kongre. koñşu 1. komşu; 2. tar. iktisatça zengine bağlı olan fakir komşu; biriñ koñşu, biriñ malay' cürdüngör: biriniz koñşu, biriniz ise ırgat idi; koñşu- koloñ: zengine doğrudan doğruya iktisatça bağlı olan adamların umıuımî adıdır. koñşulaş 1, komşuda bulunan; konglsulas el: komşu millet, ulus. koñşulaş- II, komşu bulunmak. koñşuluk 1. komşuluk; 2. komşuluk münasebetleri. koñtor- alt-üst etmek, kazmak, eşmek; cer koñtor-: yer kazmak; çift sürmek, toprağı eşmek. koñtorul- alt-üst edilmek, aktarılmak, kazılmak. koñul 1- küçük çukur, oyuk, 2-mesnedin iç yanındaki oyuk (eyerde). koñulçul çukurlara, oyuklara çeken; teke-tooçul, koyon-koñulçul ats. teke dağı, tavşan dereyi sever. koñult siper, perde; koñultta kal-: bir şeyin arkasında gizlenmek. koñultak yalınayak; koñultak kiy-: yalınayağa giymek. koñur kumral, esmer; koñur kurğak: yarı yaş; koñur cel, bk. cel II, konığur salkın: hafif ve hoş serinlik; koñur ün: hoş, göğüsten çjkan ses; koñur küz: sık-sık güzün sıfatı olmak üzere koııllanılır; koñur mirza: karakuş nevilerinden biridir; koñur çeçen: iyi hatip. koñursu- fena koku (ter kokusu) dağıtmak. koñursut- et. koñursu-'dan. koñuruk hırıltı, horlama; koñurruk tart-: horlamak; uktap catkandardın ğana koñuruk tartkandarı uğulat: uyuyanların horuldamaları ancak duyuluyor. koñuz sertkanatlı gübre böceği. konkurs r. müsabaka. konkurstuk müsabakaya ait. konok I, 1. misafir, mihman; konok konoktu süybeyt, eesi baarın da süybeyt ats.: misafir misaiiri sevmez ev sahibi ise, hiç birini sevmez; mildettüü konok es-: «mecburî» misafir (kabildik teşrifat icabı kabul ve ikram edilmesi mecburi olan misafir,); mildettüü ko- nok al-: «mecburî» misafiri kabul etmek; 2. akşam yemeği; 3. ikram; konoğu caysız boldu: ikram şöyle- böyle oldu; 4. sozgö konok ber-meç.: birisine konuşma hakkını vermek, söylemesine müsaade etmek.\n\n\nII, italyan darısı (*) (Orta Asyada yaşayan Ruslar arasında bu nebat kunak adiyle maruftur) ; it konuk: bir nevi ot. konokçul misafirliğe gitmeye, misafir olarak dolaşmayı seven kimse; kırgız halkı - konokçul: kırgızlar konuksever - misafirperverdirler (misafir kabul etmesini ve kendileri misafirlikte bulunması severler). konoksu- misafirlik taslamak; caman kişi özüyündö konoksuyt ats. kötü adam kendi evinde misafirlik taslar. konokto- 1. = konokton-; 2. bir yerde gecelemek için kalmak, gecelemek; kaz konoktoğon cer: kazların gecelediği yer; 3. ikram etmek; koy soyup konoktodu: koyun keserek misafir etti. konokton- misafir olmak, misafirlikte kalmak. konolgoluu gecelemek için uygun olan; konolgoluu cer: gecelemek, konmak için elverişli olan mahal. konserva r. konserva. konservatizm r. muhafazakârlık. konservator r. muhafazakâr. kontitutsiya r. anayasa, Stalindik: Konstitutsiya: Stalin Anayasası. konstitutsiyalık anayasalık. konsül r. konsolos. konsultant r. müşavir. konsultatsiya r. müşavere. kontrabanda r. kaçakçılık. kontrabandist r. kaçakçı. kontrakt r. kontrato. kontraktaştıruu =r kontraktatsiya. kontraktatsiya r. kontrato'ya bağlamak. kontrol r. kontrol, murakabe. kontroldük kontrola ait, müteallik; kontroldük uçuş: kontrol uçuşu. kontrrazvedka .— kontrçalğın (bk- çalgın). kontrrevolütsiya r. inkılâp aleyh-darlığı. kontrrevolütsiyaçı inkılâp düşmanı. kontrrevoliitsiyaçıl inkilâp aleyhtar- lığına mensup. konsert r. konser. kontsessiya r. imtiyaz: kontukçul . 1. başkaları tarafmdan kendisine emanet bırakılan hayvanlar hakkında insafsızca harekette bulunan kimse (kendisinin binek hayvanı varken, başkasının emanet ettiği hayvanın biner); 2. ikirlerin. kendi sürüsüne bıraktıkları hayvanları 'binmek veya iş için kullanan zengin adam. kontukta- başkasının emanet bırakılan atma binmek. konuş 1. durma; gecelemek için durma; 2. obanın konduğu, yerleştiği mahal; ata konuş: baba ocağı, vatan. konuştan- mola vermek için durmak; yaşamak için yerleşmek, göçebelikten oturaklık hayatına geçmek. konuştandır- 1. mola vermek içi" durdurmak, yaşamak için yerleştirmek; 2. oturaklık hayatına geç-çirmek. konuştandırıl- pas. konuştandır-'dan. konuştaş . (birisile) ayni konuşta bulunan (bk. konuş). konuu işs. kon-'dan. konuuçu gecelemek için kalan. konventsiya r. mukavele. konvert r: mektup zarfı: koo 1. derin sel kazıntısı, derin çukur, derin hendek; koo oozunan çöp albağan mec: mütevazi çekingen; 2. oyuk üzerinden sar geçirmek için konulan oluk;3. ağıl, çit; koo karma—: çitle kuşatmak; çılgının koosu: atları kapatmak için çit; koo buzğan külük: «çit kıran yürük at» (ileri gelen koşu atı); koo buzup, bayge alıp turğan kü- lük at: ileri gelen ve öndül alan yürük at. koodura- hışırdamak, zıngırtı yapmak, tıkırdamak koodurat et koodura-'dan. kooğa f. kavga, sövüş; kooğa-çata- ğıñardı kayğula!: kavga-çekişmeyi bırakın! kooğlañda- gürültü yapmak, köpürmek- gürlemek, endişe göstermek. kook : kir-kook: kirli çamaşır, kirli şeyler. koolu a. karar. koom a. 1. cemiyet; sotsialistik ko-om: sosyalist cemiyet; kerek-carak koomu: yoğaltım (istihlâk) cemi-yeti-şirketi; koom kuruluşu: içtimaî kuruluş; 2. cemaat; meçit ko omu: mahalle halkı. koomay tevahhuş eden, insanlar dan kaçan, münzevi; açuuluu koomay bokıp aldı: gazaplı ve münzevi oldu; koomay oltur-: sandalyanm ucunda kuşkulanarak oturmak; koomayraak koy-: ayrı, münferit koymak. koomayla- yadırgama, yakınlık his- setmemek. koomçul içtimaî işlerle uğraşan adam. koomçuluk cemiyet, topluluk; ko~ omçuluk uyuktan: içtimaî teşkilâtlar; koomçuluk kamsızdıği: içtimaî teşkilât. koomdoş- 1. bir işi elbirliğile, cemiyet halinde yapmak; koomdoşup işte-: kollektif olarak çalışmak: 2. cemiyetleştirilmek; koomdoşkon sektör: cemiyetleştirilmiş bölge; koomdoşkon öndüriiş: cemiyetleş- tirilmiş üretim (istihsal). koomdoştur- cemiyetleştirmek. koomdoşturul- cemiyetleştirilmek. koomdoşturuu cemiyetleştirme. koomdoşuu . işs. koomdoş-'tan. koomduk cemiyet, cemiyete ait, mensup, müteallik; sosyal, içtimaî; koomduk iş: cemiyet, memleket işi; koomduk öndürüş: cemiyete ait üretim: koonduk alcay: sosyal vaziyet; koomduk kamsızdandıruu: sosyal teminat. koon kavun; koon üzmöy (harf.: kavun koparma): gruplar halinde çekişmeden ibaret olan ıbir oyun. koonduk kavuniuık, kavun bostanı. koop I, a. korku; kabuñ kaydan bolso, katarmğ oşondon ats.: korkun nereden ise, tehlike de oradan olur.\n\n\nII, gerundif kop- H'den. kooperativ r. kooperatif. kooperativdeş- kooperatif şeklinde birleşmek. kooperativdeştir- kooperatifleştirmek. kooperativdeştirüü işs. kooperativdeştir-'den. kooperator koperatifçi. kooperatsiya r. kooperatifçilik, birlikte iş görme. koopsuz tehlikesiz. koopsuzduk emniyet. koopton- ' korkmak, kuşkulanmak. kooptuu, tehlikeli, korkruınç. koorsuz (kars. kor I) bakiyesiz, tam olarak; oorusu koorsuz ayıktı: hastalığı tamamiyle geçti. kooş I: anı menen kooşum cok: onunla yakın münasebetim yoktur. koos- II, yakınlık peyda etmek, yak- laşmak kavuşmak. kooştur- yaklaştırmak, kavuşturmak. kooz 1. güzel, nefis, sanatkârane; kooz adabiyat: bedi' edebiyat; 2. şık; kooz kiyinndim: şık giyindim; 3. kooz bolup kalıptırmın mec-: yatırırken boynumu acıtmışım (ve omı çeviremiyorum); 4. ilişiği ol-tmayan, suçsuz; koy ceğen börü çuulda. kooz börü çuulda ats.: koyunu yemiş olan kurt çukurda (izlenmiş); işe ilişiği olmryan kurt ise, felâket içinde. koozdo- bezemek. koozdol- bezenmek, tezyin edilmek- koozdon-, 1. süslemek; 2. kurulmak, caka satmak. koozdonmo bezeme, ziynet; kümüş koozdonmolar: gümüş tezyinat. koozduk güzellik, nefaset, foediîlik. kop I, ko hecesiyle ıbaşlıyan sözlere takviye için ilâve edilir; kopkoyuu: pek koyu. kop- (gerundifî koop'tur) kalkmak; (bazı bölgelerde uygunsuz bir mâ nâ aldığı için edebî lisanda kullanılmaz) : kopiya r. kopya, suret. kopo meyve verdikten sonra kuruyan bitkilerin bir çeşidi. kopoluu kopo otu olan (bk. kopo). kopşo- rendelemek, kazımak, traş etmek. kopşu- gevşemek. kopşut- gevşetmek, sallamak (mes., çıkarılması kolay olsam diye kazığı oynatmak). kopulda- kuşkulanmak, mütereddit olmak. kor I, 1. sıcak kül, içinde ateşli kömür parçaları bulunan kül: 2. ihtiyat sermaye, fond; toyıurt koni: yem ihtiyadı.\n\n\nII. f. hor, hakir görülmüş, kendisine küçümsiyerek bakılan şahıs veya nesne; kor kıl-: tahlil ve tezlil etmek; kor kör-: küçümsiyerek, hor görerek muamele etmek. korbaşı tar. 1. bir zabıta memuru; el başkarğan (yahut biyleğen) korbaşı folk.: halkı idare eden korbaşı;2 . basmacı uıüirezesinin başı- (*) korcoğoy = kocoğoy . korcoñ yüksek, sivrilip duran. korcoñdo- r. (karş. kortoruğdo-) hareket etmek, yürümek (yüksek ve sivrilip duran nesne hakkında); korcoñdoğon can kalbay folk-: hiçbir diri varlık kalmadan. korcoy- sivrilip durmak, öne doğru çıkık durmak. korcoyt- et. koreoy'dan. korculuk = korduk; korçuluk tüştü başuna: folk. rezil oldum. korcun (Rad„ V) = kuroutn. korçuy- (Rad.) kızmak, hiddetlenmek. kordo I, sütle tertbiyelenmiş olan pirinç çorbası; taş kordo: 1) içine kızgın taşlar atmak suretiyle yemek pişirmek için kullanılan ve at derisinden yapılmış olan kap; 2) bu usulle pişirilen yemek; 3) bütün halinde, kızartılmıiş olan ko- yun veya keçi göğdesi. kordo- II, hor görmek, hakaret gözile bakmak, terzil etmek, tahkir etmek .\n\n\nIII, (boza, kımız hakkında) tazelik vermek (eski bozaya yenisini katmak). kordol- hor ve hakir görülmek. kordoluu Kordo I e malik olmak (bk. kordo I); kordoluu bay. bk. bay 1. kordoo hor görme, tahkir etme. kordooçul çekiştirmeyi seven, zemmeden; alı cetpegen akıretçil, kolu- cetpegen kordooçul ats-: halsiz olan ahrete güvenir, elinden iş gelmiyen ise, her şeyi zemmeder. korduk rezalet, horluk, hakaret; kü- çümseme, küçüklük; korduk kör-yahut korduk tart-:horluk görmek; hakarete uğramak, küçümsenmiş olmak; otun- olco, suu korduk ats.: odun-ganimet, su ise-rezalet (oduna rastgelmek iyidir, suya düşmek ise-kötüdiir). korğo- korunmak, müdafaa etmek; müdafaa eylemek. korğol- (koyun, keçi, deve) tezeği; korğol toktok-: aşığın alçı (bk.) veya taa (bk.) üzerinde cantık (bk.) vaziyetinde durduğu sırada onun üst kısmına koyun yuvarlağını koymak; toğuz korğol: bir oyunun adıdır. korğolo- kurtulmaya çabalamak, himaye aramak, saklanmak. korğolonuu . kendi-kendini koruma; kendi kendini müdafaa etme. korğolot- kurtulmaya zorlamak, himaye aratmak, takip etmek; itelgi karganı korğolotot: şahin kargayı takip ediyor (kaçırıyor). korğon I, 1. kale, müstahkem mevki; 2. çit, duvar, mezarın etrafında parmaklık 3. koyun ağılı. korğon- II, korunmak, kendini müdafaa etmek, takibattan saklanmak. korğonçu tar. şehir, kale kapısı yanındaki nöbetçi. korğonuu korunma; korğonuu ça- ramduluğu: korunma istidadı. korğoo 1. koruma; 2. müdafaa, savunma; Korğoo El Romissariatı: Savunma Halk Komiserliği. korğooçu müdafaacı, koruyucu. kurğool = korğol. korğoşun kurşun; uu korğoşuın: zehirli Aconitumnapellus bitkisi; sözü okuuçulardın kökürögünö kor- ğoşunday cabıştı: sözleri talebenin kalbine yerleşti. korğoşunda- içine kurşun dökerek doldurmak. kork- korkmak, dehşete kapılmak; korkso da, koy ölöt, korkposo da. koy ölöt ats.: koyun korksun, korkmasın, ölecektir (onu kesecekler). korkoğoy uzun boylu ve zayıf; kor-koğoy kişi: uzun boylu ve zayıf adam (ki uzun boyu ile başkalarından ayrılır). korkok korkak; köz korkok, kol baatır ats.: göz korkak, el cesur. korkoktuk korkaklık. korkoy- yüksek ve bası göklere çıkmış bir görünüşte budunmak. korkulda- 1. hırıldanmak; çoçko bölüp korkuldap folk-: domuz gibi, hırıldanarak; 2. (kaz hakk.), ötmek (kuğu kuşu hakk.). korkuldak 1. hırıldayan; 2. kazca bağıran. korkuldat et. korkulda-'dan. korkunçaak korkak. korkuunç korku, dehşet, tehlike; korkunuçka tüşür-: korkuya düşürmek, tehlike altında bırakmak. korkunuçtuu tehlikeli, korkunç. korkura- horlamak horuldamak (mes-, uyuyan iıuuuı hakkında); hırlamak (mes., kesilmiş boğaz hakkında). korkurat- et. korkuta Man. korkuratma nargile. korkuroo işs. korkura-'dmı. korkut- korkutmak, r vermek. korkuttur- et. korkut-'tan. korkutuu korkutma, gösdağı; biz korkutuudan korkpoybuz: bir tehditten korkmayız. korlo- — kordo- II. korluk = korduk. koro- eksilmek; az.almak, boşuna harcanmak; senin ağa uçuk ciciıbiñ korop cataibı? ona senin tek bir ipliğin boşuna harcanıyor mu? koroğoy = korkoğoy. korok : korok et: bir şeyin içinden sarkmak, gözükmek, dikil ip durmak. korokto- = soroñdo-. korol r. kıral. korolo- : koroloğon koy, koroloğon dan: ağıl-ağıl koyıutn, sarpm-sarpın hububat. koromcu zarar .•kilime, boşuna har- canma, israf; konuncu boldu: eksildi, harcandı, sarf edilip bitti. koromcula- israf etmek. koromculuk == koromcu. koroñ : koronu et bir şeyin içinden çıkarak gözükmek; koroñ etip çığa tuştu: başını yukarıya çıkardı ve gene daldı (mes., suda boğulup batmakta olan adam hakkında). koroñdo- bir parça çıkmak ve tekrar içeriye dalmak (bir nesnenin ucu hakkında); nayzanmğ uçu koroñdoyt folk.: mızrağın ucu kımıldıyor. korkoñdot- et. koroñdo-dan. koroo I, eksilme, harcama, sarf etme.\n\n\nII, 1. 'koyun ağılı, hayvan av lusu; koroo tolğon koyum bar folk.: ağıl dolu koyunlarım var; koroonun çeti saman bol, kaytar-ğan koroom aman hol (yakarış-şarkı): ağılın kenarlarında saman bulunsun, koruduğum sürü sağ olsun; 2. koyun sürüsü; bugün koroo küzöttüm yahut bugün koroo kay tardım: bugün (gece) koyun bekledim; taş koroo: 1) taştan koyun ağılı; 2) karakuş avlamak için tuzak; sarı koroo: hayvanlariyle birlikte obanın ıuzun zaman kaldığı yerdir, ki orada ot namına hiçbir şey kalmaz ve bundan dolayı hayvan otlatmaya yaramaz; otlarmm çiğnenmiş ve ezilmiş olduğun mahal. korooçu : korooçu it: avlu ve ağıl köpeği. koroolo- aydın diare ile kuşaltılmak; ay koroolodu: ayın çevresinde aydın daire (ay ağılı) peyda oldu; ay korooloso, ayağmğdı kamda (yahut belende), kün korooloso, küıögüñdü kamda (halk inancı): ay halelenirse, gerdelini hazırla (süt bol olur), güneş ağıllanırsa, küre- ğini hazırla (ekin mahsulü bol olur). korooloş bahçe, avlu komşusu, birisi le ayni avluda yaşıyan; ayıl ara-laş, koy korooloş oturabız: yanyana yaşıyoruz (köylerimiz karışmış, ağıllarımız müşterektir). koroolu (lâtince adı Sylvia olan bir kuş; M.) sarı koroolu: (lâtince Phylloscopus denilen kuş; M.). korot- küçültmek, .zarar yapmak eksiltmek, malü mülkü israf eylemek, harcamak; çöptü korotup ketti: kuru otu fazla harcadı. korotul- harcanmak, sarfedilmek; usul isterdin baarma 75 adam künü korubuılat: bütün bu işler için 75 adam günü sarfediliyor. koroy- sivrilip durmak, öne doğru çıkık durmak; kokosu koroydu: ademelması sivrilip duruyor, mec. adamakıllı zayıfladı. koroyt- et. koroy-'dan; kokolorun koroyttu mec.: onları zayıflattı. koroyuñku hafifçe sivrilip duran, bir parça öne doğru çıkık daıtran. koroz f. horoz korozdon- horozlanmak, kunuım satmak. korozdonuu . kendini beğenme, tekebbür, azamet. korpus r. gövde korrektor r. musahhih. korrektura r. tashih provası, tashih, kors 1. çatırdı ve kıtırdıyı taklittir; kors- kors külot: kahkaha ile gülüyor; 2. başkalarına karşı kaba ve patavtsız; korş kişi: kaba ve pata vatşız adam. korsulda- 1. davudi ses çıkarmak; 2. hırlamak;3. gümbürdemek; 4. mec. kaba konuşmak . korsuldak (ses hakkında) alçak, davudiye çalan. korsuldoo işs. korsıulda-'dan. korsun- hakarete duçar olmak, hor görülmek. korto (= kende) kısa 'boylu, cüce. kortoğoy — korto. kortoñdo- hareketlerinde kısa boylu şişmana, cüceye benzemek. kortoy- kısa boylu şişman ve cüce görünüşünde bulunmak. kortuk 1. tesadüfen enenmeden kalan koç; koydu kortuk fomzat ats. koyunu kortuk bozuyor; 2. = korto. kortuy- = kortoy. koru- korumak, muhafaza etmek, çitle çevirmek; katın camanı er koruyt ats.: kötü karı kocasını gözetler (peşinden ayrılmaz). koruk I, l. çit, çitle çevrilmiş mahal, çitle kuşatılmış arsa (mülk), korunmuş mera: otlak çerine koruk salıp, bak tikti: toprağını çitle çevirerek bahçe yaptı; 2. çiftlik; 3. koru (içine girmek ve ilişmek yasak olan orman vs.) koruk- II= kork-. korulda- korkulda-. koruldat- = korkuldat-. korum 1. moloz; korum aydağır yahut konim bolğur: kahrol; (koyunlara tercih edilen ilenç); 2. büyük, değermi düz çakıl taşı. korumda- moloz dökmek. korun- 1. kendini sıkışık durumda hissetmek; kendini küçülmüş his- seylemek; sıkılmak (mes., kendisinin fakirliğinden); 2. içtinap etmek, sakınmak, kurtuluş yolu a-ramak, saklanmak, gizlenmek; koroñon çığıp sen kelseñ, korunup kalçu men emes folk: (benimle görüşmek için) avlundan çıkarsan, ben saklanıp kalacaklardan değilim. korut- et. koru-'dan; çımçık koru-(ekinleri bekliyerek) serçeleri korkutmak; korkutup ayt-: hülasa etmek, netice çıkramak, fezleke yapmak . kortundu fezleke, çıkarılan netico; korutundu söz: son söz; korutunduğa kel: bir neticeye, fezlekeye varma. kosek f. koza (pamuk kozası). kosmopolit r. bütün cihanı kendisine vatan sayan, kozmopolit. kostüm r. elbise, kisve, esvap takımı. koş I, sağesen, iyi durumda mes'ut, hoş; koş: Allaha ısmarladık, hoşça kalın!; koş bol-: sevinmek, neşeli bir durumda bulunmak; ubaktı koş: vakti hoş, memnun, sevinç içinde; şen-neşeli; koş köñüldük: halîm-selîm olmaklık.\n\n\nII, 1. çift, çifte, iki katlı; koş ooz: iki namlılı tüfek; koş söz: mürekkep kelime; koş biylik: hâkimiyette ikilik; korkoño koş körünüt ats-: korkana bir şey çift olarak görünür; koş koldop: iki elle; koş attabay kılbaysmğ: yanına birisini yardımcı olarak almadan hiç bir iş yapmıyorsun; 2, koşum takımla- riyle. (mutat olduğu üzere çift olan) hayvanlariyle birlikte sapan yahut pulluk; koş çıktı: çift sürmeye başladılar; çift sürme başladı; koş çığar-: çift sürmeye başlamak; calğız öğüz koş bollboyt, caaktaşkan dos bolboyt ats.: tek öküz çift olmaz (koşum teşkil etmez) çekişenler dost olmaz.\n\n\nIII, iğreti keçe ev:, işçilerin nuuj- vakkat olarak oturdukları yahut uzun göç ve sefer esnasında kullanılan küçük keçe ev.\n\n\nIV, haykırış = çay II (fakat tek bir koyun hakkında); koş-koş; dese, kuyañı koy koşokko koşulat ats.: «koş-koş» diye ibağırılırsa, direngen koyun dahi bağlanacak yere yanaşır. koş- V, 1. katmak, birleştirmek, ilâve etmek, çift yapmak, çiftleştirmek; er Kurmanbek baatırğa Kanışaydı koşomun folk.: Kanışay (kızı) 'bahadır Kurmanbekle bir-leştiriyorum; baş koş-, bk. baş I; koşo: beraber, hep birlikte, buna ilâveten; sen menen koşo baram: seninle birlikte gideceğim; tañ menen koşo oyğon-: şafak sökerken uyanmak; 2. es. hediye etmek (mihir ödeyen delikanlıya yahut ziyafet-şölen tertip eden kimseye yardım olmak üzere); aldubız karadan, artıbız koydon koşumçabızdı koştuk: ileri gelenlerimiz, birer inek, servetçe geri olanlarımız ise, birer koyun hediye ettik; akça koş-: para ile yardım etmek; 3. emretmek, tevdi eylemek; 4. şiir söyliyerek sağu sağmak (ölü için ağlarken, yahut kızı kocasının köyüne yollarken); şarkıda anmak; 5. taklit etmek (öykünmek); küküktüñ tooşuna öz tooşun cakşı koşot: guguk kuşunum sesini iyi taklit ediyor. koşamat = koşomat. koşayak çöl sıçanı, cırboğa, Dipodi-dae. koşçu 1. yolda refakat eden, maiyet; at koşçu: vazifesi yolda at bakmak olan yoldaş; 2. çift sürücü; camaña başçı boîğonço, cakşığa koşçu bol ats.: kötü adamlara âmir olmaktansa, iyi adama çift sürücü olmak yeğdir. koşkur- hırlamak (ürken at hakkında); attan kulaktarın tikirdeytip. koşkurup, tura kaldı: atlan kulaklarını dikerek, tıksırıp dıuruverd: ler. koşkuruk tıksırma, hırlama (ürken at hakkında); koşkuruk at = koş-kur. koşmo 1. birleşik; koşmo cıynalış: birleşik toplantı; 2. fedaratif-birleşik manasında da kullanılıyordu; koşmo respuJblika: federatif cumhuriyet; 3. gram. mürekkep; koşmo süylöm: mürekkep cümle. koşmon itelgi (bk.) nevilerinden biridir (bu kuşun göğsünde baştanbaşa beyaz bir yol vardır). koşmok 1. deve cinslerinden biridir; 2. koşmok söz gram.: mürekkep söz (belboo, colbaşçı gibi). koşo bk. koş- V. koşok 1. biribirinin boyıunlarınu bağlanmış olan koyunlar, keçiler dizisi; 2. (ölü için yahut kocasının köyüne geçirilen kız için) şiir soyliyerek ağlamak. koşokçul koşok (bk. koşok 2) uy- durmasını ve onu söylemesini seven kimse, koşokör f. = kosomatçı. koşokto- 1. (koyunları) birifoirinhı boynuna bağlamak;2. (Rad.) ırlamak, şarkı söylemek veya bestelemek. koşoktoluu biribirinin boyunlarına bağlanmış olanlar. koşolont- : koşolontup ırda-: güzel, hoş ve değişen ahenklerle şarkı söylemek. koşomat f. hoşamedî, kompliman, koltuklama, mürailik, yaltaklanma. kosomatçı mürai, yaltak, yüze gülen, yaranan. kosomatçıl mürailiğe yatgın olan, yaltaklanan yüze gülen. koşomatçılık . mürailik, yaltaklık. koşomatta- mürailik etmek, yaltak- lanmak. koşomattık = koşomatçüık. koşto- I, onamak, tasvip etmek, hoş görmek.\n\n\nII, 1. (atı) yedek olarak almak; 'bir at koştop. bir at minet: bir atı yedek olarak alıyor, bir tanesine de 'biniyor; 2. bir atı yedeğe .lirken, onun başını bindiğin atın başı hizasına gelmek suretile yürütmek; 3. koştop: çift çift olarak. koştol- pas. koşto-'dan. koştoluş- çifte dahil olmak, biri-birine refakat etmek. koştoo yedek (at). koştoş I, güçe, kervana iştirak eden. al meniñ koştoşum: o benimle aynı kervanda bulunuyor, o benimle birlikte göç ediyor.\n\n\nII. I. veda etmek, vedalaşmak; tüböllükkö koştoşup kaldık: ebediyen vedalaştık; 2. iyilik dincakşı menen dos bolsoñ. ölgüçöktü koştoşot ats.: eğer iyi (adam) ile dostlaşırsan, o sana ölünceye kadar iyilik diler. koştoş- III, müş. koşto II'dan; at koş-toş-: atı yedekte götürmek. koştoştur- vedalaştırmak. koştoşuu vedalaşma, ayrılaşma, ayrılık. koştot- atı yedeğe aldırmak; attarın mağa koştottu: atlarını bana yedeğe aldırdı; bir külüktü mingizdi, bir külüktü koştottu folk.: bir yürük ata bindirdi ve bir tanesini de yedek olarak verdi. koştuk çift olmaklık. koştur- ilâve, ilhak ettirmek; baş koştur: birleştirmek. koşul I: koşul-taşıl: karışmış, karmakarışık olmuş, hepsi birlikte; koşul-taşü bol-: karışmak; karmakarışık olmak; mağa baarı koşul-taşıl bolup kelip, taasirletip, cürö-ğümdü kozğop ciberdi: bütün bunlar bana karma-karışık gözükerek, tesir etti ve kyüreğimi oynattı. koşul- II, katılmak, birleşmek; ek: too koşulbayt, eki el koşular ats-: iki dağ birleşmez, iki kavim birleşir. koşuluu katılma, birleşme. koşuluuçu 1. katılan; 2. mat. toplanan adet. koşumça 1. ilâve, katım, ulama, mü- temmim, üstelik, katma, zam, koşumca cemiş: katma mahsul; koşumca emgek: fazla emek; koşumca nark: fazla kıymet: 2. es. mihir verene yahut şölen tertip edene yardım (ör. bk. kaş V, 2). koşumçala- il'âve etmek: tamamlamak. koşumçalaş- katım sıfatile ilhak edilmek, ilâve, ulama olmak. kosumçaloo işs. koşıumçal-'dan. koşun = koşuun. koşuna komşu olan; komşu; koşuna uluttar: komşu uluslar (milletler) koşundu mat. es. hasılı cem, toplam. koşuu 1. ulama, ilâve etme; 2. mat. cem, toplama; toptop koşuu: gruplar halinde toplama; 3. emretme, tevdi etme. koşuuç avuç dolusu. koşuuçta- avuç dolusu almak. koşuun asker, ordu. kotolo- yığılışmak, kalabalık halinde toplanmak; pek çok olmak. kotoloş- müş. kotolo-'dan. koton yahut koton cara: frengi illeti kotor- 1. çevirmek, yerini değiştirmek; 2. çevirmek (bir dilden başka bir dile terceme etmek): kotormo çevrilmiş, terceme. kotormoçu, mütercim. kolort- 1. çevirtmek, yerini değiştirtmek; 2. terceme ettirmek. kotortuu işs. kotort-'tan. kotorul- 1. çevrilmek, yeri değiştirilmek; 2. terceme edilmek. kotoruluş I, işs. kotorul-'dan; cer kc- toruluşu es.: toprak İslâhatı. kotoruluş- II, müş. kotorul-'dan. kotoruş I, 1. çevirme, yerinden oynatma; 2. şeklini değiştirme, yeniden inşa etme; 3. terceme. kotoruş- II, müş. kotor-'dan. kotoruştur- altını üste çevirmek, yerini değiştirmek, bir mahalden başka bir mahalle göçürmek; kotoruşturup sebüü: hububatı değiştirmek suretile ekim. kotoruşturuu altını üste çevirme, yerini değiştirme, bir yerden baskı bir yere göçürme, bir yerden başka bir yere atma; cege kotoruştu iuu başkarması: muhaceret idare:. kotoruu 1. yerini değiştirme, bir yerden başka bir yere geçirme; 2-şeklini değiştirme, yeniden inşa etme. kotoruuçu mütercim. kotur oyuz (hayvanlarda); kotur koldon, coor-coldon ats.: oyuz elden (geçer), yağır ise, yoldan (hası İ olur). koturlan- oyuz olmak; koy I. 1. koyun, koy sarı koysan; koy köz: büyük güzel gözler; koydoy: halim, koyun gibi; koy oozunan çöp albağan: yavaş, ses.;ı , kendi halinde olan, sıkılgan; kök ala koydoy soyup: mec. vücudunu mosmor, edinceye kadar döverek; koy tekey bk. tekey; koypoy: koçlar-koyunlar; 2. Hayvan devri tak viminin sekizinci yılının adıdır.\n\n\nII: koy çağır = koy çağır. koy- III, 1. koymak, yatırıp koymak, bırakmak; koy, tiy.be: bırak, ilişme: cerge koy!: yere koy!; oyu-nuñdu koyup, çmmğdı ay t folk.: şakanı bırak da, ciddî konuş!; koy!; yeter; vazgeç!; at koy-, bk. at I, II; kol koy-: imza atmak: imzalamak; birin koyboy: hiç birisini bırakmadan, istisnasız; birin koyboy çakırğm!: istisnasız hepsini çağırJl ecğine sakal koyboğon folk-: sakal bırakmadı; al kelgenin koydu gelmez oldu; arak içkenin koydu; rakı içmeyi bıraktı; kulak koy kulak vermek; dinlemek; koyçu bıraksana' ondan vazgeç!; koyçu emi, bir üydö kaptağan on tört kişi bolduk!: bırak Allah aşkına, bir evde on dört kişi toplanmıştık; 2, bırakmak, müsaade etmek, tecviz etmek; oyundu sağa kim ko-yuptur-: oynamaya sana kim mü- saade etti?; 3. çarpmak, vurma* at menen koyup ketti: atın göğsile çarptı (atı tevcih etti, at ise göğsü ile çarptı); 4, defnetmek; 5, yardımcı fiil rolünde, ibareye kuvvet ve ânîlik verir; körö koyup: ansızın görerek; kelıbey koysun: varsın, gelmesin; albay koysun: varsın, almasın; anda-sanda kele ko-yot: arada-sırada geliveriyor; 6. eğer baş fiille koy fiili menfi şekilde iseler, bununla işin kaçınılmazlığı ifade edilir; kelbey koybot: gelmeden kalmaz (mutlaka gelir); albay koybot: almadan kalmaz (muhakkak alır). koyçağır eski zaman tüfeğinin adıdır. koyçu koyun çobanı; koyçu- koloñ kon.: çobanlar; koyçu-koluñ cerge ee boldu: çobanlar-züğürtler toprağın sahipleri- efendiler oldular. koyçuman — koyçu. koydur- et. koy- III'den; at koydur-: isim koydurmak, tesmiye ettirmek; kol koydur-: imza ettirmek, imzalatmak; çaç koydur-: saç bıraktırmak; uruştu koydıur-: dövüşmeyi menetmek; arak içken in koydur-: rakı içmesini terkettir-mek; at menen koydurup ketti ~ at menen koyup ketti (bk. koy III 3): daha ör. bk. ayttır-. kuyduruş- müş. koydur-'dan. koyğonsu- koyar bırakır gibi gözükmek. koyğula it. koy.- III 3'ten. koyğulak 1. sık-sık darbeler; 2. şiddetli gerginlik. koyğulan- mükerreren çarpmai:; kat-kat vurulmak; taştan taşka koygulanıp: bir taştan o bir taşa çarparak. koyğulaş- birbirini döverek; tos vuruşmak; (mes., koçlar halanda). koyğulat- et. koyğula-'dan. koyğuz- et. koy- III'ten. koykoñ dilber, zarif kadın. koykoñdo- hareketlerinde zarif ve nefis olmak; cılandmğ başı koykoñdoyt: yılanan kafası zarif bir surette sallanıyor; koykoñdoğon suluu: zarif dilber. koykoñdot- et. koykoñdo-'dan. koykoy- ince ve zarif gözükmek; koykoyğon sulıuıu, koykoñdoğon suluu (bk. koykoñdo). koykoyt- et. koykoy-'dan; kazday (yahut suksurday) moynun koykoytup folk. kaz (yahut bahrî ör-d.eğti) gibi nefîs boynunu uzatarak. koyluu koyunlu, koyun sahibi. koymo (kumarda) ortaya konulan para; sala koymo = salağoymo. koynot (Rad.. V) çukur. dere. koyo küçük kürecikler şekline konmuş keçe parçasıdır (ki alıcı kuşlara mide temizlemek için verilir). koyon I, 1. tavşan; koy on izi col: daracık patika; zor gözüken keçi yolu; or koyon: tavşan nevilerinden biridir; sur koyon: boz tavşan; koyondon okşoş: tıpkısı, tam kendisi (çok benziyen); 2. ada tavşanı ;3. oniki senelik hayvan devri takviminde dördüncü yılın adıdır.\n\n\nII: koyun-koltuk, bk. koltuk. koysarı (bk. sarı II): cerdiñ koysarısı köldö eken. adamdın koysarısı sen ekensiñ ats.: en iyi toprak gölde (Isık- Kölde), imiş, insanların en iyisi sen imişsin. koyşoloñdo- = koyşolokto-. koyşolokto- oynak ve canlı olmak, kırıtmak. koyşoloktoğonsu- = koyşolokto-. koyşoñ muzip, yaramaz, patırtıcı. koytoñdo- hareketlerinde lutfak-te-fek şişman kimseye benzemek. koytoy- küçük ve şişman kimse gö- rünüşünde bulunmak. koyul- I, mut. koy- IlI'ten.\n\n\nII, koyulaşmak. koyuluu işs. koyul- I'den; koyuluuğa kerek: koyulmalı. koyun 1. göğüsle, göğüs üzerine ka- vuşturulmuş olan ellerin arasındaki yer. koyun, koltuk, kucak, göğüs; kubançı koyuña batbayt: sevinci koynuna sığmıyor; ışık caş koyunuma tolot: sıcak gözyaşı koynuma doluyor (bol bol gözyaşları dökmek); koyıum- koltuk, bk. koltuk; iç koynuna gir-: birisinin ruhuna hulul etmek (itimadını kazanmak); 2. ürkör (bk.) ile aym biriıbirinin yanından geçtikleri zaman. koyundaş- birbirini kucağında tutmak; koyundaşıp cat-: kucak-kucağa yatmak. koyuş müş. koy-III'ten; kol koyuş-: 1) hep beraber imza atmak; 2) dövüşmek; kol koyuşuip kalıştı: onlar bir parça dövüştüler; unutup koyuşat: unutuyorlar. koyuu I, koyu. kesif, sık; koyuu çang: kesif toz; koyuıuı tün: karanlık gece; koyuu tınçtık: tam bir sükûnet.\n\n\nII, işs. koy-III'ten; dabışka koyuu: reye koyma. koyuuçuluk koyuu'dan mücerret isim; kızmatka çıkpay koyuoiçuluk: işe çıkmamaklık. koyuulan- koyulaşmak, kesif olmak: kozğo- 1. harekete getirmek; kımıldatmak, sallamak; ordunan kozğobo: yerinden oynatma; kep kozğo: söz açmak; 2. galeyana getirmek; rahatını kaçırmak; çeçenderdi kozğoğon çeçilbes kara doo beken?: akıllı adamları galeyana ge- tiren sürekli dava mıdır bu, acaba? kozğol- hareket etmek, kımıldamak. kozğolmo müteharrik, menkul; koz-ğolmo mülk: emvali menkule. kozğoloñ ayaklanma, isyan, kargaşalık, münazaa; kozğoloñ sal-: kargaşalık, münazaa koparmak. kozğoloñçu âsi, ayaklama. kozğolt- kımıldatmak, harekete getirmek. kozğoltuu işs. kozğolt-'tan. kozğoluş hareket. kozğoluu işs. kozğol-'dan. kozğoo 1. kımıldatma; 2. ikame etme; kılmış işin kozğooğo negiz bolğıon: (bu) cinaî dava ikame etmek için esas olmuştur. kozo = ğozo. kozu I, kuzu; kozu bala: kuzu çobanı; kozu karın: mantar; kozu koçum bk. küçüm; kozu uyğak bk. tııyğak. kozu- II. ikame edilmek, uyandırılmak. kozula- kuzulamak. kozulat- et. kosula-'dan; koylordu kozulatıp küçöbüz: koyunları ku- zıılattıktan sonra göçeceğiz. kozut- tahrik etmek, teşvik etmek, kışkırtmak, harekete getirmek, boştan çıkarmak; caş balanı kozutpa!: küçük çocuğu kışkırtma! kozutuu işs. Kozut-'tan. köbmö = köpmö. köböñ şişkinlik, kabarıklık, boş ve mesamatlı olmaklık (çabuk kayb- olabilen semizlik); at köböñ tartıp kaldı: at bir parça topladı (ancak bu yağ bağlama esaslı değildir). köböö eteğe dikilen parça. köbööl sahildeki in, suyun kazdığı çukur; cardın 'köböölündö caşırmıp: kıyıdaki çukurda saklanarak. köböörü- kabarmak, şişmek. köböörüt- et. köböörü-'den. köbööt == köbööl. köböy- çoğalmak, adetçe artmak, kemmiyetçe büyümek (hacimce değil). köböytül- çoğaltılmak, kemmiyetçe büyütülmek. köböytülüü isş. köböytül-'den. köböytülüüçü : köböy tülüüçülör mat-: çarpanlar. köböytündü mat. hasılı zarp, çarpım. köböytüü çoğaltma. köböytüüçü mat. çarpan; tüpkü kö- böytüüçü mat.: baş çarpan. köböyüü işş. köböy-'den. köbük köpük, posa; çiy köbük: et suyundaki yağ tabakası. köbüktö- köpüklenmek, kaynamak vo köpüklenmek; at köbüktöp turuptur: at köpük içinde duruyor. köpüktön- köpüklenmek, köpürmek, köpükle, yağ tabakasile örtülmek. köbüktöt- köpükletmek, köpürtmek. köbünçö en ziyade, ekseriya. köbür- köpürmek; süt köpürüp - cabırıp taşıp ketti: süt köpürdü ve taştı. köbürgön yabanî sarımsak. köbürt- et. köbür-'den. köcö darı yarması yahut bulgur konulmak suretiyle yapılan bir nevi tirit; uuz köcö: kavut karıştırılmış ve ;bir parça tuz konulmuş kaynatılmış ağız (yeni buzağılayan ineğin ilk sütü). köç I, göç, göçme, yer değiştirme; köç baysalduu bolsun, konuş olcoluu bolsun (göçenler için iyi di. lek): göç rahat olsun, konuş kazançlı (şikârlı) olsun!; köç cüro -cürö tüzölöt ats.: her iş yavaş yavaş tamamlanır (harf-: göç yürüye yürüye düzelir). köç- II, göçmek, bir yerden .bir yere gitmek, göçüp gitmek, hicret eylemek; dünüyödön köç-: ölmek, irti-hal etmek; bölök meselege köç-: başka meseleye geçmek; köçüp kel-: göçüp gelmek; köçüp ket-; göçüp gitmek: köçüp cür: göç etmek; üyüñdüñ baylığın köçkön-dö körösüñ ats.: evinin zenginliğini göç ederken görürsün. köçkü heyelan, çökme, kar çöküntüsü. köçmö göçebe, bir yerden bir yere taşınabilen. köçmön göçebe hayat süren adam. köçmöndük . göçebelik, göçebelik hali. köçmöndüü göçebeli; carım göçmön-düü: yarı göçebe. köçmöölüü == köçmöndüü; köçmö-ölüü kino: seyyar sinema. köçö I= = köçö.\n\n\nII, f. sokak. köçöbak muhaceret, bir yerden çıkarma, nefi etme, sürme. köçögü = = keçeeki; köçögü küngü: dün vukua gelen, dünkü. köçök : aylan köçök, bk. aylan. köçökü = = keçeeki. köçöögön sık- sık göçmeyi, yer değiştirmeyi seven; bir yerde oturmaz olan adam. köçörmön göçüp gitmeye, kendi uyruğundan ebediyen ayrılmaya ve başka yere hicret etmeye karar veren kimse; köçörmön bolso, curttu camandayt ats. : yerini değiştirmeye karar veren adam halkı (beraber yaşadığı adamları) kötüler. köçöt 1. dikilecek, dikilmek için ayrılan ağaç dalı; 2. es. hastayı üfürük usuliyle tedavi; köçöt köçür- : köçöt usuliyle tedavi etmek; 3. dokulmuş nakış. köçöttö- nakış dokumak, dokulmuş nakışla kaplamak, süslemek. köçöttöl- nakışla bezenmiş olmak; nakışlarla tezyin edilmek. köçöttüü menkuş, sırma ve ipekle işlenmiş. köçtür- göçürmek, göçmeye, hicret etmeye zorlamak. köçük insanın kaba etleri, kıç; köçügümdü cer bastırbay cumşayt: çalıştırmakla canımı çıkardı (harf. : kıçımı yere değdirmeden çalıştırıyorlar) ; segiz köçük: kalça kemiği, kuyruk sokumu kemiği; köçük söögü: kuyruk sokumu; cöp köçük mec. (insan hakkında) sünepe, hımbıl (mes. silâh kullanmasını, at üstünde oturmasını ve s. bilmiyen adam) . köçül- geçilmek, geçilmiş olmak. köçüm göçme; kozu köçüm: yakın yere taşınma. köçür- 1. göçürmek, muhaceret ettirmek; ayıldı köçür- : obayı göçürmek; 2. kopyasını almak, istinsah etmek. köçürmö 1. kitaptan alınmış parça, çıkarılan nusha; 2. kopya, suret. köçürt- et. köçür-’den. köçürüş- 1. hep birlikte göçürmek, hicret ettirmek; 2. hep beraber kopyasını çıkarmak. köçürüü 1. bir yerden diğer bir yere geçirme, göçürme, göçmeyi zorlama; 2. istinsah etme, kopyasını çıkarma. köçüş- hep beraber göçmek, hep birlikte göçüp gitmek. köçüü işs. köç- II’ den. ködöö 1. tüylü Stipa otu; 2. (atlardaki) şiripençe hastalığı. kögöl (Rad.) erkek ördek. kögön uzun urgan (keçi, bk.) dan ve ona bağlanan küçük ipler (buurçak, bk.) den ibaret olan koyun bağlanacak yer. kögöndö- kögön’e (bk.) bağlamak: kögöndögön kozuday tizil- : kögöne bağlanmış kuzular gibi dizilmek. kögöndöl- kögöne bağlanmış olmak (bk.) . kögöndöş- müş. kögöndö-’den. kögöndöt- kögön’e (bk.) bağlatmak. kögöön at sineği, büvelek. kögör- I, gövermek, morlaşmak, yeşillenmek, filizlenmek, intaş etmek, tutmak (bitki hakkında) : ağarıp kögör- bk. ağar- II; meesi kögörgön bk. mee.\n\n\nII, inadetmek, direnmek, karşı koymak. kögört- et. kögör- I’den. kögüçkön güvercin. kögülcüm mavi. kögüldür mavimsi, gök renginde olan; beti kögüldür: yüzü boz, toprak renginde. kögültür = = kögüldür. kögürçkön = = kögüçkön. kögüş mavimsi, açık maviye çalan; kara kögüş: koyu mavi. kök I, kunduracı ipliği yerinde kullanılan sırım; kerege (bk.) leri bağlamak için kullanılan ince kayış parçaları.\n\n\nII, 1. gök; kökkö çık- mec. : (göklere çıkmak) gelişmek, müreffeh olmak, tam bir bolluk içinde bulunmak, 2. lâcivert, mavi; mala kök: kök ala: tendeki morluk (bere yeri); kök şilti: pek yorulmuş, bitkin, kuvvetten düşmüş; kök şilti bolup, ölöyün dep cüröt: kuvvetten düşerek ölecek bir hale gelmiş; kök kıtan: balıkçıl kuşu; kök meltey bk. meltey; kök cele: alâimisema; 3. yeşil (bitki hakkında); yeşil taze ot; 4. ak kök: sütçülük ziraat ürünleri (mahsulleri) ; küz keldi, ak- köktü cıynadık: güz geldi, biz de süt ve ziraat mahsullerini hazırladık; 5. karı- kök: ihtiyar ve genç; karı- kögü debey: küçüğünden büyüğüne kadar; 6. kök başı tar. : sudan faydalanma işlerini tanzim eden şahıs; 7. kır (at donu); kök at: kır at; kök cal: kır yeleli (kurt; Destanda bahadırın sıfatı olarak sık- sık kullanılır).\n\n\nIII, (yahut kök bet yahut kök bettüü) israr eden, sebatlı, inatçı; kök bala: inatçı çocuk; er bolsoñ, kök bol. sözüngö bek bol ats. : yiğit olursan sebatlı ol, sözünün de eri ol! ; kök mee = = kökmöö. kökçül mavimsi, göğe çalan, hafifçe kır. kökmöö (kök mee) 1. arazı baş dönmekten ibaret olan hayvan hastalığı (başlıca, koyunlarda ve sığır hayvanlarında) ; 2. dönmüş, aptal. kökmöölük aptallık, divanelik. köknar f. 1. haşhaş; 2. haşhaş kozalarını kaynatmak suretiyle yapılan uyuşturucu bir menku. kökölö- göklere çıkmak, başı göklere doğru yükselmek, şahlanmak, buram- buram çıkmak, yükselmek. kökölön- ( manaca) = = kökölö- . kökölöt- yukarıya doğru fırlatmak, yukarıya çıkarmak, yüseltmek; taş kökölöt- : taşı yukarıya doğru atmak, fırlatmak. kökölötüü işs. kökölöt’ten. kökömeren yabani kekik otu, Thymus serpyllum. kökön r. ipek kozası. kököy : kököyümdü kemirdi (teşti, kesti, cedi) yahut kököyömö tiydi: bıktım, illâllah, sabrım tükendi; kököygö tiygen açkalık: şiddetli açlık; kantip kököyümön ketsin! : (bu hakareti) nasıl olur da unuturum; kököydön ketkis iş boldu: unutulmaz bir iş vukua geldi. kökpörü = = kök börü (bk. börü) . köksö- I, şiddetli arzu; köksöm suudu yahut köksöm basıldı: şiddetle arzu ettiğmi ele geçirmekle tatmin edildim.\n\n\nII, arzu etmek, şiddetle arzu etmek. köksöö I= = köksö I.\n\n\nII, çok ihtiyar, turşuluk; köksöö abışka: son derece ihtiyar. köksüt- ağrı, acı vermek. köktaş zaç. köktö- I, yeşillenmek, yeşil otla kaplanmak, örtülmek; cer cañıdan köktöp kele atat: yer henüz yeşil otla örtülmeye başladı.\n\n\nII, (karş. kök I.) dikmek, teğellemek; kerege köktö- kerege (bk.) nin ayrı- ayrı değneklerini birbirine bağlamak; eer köktö- : eyer iskeletinin ayrı- ayrı parçalarını birbirine bağlamak, kenetlemek; cuurgan köktö- : yorganın astarı ile yüzünü karşılaştırarak dikmek. köktöm ilkbahar, erken başlamış ilkbahar. köktöö I, 1. hayvanları siftah olarak ilkbahar otuna bırakmak; 2. ilkbahar mer’ası, otlağı; el köktöögö çığat: halk ilkbahar otlağına çıkıyor.\n\n\nII, dikme, teğelleme. köktöş- müş. köktö- II’den. köktöt- et. köktö- II’den. köktüü I, taze, yeşil otla örtülmüş; köktüü cer: taze, yeşil otla kaplanmış olan yer.\n\n\nII, inatçı, kinli, intikamcı. kökü- aşırı derecede müşkülpesent (zor beğenir) olmak, kendini dev aynasında görmek, direnmek, karşı koymak, anlaşmaktan kaçınmak, nasihatlara kulak asmamak; at ukuruktu körüp köküp ketti: at kemendi görerek, yanına yaklaştırmadı; atası kelgenden beri köküp ketti: babası geldikten sonra (çocuk) azdı ve söz dinlemez oldu. kökül f. kâhkül, şakaklara sarkan küçük örgüler, perçem; beş kökül mec. : aşağı yukarı 12 yaşında olan kızcağızdır, ki o zaman ona her bir şakağına sarkan beşer örgü örerler. köküldüü kâhküllü, örgülü; sakalduu- köküldüü: sakallı adamlar, hürmete lâyık yaşta olanlar, yaşlı kimseler (ister erkek, ister kadın olsun). köküldüülö : et sakalduu- köküldüü löp tartıldı: et yaş ve dereceye göre sunuldu. kökürök göğüs; kökürök kerip korğo- : göğüs gererek korumak; kökürögündö akılı bar: akıllıdır; semiz kökürök: kendine fazla güvenen; er kökürök: cesur; kökürögü sokurğa colukpa! : ats. : gabi adamla karşılaşma! ; kökürök kimge tiydi ele? folk. : (göğüs kime değdi?) kimi sevdin, kime aşık olsun?. köküröktüü cesur, cür’etli. köküt- et. kökü- ’den; ukuruktu körsötüp kökütüp iydik: (ata) kemendi gösterdik, şimdi ona yanaşmanın imkânı yoktur (o, artık kendine yaklaştırmıyor) ; men anı kökütüp koydum: ben onu kızdırdım (şimdi ona yanaşamazsın). köl . 1. göl; köz caşın köl kılıp: iki gözü iki çeşme; köl- şal bk. şal II; köl baka: kurbağa; köl buu: hastalar için yapılan basit sıcak banyo; 2. Issıkköl gölü; 3. Issıkköl vadisi; 4. bent, baraj, havuz. kölbö- deprenmek, bir yandan bir yana sallanmak; töö kölböp catat: dişi deve (doğururken) sallanıyor; kumğa kölböp catat: kumda ağnıyor. kölböörü- geniş olmak (başlıca, şalvar hakkında). kölböörüt- et. kölböörü’den; şımın kölböörütüp cüröt: bol şalvarıyla geziyor. kölböt- salınmak, ağır ağır sallanmak. kölçöñdö- bir kocaman şeyin hareket ettiği gibi hareket etmek, yürümek; kölçöñdöp coñ ötük kiyip alıptır: kocaman çizme giymiş. kölçöñdöt- et. kölçöñdö-’den. kölçöy- kocaman ve biçimsiz olmak (çizmeler hakkında). kölçöyüñkü bir parça biçimsiz, biraz büyük (çizmeler hakkında); kölçöyüñkü tartkan ötüktü kiydi: kocaman ve biçimsiz çizmeleri giydi. kölçük küçük göl, gölcük; su birikintisi, çöngül. köldö- mebzûl olarak akmak, bol olmak; ayran köldödü: ayran çok oldu; közümdün caşı köldödü: iki gözüm iki çeşme. köldölöñ I, kuzu postlarından sergi.\n\n\nII, enine olan, arzanî. köldöt- bir şeyi bol vermek yahut üretmek; tamaktı köldötüp saldı: nevaleyi bol bol verdi; köldötüp çoñ toy kılıştı folk. : muhteşem bir ziyafet çektiler. kölkü- 1. dalgalanmak; gul-gul etmek (mes. bir tulumdaki mayi) ; ötügümdün içi kölküldöp tolup ketti: çizmenin içine su dolmuş.(o kadar, ki gul- gul sesleri çıkarmaya başladı). kölküldök 1. titreyen, bıngıldayan (mes. pelteden daha mayi olan nesne hakkında) ; 2. mec. değişken (devamsız, kararsız); köküldök turmuş: çok değişiklikler (takallüpler) ile dolu hayat. köküldöt- et. köküldö’den. kökült- et. kölkü-’den. kölmö durgun su, durgun suyun irkileceği yer. kölmök = =kölmö. kölmöktö- bol olmak (mayi hakkında); közdön kölmöktöp caş aktı: gözden bol- bol yaş döküldü. kölökö gölge. kölökölö- gölgeden faydalanmak, gölgede oturmak, gölge aramak. kölöm hacim, mikyas, ölçü, büyüklük; kölömü bir teşe: büyüklüğü bir dönüm. kölöñgür bir çeşit pamuklu bez. kölöñkö = = kölökö. kölöş r. kaloş, lâstik. kölpöktö- kurularak, süzülerek yürümek (geniş elbise giymiş vücutlu şişman kadın hakkında). kölpöñdö- = = kölpöktö-. kölpü- 1. geniş ve güzel olmak (giyim hakkında); 2. kurularak, süzülerek yürümek (yeni, pahalı giyim giymiş insan hakkında); şayı çapan menen kölpüp bastı: ipek çapaniyle kurularak yürüdü. kölpük- :kölpügüp cat: rahat rahat uzanarak yatmak. kölpül- : köz caşı köl bolup kölpülüp ıylap turat: hıçkırarak ağlıyor ve göz yaşı göl gibi akıyor. kölpüt- et. kölpü’den. költök şişman ve biçimsiz, büyük ve biçimsiz. költöktö- ağır ve mağrurca yürümek (iri- yarı pehlivan yahut şişman adam hakkında). költöñdö- = = költöktö- . költöy- hantal ve şişman gözükmek. kölük iş hayvanı, yük hayvanı; maşina- kölük bazası: makine- hayvan üssü, mekezi; traktör- kölük bazası: traktör- at merkezi; at- kölük amanbı? (yolcuya selâm tarzlarından biridir) : mes’ut bir surette seyahat ediyor musun? kölüktüü iş hayvanları çok olan. kölüy- : kölüygön kişi: şişman ve ağır ve sâkin tabiatlı kimse. köm- (rapt sigası: köömp’tür) : gömmek, defnetmek. kömbö : kömbö konok: mısır. kömdür- gömdürmek. kömit kömüt = = kömnötö. kömkör- alt- üst etmek. kömkörmö tersine çevrilmiş; kömkörmö kunduz kemçet börk folk. : kenarı su samuru derisinden olan kunduz kalpak: kökörmö tokoç, bk. tokoç. kömkörmölüü : kömkörmölüü kazan: yolculuğa mahsus bir kazan. kömkörö bk. kömörö. kömkörül- alt- üst edilmek, altı üstüne gemek. kömkörüllü işs. kömkörül’den. kömkörüş devrim, alt- üst oluş. kömkörüü alt- üst etme. kömnötö (r. komnata) oda. kömöç külde pişirilen pide; ar kim öz kömöçünö kül tartat ats. : herkes kendi pidesine doğru kül çekiyor. kömöçtan = = kömöçtön. kömöçtön k- f. 1. ekmek pişirmek için kullanılan saç, tava; 2. saçta pişirilen ekmek. kömök 1. yardım, yedek kuvvet; 2. başkarğıç kömök gram. son ek. kömökçü yardımcı, yardakçı. kömököy 1. dilcik; kömököy kelse, til kelbeyt: söylemek isteniyor fakat korkuluyor; 2. kad. dil. kömöldürük göğüslük, sinebent (eyer takımının aksamından). kömölön- tersine çevrilmek, tepetaklak olmak, yüzükoyun düşmek. kömölönt- taklak attırmak, devirmek, ayaktan yere çalmak. kömölöt- tersine çevirmek, taklak attırmak, yüzükoyun düşürmek; batkakka kömölötö tepti: öyle bir tekme attı, ki öteki yüzükoyun çamura düştü; kömölötö sayıştı folk. öyle dövüştüler, ki taklak atıyorlardı. kömörö : kömörösünön yahut kömkörösünön: yüzü koyun, yüz aşağı; bala kömörösünön catat: çocuk yüzükoyun yatıyor; kazan kömörösünön catat: kazan çevirilmiş yatıyor; kömöröbüzbön: (biz) yüzü koyunuz; kömkörö eer: bir çeşit eyer. kömürül- mut. kömör-’den. kömör- = = kömkör- . kömöştan = = kömöçtön. kömöy = = kömököy. kömül- gömülmek, defnedilmek. kömült- et. kömül’den. kömülüş- müş. kömül-’den. kömür kömür, taş kömür: maden kömürü: kömür öçür- : kömür yakmak (imal etmek). kömürçü kömürcü. kömürçülük kömürcülük. kömürkana k- f. ateşçi yeri, ocak dairesi. kömürköy kunduracı aletlerini koymak için dört kenarlı kutu. kömüskö hayal meyal gözüken, bir nesnenin hayal meyal gözüktüğü yer; kömüsködön körböy kalğandırsıñ: açık gözükmediğinden dolayı görmemiş olacaksın; biz kömüsköde kalıp kaldık: biz gölgede kaldık (yani görülmedik, bize kimse dikkat etmedi). kömüsköçö = = kömüskö. kömüskölöt- karatmak, müphem bir hale koymak; kömüskölötüp süylö- : müphem, gayri vazıh söylemek. kömüş gömme, defneyleme. kömütkö kuytu gizli yer, saklanmak gizlenmek için elverişli yer. kömüü 1. gömme; 2. defin; kömüü komissiyası: defin, cenaze komisyonu. kön- I, meşin, sahtıyan.\n\n\nII, 1. muvafakat etmek; aytkanıma könbödü: dediğime muvafakat etmedi; iknalarıma kulak asmadı; bağuuğa könböyt: terbiye tesir etmiyor, ele alışmıyor, ehlileşmiyor; 2. alışmak; könbögön beyişiñen köngön tozoğum artık ats. : alışılmamış cennetten alışılmış cehennem yeğdir. könçök 1. kulak memesi; 2. (öküzün, ineğin) sarkık gerdanı; 3. köynök ve könök sözlerinin tekidir: köynök- könçök: pılı pırtı; könök- könçöktör: her nevi kovacıklar. könçü derici. könçülük dericilik mesleği, deri imali. köndüm mutat, sürekli, adet, itiyat; kördüm ooru: sürekli hastalık, müzmin hastalık; murunku köndüm cerlerinden izdep kaldı: eski mutat yerlerden aradı. köndümüş = = köndüm; köndögü köndümüş kiyizdi caya saldı: her gün serdiği keçeyi serdi; sözdörü kulakka siñip, ködümüş bolğon: sözleri kulağa sinerek, alışılmış oldu; bul işke al başınan köndümüş bolğon adam: bu işe o, öteden beri alışmıştır. köndür- muvafakat ettirmek, uzlaştırmak. köndürüü işs. köndür-’den. köñ gübre, tezek; çım köñ yahut cer köñ: bataklıklardaki çürümüş bitki kökleri, ki yakacak yerine de kullanılabilir, turp kömürü (bk. çım I). köñdöy boş, kof. köñdöylö- boşluk, boş saha meydana getirmek, teşkil etmek; nayza kirip içine, köñdöylöy kirip kılaptır folk. : süngü karnına saplandı ve delik açtı. köñkö I, yahut köñkö tokoy: içinden geçilmez sık orman.\n\n\nII, r. es. “konka” : atlı tramvay. köñkü (destanda) pek çok, hesapsız. köñsömök = = çıptama. köñtör- 1. tersine çevirmek, devirmek; 2. alt- üst etmek. köñtörül- 1. tersine çevirmek, devrilmek, içi dışına gelmek; 2. alt- üst olmak. köñtörült- et. köñtörül-’den; cer köñtörült- : talayı bellemek. köñtörüş devrim, inkılâp, hükûmet darbesi, revolution manasına kullanılıyordu. köñtörüşçül inkılâpçı; inkılâba müteallik manasında kullanılıyordu. köñül (karş. cürök): gönül, kalp, arzu, muhabbet, dikkat, ruhî halet, keyif; köñülüm yahut köönüm: gönlüm; könülüñ yahut köönüñ: senin gönlün; köñülgö yahut köñül üçün: hatır için; kızdın köñülü kızılda ats. : kızlar kırmızıyı (göz alıcıy) severler; köñül ayt- : taziye etmek; köñül sura- : hatır sormak; köñül kaltır: hevesi söndürmek, hayal kırıklığına uğratmak; köönüm kaldı yahut köönüm kayttı: gönlüm soğudu,sevmez oldum, hayal kırıklığına uğradım, küstüm; andan köönüm kalğan: ben ona küstüm; kay cerde köñül kalıştık? folk. : nerede biri- birimize karşı gönül kalacak iş yaptık? ; kanday köñül ooruştuk? folk. : neyle biri- birimizin hatırını kırdık? ; köñül kayttılık: hayal kırıklığı; köönü ağardı: bütün kinler unuttu; köñülgö tol- : hoşa gitmek, tatmin etmek; köñül sal- : tutulmak, âşık olmak; köñül at-: sevmek; köñül al- : memnün etmek, teveccüh kazanmak, köñül ciber- : dikkat etmek, çalışmak, gayret etmek; köñül ber- yahut köñül koy- : meşgul olmak, özenmek, bir işe candan verilmek; köñül koybostuk: aldırmamazlık, dikkat etmemezlik; köñül böl- : itibar etmek; köñül bölö turğan işteribiz: dikkatimizi çekecek işlerimiz; köñül topto- : dikkati bir noktaya toplamak; köñülü buzuldu: keyfi kaçtı, kederlendi, pişman oluyor; tamakka köönüm kelbey turat (yahut çappay turat) : iştahım yoktur; köönü kelbey ketti yahut köönü aylanıp ketti: nefret etti; köñül kötör- : neşe vermek; sevindirmek; köönü kötörüldü: neşelendi, gönlü açıldı, maneviyatı yükseldi; köñülüñüzgö oor albasañız: hatırınız kalmazsa, muğber olmazsanız; köönüm keldi: canım istiyor, arzum uyandı; köönüm cok: canım istemiyor, gönlüm yok; köñüldögüdey: istediğiniz gibi; muvaffakiyetlice; köñüldögüdöy emes: arzu edildiği gibi değil; köñülü tömön çöktü: maneviyatı kırıldı, neşesi kaçtı; köñülü tüşüñkü yahut köñülü bas: neşesiz, keyfi kaçmış; koş köñül yahut köñül koş: gönlü açık, iyi kalpli; koş köñül menen: memnuniyetle, gönül hoşluğiyle; köñül koştuk: gönül hoşluğu, gönül açıklığı; köñül koş işteyt: üstün körü çalışıyor; kara köñül: merhametsiz: ak köñül: namuslu, iyi kalpli, hayırhah, kindar olmıyan; ak köñülü karmağan: gereği gibi iyilik gösterdi; ak köñülü karmasa, bere salat, kara köñülü karması, berbey koyot: iyi tarafı tutarsa, veriyor, kötü tarafı tutarsa, vermiyor; öz köñülünçö: istediği gibi, gönlünce, arzusuna göre; köñül bur- : dikkati çekmek; köñüldö mat.: elde; eki köñüldö: eldeki; köñüldön eseptöö: zihnî hesap. köñülğök iyi kalpli, merhametli, duygulu, saf. köñülçöktük iyi kalplilik, hayırhahlık. köñüldön- 1. arzu uyanmak; heveslenmek; 2. neşelenmek. köñüldöndür- meylettirmek, teveccühü çekmek; bul köptü bizge köñüldöndürdü: bu, bize kütlenin teveccühünü kazandırdı. köñüldöş seven, sevgili, mahbup, mahbube. köñüldüü 1. sevinçli; 2. gönüllü. köñüldüülük sevinç, sevinçli ruhî halet; ak köñüldüülük: namusluluk, hüsnüniyet. köñülsün- ilgilenmek; köngülsünböy: canı istemiyerek. köñülsürö- arzusu olmak. köñülsüz 1. neşesiz, sevinçsiz; 2. ihmalcı, dikkatsiz, ihtimamsız. köñülsüzdük 1. neşesizlik; 2. ihmalcilik. 3. kullanılan ve emzikli olan küçük kova; könök baş: kurbağa yavrusu; könök- könçök bk. könçök. könügüü 1. işs. könük- ’ten; 2. idman, temrin. könük- alışmak, adet edinmek. könüm adet, itiyat. köö yahut kara köö: kurum, is; kömür köösündöy karañğılık: zifirî könöçö deve derisinden yapılmış olan gerdel. könök deve sağaraken gerdel olarak karanlık. kööar = = köör. köödö f. = = köödök: baarısı köödö caş bala folk. : hepsi anlayışsız genç çocuklardır. köödök f. kavrayışsız, safdil, boşboğaz, zevzek. köödön f. göğüs, gövdenin üst kısmı, büst, beden, vücut; köödöndö bütün köynök cok: bedeninde bütün giyim yok, hepsi yırtık; ala köödön 1) güçlü- kuvvetli ve cesur, fakat ahmak adam; 2) boşboğaz: köödön kötör- : kibirli ve mağrur olmak, azamet satmak; köödön söögü: göğüs kafesi (cevfi sadr). köödönsüz ahmak. köökör kımız için kullanılan ve deve derisinden yapılan kap. köökördö- tahrik etmek, uyandırmak; kanın köördöp: hayatını tehlikeye koyarak. köökördön- tahrik edilmek uyandırılmak; köñül degdep köökördönüp tınbadı: gönül arzudan yandı, uyandı ve dinmedi. köökördönt- et. köökördön- ’den. köökörlö- = = köökördö- . köölgü- 1. tamamiyle sâkin olmak, üstün sükûnete malik olmak; köölgüp catgan tınıçtık… mıdır etken tabış cok: üstün bir sükûnet… çıt yok; 2. gönüle hoş gelecek tarzda geniş ve ferah olmak; köölgügön ton: bol ve iyi kürk; 3. bol elbise giymek; çapanın celbegey camınıp, köölgügön zayıp olturat: geniş çapanına bürünerek bir kadın oturuyor. köölö- I, 1. kuruma bulaştırmak; 2. kurumdan temizlemek; kazan köölö- : kazanı kurumdan temizlemek.\n\n\nII, 1. kazımak, kurcalamak; 2. karıştırmak; talkan kılıp, mayğa, sütkö köölöp berdi: kavut yaptı, yağla, sütle karıştırıp verdi. köölön- mut. köölö- ’den. köölöt- et. köölö- ’den. köömp köm- ’den gerundif. köön bk. köñül. köönçök = = köñülçök. köönö f. köhne, eski, kadim; köönö kiyim: köhne giyim. köönök (Rad. ) = = köynök. köönöl- = = köönör- . köönör- 1. eskimek, köhneleşmek; 2. kocamak, ihtiyarlamak (ve hayattan tecrübe edinmek) ; köönörgön, köptü körgön kişi: ihtiyar ve görmüş- geçirmiş adam. köönört- eskitmek. kööp köp- III’ ten gerundif. köör f. inci, gevher, zikıymet taş; koş kolu kol maşiyne köörün tökkön: o kadının eli el (dikiş) makinesini meharetle idare ediyordu; kolunan köör tögülgön usta: (elinden gevher dökülen usta) eli uz kimse. köörçök çobanlara yiyecek olan süt ürünü (mahsulü) (bir mikdar kımız karıştırılmış olan koyun yahut keçi sütü) . köörük demirci körüğü; koş köörük: çift körük; köörük bas- : körüğü basmak, körüğü işletmek. köörükçü ocakçı, körükçü. köösör 1. ahmakça, anlayışsız, gabi, deli- dolu: 2. cesur, pervasız, atılgan. köp I, kök sözünün takviye ekidir; köp- kök: göm- gök, yem- yeşil, mas- mavi.\n\n\nII, 1. çok, kalabalık; köptön köp: pek çok; köp baatırdan coo ketet, köp çeçenden doo ketet ats. : “yedi kadının çocuğu kör” (harf. : bahadırlar çok olursa, düşman yakayı kurtarır, söz ustası çok olursa dâva kaybedilir) ; köbün ese, bk. ese; köptön kiyin: çok zaman sonra; köptö: epey zaman geçince; köptö barıp uktadı: epey zaman geçince; gitti ve uyudu; köpkü yahut köpkö çeyin: uzun zaman için; köpkö toktodu: uzun zaman için durdu, durakladı; köpkö oylonup: uzun zaman düşünerek; köp miñdegen: binlerce; köp milliondoğon: milyonlarca; 2. (halk) kütlesi; köpkö tüş- : (bir fikir, akıl karar verilmesini isteyerek) kütleye, cemiyete, kollektife başvurmak; köp paydasın oylo- : cemiyet, kollektif menfaatını düşünmek. köp- III, 1. kabarmak, şişmek; 2. burun şişirmek, kurulmak, farfaralık etmek, caka satmak; caman uul atası ölgöndö köböt ats. : kötü evlât babası ölünce kabarmaya, kurulmaya başlar; murdunan köpkön: burun şişiren, kibirli. köpçük eyerde yastık yerini tutan döşek. köpçül (özümçül’ün karşıtı olarak) kollektif yaşayış taraftarı olan; estüü köpçül, eselek tuuğançıl ats. : akıllı cemiyete temayül gösterir, ahmak ise – akrabaya. köpçülük halk kütlesi, cemiyet, topluluk; köoçülükkö paydaluu emgek: topluluğa faydalı emek; köpçülük işi: kütlevî iş. köpkök = = köp- kök ( bk. köp I) . köpkölöñ kurulan, caka satan; köpkölöñ tart- : caka satmak. köpmö kabarık, şişmiş; kürüçtü çınığa boor köpmö kılıp saldı: pirinci çanağa tepeleme olarak koydu. köpölök 1. kelebek; 2. küçük cins kelebeklerin genel adıdır (karş. kaldırkan) ; cetim köpölök yahut şaytan köpölök: (kelebeğin halk ağzında kullanılan adı olsa gerektir; çünkü burada bu kelimenin karşısındaki rusça “motılyok” sözü kelebeğe halk tarafından verilen isimlerden başka bir şey değildir; M.) ; çar köpölök aylan- : (topaç gibi) çok hızlı dönmek. köpös köpöş, (r. “kupest”) tacir, tüccar. köpsün- kendisinsn çok taraftarı bulunduğunu sanmak ve bundan dolayı, caka satmak ve övünmek. köpşök gevşek, kof; köpşök kar: gevşek, mesamatlı kar. köptö- çoğalmak, miktarca artmak, top halinde iş görmek; köptöp ceñip ketti: toptan, hep beraber hareket ettiklerinden galebe çaldılar. köptük 1. çokluk, kalabalık; bul mağa köptük kılat: bu benim için çoktur; 2. gram. cemi. köptür- et. köp III’ten; taruu köptür-: darıyı ıslatarak şişirmek; anı dünüyö köptürdü: dünya malı, servet yüzünden burun şişirdi (harf. : onu zenginlik şişirdi ) . köpüröö köprü; kıl köpüröö mit. “kıl köprü” : cehennem üzerindeki köprü (o, kıldan ince, kılıçtan keskindir) . köpüyö kon. = = kopiya. kör I, f. kör, ama; kör ayğır mec. : beceriksiz, hımbıl.\n\n\nII, f. mezar, kabir; kör oozunda: kabir yakasında (ölüm döşeğinde) ; kördöy: siyah, siyahlık; kördön suurup, körgö salıp tildeptir: alabildiğine sövüp- saydı (harf. : mezardan sürükleyip çıkarak, mezara yeniden koyarak küfür etti) ; körbögönü kör boldu: görmediği kalmamış, görmüş- geçirmiş (harf. : o yalnız kabiri görmemiş) ; atañdıñ (veya atañ) körü!: sövme tabiridir (harf. : babanın kabri) ; körü küysün! söv. : kabri yansın! ; meni kör cerge cumşay beret: beni her işte kullanıyor, benden hıncını çıkarıyor; kayda barsa da, Mamaydın körü: nereye gidersen Mamayın kabrine rastlarsın; kör bayge: ölüyü hatırlama dolayısiyle tertip edilen at koşuları; teltoru attı berbeymin, kör baygege çarptıram folk. doru atı vermiyorum, ben onu yoğaşı koşusunda koşturacağım; kördön çığa kalğanday: (kabirden çıkıvermiş gibi) ansızın, birden- bire. kör- III, 1. görmek; körö alboo: kin, husumet; uyku körböyt: uyku görmüyor (uyumuyor, uyumak imkânını bulamıyor) ; körbös töönü körböyt ats. : görmiyen deveyi bile görmez; “kördüm” degen köp söz, “körbödüm” degen bir söz ats. : “ gördüm” demek – çok sözdür, “ görmedim” demek ise – bir sözdür (göreni çok soruşturuyorlar; görmedim diye cevap ise, soruşturmalardan kurtulmuş olur) ; cakşı kör- : birisine karşı teveccüh veya sevgi beslemek; caman kör- : sevmemek; nefret etmek; maakul kör- : tasvip etmek, onamak; bala kör- : çocuk sahibi olmak; körgön ene: öz anne; körgön eneñ men edim, kötörgön eneñ Akkanış folk. : öz annen bendim, bakan annen ise Akkanış idi; baydañdı körbödüm: senin hayrını görmedim; 2. görmek geçirmek; körbögönü kalbağan: başından geçirmediği şey kalmamış, görmediği kalmamış; men erte körö cürgön kişimin: (ben) bunu daha evvel geçirmişim; bu iş, benim için ilk başıma gelen şey değildir; 3. bir şey saymak, bir şey yerine kabul etmek; köp kör- : çok görmek; çok saymak; az kör- : az görmek; kifayetsiz saymak; mingeniñ cakşı at bolso, alıstı cakınday kör ats. : bindiğin iyi at olursa, uzağı yakın gör! ; atımdı at körböyt: benim atımı at yerine koymuyor; 4. (önce gelen ablatif ile) ( birisini, bir nesneyi) kabahatlı, müsebbip saymak, senden gördüm, seni kabahatlı saydım; caman katın başın cuubay, bitten köröt ats. : kötü karı başını yıkamaz, biti kabahatlı çıkarır; 5. (önce gelen geçen zamandan gerundifi ile birlikte) denemek, sınamak; kılıp kör! : deneyip bak! ; kötörüp kör! : kaldırıp bak! ; 6. (önce gelen hal zaman gerundifi ile ise, emrin kesinliğini yahut ricanın kuvvetini ifade eder) : körgözö körgün közümö folk. : onu gözümün önüne getir! ; kara narğa cüktöy kör! folk. : onu kara deveye yüklet! belinen karmap büktöy kör! folk. : belinden kavrayıp bük! ; mine kör! : al da, bin! ; cinime tiye körbö! : sakın beni kızdırma! . kördük körlük. kördür- göstermek; kördürömün dep alıp ketti: göstereyim diye aldı, götürdü. körgönsüz görgüsüz, terbiyesiz, nezaketsiz. körgönsüzdük görgüsüzlük, terbiyesizlik, nezaketsizlik. körgöz- = = kördür-. körgözmö 1. sergi; 2. gösterme. körgüç iyi gören, uzağı gören, basiretli. körgülük : munuñdu koybosoñ, menden körgülüktü körösüñ: eğer bundan vaz geçmezsen, benden görmediğini göreceksin; körgülüktü dal seniñ dosuñ körsötüp catat: asıl senin dostun can sıkacak işler yapıyor. körk = = körük I. körkoo f. 1. çakal; 2. mit. cadı, koncolos. körköm güzel, san’atkârane. körkömdük güzellik; san’atkâranelik. körktöl- güzelleşmek, şirinleşmek. körktüü = = körüktüü. körktüülük = = körüktüülük. körkü moğolca selâm sözüdür, ki yalnız Destanda rastgelinir. körmöksön görmemezlikten gelmek; körsö da, körmöksön bolot: görse de, görmemezlikten geliyor. körmüş (görülmesi kabil olup da, duyulması mümkün olmıyan) yenilik, yeni şey; uktuñ bele ukmuştu? kördüñ bele körmüştü folk. yeni haber duydun mu? , yeni şeyi gördün mü? körnök levhâ, tabelâ. körö (önce gelen ablatif ile) nisbeten; … olacak yerde… ; andan körö mektepte bar: bunun yerine (bunu yapmaktansa en iyisi) sen mektebe git! körögöç iyi gören; uyanık. körögöçtük uyanıklık; göregenlik. körök = = körökçö. körökçö : bul körökçö yahut mından körökçö (memnuniyetsizlik ifade ederken) eğer böyle olursa, böyle olmaktansa daha iyi; bul körökçö kelbey ele koysomçu: o halde en iyisi ben gelmiyeyim. köröñgö kımız mayası. köröñgölüü mayalı (kımız hakkında) köröñgölüü kımız: bol kımız. köröögöç = = körögöç. körösön güzellik, parlaklık, san’atkâranelik. körösöndüü güzel, nefis, san’atkârane. körpö 1. kuzu derisi; körpö karma- : giyimin kenarlarına kuzu derisi dikmek; aydama körpö: sun’î karaköl, astragan derisi; 2. daracık yorgancık. körpöçö eyer üzerine konulan dar yorgancık. körsöt- 1. göstermek; 2. birisine yahut bir nesneye karşı bir şey izhar eylemek: zapkı körsöt- yahut zobun körsöt- : birisini hor görmek, tezlil etmek, tazyik ve zulüm etmek. körsötküç gösterici; işaret edici; daraca körsötküç mat. üs; sapat körsötküçtörü: vasıf göstericileri. körsötmö gösterişlik, göstermeye mahsus, gösterici, işaret edici, endeks, cetvel, sergi, gösterme; emgek öndürüşünüñ körsötmölörü: emeğin üretim kuvvesinin endeksleri; sapat körsötmölörü: evsaf endeksleri; körsötmö koldonmo yahut körsötmö şayman: tatbikat alât- edevatı; körsötmö sot: ibretlik mahkeme, muhakeme. körsötül- gösterilmek. körsötüü gösterme, işaret etme, yol gösterme. körü = = körö. körük I, güzellik, nefaset.\n\n\nII= = köörük. körüktüü güzel, nefis, san’atkârane; körüktüü adabiyat es. : güzel edebiyat, bediî edebiyat. körüktüülük nefaset, san’atkâranelik. körül- 1. görülmek; 2. alınmak, ittihaz edilmek (tedbirler, hazırlıklar hakkında) . körümdük yeni doğan çocuğu (karş. centek) yahut güveyin köyüne gelen gelini görmeye gelenler tarafından getirilen yiyecek yahut hediye. körün- görünmek, görünür olmak, gözükmek; emine körünböy kettiñ? : neden görükmez oldun? neden çoktan görünmüyorsun? ; biröönün katını biröögö kız körünöt ats. başkasının karısı kız gibi görünür. körüngüs görünmez; közgö saysa körüngüs: gözünü çıkarsalar bile göremezsin (öyle karanlık). körünmöksön : körünör- körünmöksön bolup: görünür- görünmez olarak. körünö 1. ayan, zahir, açık, aşikâr; körünö dalil: açık delil; körünö al- : açıkça almak; abıdan körünö boldu: tamamiyle vazıh oldu; 2. zahiren, görünüşe göre, resmen; men körünö konok eesi bolğonum menen, konok kamın Saadat kördü: resmen ben ev sahibi olmamla beraber, misafirlerle Saadet meşgul oldu. körünöö = = körünö. körünt- et. körün- ’den. körünüktüü görülen, gözüken; közgö körünüktüü: göze gözüken; körünüktüü iygilikter: göze görünen başarılar. körünüş I, manzara, perde (piyeste) ; zuhurat. körünüş- II, müş. körün- ’den. körünüü işs. körün- ’den. körüstön f. mezarlık, kabristan. körüş- biri- birini görmek, karşılaşmak, selâmlaşmak; koş koldop körüş- : her iki eli verek selâmlaşmak; ölbögen körüşöt ats. hayatta olanlar biri- birileriyle görüşürler; aykalışıp körüş- : arka- arkaya durarak selâmlaşmak. körüştür- et. körüş- ’ten. körüü işs. kör- III’ten. körüüçü temaşa eden, seyirci. kösö- = = közö; menin töş etimdi kösöp öttü ele folk. : (ok) benim göğsümü delerek geçti. kösöl = = közöl. kösöm 1. koyun sürüsünde kılavuz vazifesini gören teke: kösemen; 2. rehber, kılağuz; köptü körböy, kösöm bolbos ats. : bir çok şeyler görüp geçirmeden kılavuz, rehber olunmaz; kösöm at: ayakları sağlam olan, yolunu şaşırmayan at. kösömdük kılavuz vaziyeti, mevkii, önderlik, rehberlik. kösömsün- kılavuzluk, rehberlik taslamak. kösönök = = közönök. kösöö I, ölçer, gelberi (ocaktaki ateşi düzeltmek için kullanılan değnek) ; körgön- körgönön kılat, kösöö- türtkönün kılat, ats. : gören gördüğünü yapar: gelberi dürttüğünü; kara kösöö: birnevi ekin hastalığı, yenürce illeti; kösöö kuyruk: kısa kuyruklu.\n\n\nII, köse, yüzünde tüyü, kılı olmıyan kimse; kösöönün akıllı tüştön kiyin ats. : kösenin aklı sonradan gelir (harf. kösenin aklı öyleden sonra) ; aldar kösöö: Kazah masallarındaki şahıslardan biridir, ki büyük kurnazlıklarla temeyyüz eder) . kösöölön- kara kösöölön- : kurumla, isle örtülmek; pek fazla karamak. köş I, f. et; kam köş, bk. kam I; ötük butumdu kızıl köş kılıp cooruttu: çizme etimde yara açılıncaya kadar ayağımı vurdu; açtan ölböyt, köştön kalbayt: şöyle- böyle (ortaca) geçiniyor.\n\n\nII: köş- köş! : deve puduğunu çağırmak için nida. köşögö 1. perde, yeni evlilerin yahut genç karı- kocanın yataklarını başkalarınınkinden ayıran perde; 2. (piyeste) perde; tört köşögö: dört perdelik tiyatro temsili. köşögölön- örtü ile örtülmek. köşökör dalkavuk, yaltak. köşökörlön- dalkavukluk etmek, yaltaklanmak. köşölüñkü = = köşülüñkü. köşönök (Rad.. V) = = köşögö I. köşör- direnmek, inat etmek, karşı koymak, israr etmek. köştük : kam köştük, bk. kam I. köşö- tam bir rahatlık ve sukûnet içinde bulunmak, sukûnet bulmak, rahatlamak; köşüp uykuğa kirgen: dağdagasız uykuya dalmış. köşül- (manaca) = = köşü- ; köşülüp uktaba! : gamsız uyuma! köşült- et. köşül- ’den. köşülüñkü dağdagasız, rahatlık, tam sükûn; köşülüñkü tart- : rahatlık ve sükûnet içinde bulunmak. köşüün sükûn, rahatlık haleti; köşüün tart- : rahat etmek, sükûnet bulmak. köt 1. avm. kıç, geri kısım; koy kötünö saldı folk. : koyun gütmeye icbar etti; kötünön: onun peşinden, arkasıra; kötümön kele atat: peşimden geliyor (şimdi gelir) ; 2. göt, mak’at; közüm körbösö, kötümdü börü cesin ats. : isterse kıçımı kurt yesin, gözüm görmezse zarar yok (kaygısız adam söylüyor) ; köt kıs- : yelkenleri indirmek, sükûnet bulmak; kötöñdü kıs! ; rahat otur! sus! ; kötü kıska: (götü kısa) hiç bir türlü kesin karar vermiyen kimse; kötünö kıspayt: on paralık kıymet vermiyor; kötünö ketençiktey baştadı: kıçın- kıçın gitmeye başladı; 3. tenasül aygıtları (erkeğin ve kadının) ; 4. kuvvet, kudret, cesaret, becerik; köttü sağa kim berdi? : sana bu cür’ et nereden geldi? bu hakkı nereden aldın? ; kötü kança! : cür’et edemez! nasıl cür’ et eder! ; kuday kulum dese, bayğambar ümbötüm debey, kötü kança! ats. Tanrı kulum derse, peygamber ümmetim değil demeye nasıl cesaret eder? ; kötü çak, yahut kötü çaktuu: daha toydur, eli kısadır, gücü yetmez; 5. kötü boş: karamuk (bitki) . kötkü arkadaki; kötkü but: art ayak; kötkü kaş: eğerin arka kaşı; acıraşar tamır eerdin kötkü kaşın surayt ats. : ayrılmak isteyen ahbap eğerin arka kaşını (bile) ister. kötön mak’ at, dünür, göden, kalın bağırsak; kötönü tüşkön ayuuday bakırat: kalın bağırsağı düşmüş ayı gibi bağırıyor; somoorduñ kötönü: semaverin alt deliği; kara kötön (çocuk oyunlarında) kur’a çekme 1) değnek üzerinde; kara kötön karma- : kur’a çekişmek; 2) üç tane kibrit üzerinde (bir kibritin ucu yakılmış olur) ; may kötön: (yağ göden) (çocuk hakkında) uğurlu (talih, saadet getiren; öyle bir çocuk, ki doğduğu günden itibaren babasiyle annesinin hayatında iyiliğe doğru bir değişiklik hasıl olur) ; kuu kötön: (kuru göden) (çocuk hakkında) : şanssız, talihsiz (may kötön’ ün karşıtı) . kötör- 1. kaldırmak; bala kötör- :çocuğa dadılık etmek; kötörgön ene: çocuğu karnında taşıyan, doğduktan sonra ona dadılık eden kadın; attan kötör- : (bir hürmet eseri olmak üzere) attan indirmek; köñül kötör- : neşelendirmek, gönül açmak, sevindirmek; kol kötör- : (el kaldırmak) açık surette rey vermek (karş. : dobuşka saluu: bk. dobuş maddesinde) ; kol kötörgö sal- : açık surette reye koymak; üy kötör- : bk. üy; 2. katlanmak, dayanmak; al oyun kötörböyt: o, şaka kaldırmıyor, lâtife kabul etmez; zakun kötörböyt: (bunu) kanun kaldırmıyor, kanuna aykırıdır; bazar kötörböyt (bu fiatça) piyasaya uymuyor; tentektigiñdi kötörböyt: senin hoppalıklarına tahammül etmiyor. kötörgüç bocurgat, vinç; kötörgüç maşina: (kaldıran makine) asansör. kötörgüs kaldırılması kabil olmıyan; at kötörgüs zor: şöhret kazanan. kötörlülüş- II, hep beraber kalkmak. kötörmö 1. su bendi, mendirek; 2. kısa ip; 3. ödünç; kaytpas kötörmö: iade edilmiyen malî yardım; kötörmögö akça ber- : (ham madde mukabilinde) avans vermek. kötörmöçü : kötörmöçü soodager: çerçi, seyyar satıcı. kötörmölö- 1. yardım etmek, desteklemek; 2. ileri sürmek, namzet göstermek (yüksek bir vazife için) . kötörmölöö 1. yadım etme, destekleme; 2. ileri sürme. kötöröm kötürüm, başkalarının yadımı olmaksızın ayağa bile basamıyacak mertebeye girmiş olan (hayvan hakkında) . kötört- 1. kaldırtmak; 2. es. (zor doğurma sırasında) diri hayvanın, daha ziyade koyunun bacağını tutturmak (doğurmayı kolaylaştırmak için kullanılan kocakarı çarelerinden biri) . kötörül- kaldırılmak, kalkmak, kalkınmak, maneviyatı yükselmek, gurur ruhunun yükselmesini hissetmek; tömöndön coğoru kötörülgön (yahut sadece kötörölgön) : sivrilmiş, birdeb- bire yükselmiş olan kimse. kötörült- kalkmaya zorlamak yahut bırakmak. kötörültüş- müş. kötörült-’ ten. kötörülüş I, kıyam, isyan, ayaklanma. kötörülüü işs. kötörül-’ den. kötörüm götürüm, tahammül ve hürmet (mes. başkalarının mutalâalarına ve tenkitlerine karşı) . kötörümdüü götürümlü ve hürmetkâr olan; söz kötörümdüü: kendi hakkındaki mütalâalara tahammül eden ve şakaları kaldıran. kötörüñkü kalkık; köönüm kötörüñkü: neşe ve sevinç içindeyim, canlı ve neşeliyim, keyifliyim, şenim; kötörüñkü baa: yüksek fiat; baası kötörüñkü: fiatı (bir parça) yüksek. kötörüş I, kaldırma, çıkarma. kötörüş- II, hep birlikte kaldırma, kaldırmaya yardım etmek; mağa kötöşürüp ber! : bana kaldırmaya yardım et! kötörüü 1. kaldırma; tüşüm kötörüü: mahsul vermeyi yükseltme; 2. sis. ileri sürme. köttük kuskunun doğrudan- doğruya kuyruk altına gelen kısmı. köy I: emgek köy: çalışkan; köy külük: tanınmış, sivrilmiş koşu atı; köy başka: başkalarından iyi vasıflarıyla ayrılan, bir çoklarının arasında sivrilen (mes. : pehlivan, hazır cevap, iyi hatip) .\n\n\nII= = kör; II; ata köyü! : vay, kahrolası! köygök : közümö köygök bolboy ket! : can sıkıntısını verip durma, git! . kötkap f- a. mit. yer küresini çevreleyen dağlar: Kuhi, Kaf, Kafdağı. köyköl- titremek, oynamak (mes. : civa hakk.) ; ağır akmak (koyu, pıhtılaşmış bir şey hakkında) ; korğoşunday köykölüp: (eritilmiş) kurşun gibi, bir yandan bir yana akarak, oynayarak; köygölgön cer: iyi otla örtülen düz mahal; köykölö basat: süzülerek yürüyor. köykölt- et. köyköl-’ den. köykölüş- müş. köyköl-’ den. köynök gömlek; kadın elbisesi, entarisi; kırk köynök: çocuğa doğduğundan kırk gün geçtikten sonra giydirilen gömlek; kök köynök: 1) sığır hayvanı yumrucağı, taunu; 2) sığır hayvanlarına tevcih edilen ilenç sözü; köynök- könçök bk. könçök 3. köynökçön tek bir gömlek giyinmiş halde (üzerine hiçbir şey giymeksizin) yahut yalnız entari giymiş halde. köyröñ övüngen, farfara. köyröñdük övüngenlik, farfaralık. köyröñsü- övünmek, bir parça övünmek. köyüt- oyalanamak; bir mevzuu uzaklaştırmak maksadiyle lakırdıya tutmak. köyütüş- müş. köyü-’ den. köz 1. göz; közdün karası: göz bebeği; közdün ağı: göz akı; közünün ağı menen karadı: göz akını döndürerek baktı; közmö- köz: karşı- karşıya, şahsan, muvaccetten; anı menen közmö- köz süylöştüm: onunla şahsan konuştum; közünçö: göz önünde; kendisinden saklamayıp; köz körünö: göz göre, açıkça; közüñö kara! : gözlerinle bak! , önüne bak! ; oñ közü folk. :onun sağ eli; köz coosun al- : nazarı okşamak; kolhozdun malı köz coosun alğanday şay boldu: kolhozun hayvanları öyle bir intizama konmuştur, ki insanın nazarını okşuyor; köz kıs- : göz kıpmak; közü tik: keskin bakışlı; köz karaş: bakış, görüş, noktai nazar; köz sal- : gözlemek, bakmak (itina etmek), gözetlemek; men ölsöm, menin eneme köz sal! : ben ölürsem, benim anneme bak! ; köz bol: göz- kulak olmak; atıña köz bol! : atına dikkat et! ; özün köz kılıp turup: kendisinin huzurunda, kendisinin şahsan göreceği tarzda yaparak; közgö basar: göze çarpan, dikkati çeken, göz alıcı nazara hoş gelen; közgö basar calğız boz üy cok ele: göze çarpacak tek bir beyaz ev yoktu; közü cetti: kanaat hasıl etti; közü cetet: onun için vazıhtır; közü cetpeyt: emin değil, kani değil; köz cetkirbey: tamamiyle emin olmıyarak; köz menen bolcop: göz kararıyla ölçerek; köz cum- : 1) gözleri yummak; 2) (Abl. ile) : nihaî olarak vedalaşmak; Narınla vedaaştık, ondan vazgeçtik; köz cumdu: igfal, aldatma, kafese koyma; köz bayla- : göz boyamak: köz baylañan kez: alaca karanlık, akşam karanlığının çöktüğü zaman; köz baylanıp kalğanda folk. : alaca karanlıkta, akşam bastığında; eki közüm tört: dört gözle bekliyorum; közdön uç- : büyük, şiddetli arzu mevzuu olmak; balası közünön uçtu: çocuğunu sabırsızlıkla bekliyor, oğlunu özlüyor; közümön uçtuñ: pek fazla seni göreceğim geldi; tarbız közünön uçtu: canı karpuz istedi; köz art- : göz atmak, göz dikmek; çolokko köz artıp kalğan: lâgar beygire göz dikmiş; közü öttü: 1) öldü; 2) hırsla bakıyor, gözleri parladı; cakşı kitep körsöm, közüm ötöt: iyi kitap görürsem, gözlerim parlıyor; kursağı aç kişi tamaktan közü ötüp turat: karnı acıkmış olan adam yemeğe hırsla bakıyor; közüm toydu yahut közümdün kurtu öldü: gördüm ve tatmin edildim; köz booçu: göz boyayan; közü açık: 1) gözü açık; 2) açık göz, basiret sahibi, açık gören; 3) doğru düşünen; köz açık öt- : hayatını arzu ettiğine ermeden geçirmek; közü açık öttü: iyi hayat görmeden arzularına ermeden öldü. gözü arkada kaldı; (3 üncü şahsın bitişik zamiri birinci şahıslar için de muhafaza olunur) ; dünyödön közü açık ötömbü- ay? : bana hayatımı rahat yüzü görmeden geçirmek mi mukadderdir? ; közü vok: hazır bulunmıyan; közü cokto yahut közü cok cerde: gıyaben, onun gıyabında; aç köz: aç gözlü, tamahkâr, haris; közümdü açkandan: doğduğum günden beri; balık köz: altın veya gümüşten ince pul; sorponun balık köz mayı bar: çorbanın üstünde pul, pul yağ var; közü kızarıp ketti yahut közü kızıl boldu: kibirlendi; köz çaptır- : gözden geçirmek; közüñ akkır! : gözün çıksın! ; közün kara- : birisine tabi ve ona bağlı bulunmak; köbü alardın közün karaşat: birçokları onlara tabidirler; köz akı, bk. akı; köz karandı, bk. karandı; köz karandılık, bk. karandılık; körör köz: görüp doyulmaz, gözümün içi; közünön çıksın! : kahrolsun! ; közgö atar: iyi nişancı; 2. delik, ilmik; iyneniñ közü: iğne gözü, deliği; iynenin közündöy ğana cumuş kalğan: iğne gözü kadar ancak (yani gayet az) işi kalmış; kurcun közü: heybedeki ilmik; kurcun közü nan aldı; hurcun ilmiğine kadar doldurup ekmek aldı; 3. heybenin bir gözü; kurcunumdun eki közü teñ şıkay tolup çıktı: heybenin her iki gözü ağızlarına kadar dolu; 4. kaş (mes. , yüzükte) ; 5. tuzak ilmiği közdö- bakmak, gözetlemek, istikamet almak, hedef edinmek; kompartiya köpçülükten talamın közdöyt: komünist partisi kütlenin menfaatını müdafaa ediyor; Karakol közdöy; Karakola doğru yönelerek; közdögön maksat: göz önünde tutulan maksat; mal közdö- : hayvanlara bakmak. közdön- (birisine yahut bir nesneye) gözce benzemek; kılmışker közdönüp turasañ ğo, emine üçün moynuña albaysıñ? : cani olduğun gözlerinden belli, o halde niçin itiraf etmiyorsun? ; ürkkön töö közdönüp: gözleri ürkmüş deve gözüne benziyerek (fena halde korktuğunu gözlerinden belli ederek) . közdöö işs. közdö-’ den. közdööçülük gözetleme. közdöş- müş. közdö-’ den. közdöt- et. közdö-’ den. közdüü gözlü; börü közdüü: kurt gözlü; tik közdüü: keskin ve nafiz nazarlı, dik gözlü. közkarandı bk. karandı. közkarandılık bk. karandılık. közö delmek, delik açmak; közöy tiy- : delip geçmek, bir yandan öbür yana delik açmak. közöl güzel (erkek veya kadın) , dilber. közöm = = kösöm. közömçü = = közömöl 1. közömöl 1. iyi müşahade eden; basiret sahibi; iyi gören; 2. müşahade, nezaret. közömölçü es. mübassir. közömöldö- müşahede etmek, nezaret etmek; maldı közömöldöp cür! : hayvanlara dikkatle bak! közönök delik, ilik (düğme için açılan yarık; karş. topçuluk) . közöö 1. delme; 2. küçük ve yuvarlak delik. közööç marangoz kalemi. közöt- et. közö- ’ den. közük- gözükmek, belirmek. közüktür- gözükür hale koymak; meydana çıkarmak. közüktürüü meydana çıkarma. közür r. “kozır” : (kâğıt oyununda) koz. krahmal r. kola. kray r. eyalet, ülke (idarî birlik) ; kraydı üyrönüü: ülkeyi tetkik; kraydı üyrönüüçü: ülkeyi tetkik edici. kraylık ülkelik, ülkeye mahsus; kraylık gazeta: ülkelik gazete. kredit r. kredi, itibar. kreditor r. ödünç para veren, alacaklı. krepis (r. “krepost”) kale. krepostnoy r. tar. köle gibi çalıştırılan rençper. kreyser r. kruvazör. kritik r. münekkit. kritika r. tenkit. krizis r. buhran, kriz. krujok r. mahfil, dernek. kruu : kruu- kruu! kısrak ve tayları çağırma nidası. ku : ku- ku! doğanı çağırma nidasıdır. kub r. mikâp. kuba I, beyaz, soluk, sarışın; kuba it: beyaz köpek; (köpek hakkında ak it denilmek münasip görülmüyordu) ; kuba cigit: sarışın delikanlı; kuba şamal: kuru rüzgâr.\n\n\nII= = kıba. kubaakay soluk (beniz hakkında). kubaar ceddi alâ, ecdat. kubakay = = kubaakay. kubala- kovalamak, takip etmek. kubalaş- birbirini kovalamak; birbirini takip eylemek. kubalat- et.kubala- ’ den. kubalçın = = kubarıñkı. kuban- sevinmek, kıvanmak; arstan alğanına kubanbayt, çalğanına kubanat ats. arslan yakaladığına sevinmez, çaldığına (yere serdiğine) sevinir. kubañda- 1. soluk benizli, bitkin bir halde bulunmak; kubañdağan kara sur bulut: seyrek koyu boz bulut; 2. oynak, şuh olmak: (başlıca, soluk benizli çocuklar hakkında) . kubanıç sevinç, kıvanç. kıbanıçtuu sevinçli; kubanıçtuu köñül menen: sevinç duygusu ile, heyecanla. kubanış I, sevinç. kubanış- II, hep beraber kıvanmak, sevinmek. kubant- sevindirmek, neşelendirmek. kubantuu işs. kubant- ’ dan. kubanuu işs. kuban- ’dan. kubar I= = kubaar. kubar- II, solmak (yüz hakkında) ; sararmak, ağarmak (ot hakkında) . kubarıñkı hafifçe soluk (yüz hakkında) ; bir parça sararmış (ot hakkında) . kubarıñkılık beyazımsılık, hafif tertip solukluk. kubart- solmaya, sararmaya sebebiyet vermek, kurutmak. kubartuu işs. kubart- ’ tan. kubaruu işs. kubar- II’ den. kubat a. kuvvet, gayret. kubatsız kuvvetsiz, aciz. kubatsızdık kuvvetsizlik, zafiyet. kubatta- kuvvetlendirmek, takviye etmek; müzaheret etmek; kubattap süylööçü: lehte söyliyen; (bir namzedin, bir teklifin) lehinde söz söylemek. kubattal- takviye edilmek, sağlamlaştırılmak. kubattaluu işs. kubattal- ’ dan. kubattan- kuvvetlenmek, gayretlenmek. kubattandır- takviye etmek, daha gayretli bir hale koymak. kubattaş- müş. kubatta- , den. kubattoo 1. kuvvetlendirme, tekit etme; 2. muzaheret; lehte (müdafaa ederek) söz söyleme. kubattooçu taraftar, lehte (müdafaa ederek) söz söyliyen. kubatuu kuvvetli, enerjik, gayretli. kubometr r. metre mikâbı. kubul- değişmek, tahavvül etmek, kararsız, devamsız olmak, renkten renge girmek, yeni bir şekle girmek; köl beti tümön kubulat: gök yüzü renkten renge giriyor. kubulcu- 1. renkten renge girmek (renk, ses hakkında) ; 2. güzellikle parlamak. kubulcut- et. kubulcu- ’ dan; kubulcutup sayra- : muhtelif ahenklerle ötmek. kubulcutuu işs. kubulcut- ’ tan. kubulmaluu değişken, karasız, devamsız; kubulmaluu kabar: mütenakız haberler. kubult- et. kubul- ’ dan; miñ kubultup ün salıp: bin türlü ahenge dönerek (ırladı, öttü) . kubultuu işs. kubult- ’ tan. kubuluş 1. değişiklik; münavebe, şeklin değişmesi; tabıyğattın kubuluşu: tabiat hâdiseleri; 2. ahenkten ahenge girme, renkten renge girme. kubur kabır III sözünün tekidir. kucu : kucu- kucu = = kacı- kucu (bk. kacı I) . kuculda- dırlamak, çene çalmak, hızlı- hızlı konuşmak. kuculdaş- büyük bir canlılıkla konuşmak. kucuñ niza; kacıñ- kucuñ: çekişme, ağız kavgası, sövüşme. kucur 1. = = kıcır; 2. kulaktın kucurun al- : konuşmalarla, ricalarla, gürültü ile bıktırmak. kucura- = = kocura- . kucuraş- = = kocuraş- . kuç- kucaklamak; kımızdı kim içeyim debesin, kızdı kim kuçayın debesin! : ats. kımızı kim içmek istemez, kızı kim kucaklamak istemez! kuça meme emen erkek kuzu. kuçak kucak; koyğo- bıçak, kızğa- kuçak ats. koyuma bıçak, kıza kucak. kuçakta- kucağa almak, kucaklamak. kuçaktaş- birbirini kucaklamak, kucaklaşmak. kuçaktaştır- et. kuçaktaş- ’ tan. kuçaktaşuu işs. kuçaktaş- ’ tan. kuçaktat- kucaklatmak. kuçaktoo kucaklama, kucağa alma. kuçkaç kuşcağız; kara kuçkaç: sığırcık kuşu (siyah) . kuçunaş peygamberlik eden, peygamberce sözler söyliyen, kehanet eden. kuda dünür; kuda bol- : çocuklarının yahut akrabalarının evlenmesi vasıtasile akraba olmak; kuda tüş- : kız istemek; dünür olmak; kuda tüşür: dünürler göndermek; kuda başı: baş dünür; kayçı kuda; “çapraz” dünür (iki aile kızlarının oğullarına karşılıklıca vermek suretiyle dünür olunduğunda) ; bel kuda tar. : henüz doğmamış çocuklarını nişanlıyan baba ve anneler (daha ziyade babalar) . kudaça (krş. kudağıy) : güveyin ve gelinin genç kadın akrabası. kudağıy gelinin ve güveyin anneleri ve onların yaşlı kadın akrabaları. kudalaş- çocuklarını yahut akrabalarını evlendirmek suretiyle akraba olmak; eki cakşı bir caylooğo çıksa, kudalaşıp tüşöt, eki caman bir caylooğo çıksa, kubalaşıp tüşöt ats. : iki iyi adam bir yaylaya çıkarlarsa, dünür olarak dönerler, iki kötü adam bir yaylaya çıkarlarsa birbirini kovalayıp dönerler. kudalaştır- dünür yapmak. kudalaştıruu dünürleştirme, iki kişiyi birbirine dünür yapma. kudalaşuu işs. kudalaş- ’ tan. kudalık 1. dünürlük; 2. kız isteme. kudanda I, dünür, sıhriyet akrabası. kudanda- II, dünür olmak, (çocukların evlenmesi vasıtasiyle) akraba olmak. kuday f. Tanrı, Huda; kudaydı karap ayt! : vicdanınla söyle! bu gibi şeyleri söylemeye utan! ; kudaydı karap iş kıl: vicdanınla hareket et; kudaydı karabay ele kalp ayta beret: vicdansızca yalan söylüyor; kudayıña işenseñ, cöö kalasıñ ats. : Tanrıya güvenirsen, yaya kalırsın. kudayçıl müttaki; Allaha tapan. kudayı f. es. Allah rızası için çekilen ziyafet; kudayı konok: Tanrı misafiri, çağrılmayıp da, tesadüfen düşen konuk. kudaysı- aşırı derece gururlanmak. kudaysız Allahsız. kudaysızdık Allahsızlık. kudu I, f. tıpkısı, aynı, tam; kudu ele özü: tam kendisi, noktası- noktasına o. kudu- II, ok gibi aşağıya doğru atılmak (yırtıcı kuş hakkında) ; biyikten tömöngö kuduğan kıraanday: kapıcı kuşun yukarıdan aşağıya atılması gibi. kuduk kuyu. kudum = = kudu I: kudum caş baladay ıyladı: tıpkı küçük bir çocuk gibi ağladı. kuduñ : kuduñ- kuduñ etip, süyünüp ketti: aşırı derecede sevildi. kuduñda- aşırı derecede sevinmek. kuduret a. kudret; too kuduret: bir kuş adıdır. kudut- et. kudu- II’ den. kuk kuzgunun sesini taklittir; “kak!” etken karğa koybodu, “kuk!” etken kuzğun koyboldu folk. : “kak” diye bağığğran kargayı bırakmadı, “kuk” diye bağıran kuzgunu bırakmadı. kukulda- bağırmak (kaz hakkında); ötmek (kuzgun hakkında) . kul 1. köle; kul kıluuçu: köle eden, köle yapan; erte süylögöndün kulu mec. : “acem kılıcı” yaltak, dalkavuk; cakşı bolso – biyden, caman – bolso – kuldan ats. : iş iyi çıkarsa, beye isnat edilir, kötü çıkarsa kuldan görülür; kulda kulak cok oturdu: işitmiyen köle gibi oturdu (onu sövüp- saydıkları halde) sesini çıkarmadı; kul- kutan tar. küç. avam takımı; 2. mec. = = bende. kula I, 1. kula (at donu) ; ala- kula bk. ala I; kula ceerde: 1) koyu- kula 2) aşırı derecede kızarmış olan; kula ceerde bolup oturat: ıstakoz gibi kızarıp oturuyor (çakır- keyif adam hakkında) ; ak kula 1) beyaza çalan kula; 2) bahadır Manas’ ın atının adıdır; 2. es. ilk harmandan ruhanîlerin hissesine ayırılan kısım; 3. taş kula: dayanıklı, yiyecek hususunda kanaatkâr iş atı.\n\n\nII, yuvarlanmak, düşmek, yıkılmak; cardan kuladı: yardan düştü; oozunan kulağan koppoyt, butunan kulağan kobot ats. sözden yıkılan kalkmaz, ayakta duramayıp düşense, kalkar. kulaalı ala doğan: Buteo ve Arehibuteo (ormanda yaşıyan yırtıcı kuş) ; ak kulaalı: bozkır ve ovada yaşıyan Circuz kuşunun erkekleri. kulaç 1. kulaç; kulaç ur- : 1) geniş adımlarla sekerek koşmak (dört ayaklı hayvanlar hakkında) ; 2) kollarını geniş açarak ilerlemek (yüzücü hakkında); kulaç cayuu: iki kolu gereği gibi açma; 2. açılan iki kolun birinin ucundan ötekisinin ucuna kadar olan mesafe (uzunluk ölçüsü) ; kere kulaç: gerilmiş kulaç. kulaça = = kula I 1. kulaçta- kulaç vasıtasiyle ölçmek, kulaçlamak; (bk. kulaç) . kulaçtat- et. kulaçta- ’ dan. kulaçtuu filân kadar kulaç uzunluğunda; kırk kulaçtuu ukuruk folk. : kırk kulaç uzunluğunda olan kement. kulağdar = = kulaktar. kulak r. içt. köylerde başkalarını istismar eden ağalar sınıfına takılan bir lakaptır (“kulak” sözünün asıl manası “yumruk” demektir; M.) .\n\n\nI, 1. kulak; kulakka il – yahut kulak koy – yahut kulak sal- : söz dinlemek; kulağına ilgen cok: kulak asmadı; sözünö kulak salbay: sözüne kulak asmadan; sözümö kulak koyboyt: 1) benim sözümü dinlemiyor, 2) benim sözüme kulak asmıyor; kulak tür- : dikkatle dinlemek, kulak kabartmak; kulağımdı kesip bereyin: gözüm kör olsun (harf: kulağımı kesip vereyim) ; kulağı uzun: olup- bitenlerden haberdar olan kimse; uzun kulak: şaıyalara dayanan haberler; közü açılıp kulağı uzardı: gözü açıldı ve kulağı uzadı (daha iyi anlamaya başladı) ; kulaktın kurçun kandır- : büyük bir zevkle dinlemek; kulaktan ürk- : (yayıntıların, lâkırdıların tesiri altında) sebepsiz paniğe kapılmak; kündün kulağı: alâimisema; kızıl kulak: alır- satar, vurguncu, ihtikârcı, açık göz ve pişkin bezirgân; kızıl kulaktık: şimdi anılan sözden mücerret ismdir; kozu kulak: kuzu kulağı (bitki) ; at kulak: kuzu kulağının büyüğü; ayuu kucum; börü kulak: dik duran kulaklar, dik kulaklı (at) : ay kulak yalak: sığır kuyruğu otu: Verbashut şam kulak: (atın) dim-dik duran ince kulakları: şala kulak (at hakkında) düşük kulak; kalkan kulak: büyük yassı kulaklı; boorsok kulak: kısa kulaklı; kısa kulak sur kulak (at hakkında) : koşuya tamamile hazır bulunan ve hiçbir eksikliği olmayan; kulak boo: hamutun oklarla iğri ağacı bağlamak için kullanılan iki tane kalın kayış (koşum sırımı) ; tegirmendin kulağı: değirmen taşını kaldırmak ve indirmek için bir aygıt; çüçü kulak bk. çüçü I; 2. telli musiki aletinin kulağı; 3. kazanın kulpu; kırk kulak kazan bar eken folk. : kırk kulplu kazan varmış; daha ör. bk. kazan, kazançı; 4. (çakmaklı tüfekte) tetik.\n\n\nII, 1. sulama kanalının kolları; 2. akar su ölçü vahidi; kulak (yahut arıktın kulağın) bayla- : suyu sulanacak yerlere akıtmak; 3. değirmenin yedek oluğu.\n\n\nIII, kon. (rusça “kulak”) ağa, mütagallibe. kulakçın kulaklı kalpak. kulakdar = = kulaktar. kulakta- 1. kulağa yapışmak; at kulakta- : atın kulağına sarılmak; 2. dinlemek; eldin sözün kulaktayt: elin (başkaların) ne dediğine kulak veriyor. kulaktandır- bildirmek, haberdar eylemek, ilân etmek. kulaktandıruu bildirme, haberdar etme, ilân etme. kulaktar k-f. kulaklı, dinliyen, kulak veren; kulaktar bol! , dikkat! ; gözünü dört aç! ; kolhozdun malına kulaktar boluşalı! : kolhoz hayvanlarına dikkat edelim! kulaktaş I, kulaktan- kulağa konuşmak imkânını bulan, birisile kulaktan- kulağa konuşan; capanda uzun cığaç, üstü temir, astı taş, uçu Samarkan menen kulaktaş (bilmece) : çölde uzun direk, üstünde demir, altında taş, ucu ise, Semerkent ile kulaktan- kulağa konuşuyor (telgraf) . kulaktaş- II, hep beraber dinlenmek; hep birlikte kulak vermek. kulaktat- et. kulakta- ’ dan. kulaktık I, kulak- III’ ten mücerret isim.\n\n\nII: kızıl kulaktık, bk. kulak I. kulala- alala sözünün tekidir. kulama mâil, yatık, çarpık. kulan I, yabanî eşek; Prjevalskiy’ nin atı (*) ; kullandan soo: tam sihhatta, tamamiyle iyileşti; kulan öök bk. ökk; 2. = = kula I 1. kulan- II, yuvarlanmak, düşmek (zahirî bir sebepsiz) ; toodan taş kullanıp ketti: dağdan taş yuvarladı. kulanış yıkılış, kaza; poyuzdardın kulanışı: trenler kazası. kulat- devirmek, indirmek, yıkmak. kulatıl- pas. kulat- ’ tan; kozğoloñçulardın tört samolyotu kulatıldı: asilerin dört uçağı düşürüldü. kulatuu devirme, indirme yıkma. kulca 1. dağ koçu; kulcanın kuuluğu tüşöt dep, tülkü akça ölüptür ats. : dağ koçunun husya torbası kopup düşer diye beklerken tilki açlıktan ölmüş; 2. Kırgız halk takviminde bir ayın adıdır. kulcukta- (omuzlarını oynatarak) nazlanmak, kırıtmak. kulcuñda- kırılıp büzülmek, kırıtmak. kulcuy- 1. somurtmak; 2. kurnazlık etmek; kulcuyğan: kurnaz, sokulgan. kulcuyuu işs. kulcuy- ’ dan. kulçuluk kölelik. kuldan- folk. köle edinmek, kul sahibi olmak. kuldanuuçuluk köleler kullanma. kulduk kölelik, esaret, kölece itaat, tam mütavaat; kulduğum bar es. : ram oldum, boyun iğdim, teslim oluyorum; kulduk ur- yahut kulduk kıl- es. : itaat göstermek, tam muvafakat, tam itaat izhar eylemek. kuldur kaldır sözünün tekidir. kuldura- mırıldanmak, anlaşılamayan bir dille konuşmak; çocukça kekelemek. kulğu- geviş getirmek. kulğun (Rad.) çuha, yünlü kumaş; küröñçö atın mindi deyt. kulğun tonun kiydi deyt: diyorlar, ki: koyu al atına binmiş ve çuha giyimini giymiş. kulğuna = = koton. kulk I, a. hulk, seciye, gidişat; kulku caman yahut kulku buzuk: tabiatı fena, ahlâkı bozuk.\n\n\nII, bir mayiin “ğıl ğıl” etmesini taklittir; kulk ettir- : “ğılk” gibi bir ses çıkacak tarzda yutuvermek (birden devirmek) . kulku (kulaktaki) kir. kulkulda- hırsla bakmak, göz komak başkasının eşyasına göz dikmek. kulkun a. boğaz, hulkum; kulkunu caman: namussuz, rüşvetçi; kulkuña sal- yahut kulkuña kuy- : başkasınınkini benimsemek, kabullenmek, dercep etmek; kulkunu tıyıldı: iştahını tatmin etti. kuloo işs. kula- II’ den. kulp = = kulpu. kulpta- = = kulpula- . kulpu f. kilit. kulpula- kilitlemek. kulpulan- kilitlenmek, kilitlenmiş olmak. kulpulat- kilitletmek. kulpun- = = kulpur- . kulpunt- = = kulpurt- . kulpur- renkten- renge girmek, menevişlenmek, rengârenk olmak. kulpurt- et. kulpur- ’ dan. kulpurun- mut. kulpur- ’ dan; 1. renkten- renge girmek; 2. hafif ve süzülerek dalgalanmak. kult anî ve göz kıpınca ceryan etmiş bir hareketi ifade eden nida; kult etip: dakkasında; oozunan kanı kult etti: ağzından kan fışkırdı; kalt- kult et- : irkilmek. kultivator r. toprağı işliyen, çifçi. kultulda- 1. yaltaklanmak; 2. kurnazlık etmek, kavuk sallamak; kultuldap kaşkanı turat: kurnazlık ederek kaçmayı düşünüyor. kultuldat- et. kultulda-’ dan. kultuñda- içten bir sevinç duymak (içten bir şey düşünerek kıs- kıs gülmek). kultuñdaş- müş. kultuñda- ’dan. kultura r. kültür. kultuy- (içten, izhar etmeksizin) pek memnun olmak. kuluğan (r. “huligan”) kon. külhanbeyi, çapkın, yaramaz. kulun süt emen tay; kulun sal- : 1) tay düşürmek (kısrak hakkında) : 2) (sağarken) tayı annesinin yanına bırakmak; kulun saldır- : kısrağın kulun düşürmesine sebep olmak. kulunçak 1. taycık; 2. bir çeşit iri ve kaba saplı haşirî bitkinin adı. kulunda- tay doğurmak. kulunduu süt emen tayı olan; kulundu bee: taylı kısrak. kulup kon. = = klub. kulupta- = = kulpula- . kuluya a. Kur’ anın 109 uncu suresinin baş ibaresidir (ki eski medreselerde talebe bu sureye başlarken muallime hediye olarak, kuymak (bk.) getirirdi. kum 1. kum; kulağına kum kuyğanday: “kulağına kum dökmüş gibi” : umurunda değil, asla aldırış etmiyor; 2. posa, çöküntü (mes, semaverin içinde) . kumalak yuvarlak (koyun yahut deve tezeği) ; bir kumalak bir karın maydı bulğayt ats. : bir tezek yuvarlağı bir tulum yağı berbat eder. kumar I, a. çoşkunluk, kumar.\n\n\nII, a. 1. şiddetli arzu, ihtiras; kumar köz: ihtiraslı gözler, ihtiraslı gözlü; bak kumar bk. bak II; kumar kan- yahut kumar caz- : arzusunu yerine getirmek, tatmin edilmiş olmak; 2. âşık, vurgun; körbösöm da, Bököygö kumar bolup kaldım dep folk. : görmedimse de Bökeye tutuldum (âşık oldum) . kumarçı kumarbaz. kumarçılık kumarbazlık. kumardan- şiddetli arzu etmek, müptelâ olmak. kumardant- şiddetli arzu uyandırmak, müptelâ etmek. kumarpoz a- f. = = kumarçı. kumarpozduk = = kumarçılık. kumay Vulturidae cinsinden kar kuşu, akbaba; 2. kumlu. kumayık efsanevî bir köpektir (ki ondan hiçbir yabanî hayvan kurtulamaz) ; kuş törösü buudayık, it törösü kumayık ats. yırtıcı kuşların âmiri – buudayık (bk.) ; köpeklerin âmiri – kumayık’ tır. kumda- kumdan ayıklamak (mes. hububatı) . kumdak kumsal. kumdaş- hep beraber kumdan ayıklamak. kumdat et. kumda- ’dan. kumdoo kumdan ayıklama. kumduu kumlu. kumğan 1. su kaynatmak için madenî çaydanlık; 2. ibrik. kumpay itelgi (bk.) nevilerinden biridir. kumsar- aşırı derecede solmak (yüz hakkında) ; bir kızarıp, bir kumsarıp tüştü: bir kızardı, bir bozardı. kumtula- etekleri kavuşturmak; çapanıñdı kumtula! : çapanının eteklerini kavuştur! ; cuurgan kumtula- : yorğanla sım- sıkı örtmek. kumtulama : eki kumtulama: çifte ilikli (giyim hakkında) . kumtulan- kavuşmak, giyimin eteklerini kavuşturmak; büyrö kumtulanıp: sımsıkı eteklerini kavuşturarak. kumura ağzı dar küp kumbara; yahut deve derisinden yapılan aynı şekildeki tulum (ayran ve kımız yapmak için yarar) ; cakşı ıştalğan kara kumuradan kımız kuyup olturat: iyi tütsülenmiş siyah tiltumdan kımız döküyor. kumurska karınca; kumurska bel: ince zarif bel; kumurska kiçinekey bolsa da kayrata too añtarat ats. : karınca küçücük ise de , gayreti dağı deviriyor . kun f. 1. tar : kan pahası , diyet ; kun kuu- : öldürülen bir akrabanın kanı için öç almak , kan gütmek ( diyet almak yahut kan mukabilinden kan dökmek süretiyle ) ; atasının kunun kuuğan : babasının kanını güttü ; çubaktın kununday kuudu ats. : iddalarının haddi hesabı yoktu ( harf . : çubağın kanını güder gibi öç alma için uğraştı ; çubak kırgız destanında iz bırakmadan kaybolan bir kahramandır , ki kırgızlar onun kanını kâh bir kavimden , kâh diğer bir kavimden isteyip duruyorlardı ) ; kun al- : öldürülen akrabanın öcünü almak ; kunun aldı : intikamını aldı ; kun bütür yahut kun oylo-: kan pahası ödemekle ilgili olan bir dâva hakkında karar çıkarmak ; kunu cok bay : hasis zengin ; erdin kunu , nardın bulu emes ats. : esefe değer bir şey değildir ( harf. : bahadırın kan bahası , hecin devesinin kıymeti de değilki ) ; 2. kunu uçkan yahut kunu kaçkan : işleri sarsıldı , eski iyi durumunu kaybetti kurumunu ve kuruluşunu kaybetti ; kunu kaçıp , şümüröyö kaldı : eski azametini kaybetti ve büzüldü. kunacın dana ; tay kunacın: ikinci yaşına girmiş olan dana ; kunan kunacın: üçüncü yaşına basmış olan dana ; bıştı kunacın : dördüncü yaşına basmış olan dana. kunan üçüncü yaşına basmış olan tay. kunar : kunarı çok : 1 ) az süt veren ( hayvan hakkında ) ; 2 ) mec. çirkin , suratsız. kunas : kara kunası : leylek ; laçın – kuştun uçkunu , bir tepkende ödtüröt kara kunas buttunuunu folk .: doğan kuşların en hızlı uçanıdır , o , bir darbeyle uzun bacaklı leyleği öldürüyor ; kara kunas tanbağay folk. kanatlarını geren leylek ; kara kunastay tarbalañdap : biçimsizce yürüyerek ( sırık gibi uzun kimse hakkında) . kuncur : kuncrday bol- : yırtık pırtık olmak , elbisesi olmamak ; kuncurday bolğon kiyim cok : hiç elbisesi yoktur. kundak 1. çocuk beşiği ; 2. kundak (tüfeğin) , dipçik. kunduz 1. su samuru : lutra ; 2. atın tırnağının üstünde dar tüy çizgisi, iklili; kunduzunan kan alıptır: atın ) tırnak iklilinden kan almış: 3. dostara kunduz : yıldız adıdır, ( ki tefeüllerde uğursuz sayılır ). kunduzda- elbisenin kenarlarını su samuru kürkiyle çevirmek (süslemek). kunduzdat- su samuru derisiyle çevirtmek. kunkor 1. tar. kan pahasına ödemeye mahkûm olmuş: kunsuz 1. tar. öldürüldüğü takdirde onun için kan pahası ödenmiyen kimse; cezaya çarpmaksızın öldürülmesi yahut sakatlanması caiz olan adam; 2. paha biçilmiyen, kıymetli. kunt 1. dikkat, özen, ilgi, kunt koyup oturat : oturuyor ve dikkatla okuyor ; 2. adet ; kunt al- : alışmak. kunttuu çalışkan, dikkatli, ilgilenen, alakayı gösteren. kunuk f. çirkin, menfur. kunuşta- yan çizmek; ketûmlük taslamak. kup ı, <> hecesiyle başlıyan sözlere takviye için katılır: kup- kuu: büsbütün benzi atmış.\n\n\nıı, f. iyi, hup, olur pek; gayet; kup döölötkö coluktuk: büyük devlete nail olduk; kup bolot: iyi, olur! güzel! kupa ( folklorda ) bir nevi ziynet; kümüştön kupa ornotup, sürötün alğan cıldızdan folk.: kalpağına, örneğini yıldızdan aldığı bir ziynet taktı; kupasın çapkan dildeden ( folk.: ziynetini altından yaptırdı.) kupala- : kupalap kümüş koydurup folk. : gümüşten ziynet takarak. kupon r. kupon. kupşuñda- sinsi- sinsi hareket etmek; kupşuñdap murutunan küldü: yavaşça bıyık altından güldü. kuptan f. yatsı namazı ( namazı huften ). kupul : kupulama toldu: ben tamamile tatmin edildim; arzularımın en yüksek derecesine erdim; kupuluna tolboğondoy, sakalın sılağıladı: memnuniyetsizliğin, onamadığını anlatır gibi sakalını sıvazladı; kupulğa toltur-: bütün umudunu bağlamak; abışka kupuluna tolturup, cakış körüp kele catkan caş abdiş kim?: ihtiyar adamın sevdiği ve bütün umutlarını ona bağladığı genç abdiş kimdir? kupuya a. sır, saklı, hafi, gizli, mahrem; gizlice, mahremce; kupuya sır: en mahrem sır; kupuyada ayt- : gizlice, mahrem olarak söylemek. kur ı, 1. yağlı, semiz, besili; kur at: semiz, besili at; 2. sırtına eğer konulmamış; neçen semiz kur beeni soyuşuna berdi ele folk.: kesmek için nice-nice semiz ve binilmemiş olan kısraklar verdi.\n\n\nıı= kurul; kur alakan bk. alakan ; kur tekke: büsbütün boşuna; kur kaldım: nail olamadım; muvaffık olamadım; kur kol kaldı: eli boş kaldı; eñ kur degende, bk. eñ ı.\n\n\nııı, a. yahut kur kızı mit. : cennet kızı hûrî.\n\n\nıv, 1. kuşak, kuşak yerine kullanılan büyük mendil; cazı kur : geniş kuşak; moyuña kur saltam bir teslimiyet göstermek ( harf. : boyuna kuşak salmak ) ; 2.vakit, defa bir kur baldar: yaşıt çocuklar; üç kur keldim: üç defa geldim.\n\n\nv= karakur. kur- vı, kurmak, dikmek, tanzim eylemek; çarba kur- : ev- bark ( iktisadiyatı ) kurmak; añeme kur- : sohbet etmek, tatlı- tatlı görüşmek, muhabbet etmek. kura- 1.ufak parçalardan düzmek, eklemek yoliyle yapmak; 2. toplamak, biriktirmek; mal kura-: hayvan biriktirmek, zengin olmak; başın kura-: bir şeyi birleştirmek, tanzim etmek, yoluna komak; maldın başın kuradı: hayvan topladı, servet kazandı; kol kura- : asker toplamak. kurağış ( rad. ) takallus. adelenin çekilmesi. kurak ı, 1. kumaş parçası; cöntögündö ar türdüü kurak, cip, kiyimdin ööndörü cürüçü: onun cebinde her zaman türlü kumaş parçaları, iplikler, kesintiler bulunuyordu: 2. ayrı- ayrı parçalardan terkip edilen; kurak cuurgan: parçalardan dikilen yorğan.\n\n\nıı, zaman ; yaş; kurağı cıyırmağa cetpey: yaşı henüz yirmiyi bulmamışken; men cıyırma beştegi kurağımda: ben yirmi beş yaşımada iken; men kurağında öldü: benim yaşımda öldü; kay kuraktağı kişi ?: bu adam kaç yaşında? kural ı, silâh, teçhizat, alet, cihaz. kural- ıı, pas. kura- ‘ dan. kuraldan- silâhlanmak; tacriyba cana bilimder menen kuraldañan kişiler: tecrübe ve bilgiler ile silâhlanmış olan adamlar. kuraldandır- silâhlandırmak. kuraldadıruu silâhlandırma, silâhla teçhiz etme. kuraldant- == kuraldandır- . kuraldanuu işs. kuraldan- ‘ dan. kuraldaş silâh arkadaş. kuralduu silâhlı. kuralszdan- silâhsızlandırmak, silâhtan tecrit etmek, silâhı bıraktırmak. kuralsızdaduruu ( birisini ) silâhsızlandırma. kurama 1. ufak parçalardan toplanarak yapılan, mürekkep,halita; kurama söz gram. : müştak kelime; kurama etiş: müştak fiil; 2. tar. muhtelif boyların mümessillerinden kurulmuş birlik; türlü türlü unsurlardan terekküp eden kalabalık; kullaalı bağıp, kuş kıldım, kurama cıyıp, curt kıldım folk.: çaylağı besliyerek onu alıcı kuş yaptım, muhtelif kabilelere mensûp kimseleri toplayıp onlardan bir millet yaptım; 3. tar. yabancı kabileye katılan, intisap eden adam; kulaalı keter cerine, kurama keter eline folk.: çaylak kendi yerine uçar, yabancı da kendi halkına gider. kuramçı kombinezon, takım- takım tertip etme. kuran ı, a. kur’an; kuran tüsür es. kur’an hatmetmek ( bir ölünün ruhuna bağışlıyarak ).\n\n\nıı, 1. bir vahşi hayvanın adıdır; 2. kırgız halk takviminde bir ayın adıdır (ki bunlar iki tanedir: calğan kuran ve çın kuran ) . kurandı 1. mürekkep; ufak parçalardan teşekkül etmiş olan; kırk kurandı muhtelif renklerden olan kırk parçadan teşkil edilmiş olan; kurandı eer ( destanda) bir nevi eğer; 2. gram. kelime düzme affiksı; canduu kurandı: canlı affiks; cansız kurandı: ölü affiks; teris kurandı: nefiy affiksi kurandıla- ufak parçalardan düzmek. kurandıluu 1. == kurak 1, 2; 2. gram. kelime düzmeye yarayan affikse malik olan; kurandıluu söz: affikse malik olan kelime. kurañ karañ sözünün tekidir. kuraştır- 1. toplamak, birleştirmek; mal kuraştır-: hayvan toplamak; hayvan cihetinden zengin olmak; 2. tanzim eylemek. kurbal kurbaldaş == kurbu ıı. kurbu ıı, çıkıntı, korniş, pervaz; (dağ) çıkıntısı (terrasse); basamak, kenar ( meselâ şapkanın ), oyuk, yaka; borda ( mes. : bilyardonun ): kazandın kurbusu: kazanın etrafındaki oyuk, çizgi; kurbusu biyik too: çıkıntıları yüksek olan dağ.\n\n\nıı, 1. yaşıt; 2. denk, aynı içtimaî durumda bulunan adamlar; 3. mec. koca; karı. kurbulaş == kurbu ıı. kurbuluu çıkıntılı, etrafında çizgisi olan, kornişi bulunan. kurcun heybe, hurç; kurcun közü, bk. köz; iş kurcun: iş berbat. kurç 1. çelik: 2. keskin bıçak; kulaktın kurçun kandır- : kulağa tatlı gelmek; közdün kurçu kanat: gözler hoşlanır. kurça- kuşatmak, çevirmek; belin kurçadı: kuşak kuşadı; anı tegerete coo kurçadı: düşmalar onu her yandan sardılar. kurçal- kuşatmak, kuşak bağlamak; belimi kurçalğan cip: belime sardığım ip. kurçalın- kuşak kuşanmak. kurçalt- . et. kurçal- ‘dan: kurçan- kuşak kuşanmak; uzun kötörmönü kurçanıp: uzun iple kuşanarak. kurçant- kuşanmayı emretmek. kurçat- et. kurça- ‘dan. kurçoo- kuşatma ; alar kurçoodo kaldı: onlar kuşatıldılar. kurçtuk 1. kurç 1’ den mücerret isimdir; kurçtuğu bar – sıñan cok folk.: çelikten olduğu için kırılmadı; 2. (kılıcın, bıçağın ) keskinliği. kurçu- 1. keskinleşmek, bilenmek; 2. mec. kuvvetlenmek, muhkemleşmek, pişmek. kurçut- 1.keskinleştirmek, bilemek; 2. (içkiyi) alkolleştirmek, sertleştirmek. kurçutuu işs. kurçut- ‘tan. kurdaş yaşıt, çocukluk arkadaşı. kurdaştık kurdaş sözünün mücerret isimdir. kurday == kur ıv, 2; eçen kurday : 1) kaç defa ; 2) birkaç defa. kurdur- kurdurmak, diktirmek. kurduu : çoñduğu sen kurduu: boyu (yaşı) seninki kadar. kurğa- kurumak. kurğak kuru, kurumuş olan; kurğak kişi mec. boş adam. kurğakçıl kuru yerleri seven. kurğakçılık yağmursuzluk, kuraklık. kurğan- kurulanmak. kurğant- kurumaya zorlamak. kurğat- kurutmak: kurulamak. kurğur mahvolası, kahrolası. kurk : kurk-kurk: çaylak ve kuzgun sesini taklittir. kurkulda- == = korkulda- . kurkuldat et. kurkulda- ‘dan. kurkulday paridae cinsinden bir kuş: parus pendulinus. kurkura- gurlamak, guruldamak ( mes. karın ) . kurkurat- gurlatmak, guruldamayı mucip olmak. kurkuy- : uzanmak, dışarıya doğru uzanmak, çıkık durmak ( uzun ince nesne hakkında ) ; kurkuyğan uzun boyluu: kurumuş uzun boylu kimse ; moynu içke kurguyğan neme: ince boyunlu ve kurumuş. kurkuyt- et. kurkuy- ‘dan ; moynun kurkuytup çöğüp catkan kaz : ( ince) boynunu uzatarak yatan kaz. kurma f. hurma. kurman a. kurban, kurban kesme; kurman kıl-: kurban etmek; kurman çal- : kurban kesmek. kurmandık kurbanlık hayvan. kurmat == urmat. kuroo işs. kura- ‘dan. kurort r. kür yeri, kaplica. kurp karp sözünün tekidir. kurs r. ‘ 1. borsa fiatı: 2: kurslar, dersler. kursak karın, kursak, iç; kursağı çığa toydu karnı şişinceye kadar doydu; catar kursak carmadan aylansın ats.: yatacak ( uyumaya hazırlanan ) karın kavutu bile hakketmez; atasınan kursakta kalğan: babası ölürken annesinin karnında idi; kursak açır- : acıktırmak (acıkmaya zorlamak) ; kalıñ kursak : şişman karınlı; kara kursak: 1) coro toplantısında tufeylî ( bk. coro 1) ; coro azasından olmadığı halde, coro toplantısına boza içmek için gelen kimse; kara kursaktı coroğo colotpo: tufeylîleri coro’ya yaklaştırma; 2) kışlıktan yaylaya (bk. cayloo ) kımız içmek için gelen adam; kursaktan urğan, bk. ur- ııı, 2. kursaktaş karındaş, ayni anadan doğmuş. kursaktuu gebe kadın. kursant r. talebe, askerî mektep talebesi.\n\n\nf. sevinen, memnun, şen (hursend) . kurt ı, kurt, solucan; kızıl kurt: atın makadında bulunan solucan; kıl kurt: solucan envaından birinin adıdır; ala kurt : bir koyun hastalığının adıdır; kara kurt = = kara kurt; kuş-kurt = = kuşkurt; kurttu kandırdık: ekşi yiyip doyduk (hrf.: kurdu tatmin ettik) ; murduñan eşek kurtuñ tüşö eleksiñ: daha senin görmediklerin çoktur, sen henüz toysun.\n\n\nıı= kurut ı. kurtta 1. kurtlanmak, kurt tutmak; 2. kurtlardan ayıklamak. kurttuu 1. kurtlu; 2. mec: cinsî heyecanı yüksek olan ( kadın hakkıda) . kuru ı, 1. kuru ( yaşın karşıtı ) ; 2. boş, hiçbir şeysiz ; kuru söz: ( işle birlikte yürümiyen ) kuru lâf; kuru çay: boş (yiyeceksiz ) çay; kuru kal- : boş elle kalmak, hiçbir şeye nail olmamak; kuru bar-: boş elle gitmek; kuru kol kaldı: boş elle kaldı ( hiç bir şeye nail olmadı) ; kuru degende: en fena takdirde, en azı; kün kuru emes: gün geçmiyor, ki … - masın … ; kuru ayakka bata cürböyt ats.: “ kuru kaşık ağız yırtar ” ( harfiyen : boş çanağa dua edilmez) . kuru- ıı, 1. kurumak; 2. ortadan kalkmak, yok olmak; lâşe haline dönmek: atım kurusun ! : adım ortadan kalksın (eğer… !) ; kuruğan söv.: mahvolası! ; 3. kuruğanda == kuru degende (bk. kuru ı, 2 ). kuruçul karada yaşamaya tercih eden, karada yaşayan ( kuşlar hakkında ) . kuruğur == kurğur. kurul- ımut. kuru- ıı ’ den ; kaçar ceri kuruldu: kaçacak yeri kalmadı; bütün kaçmak imkânlarından mahrum oldu.\n\n\nıı, dikilmek, tesis edilmek, inşa edilmek, teşkilâtlanmak. kurulay boşuna, beyhude. kurulda- guruldamak, gurlamak; içi kuruldayt: karnı gurluyor. kuruluş kurulma, yapıcılık, tertip; es. konstrüksiyon, formasyon; söz kuruluşu gram. söz (kelime) teşekkülü; koom kuruluşu, bk. koom; kuruluş materyaldarı: yapı malzemeleri. kurumşu eski, kirli ve yırtık keçe. kurup karıp ıı sözünün tekidir. kuruş- kurumak, kısılmak, büzülmek, kırışmak, buruşmak, yüzü buruşturmak. kuruştur- et. kuruş- ‘tan. kurut ı, suyu sıkılmış ve kurutulmuş kesmikten yapılan kürecikler, kurut. kurut- ıı, 1. kurutmak; 2. imha etmek, yok etmek. kurutap k-f. ılık suda ezilmiş kurutla (bk. kurut ı ) yapılan yemek. kurutuu imha etmek yok etmek ( yer yüzünden kaldırma ). kuruu ı, inşa, yapma, kurma; kuruu materyaldarı: yapı malzemeleri; kayra kuruu : yeniden inşa: rekonstruksiyon; parovoz kuruu zavodu: lokomotif yapan fabrika.\n\n\nıı, ortadan kaybolma, ortadan kalkma, kökü kuruma. kuruuçu kurucu. kusa a. 1. gussa, hasret, tasa; özünö kusa kılat: kendini özletiyor, kendinin hasretini çektiriyor; 2. şiddetli arzu; atka kusa boldu: atı özledi ( can ve yürekten atlı olmayı istedi ). kusadar a-f = = kusaluu; kösömbü dep cürgömün, kusadar bolup özüñö folk.: hasretini çekerek, seni nasıl göreceğimi düşündüm. kusalan- özlemek, tasalamak. kusalandır- tasalandırmak. kusaluu kederli, küskün, özliyen gussalı. kusmat a. husumet, düşmanlık. kustur- kusturmak, kusmaya sebep olmak; kan kustur- mec.: “ canını çıkarmak” ; adamakıllı tedip etmek. kusuk kusma. kusul kusuldaarat, a. dn. bütün vücudu yıkamak; gusül; kusuldaarat alasıñ : gusül edeceksin; gusül aptesi alacaksın. kusundu kusmuk, kusuntu ( kusulan nesne). kusur a. ( kendi başına kullanılmaz ): eksiklik, kusur; kusuruna kal-: (birisine karşı) mücrim, suçlu olmak; seni kusurum urar: sana gözyaşım düşer; kusur ursun! : kahrol ! kuş ı, ( karş. çımçık, ilbeesin) 1. yırtıcı kuş, alıcı kuş; et cebegen kuş bolboyt ats.: et yemiyen yırtıcı kuş yoktur; kuş sal-: alıcı kuşu bırakmak salıvermek, alıcı kuşla avlanmak; kuştun alğanınan salğanı kızık ats.: kuşun avı yakalamasından ziyade, kuşla avlanmak zevklidir; kara kuşu : 1) step kartalı; kara kuş kardına karayt, şumkar çabıtına karayt ats.: kartal kendinin karnına bakar; songur (falco candicans denilen ak doğan ) ise avına bakar; 2) ense kemiği; (başın) tepesi; it kuş bk. it ı; kuş-kurt == == kuşkurt; 2. atmacanın astur palumbaius denilen nevi ( dişisi ) ; 3. kuş; töö kuş: devekuşu; alp kara kuş: bir kuşun adıdır; ala kuş: bir kuşun adıdır; kuş atar: saçma tüfeği; kuş uykusu; kuş tilindey kabar:( kuş dili gibi haber) habercik; kuş tilindey kağaz caz!: ( kuş dili gibi kâğıt yaz!) küçücük olsa da, bir mektup yaz!.\n\n\nıı, f.: kuş-kat: güzel yazış, hoş hat, temiz yazı, calligraphie; kuş ubak = = kuşubak. kuşkana f. salhane. kuşkat == kuş-kat (bk. kuş ıı ). kuşkurt hayvanlar,hayvanlar âlemi; diri varlıklar ( insan ve evcil hayvanlardan başka); cersuu, kuşkurt: toprak, su ve hayvanlar (yani canlı cansız tabiat). kuşmaş == kuşbaş (bk.eer). kuştar f. müptelâ, âşık, vurgun. kuşubak f-a. şen, neşeli, memnun; köñülü kuşbak boldu: sevindi; hoşbaht oldu. kut ı, 1. mit. koyu- kırmızı renkte peltemsi bir nesne parçasıdır, ki gûya tündük’ ten (bk.) geçerekkolomto (bk.) ya düşer ve bu nesneyi yakalayabilene talih getirir ( ancak onu yalnız iyi, temiz adam yakalayabilir; kötü adamın elinden ise, o bir gait parçasına döner); 2. hayatî kuvvet, ruh, can; kutum uçtu: fena halde korktum, ödüm koptu; kutu ketti: pek fazla arıkladı; kut ursun!: kahrol!; 3. talih, baht; 4. gûya hayvanları koruyan muska (içinde bir kurşun parçası bulunan keseye dikilen yedi tane sedef düğme ) ; 5. == kuttuu; taksır kanım amanbı! kut bolsun altın tağıñız folk.: han hazretleri afiyetteler mi?! kutlu olsun altın tahtınız; coruğan tüşüm kut bolsun folk. (iyiliğe) yorduğum düş kutlu olsun!\n\n\nıı= kutpa ı; kut cılbız (= temir kazık): kutup yıldızı. kutan ı, es. (mutat olduğu üzre kul söziyle çift olarak) hademe; kulkutan: köleler ve hademeler, birine tâbi olan fakir kimseler, başkalarının bakımı altında yaşayan kimseler.\n\n\nıı= kıtan. kutba == kutpa ıı. kutkar- kurtarmak, halâs etmek, yardımına yetişmek; başımdı baleketten kuthar!: beni felâketten kurtar!. kutkargıç kurtarıcı, halâskâr. kutkarın- kurtulmak, yakayı kurtarmak, hürriyete kavuşmak. kutkart- et. kutkar-‘ dan: kutkaruu kurtarma, halâs etme. kutkaruuçu kurtarıcı. kutkaz- == kutkar-. kutku fesat, münazaa, nifak; kutku sal: fesat karıştırmak, ihtilâf salmak; el arasına kutku sal-: halk arasına fesat karıştırmak. kutkun 1. üzerlerinde celtik’in (bk.) durduğu dört bağ (ip) ; 2. kuskunu eyere pekitmeye yarayan şerit. kutmaarek k-a. = = maarek; sen kutmaarek aytıp turğanday folk.: sen tebrk eder gibi duruyorsun; kutmaarek bolsun! folk. kutlu- mübarek olsun! kutman == kutmanduu. kutmanduu uğurlu (uğur getiren). kutpa ı, a.: kutpa cıldız (= = temir kazık ): kutup yıldızı; kutpacak: şimal.\n\n\nıı, a. dn. hutpe( cuma namazı sırasında imam tarafından okunan hususî dua). kuttukta- kutlamak, kutlulamak, selâmlamak. kuttuktaş- hep beraber kutlamak, birbirini tebrik etmek, selâmlaşmak. kuttuktoo 1. kutlama, tebrik; orun kuttuktoo: yeni vazifeye tayin münasebetile kutlama; 2. es. bu kutlama sırasında sunulan hediye. kuttuu uğurlu, bereketli; at kuttuu bolsun; at kutlu olsun! (yeni) atın kutlu olsun!; kunaydın kuttuu künü: kuttuu üydön kuru çıkpa! : eve girince bir şey ye! (hrfn.: uğurlu evden boş elle çıkma!). kutu f. kutu, çekmece, şişecik. kutuçu kutu yapan marangoz. kutul- kurtulmak. kutuldur- kurtulmak, halâs etmek, salıvermek. kutult- kurtulmaya yardım etmek veya kurtulma imkânını vermek. kutur- 1. kudurmak, taşkınlık etmek, kuduz olmak; 2. azmak, heyecan ve tehevvüre gelmek, zaptolunmaz bir hale gelmek; 3. alkolleşmek ( içkiler hakkında) kuturt- kudurtmak, azdırmak, heyecan ve tehevvüre getirmek; balanı kuturpa!: çocuğu hırslandırma!; arak kuturt-: rakıyı pek fazla sert, alkollü yapmak. kuturun- müş. kutur-‘dan. kutuş canlı ve dim-dik duruş ( alıcı kuş hakkında). kuu ı, kurnaz, sokulgan, her yere burnunu sokan; çıçkaña kebek aldırbağan kuu: fareye kepek çaldırmayan kurnaz.\n\n\nıı, yahut ak kuu: kuğu kuşu; ala kuu yahut alağuu: bir çeşit güvercin: columbidae palumbus.\n\n\nııı, ak, beyaz ( köpek ve bazan da başka hayvanlar hakkında) ; soluk, soluk sarı; kuu ingen: beyaz dişi deve; kuu murut: ak bıyıklı; sakalı kuuday: sakalı büsbütün aktır; samandan sarı, çöptön kuu bolup ketti: benzi uçtu (korkudan, hiddetten hastalıktan benzi soldu).\n\n\nıv, 1. kuru, kurumuş; kuu söök: kuru kemik; kuu karağay: kabuğu iğneleri dökülmüş köknar ağacı; kuu tezek: kurumuş at tezeği; kuu kuuray bk. kuuray; kuu talaa: büsbütün ıssız çöl (ki orada ot ta bulunmaz, hayvanlar da bulunmaz) ; kuu şıyrak: kuru bacak, ince bacak; kuu turmuş: mel’un hayat, sefalet hayatı; kuu baş yahut kuubaş: 1) kurumuş kafatası; 2) çocuksuz ihtiyar, ihtiyar ve kimsesiz adam; kuu baş bolçu ciğitke tuubas katın coluğat ats.: çocuksuz kalmak mukadder olan delikanlıya kısır karı rastgelir; düynödön kuu baş örttü: hayatını çocuksuz geçirdi; kanattın kuusu: kanatların kurumuş kemikleri; kuu kulak: sövüp-saymakla yola gelmiyen kimse ( her türlü nâhoş şeyleri işitmeye alışık olan kulak), vurdum duymaz; kuu tüz: ıssız ova; kuu kötön bk. kötön 2; kuu çiren bk. çiren ı; 2. felce uğramış meflüç; kuu dalı 1) meflüç kürek kemiği; 2) mec. kart kız: 3. kav.\n\n\n! v, yahut kuu- kuu! falco laniarus denilen doğanı çağırma nidası. kuu- vıı, 1. kovalamak, takip etmek, kovmak; kaytıp kuu-: geleneği yerine kovmak; kuup cet-; kovalayıp yetişmek; tukum (yahut söök) kuup ketti: akrabasına çekmiş; tukum kuuğan ooru: irsî hastalık; ata colun kuu-: baba yolundan yürümek; kuuru cok: zarureti yok; kun kuu bk. kun ı; 2.ilkah etmek; dişiye aşmak (başlıca çatal tırnaklı hayvanlar hakkında). kuubaş bk. kuu ıv. kuucuñda- mazlûm ve zavallı bir adam intibaı vermek. kuucuñdoo işs. kuucuñda- ‘dan. kuuçu 1. kovalayıcı; 2. es. gûya loğusadan şerir ruhları koğmak istidadına malik olan sahte tabip. kudul mukallit, taklit etmeye mistait olan komedyacı; kuudul söz: lâtife, şaka söz, şakaya alma. kuudulduk komiklik, şakacılık istidadı. kuudur- ı, kurumuş, buruşuk; kuudur bon: eski ve buruşuk kürk.\n\n\nıı, et. kuu- vıı ‘den; kız kuudur-, bk. kız kuudura- kabalaşmak, katılaşmak,sertleşmek; teri kuudurap katıp kalğan: deri büsbütün buruşmuş ve sertleşmiş. kuudurat- et. kuudura-‘dan; ceñderin kuuduratıp: (buruşuk) yenlerini hışırdatarak. kuudurt- et. kuudur- ıı’ den; bukağa kuudurt-: (ineği) boğaya çekmek. kuudurul- erkeğe çekilmek ( çatal tırnaklı hayvanların dişleri hakkında); koy kuudurulup bütkön: koyunların çiftleştirilmesi bitmiştir; koy asıl tuukum koçkordon kuudurulat: koyunları cins koçlarla çiftleştiriyorlar; kulcadan kuudurulğan koy: dağ koçu ile çiftleşmiş olan koyun; kuuduruluçu koylor : koça çekilecek olan koyunlar; koydun köbü casalma col menen kuudurulğan: koyunların çoğu sun’î döl ile döllendirilirmiştir. kuuduruu çiftleştirme ( başlıca, çatal tırnaklı hayvanlar hakkında); koy kuuduruu: koyunları koça çekme; erkin kuuduruu: serbest çiftleştirme; kol menen kuuduruu: elden çiftleştirme; casalma col menen kuuduruu: sun’î telkih. kuuğun 1. sürgün; kuuğun-sürgün: sürgünler; kuuğun körsöt : sürmek; 2. kovalama. kuuğunçu 1. sürücü; 2. takip eden, kovalayan. kuuğunduk == kuuğuntuk. kuuğuntuk takip, kovalama; kuuğuntuk ce-: takibata duçar olmak. kuuğuntukta- takibata uğramak: kuuğuntuktoo takibat. kuul- kovulmak; parti katarınan kuuldu: fırkadan tardedildi. kuulan- kurnaz olmak, hilekâr olmak. kuulandır- == kuulant-. kuulant- : kuulantıp: çeşit çeşit tarzda türlüce. kuulanuu işs. kuulan-‘dan. kuulda- 1. uğuldamak, gürültü etmek; kuudap boroon kötörüldü: şiddetli kar fırtınası koptu; 2. mec. çevik hareket etmek; kuuldağan: işleri çabucak yapıp bitiren. kuuluk ı, 1. ( karş. kasa ıı ) (çatal tırnaklı hayvanlarda) torbasile birlikte husyalar; kulcanın (yahut koçkordun, bukanın) kuuluğu: dağ koçunun ( evcil koçun, buğanın) husyaları; 2. koçun husya torbasından yapılmış olan tütün kesesi.\n\n\nıı, kurnazlık, sokulganlık. kuuna- eğlenmek sevinmek. kuunak şen, memnun, neşeli. kuunaş- müş. kuuna-‘dan. kuur ı, kurumuş, buruşuk; kuur ton: 1) eski, buruşuk kürk; 2) mec. küç. baldırı çıplak, züğürt. kuur- ıı, 1, kavurmak, kızartmak; 2. mec. bitkin bi hale komak, perişan etmek; zamanasın kuurayın folk.: ben onun hayatını altüst edeyim. kuura- kurumak, tükenmek, yok olmak; kuurağan kedey: , büsbütün fakir; murunku kuurağan turmuş: eski berbat hayat. kuural 1. mutlak hazır bulamayız; üç uktasa, kuural tüştö cok: hatıra hayale gelmedi (harfiyen: üç defa uyusan dahi rüyaya girmez); 2. müzmin hastalık. kuuraş- müş. kuura-‘ dan. kuurat- 1. kurutmak; 2. mec. imha etmek. kuuray kuray (içi kof bir bitkidir) ; sarı baş kuuray: sisymbrium bitkisi; sağız kuuray: bir nevi kuuray (!); kara kuuray: peygamber çiçeği; tütük kuuray: civan perçemi (achillea millefolium) ; kuu kuuray: misotu , artemisia vulgaris; süt kuuray: sarı sütlüğen otu (euphoribia) çay kuuray: koyunkıran otu (hypericum) ; dan kuuray: ağaççileği ahududu; kuuray san: ince bacaklı. kuurçak bebek, kukla. kuurdak kızartma, kavurma (yiyecek). kuurğuç (arpa, darı v.s gibi) kazanda kavrulan hububat karıştırmak için kullanılan değnek. kuurma kavrulmuş, kızartma; kuurma çay bk. çay 1. kuurmaç kavrulmuş hububat (buğday, arpa v.s ). kuursun kuş yeleğinin sapı. kuurt- et. kuur ıı’ den. kuuru- = = kuur- ıı. kuurul- kavrulmak, kurumak, kırışmak; buruşmak, büzülmek; zamanası kuurulğan yahut künü kuurulğan: eski refahından mahrum oldu. kuuş ı, dar, sıkışık; eerdin alıdıñkı kaşı (yahut koñulu) kuuş eken: eğerin ön kaşı darmış. kuuş- ıı, hep beraber takip etmek, birbirini kovalamak. kuuşur- bükmek, kısmak, buruşturmak; kol kuuşur: ( hürmet işareti olmak üzere) ellerini kavuşturmak; kol kuuşurup turdu: ellerin kavuşturup durdu; booruna kuuşura kısıp: kucaklayıp bağrına bastı. kuuşurt- et. kuuşur- ‘dan. kuuşurul- büzülmek, kısılmak, toplanmak, bürküttoy kuuşurulup (yukarıdan avına atılan) karakuş gibi büzülerek. kuut ı: kım kuut, bk. kım.\n\n\nıı, çiftleştirme; kuut önöktüğü: çiftleştirme faaliyeti. kutuñda- dalavere yapmak, hile yapmak, dolandırmak; kurnazlık etmek. kuy ı, f.: kuy bersin, kuy berbesin: ister versin, ister vermesin – hepsi bir.\n\n\nıı, f. tabiat, seciye, huy; kuyu buzuk, bk. buzuk; kuyuñdan aşıp barbağır!: mahvolası!. kuy- ııı, 1. dökmek, bir mayii dökmek, içeri dökmek; ok kuy-: kurşun dökmek; kış kuy-: tuğla pişirmek; bok kuy-: tezek yapmak; kuyup koyğondoy: bir kalıba dökülmüş gibi (benziyor); kudayğa kuy, bütsöñ! es. ant içerken içerken söylenilen tabirdir; 2. dökülmek (nehir hakkında); bay bayğa kuyat, say sayğa kuyat ats.: el eli yıkıyor (harf. zengin zengine döküyor, ırmak ırmağa dökülüyor); 3. hububatı dökmek; ökümöt kampasına kuy-: hububatı hükümete teslim eylemek; oroğo kuy-: ( hububatı, kış için ) sarpona dökmek. kuya felâket; belâ; kutulbas kuyağa kaldım: içinden çıkılmaz belâya düştüm. kuyañ kemiklerin bitiştiği (articulation) yerindeki çukur; canbaşının kuyañı çığırıptır: kalça kemiği çıkmış (burkulmuş). kuyañkı inatçı, dik kafalı, harin: huysuz, hilekâr, ( mes. yalnız korktuğu kimseleri yanına yaklaştıran ve başkalrını tepen ve ısıran at hakkında ); kuyañkı kişi: görmüş- geçirmiş adam; kuyañkı cün: ayıklanmamış olan (koyun ve keçi yünü. kuyañkılık fırsatcılık, kurnazlık, hilekârlık. kuydu : çaldı- kuydu, bk. çaldı. kuydur- et. kuy- ııı’ten. kuydurt- et. kuydur-’ dan.\n\n\net. kuydur-‘dan. kuyka yahut kuyka teri: kafa derisi; açka cegen kuykanı tokto unutpa! ats.: açken yediğin deriyi, tokken unutma!; kuykası yahut kuyka terisi kuruştu (yahut tırıştı): (kafa derisi kırıştı) hırslandı, aşırı derecede kızdı, kudurdu, kendinden geçti. kuykula- ( tavuğun, koyunun v.s.’- nin) derisinin tüylerini yakmak, ütülemek, irik kuykula-: bütün bir koyun gövdesinin tüylerini yakmak. kuykalan- tüyleri yakılmak, ütülemek, sathı yanmak. kuykalat- et. kuykala-‘dan. kuykul sarımtırak; kuykul sakalduu: sarımtırak (bakılmamış) sakalı. kuykum yakılmış deri, yün kokusu. kuyma dökme. kuymak kaygana. kuymaluu dökülme, dökme; kuymaluu altın: dökme altın, dökme altından. kuymulçak kuyruk sokumu; uy kuymulçak: kuyruk kılları bol ve dağınık olan (atın yürürlüğünün beldeğidir). kuypulan- dolandırmak. kuyruk 1. kuyruk; kuyruk ulaş bastır: katar halinde yürümek ( bir atın diğerinin kuyruğuna gelmek süretile) ; artınan kuyruk ulaş itter bara catat: peşinden katar halinde köpekler gidiyor; kıl kuyruk: 1) step kekliği; 2) çatal kuyruk ( bir nevi ördek: anas acuta) ; 3) ince kuyruklu (at hakkında) ; 4) lâgar beygir; 5) at; kıl kuyruktardıñ asıldarın minip: asîl atlara binerek ; ayrı kuyruk: 1) çaylak; 2) bir yabanî hayvanın adıdır; ketmen kuyruk: karakuş nevilerinden biridir; töö kuyruk: (deve kuyruk) astragalus otu; ak kuyruk çay: bir nevi çay; may kuyruk: yumuşak kısımlar (kıç) ; kuyruğu üzülüp kaldı mec. kanatları kırpılmış ( harf. kuyruğu kopmuştur) ; kuyruktun uçu menen tik (yahut teñ) atıp kaldı: içi şiddetlice sürüyor; 2. kadın “ sarığı” nın arkaya sarkan kısmı (bu manayla bazan kuyruk alğıç dahi denilir); 3. yaradak (birine tâbi olan ve daima onu tutan) kulaktardıñ kuyruğu: “kulak” lar (ağalar) ın yaradığı ; 4. zürriyet. kuyrukta- kuyruğundan tutmak, yakalamak; cılkını kuyrukta-: atı kuyruğundan tutmak. kuyruktaş- birbirinin peşinden yürümek, katar halinde gitmek; kündör kubalaşıp, kuyruktaşıp ötüp catat: günler birbirini kovalayıp geçip gitmektedirler. kuytan : kuytan oynot-: insanın başını ağrıtmak, taciz eylemek. kuytkula kışkırtmak, fesat karıştırmak. kuytuy- çok kısa boylu, bodur olmak (insan hakkında) ; kuytuyğan kiçine neme köptün içinde körünböy, topoloñdo coğoldu da ketti: cüce kalabalık içinde gözükmedi ve kargaşalık esnasında gözden kayboldu – gitti. kuyuk- 1. sürüden ayrılmak; 2. kar tipisi esnasında yolu şaşırmak ve helâk olmak ( insanlar ve hayvanlar hakkında); boroon küçtüü boğon, mal kuyuğup kişi adaşkan ele: tipi şiddetli olup, hayvanlar ve insanlar yolu şaşırdılar; 3. kaybolmak, belli olmayan bir semte kaçmak; it kuyuğup ketti: (kuduz) köpek kaçtı ve gizlendi. kuyul- dökülmek (mayiiler; hububat v.s. hakkında). kuyulma dökülen eşilen, kayan (kum, moloz hakkında). kuyuluş ı, ( bir nehrin başka bir nehre) dökülüşü; tokson dayra kuyuluş yahut tokson suunun kuyuluş folk. doksan ırmağın dökülüşü. kuyuluş- ıı, birbirine dökülmek; sözü kuyuluşup keldi: rabıtalıca konuştu. kuyundan- kasırga gibi dönmek; havaya sütun şeklinde yükselmek( hortum hakk.) kuyuşkan kuskun, kuyuşkanı bek kişi: pek (sağlam) davarcı ( ki hayvanları çok ve muntazamdır.) kuyuşkandaştır- ( binek hayvanları) başlarının öndekisinin kuyruğuna bağlamak. kuyuşkandaştıruu işs. kuyuşkandaştır-‘dan. kuyuşkandaştırıl-, pas. kuyuşkandaştır-‘dan. kuyuu dökme ( madeni, mayii) ; stal kuyuu : çelik dökülmesi. kuyuuçu döken (madeni); döken ( bir sıvık nesneyi) , kuyumcu; kuyuuçu tseh: maden dökücüler korporasyonu. kuzğun kuzgun: corvus. kübö ı, güve.\n\n\nıı, f. şahit, tanık, guvah.\n\n\nııı: ak kübö: (destanda) cebe. kübölördür- tastik etmek. kübölöndürüü işs. kübölöndür- ‘den. kübölük şahedet; şahitlik etme; kübölük kat: şahadetname; tasdikname. kübölüü şahidi olan; kübölüü söz: bir şahidin huzurunda söylenen söz; kübölüü söz- nikelüü katın ats. şahitler huzurunda söylenen söz – nikahlı karı gibidir. kübönaama f. şehadetname, tasdikname. kübü- silkmek; çırpmak; körpönü kündö kübüsö – tülkü, tülkünü kündö kübüsö – külkü ats.: kuzu kürkünü her gün çırparsan tilki kürküne döner, tilki kürkünü her gün çırparsan gülünç olur. kübül- mut. kübü-‘den; arpa kübülüp kaldı:arpa döküldü. kübült- et. kübül-‘ den. kübün- çırpılmak. kübüñ yahut kübüñ – şıbıñ: fısıldaşma, fısıltı. kübüñdö- yavaş konuşmak, fısıldamak, fısıldaşmak; alar birine biri kübüñdöyt: onlar biri- birine fısıldıyorlar. kübür ıı, 1. buzlar arasında açık kalan ve ufak buz birikintisi ile örtülen yer; kübürgö tüşüp ketti: kübür’e düştü, battı; 2. ufak buz birikintisi; suunun üstündö kübür turup, kübürdün üstü kar bolup, astında suu küldüröp catıptır: su üstünde ufak buz birikintisi, bu birikinti üzerinde kar var ve bütün bunların altında su şırıl şırıl akıyor. kübürö- fısıldamak, fısıltı ile konuşmak. kübüröö işs. kübürö-‘den. kübüröt- et. kübürö-‘den; oozu başın kübürötüp tildedi: homurdanarak küfür ediyordu; içinen kübürötüp aytıp catat: kendi – kendine mırıldanıyor. kübüt- et. kübü-‘den. kücü yahut köörültün kücüsü: demirci körüğünden ocağa geçen boru. kücüldö- hararetlice, hiddetle söylemek,sövmek; kücüldöğön kişi: gayretli, ateşin adam (bilhassa, şişman adamlar hakkında); kücüldöp süylö-: hareretle, hiddetle söyle. kücür- sık, gergin, tümsekli, çıkıntılı. kücürmön çevik, kuvvetli, enerjik, atılgan; küçürmön cigit: atılgan, çevik delikanlı. kücüröy- tümsekli, kalkık, pürüzlü olmak. küç 1. kuvvet, güç, kudret, güçlü kuvvetli; küçkö kel- yahut küç al-: kuvvetlenmek; ayaz kırçıldap küçünö keldi: soğuk çatırdadı ve kuvvetlendi; boroon dağı küç aldı: tipi daha ziyade şiddetlendi; buludun küçünö salıp: para kuvvetine güvenerek, para kuvvetinden istifade ederek; küç keltir- yahut küç kıl-: zulmetmek, tazyik etmek; manap katın olsada bizge keltirgen, çığım çıksa da, bizge küç keltirgen: manap evlense de, para harcamıya muhtaç olsa da, bizi sıkıştırıyor (soyuyor) du; sen mağa küç kılba;: sen bana zorbalık etme; beni zorlama; kara küçkö: 1) boşuna; 2) yalandan, calî olarak; kara küçkö katuu katkırıp küldü: yalandan ve kahkaha ile güldü; kara küçkö bışañ-başañ ıyladı; yalandan ağladı; küç at: iş atı; küç unaa: iş hayvanı; 2. tar. bir hizmet mukabilinde eğreti alınan iş hayvanı; bir künü apiyimin ottoşup bermek bolup, küçün mindim: haşhaş tarlasındaki zararlı otları ayıklamak mukabilinde binmek için onun atını almıştım; bir attın küçük alıp bereyin: kullanmak için kira ile sana bir at bulayım; şaarğa barıp keleyin, atıñın küçün bere tur.: şehre varıp geleyim, atını bana iğreti olarak ver.: küç akısı: binek hayvan kirası, ücreti. küçala f. aconitum, kurtkökü otundan çıkarılan zehir. küçö- kuvvetlenmek, şiddetlenmek, kuvvet almak. küçön- kendini zorlamak, ıkınmak, bütün gücünü sarfetmeye çalışmak, kuvvet göstermek. küçöncöök == ıçkınçaak; küçönçöök akın: istidatsız şair. küçöt- takviye etmek, kuvvet vermek. küçötülüş takviye, kuvvetlendirme; küçötülüşü kerek: takviye edilmesi lâzım. küçsüz kuvvetsiz. küçsüzdük kuvvetsizlik. küçtö- zorbalık etmek, şantaj yapmak. köçtün- kuvvetlendirmek, kuvvet kesbetmek. küçtöndür- kuvvetlendirmek, takviye eylemek. küçtöö şantaj yoliyle para koparma. küçtüü güçlü- kuvvetli. küçük 1. inik ( köpek yavrusu) , kurt yavrusu; sütkö tiygen küçüktöy: (“ süte dokunmuş inik gibi,,) suçlu köpek gibi; ala küçük: “ kedi-fare” oyunu; 2. tomurcuk, konca (bitkide; karş. büçür). küçüktö 1. iniklemek (kancık ve dişi kurt hakkında); 2. doğmak (inikler hakkında) ; 3. tomurcuklanmak( bitki hakkında). küçürkö- : belini kırmak (başlıca, eski bel kırıklığının nüksetmesini mucip olmak) . küçüü küçük. küdök == güdök. küdömük korkarak, ihtiyatla; birbirine küdömük süylödü: biri – birine kuşkulanarak söylediler. küdör umut; küdör üz-: umudu kesmek. küdörö (rad.) tilkiden bir parça büyük olan bir yabanî hayvanın adıdır. kükük 1. guguk (kuş) ; 2. (su hakkında) çoşkun, taşkın, şiddetli akan; kükük bolup, suu kirip catat: su şırıl şırıl girerek artmaktadır. küküktö- : (su hakkında) taşmış bir halde bulunmak, köpürerek her yanı basmak; küküktöp catkan darıya: (su taştığı zaman) kabaran, köpüren nehir. küküm kırıntı, küçücük kısım, kırık parça. kükürt f. yanan kükürt; kükürt kıçkıl kim. hamızı kibrit. kül ı, koyunlarda bir nevi hastalık.\n\n\nıı, f. çiçek; kül kayır: hatmî çiçeği, ebegümeci; kül çaç-: çiçek açmak; küldör carıldı: çiçek açtı.\n\n\nııı, kül ( yanan odun v.s. den kalan toz) ; kül çığart-: kül çıkartmak; mec. ev (kadınlarına mahsus) işlerini yaptırmak; ot menen kirip, kül menen çığıp, bay- manaptın kolunda cürdü: bütün gücünü sarfederek, zenginlerde ve manaplarda ırgatlık etti; külün kökkö sapırdı: “ gülünü göğe savurdu” (mahvetti) ; küyböğön ceri kül boldu: “ yanmayan yeri kül oldu” (hiddetinden kendinden geçti).\n\n\nıv: kül azık = = külazık; kül hurcun: külazık (bk.) için hurç, heybe. kül- v, gülmek; mağa külöt: “bana gülüyor ( benimle eğleniyor); boorun tırmap küldü: gülmekten katıldı; katkırıp kül- : kahkaha ile gülmek. külbak f. (destanda) muhteşem bahçe, gülistan. külcara f. cibre, küspe, posa. külçö küçücük özbek ekmeği. küldö- çiçek açmak. küldün ı= küldü. küldön- ıı, 1. çiçek açmaya başlamak, çiçek açmak; 2. gelişmiş olmak. küldöndür- çiçeklerle örtmek. küldönt- : çiçek açmış, gelişmiş bir hale koymak. küldönüş- müş. küldön-‘den. küldöö çiçek açma. küldöt- çiçek açtırma,gelişmiş bir hale getirmek inkişaf ettirmek. küldü a. hep, hepsi, kül. küldür- güldürmek. küldürmamay küçük top (silâh). küldürööç çamğarak’ın (bk) enine olan kenetleri. küldüü çiçekli, çiçeklerle süslenmiş; küldüü çıt: desenli basma, çiçekli basma. külgül = = külgün; külgül çıt: gözalıcı çiçekleri olan basma. külgün f. pembe, gülgün, gözalıcı. külgündön- süslenmek, tezyin edilmek. külgündönt- ; süslemek, tezyin eylemek. külk : külk- külk etip cötöldüm: kesik- kesik öksürdüm. külkayır bk. kül ıı. külkü gülüş, gülme; külkü kıl-: alaya almak, alay etmek, içi ooruluu külkü süyböyt ats. kaygısız olan – uykucu – dur, divane adam – gülegendir. külküçü = = külküçül. külküçül gülegen ( çok gülen ); sana ası çok – uykuçul, akılı cok – kül – küçük ats. dertli olan gülme sevmez. külkülüü gülünç, komik; külkülüü pyesa: komedi. külmöksön güler gibi gözüken, gülüyormuş gibi görünen; külmöksön bolup: gülüyormuş gibi gözükerek. külöögöç gülmeyi seven, çok gülen. külpöñ parıltı, parlama, parıldama. kültük 1. pisliklerin akması için çocuk beşiğinin altına konulan teneke, kutu, çömlek yahut bir parça keçe gibi şey; 2. vicdan, haya; kültüğü cok: hayasız. kültüksüz hayasız, vicdansız. kültüldö- titremek (şişman kimsenin sarkık, yumuşak vücut kısımları hakkında). kültüy- sarkık ve titrek karınlı şişman görünüşünde bulunmak. külük koşu atı, yürük at; it külüğün tülkü süyböyt ats. köpeğin yürük olmasını tilki sevmez; koo buzğan külük, bk. koo 3. külüktük yürüklük; koşu atının, yürük atın hassaları ve sıfatları. külümçü fena koku çıkaran. külümsürö- gülümsemek, tebessüm etmek. külümsüröö gülümseme tebessüm. külümsüröt- gülümsemeyi mucip olmak. külüñ : külüñ- külüñ et-: kıs-kıs gülmek, neşelice gülümsemek. külünüş- karşılıklıca gülmek, gülüşmek. külüs = = külüstön. külüstön- f. 1. çiçeklik, gülistan (bu manayla gayet seyrek kullanılmaktadır); balaluu üy külüstön, balasız üy körüstön ats.: çocuklu ev – gülistandır, çocuksuz ev ise – mezar- lıktır; 2. şen, neşeli, iyi, mükemmel; 3. sagu sagarken (ölü için ağlarken) kadınlar ölüyü, adet olduğu üzre, böyle adlarlar, anarlar. külüş ı, gülüş gülme. külüş- ıı, hep beraber gülmek, gülüşmek; külüşüp kalğan bala: gülmeye başlıyan çocuk. küm : küm- cam yahut küm- talkan: tahrip edilmiş, mahvedilmiş, paramparça edilmiş. kümböz f. kubbe, kümbet, türbe. kümön f. 1. şüphe, güman, işkil; alarğa kümön keltir-: onlardan şüphelenmek; 2. mec cenin ( ana karnında); üç ay kümön boyunda folk.: karnında üç aylık cenin vardır, üç aylık gebedir; üç aylık kalğan kümönüm folk.: ( karımın karnında) üç aylık ceninim kaldı. kümöndüü şüpheli. kümönsüz şüphesiz. kümp ! güm! kümüröy memnuniyetsizlik, ilenç ifade eden bir farsça kelimedir [ fars. gümrah- sapıtmış, m.] ; kümüröy bol! : lanet olsun sana! mahvol!. kümüş gümüş, gümüşten olan; kümüş cügön: gümüş süslerle bezenmiş olan oyan. kümüştö- : gümüşlemek, gümüşle kaplatmak veya işlemek. kümüştöl- gümüşlenmek, gümüşle tezyin edilmek; kümüştölgön at cabdığı: gümüşle süslenmiş koşum takımı. kümüştönt- gümüşlemek, gümüş rengi vermek. kümüştöt- gümüşletmek, gümüşle kaplatmak veya işletmek. kümüştüü gümüşle tezyin edilmiş, gümüşlü. kün 1. güneş; kün çıktı, güneş doğdu; kün çığış: güneşin doğması, doğu , şark: kün çığa: güneş doğar- doğmaz; kün battı: güneş battı; kün tiye: güneş doğunca, sabah erkenden; kün batış: güneşin batışı, batı, garp; kün cak yahut kün cürüş murdu cayıldı: güneş nurunu saçtı; kün karama yahut kün bağış: ayçiçeği; künüñ tuudu: güneşin doğdu,sana gün doğdu ( rahat yaşayacaksın, bahtiyar olacaksın), talihin açıldı;kün es = = künös; 2. gün; eki kün : iki gün içinde; otuz künü: otuz gün zarfında; bul künü: bu günde ; künü bugüngö çeyin :bu güne kadar ;kündördün bir künündö: günün birinde ;künügö : hergün ; künü bugün ;bugün tam gün künü keçee : dün,tam dünkü gün ;bürsü kün = = bürsügünü ;künügö yahut kündö: hergün ;künün barıp ,künün kelet : bir gün içinde varıp gelir;künü- tünü bk. tün ;künü –tünü yahut kündür-tündür: gece –gündüz , geceli-gündüzlü ; cıyırma segizi künü : ayın 28 inde ;bugün ekinci ölgün künü: bugün ölümünün birinci yıl dönümüdür; cumuş künü: iş günü; emgek künü: emek günü; adam künü: insan günü ( bir gündelik) ; ögüntön (o + kün + tön ): o zamandan beri, o günden beri; kün öttü, iş büttü: gün geçti iş bitti ( işte o kadar! ) kün sura bk. sura; ayı – künü bk. tañ ı; attuu kün bk.attuu ı; 3. zaman, zamanlar, devir; künündö kürkürögön : zamanında gürlemişti (meşhur idi) ; kün sal-: vakıt zayi etmek; külükkö kün salğıça, baytalğa bak bersin ats.: koşu atı için vakıt zayi etmektense, kısrağa şans dilemeli ( yani yalnız koşu atiyle meşgul olmaktansa, bütün sürüye bakmak daha kârlıdır); kün saldır- yahut kün salğız: tâbi bir vaziyete koymak; sağa kün saldırıp ( yahut salğızıp) koydum: sana tabi bir duruma konulmuşum; anday bolboğan kündö: aksi takdirde; 4. hava durumu; kün açık: hava açıktır; kün caap turat: yağmur yağıyor; kün seldedi: yağmur bir parça dindi; 5. hayat; kün kör- : yaşamak , var olamak; öz kündörün özdörü körüp cürüştü: kendi geçineceklerini kendileri kazandılar, kimseye yük olmadılar; köröyün değen künüm bar: ben daha bu dünyada bir parça yaşamak istiyorum; mensiz körür künü cok: bensiz yaşayamıyor; kün körsöt- : yaşamak imkânı vermek; kün öt: yaşamak, gün geçirmek; kez kelgen cerde kön öttüm: rast gelen yerde gün geçirdim; çetimçilik künün öz başınan keçirgen: öksüzlük hayatı yaşadı; külö turğan kün barbı ? : gülmenin sırası mı? ; attın künün al kördü: attan o istifade etti ( attan zevkini aldı ). küncara = = külcara. künçü = = künüçü. künçülük ı= = künüçülük.\n\n\nıı, ( karş. ayçılık , cıçılık ): bir günün uzunluğu ; künçülük sayğan işime ayçılık sayıp cetpegen folk. : benim bir günde işlediğimi o kadın bir ayda işliyemiyordu. kündö ı, ( çin kırgızlarında ) köy muhtarı. köndö- ıı: kündöp – tündöp : geceleri ve gündüzleri. kündökü mutat, adî, her gün vakti olan. kündölük günlük, hatırat. kündöş kuma ( bir adamın karıları biri – birine nisbeten kumadırlar ). kündöştük 1. rekabet, kumalık ( bir erkek yüzünden kadınlar arasındaki rekabet ) ; 2. ( kadın ) kıskançlığı. kündük 1. günlük, günlükçü; kündük kızmat: gündelikçi işi; 2. her gün vaki olan maişet kaygıları; kündük ömür: beş günlük ömür ( insan ömrünün mutat sıfatıdır ki ömrün kısalığını gösterir ) ; bir gündük : bir günlük; altı kündük : altı gün süren iş ; on kündük: on günlük, on gün süren iş. kündükçü gündelikçi. kündüktö- kündüktöp işte - : gündelikçi olarak çalışmak; cay aylarında kündüptöp cumuş kıldı: yaz aylarında gündelikçi sıfatiyle çalıştı. kündüz günüz; caman it kündüz üröt ats.: kötü köpek gündüzün havlar. kündüzkü gündüzün; kündüzün cana tünküsün : gece – gündüz, geceli- gündüzlü. künes = = künös. küngöy = = küñgöy. küñ köle kadın, cariye. küñdük köle kadının durumu. küñgöy güneşe bakan cihet, güneş tarafı, bir dağın cenup yamacı ; kara küñgöy : bir dağın karsız olan cenup yamacı. küñgöylö- güneşli tarafı tutarak yahut güneşli tarafa gitmek; küñgöylöp ket- : güneşli tarafa doğru gitmek; maldı küñgöylöp cay - : hayvanları dağın güneşe bakan (cenup) yamacında gütmek; kara küñgöylöp: dağın cenup, karsız tarafı boyunca. küñgöylöt- et. küñgöylötüp- ‘den; koydu küñgöylötüp otkozmok bolup aydap ketken: koyunları (dağın) güneşli yamacında otlatmak fikriyle sürüp götürdü. küñgür : küñgür- küñgür: davul sesini taklittir; küñgür – düñgür: boğuk sesler. küñgürö- boğuk sesler çıkarmak ; burun içinde mırıldanmak. küñgürön- boğuk sesle böğürmek, boğuk sesle mırıldanmak. küñgüröt- et. küñgöylö- ‘den ; koydu küñgüröt-: sağır etmek, sersemleştirmek. küñk boğuk sesi taklittir; küñk et-: (yavaş, boğuk bir tarzda) tars etmek. küñkü ı, dedi – kodular; söz savlar (lakırdı ) . küñkü- ıı, koku çıkarmak; atı burap, cez küñküp folk.: ıtır ve teneke kokusu dağıtarak. küñkül memnuniyetsizlikle mırıldanma, sızlanma; küñkül kılbay bar: mırıldanmadan git! ; küñkülmıñkıl sözdör: dedi- kodular. küñküldö- memnuniyetsizlik ifade ederek, burun içinden mırıldanmak. küñküldök hımhım,hımhımlık. küñküldöş- mırıldanmak; yalnız bazı ayrı- ayrı sesleri ve kelimeleri işidilecek tarzda söylenmek. küñkülsüz sızlanmadan, söylenmeden. küñkülsüzdük sızlanmazsızlık; mırıldanmazsızlık. küñküü ı= = küñkü ı.\n\n\nıı, koku. küñürt donuk, açık olmayan, anlaşılmaz; küñürt süylö- : anlaşılmaz bir tarzda söylemek, burun içinde mırıldanmak; kañırt – küñürt bk. kañırt; küñürt tuman: bulanık sis. küñürttö- donuk, bulanık etmek. küñürttön- bulanmak, müphemleşmek. küñürttük donukluk, bulanıklık. künkü kün ‘den sıfat ismi (adjectif) dir; bu günkü künü keçeegi künküdön cakşıraak, erteñki künü bolso, bugünkü künküdön cakşıraak, iştöögö üyrönüü kerek: bugün dünkünden, yarın ise bugünkünden daha iyi çalışmaya alışmak lâzımdır. künö = = künöö; künöyüm : günahım, suçum; çaçımdan köp künöyyüm folk.: günahım başımdaki saçımdan daha çoktur. künökör = = künöökör. künölön- = = künöölön- . künöm f. ( bk. künö ) : günah, suç, cünha ; künööm : kabahatım. künöökör f. günahkâr, suçlu, mücrim. künöökörçülük günahkârlık, cinayet. künöölön- itham edilmek, kendisine bir suç isnat edilmek. künöölöö itham. künöölüü mezmum, günah sayılan; künöölüü iş: kötü iş, mezmum hareket. künöösüz günahsız, kabahatsız. künös künöz, güneştarafına bakan cihet ; künös cer: güneşin aydınattığı yer ; güneş gören mahal. künsü- güneş şualarının etkisine çarpmak; güneş şuaralarının tesiri yüzünden evsafını (başlıca tadını) değiştirmek (mes. kımız, yoğurt) . künsüt- et. künsü- ‘den. künü 1. tar. kuma, bir kocanın karıları biri- birine nisbeten; 2. rakip kadın. künüçü rakip kadın. künüçülük ( kadın ) kıskançlığı. künülüş- müş. künülö- ‘den. künülö- kıskanmak (kadınlar hakkında). künülöştük kıskançlık, rekabet (kadınlar hakkında) . künülük = = künüçülük. künümdük ( tübölük ‘ ün karşıtıdır) 1. bir gün için lâzım olan , muvakkat, daimî olmıyan, geçici; künümdük emes tübölük: muvakkat değil, ebedî; 2. her gün vaki olan: mutat ; künümdük turmuş: mutat hayat. kününkü : terilgen paktalardı kününküsün- künü punktka ötkörüü kerek : bir gün içinde toplanmış olan pamukları aynı günde noktaya (merkeze) teslim etmek lâzımdır; kününkü tapkanıbız: bir gün zarfında kazandığımız; kününküsün kündö sarp kılıp atam: bir gün içinde kazandığımı aynı günde harcıyorum ( zor geçiniyorum ) . küp yahut ak küp 1. kuş yavrularının ilk ince tüyü; 2. teni yalnız ince tüylerle örtülü bulunduğu devirde kuş yavrusu. küpçök 1. (tekerlekte) poyra; 2. bir kabın adıdır; 3. mec. şişmiş, kabarık; küpçök bolup şişip ketti: pek fazla şişti. küpkö keçe evin sol yanında ( kapıya yakın bir yerde ) yeni doğan kuzular ve oğlaklar için ayrılan mahal. küplöt r. (kuplet) şarkı parçası, couplet. küpö es. yünden şilte yahut yastık. küpsör yahut küpsördöy: kalın, kalınca. küptü 1. hazımsızlık; 2. hazımsızlıktan mustarip olan; küptü bol-: hazımsızlıktan muztarip olmak; iç küptü bol- mec.: memnun olmamak, ancak memnuniyetsizliğini açıkça bildirmemek, içerlemek. küpüldö- gürültü yapmak, gürlemek. küpüldöt- et. köpüldö- ‘den; küpüldötüp sok- : pat-pat vurmak, şiddetlice dövmek. küpüñdö- uğraşmak, meşgul olmak; sen özüñçö ele emine küpüñdöp atasıñ? : ne ile uğraşıyorsun? ne ile meşgulsün? . küpür yahut küpür söz: küfretme, gıyaben çekiştirme, dedi- kodular, sızlanma, mırıldanma. küpürlö- sızlanmak, dırlanmak. küpürtkü = = küpür. kür 1. gür, tam kuvvetinde bulunma; kür cayloo: bereketli ve her şeyi mebzul olan yaylak; kür cer: münbit toprak; 2. kusursuz, eksiksiz olan; 3. tam refah ve kifayet durumu. küküröpkö r. kon. ( gruppirovka ) zümrelenme. kürbüröpköçülük kon. zümrecilik. kürcök kon. = = krujok. kürcüñdö- 1. tümseklenmek, gerilmek ( mes. adaleler hakkında ); 2. faal, gayretli, çevik olmak. kürcüy- kaba ve yamrıyumru görüşünüşte bulunan ( mes. adaleli, tıknaz insan, hayvan yahut kaba kalın dokuma hakkında ) ; moyunu kürçüygön buka : boynu adaleli olan boğa. kürdöldüü günün meselesi olan; ilk sırada gelen, müstacel. kürdürlö = = küldürö – . kürgüçtö- 1. bir işi elbirliği ile yapmak; el birliğiyle, küt halinde yahut kütleye ait olamk üzere, hareket etmek; 2. her yandan çevirmek suretiyle içeriye sürmek. kürgüçtöl- kalabalık halinde toplanmak; el kürgüçtölüp klubka tığılıpcatat: halık kulübe halinde akıyor. kürgüçtöt- = = et. kürgüçtö-‘den; koylorun menen aldıma kürgü tötüp aydan keldi: koyunlarını top halinde benim yanıma sürüp getirdi. kürgüy ! obaya sokmak istedşikleri zaman kuzuları böyle çağırırlar. kürkö 1. küçük baraka; 2. küçük oda, kulübe. kürküçtö- = = kürgüçtö- . kürküldö- horlamak. kürküldöt- horlatmak, horlamıya icbar eylemek. kürkürö- 1. gürlemek, gürültü yapmak 2. horuldanmak ( domuz hakıkında ). kürkürök gürleyen; kürkürök sımap kim. patlayıcı civa. kürköö gürleme; kün kürküröö: gök gürlemesi. kürküröt- gürlemeyi mucip olmak; kürkürötüp cetip keldi: gürültü ile yetişti. kürmö ı, kolsuz elbise; bolumduu kürmö ton kiyip folk. : güzel kolsuz kürk giyerek; kürmö şım: tulum biçimindeki çocuk elbisesi.\n\n\nıı, 1. kalmuk düğümü ile düğümlemek; 2. lokmayı dille bir iki defa çevirdikten sonra, çiğnemeden yutmak. körmöçö = = kürmö ı. kürmöçön yalnız << kürmö >> giyerek ( onun üzerine hiçbir başka giyim giymeksizin ). kürmük kuş darısı; kurmak ( pirinç tarlalarında biten kötü ottur ). kürmöl- 1. dönmek; bir yandan öbür yana dönmek; 2. mec. bir şey söylemek teşebbüsünde bulunmak. kürmöö 1. kalmuk düğümiyle düğümleme; kıska cip, kürmöögö kelbeyt ats. kısa ip kalmuk düğümiyle düğümlenmez; 2. döndürme; bir yandan bir yana çevirme; tili kürmöögö kelbeyt: dili dönmüyor; iki kelimeyi bir araya getiremiyor. kürö- kürekle küremek; kar körü- : kar küremek. kürök kürek; ataş kürök: kömür küreği; kürökkö bok cokpu kürek; ataş kürök: kömür küreği; kürökkö bok cokpu yahut kürökkö bok tabılat ats. avm. : mal olsun da, müşterisi bulunur. kürol- mut. kürö-‘ den. küröndü 1. küremek suretiyle küme halinde konulan nesne; 2. kışın keçe evin etrafına kardan yapılan set. küröñ koyu al ( at donu ). küröö ı, f. rehin; rehine; küröögö koy- , rehin bırakmak; terhin eylemek.\n\n\nıı, kürekle küreme; kış- küröö bk. kış. küröökö zırh, cebe. küröş ı, güreş; küröş aç- : güreşe başlamak; tap küröşü: sınıf mücadelesi. küröş- ıı, 1. hep beraber küremek; 2. güreşmek. küröşçü güreşçi, pehlivan; revolyutsiya küröşçülörü: inkılâp mücadeleceleri. küröştör- güreştirmek, güreşmeye zorlamak. küröşüü güreşme. küröt küretmek, küremeye icbat etmek. kürp ı, hindi.\n\n\nıı: kürp- kürp: bir kayadan öbür kayaya düşen su sesini taklittir. kürpöñ kışın doğan kuzu ( bu adı ilkbaharda yani normal kuzulama başladığı zaman alır ) . kürpüldö- 1. gürlemek; ses çıkararak kaynamak, çağlamak; 2. gümbürdemek söverek üzerine atılmak; 3. mec. övünmek, farfaralık etmek. kürs kürsö, kesik ve keskin bir sesi taklittir ( mes. : kesik- kesik öksürmeyi, keskin kırbaç darbesini ); kürs- kürs cötöplüp: kırs- kırs öksürerek. kürsönt kon. = = kursant. kürsüldö- pat diye düşmek, gürlemek. kürsüldöş- müş. kürsüldö- ‘den. kürsüldöt- et. kürsüldö- ‘den. kürsün- ağır ağır soluk almak, iç çekmek. kürsüñrö- hareketlerinde gayet şişmana benzemek. kürsüy- gayet kalın şekilde gözükmek; kürsüyüp kalıñ kiyinip alıptırsıñ: öyle kalın giyinmişsin, ki büsbütün şişmişsin. kürt kıtırtıyı taklittir; attın kürt- kürt çöp çaynağanı uğulat: atların kıtır- kıtır kuru ot çiğnedikleri duyulmaktadır. kürtkü = = kürtük. kürtük kar yığını; çukurlarda ve alçak yerlerde yığılan kar birikintisi. kürtüldö- kıtırdamak. kürtüldöt- kıtırdatmak. kürüç f. pirinç: çaçma kürüç bk. çaçma. kürügüü kürüügüü, gürültü, gürleme; kürügüü çuu- çuu tüşüp kaldı: müthiş gürültü patırtı koptu; ızıçuu kürügüü: gürültü- patırtı. kürüldö- çağlamak, gürlemek ( hızlı akan büyük ırmak hakkında ) . kürüşkö ( r. krujka ) maşrapa. kürzü f. ağır topuz, gürz. küsö- = = köksö ıı. küsön = = küzön. küş : küş- küş ( mes. demirci körüğünden çıkan ) şiddetli hava cereyanının çıkardığı kesik- kesik gürültüyü taklittir. küşüldö- burnundan sık- sık nefes almak, solumak. küşüldöt- et. küşüldö- ‘den. küt- 1. = = küy- ıı; 2. itina etmek; uğraşmak; mal kut- : hayvan gütmek; hayvan yetiştirmek, hayvan beslemekle meşgul olmak; ıyman kötöt: dindardır; konok küt: misafirlere bakmak, onlara izaz, ikram etmek; üy küt- : ev- bark sahibi olmak; malda da kütkö bir kıyal bolot: hayvanın da kendine göre, tabiatı ve düşüncesi vardır; cal küt: ( at hakkında ) tavlanmak; beyil küt bk. beyil 1. küttür- et. küt- ‘ten; dağı bir iş bar dep, al meni küttürdü: daha bir iş var diyerek, beni beklettirirdi. küttürüü işs. küttür- ‘den. küttürüüçülük : kezek küttürüüçülük: sıra bekletme, sırasına bırakma. kütül- 1. beklenilmek; 2. = = kütün; kün murun kütülgöndör kıştı toğotkon cok: vaktı zamanında düşünülen kışı sezmediler bile. kütüm meşgale, bakım, güdüm. kütümsüz bakımsız, nezaretsiz, güdümsüz. kütün- meşgul olmak, hazırlanmak, lüzumlu tedbirleri almak, tetikte olmak. kütünüü işs. kütün- ‘ den. kütür kıtırtı ( mes. at arpa çiğnerken ). kütürö- = = kürtüldö- . kütüröt- müş. kürtüldöt- ; kütürötüp çayna- : kıtırdatarak çiğnemek. kütüş- müş. küt- ‘ten. kütüü 1. bekleme; 2. bakım, güdüm; mal kütüü: hayvanlara bakma; hayvan yetiştirme; konok kütüü: misafirlere bakma, onlara izaz- ikram etme. küü hava, nağme, melodi; küügö sal- : bestesini yapmak; küü tart- : bir melodi çalmak; küügö kel- : 1) düzene gelmek, akort edilmiş olmak ( musiki âleti hakkında ); 2) canlanmak, kızışmak; bazar küügö keldş: pazar ( alış- veriş ) kızıştı; ala küü: 1) sarhoşluğun başlangıçı: 2) ihtilâf, nifak; erin küüsü db. dudak sinharmonizmi. küüdürök = = töö tiken ( bk. tiken ). küügüm alaca karanlık; küügüm talaş: alaca karanlığın bitip, gecenin çökmeye başladığı zaman; küügüm kirdi: karanlık çökmeye başladı. küügümdö- karanlık çökmek. küügümdön- karanlıkla örtülmek, karanlık basmak, çökmek ( gece hakkında ); küügümdönüp şam cañan folk. : donuk bir surette mum yanmış. küügümdöt- karartmak, karanlık, müphem yapmak. küüldö- 1. tınlamak, uğuldamak; 2. intizamsızca ve yüksek sesle konuşmak.\n\n\n1. düzen vermek, akort etmek ( musiki aleti ); komuz küülö- : kopuza düzen vermek; 2. nişan almak; nayza küülöp al- : mızrakla saldırma vaziyeti al ! ; kanat küülö- : kanatı düzeltmek, germek; mec. serbest yaşamak, kışkırtmak, hevesini uyandırmak; baralı dep küülödü: gitmeye heveslendirdi; 4. kükremek ( inek, koyun hakkında ); 5. arzu ile yanmak, şiddetli arzu etmek. küülön- 1. gittikçe artan hızla hareket etmek; atalet (inertie) kanunu üzerine hareket etmek; küülönüp ketip cığıldım: ihtiyatsız hareket ederek, kendini tutamadı ve düştü; 2. kıçın kıçın giderek kuvvet toplamak ve harekete hazırlanmak; küülönüp- küülönüp uçup ketti: (kuş) önce gereği gibi hazırlandı ve uçtu gitti; 3. kuvvet toplamak, dinlenmek, istirahat etmek; küülönüp iştedim: kuvvet toplayıp çalıştım, gayretle çalıştım; ala küülön: endişeli ve intizar durumunda bulunmak. küülöndür- iyi bir duruma koymak, çeki- düzen vermek. küülönt- et.küülön- ‘den; sözünö kolun küülöntö sülöyt: sözlerine el hareketlerini uydurarak konuşuyor. küülüü düzgün muntazam, iyi durumda; küülüüsüñbü yahut küülüü- küçtüü cürösüñbü ( yahut turasıñbı ) ? : kendini nasıl hissediyorsun? , sıhhatın nasıl ? ; aman- esen, küülüü- küçtüü: tam sıhhatta; sağ- esen, keyfi tam yerindedir. köydük canım, sevgili; köydüğüm: canım, azizim. küydülük : iç küydülük, bk. iç. ı. küydür- ıı, yakmak, her yandan yakmak, acıtmak, incitmek; iç küydür-: kendisini unutacak derecede hiddetini mucip olmak, dos küydürö aytat, düşman küldürö aytat ats. : dost olan sert söyler, düşman ise, yumuşak söyler: küydürgü ( atlarda ) şarbon hastalığı. küygültük küsme, gücenme, can sıkıcı infial, kin, şeytanet. küygültüktüü incinmeyi mucip olan, şerir; özü küygültüktüü: lâfı acı ve iğnelidir. küygüz- 1. yakmak; dalı küygüz-: koyunu kürek kemiğine bakarak fal açmak; 2. aşk ateşini tutuşturmak, aşk ateşiyle üzmek. küykö şahin ( falco tinnunculus ) ; ala küykö mec. kavlayan, koparak dökülen. küykölök 1. çabuk kızan; küykölök adam: çabuk kızan adam; 2. dokunaklı, incitici; küykölök söz: dokunaklı söz. küykölöktö- sinirlenmek, heyecana gelmek, hırslanmak, kızmak. küykölöktön- (manaca) = = küykölöktö: küykölöktönös: aldırmaz, ihtirassız. küykölöktöö sinirlenme; iğbirar duygusu, hırslanma hissi. küykül ( karş. küypül ) 1. gayet küçük; 2. (rad.) küçük at; eki küykül bee bar eken (rad., v ) : gayet küçük iki tane kısrak varmış. küylö- = = küülö. küylön- = = küülön. küymöl- oyalanmak, alıkonulmak, duraklamak; küymölüp kaldım: beni alıkodular, geciktim; küymölböstön kayta kel: gecikmeden dönüver, çabuk dönüp gel; at küymölö tüşüp, cügürdü: at bir parça durakladı, sonra koştu. kümölüş- müş. küymöl- ‘den ; öz ara küymölüşüp kübürüşkön tabışı uğuldu: onların durakladıkları ve aralarında fısıldaştıkları duyuldu; işke küymölüşüp, baralbay kaldım: bir iş yüzünden geciktim ve gidemeden kaldım. küymön- 1. kendi üzerinde giyimi düzelterek silkmek; 2. bir yandan öbür yana dönerek yatmak, kımıldamak; kümönüp cattı: bir yandan öbür yana dönerek yattı. küyöö güveyi, damat, genç koca; küyöö bala: kendi karısının büyük hemşeresi, yahut onun yaşça büyük olan kadın akrabası karşısnda erkek; küyöö coldoş bk. coldoş. küyöölü- nişanlı kızı nişanlı delikanlı sıfatiyle ziyaret etmek ve onun yanında gecelemek. küyörmön acıyan, hayırhahlık gösteren. küypölöktö- = = küypöñdö-. küypöñdö- 1. telaş etmek, uğraşmak, şurasını-burasını karıştırmak suretiyle meşgul olmak, ileri-geri yürümek; üydön çıkpay ele küypöñdöp atat: evden çıkmıyor boyuna evde bir şeylerle uğraşıyor; 2.yaranmak. küypöñdöt- et. küypöñdö-` den. küypül- 1. gayet arık, zayıflamış, tüyleri dökülecek derecede bitkin; 2. dağınık tüylü, perişan saçlı. küyrök dağlarda biten bir meyva ağacı yahut çilek çalısı. küyşö- 1. (gövdenin üst kısmı) büzülmek; dalı küyşöyt: kürek kemikleri hareket ediyor; mec. gayret ederek çalışıyor; 2. geviş getirmek; 3. dövmek; soku küyşö-: havanda dövmek. küyşöl- 1. gayri iradi ve anî hareketler yapmak, omuzlarını oynatmak; 2. geviş getirilmek; 3. dövülmek (havanda) . küyşölüü işs. küyşöl-`den. küyşöt- et. küyşö-`den. küyük ı, 1. imtihan göstermek, merak etmek; 2. aşk ateşiyle yanmak; 3. solumak, nefes kesilmek (me. hızlı koştuktan sonra); tooğa çığam dep caman küyüktüm: dağa çıkayım derken nefesim kesildi. küyül- yanmak; küngö küyül-: güneşte yanmak. küyümdü uğraşan; küyümdüü cakını cok: hakkında uğraşacak yakını yoktur. küyün- muğber olmak, müteessir olmak; mınday kılğanına küyündüm: böyle yaptığına üzüldüm. küyünçü dert, keder, teessür. küyüngüç kaygılanan, merak eden, ihtimam gösteren. küyününç tasa, keder. küyüş biri-biriyle meşgul olmak; karşılıklı muhabbet beslemek; küyüşkön car: hem sevilen, hem seven yâr. küyüt teessür, keder, tasa, yas, gücenme; küyütün tartıp: (ona) acıyarak, (onun için) ruhen muzdarip olarak. küyüttöş- kederi paylaşmak. küyüttöşlük kederi paylaşma. küyüttöşüü işs. küyüttöş-`ten. küyüttüü kederli, tasalı, taslı, üzülen; canı sıkılan. küyüü ı, yanma, yanış.\n\n\nıı, intizar, bekleme. küyüüçü yanan, yakılacak; küyüüçü materyal: yanan madde, yakacak mahrukat. küz güz, sonbahar; koñur küz: hazin güz. küzdük güzlük (ekin, ekim; güzün sürülmüş (tarla) , güzün ekilmiş (ekinler). küzgü ı,güze ait; küzgü küçüñdü küyööñö berbe ats. güzlük gücünü (yani, sonbahar işlerinin kızgın çağında iş hayvanlarını) damadına bile verme!\n\n\nıı, ayna; küzgübü, tarakpı?: bir çocuk oyununun adıdır (harf: ayna mı, tarak mı?). küzgülön- ayna gibi parlamak, parlak görünüşte bulunmak. küzö- kırkma (güzün koyun tüyünü); 2. kırkım (koyunların v.s. hayvanların yapağısının kırkıldığı mevsim). küzön yahut sasık küzön: kokarca (hayvan); aç küzön; küçücük bir hayvanın adıdır; aç küsönçö çıñırat: aç küzön gibi acı-acı bağırıyor. küzör ı, f. 1. mahalle (bir şehrin, kasabanın bir kısmı); 2. küçük pazar, çarşı.\n\n\nıı, intizar, içten gelen arzu. küzötçü bekçi. küzük çulha tezgâhında argacın ipliklerini kaldırmak için olan arzanî iki çubuk arasındaki iplikten ilmikler. küzündö güzün. kvartira r. mesken, daire. laa = = ılaa. laacı = = ılacı. laanat = = naalat. laboratoriya r. labaratuvar. lager r. kamp, karargâh. lakılda- : lakıldağan köp asker: hesapsız çok asker; el lakıldap bazarğa toldu: hesapsız çok halk pazara doldu. lakıy- uzun boylu, şişman, tıknaz ve sağlam olmak (insan hakkında). lam = = ılam. lampa r. lamba. lap : lap-lap bas-: ağır ve lap diye basmak. lapay = = ılbbay. lapılda- : ot lapıldap küyöt: ateş alev-alev yanıyor; lapıldağan calın: parlayan alev; kar lapıldap caap turat: lapa-lapa kar yağıyor. lapıldat- et. lapılda-`dan; topurakka izin kaltırıp lapıldata basıp: toprak üzerinde pat-pat basarak ve iz bırakarak. lapşı- = = döörü; oozuna kelgendi lapşıy beret: aklına ne gelirse onu söylüyor. lastik r. lastik. laşker f. asker (leşker). latınça 1. lâtince; 2. lâtin alfabesi; lâtinleştirilmiş kırgız alfabesi. latindeş- lâtinleşmek: lâtindeşken tamğa: lâtinleştirilmiş alfabe. latindeştir- lâtinleştirmek. latinleştirüü lâtinleştirme. layık = = ılayık. lebiz a. kelime, lâfız, tabir. lergen = = ilegen. lek bk. elek ıı. lekilde- acele koşmak. lekildet- et. lekilde-`den. leklek = = ilegilek. lektor r. (lecteur) yüksek mektepte ders veren, konferansçı. lektsiya r. ders, konferans. leninçil lenin taraftarı: leninci. leninçildik = = leninizm. leninizm lenincilik. lep = = ilep. lepay = = ılabbay. lepilde- alevlenmek; örttöy lepildeyt: 1) yangın gibi alevleniyor; 2) mec. göz kamaştırıcı, muhteşem. leytanant r. (lieutenant) teğmen ve kımıldamaz oldu. lık dolu; lık toldu: ağzına kadar doldu; 2. lık toktodu: şıp diye durdu ve kımıldamaz oldu. lıkılda- dolu olmak, mezbul olmak, kaynaşmak, dolup-taşmak; lıkıldağan köp el: pek çok halk; kaynaşıyor. lıp : lıp-lıp: damlamayı taklittir; lıp kirip keldi: minip aldı: hemen ata biniverdi. lıpılda- çabuk hareket etmek; alabildiğine koşmak. lıpıldat- et. lıpılda-`dan; lıpıldata bastır-: hızlı gitmek. liberal . r. liberalizm mensûbü. liberaldık 1. = = liberalizm; 2. liberalizm, hürriyetsever. liberalizm . r. hürriyetseverlik; çirlk liberalizm: çürük liberalizm. libretto r. libretto. liga r. cemiyet; uluttar ligası: milletler cemiyeti. limon r. limon. lingvist r. lisaniyatçı, dil bilgini. lingvistika r. dilbilim, lisaniyat, lengüistik. lira r. lir (meşhur musiki âleti) lirik r. hissî, lirik şiirler yazan. lirika . hissî, lirik şiirler. litr r. litre. logika r. mantık. loja r. loca. lokaut r. (ingilizce lock-out: patronun işçileri işsiz bırakması, M.). lokşu- mide bulantısı hissetme. lokşut- et. lokşu-`dan. lokulda- = = löküldö-. lokuy- = = lakıy-. look a. dn. levhimahfûz. lotereya . r. piyango. lozung r. şiar, devise, parola. lök ı. tek hörgüçlü erkek deve.\n\n\nıı, bk. elek ıı. löküldö- sövüp-sayarak üzerine atılmak (şişman adam hakkında). löküldöt- et. löküldö-`den. lölü f. eş. kıpti, çingene. lukulda- zonklamak (ağrı hakkında); caram lukuldap turat: yaram zonklıyor. lukuldat- et. lukulda-`dan. lüpüldö- : cörük lüpüldöp soğuk turat: kalp çarpıntı yapıyor. lüpüldöt- et. lüpüldö-`den. maa bk. men ı. maakul = makul. maal a. vakit, ân; tüşkö maal: öğleye doğru; tañğa maal: tana doğru, şafağa yakın. maala a. 1. mahalle (şehrin, kasabanın bir kısmı); 2. (çin kırgızlarında) meskûn mahal. maalım a. malûm; attın sırı eesine maalım. kızdın sırı törkününö maalım ats. atın sırrı sahibine belli, kızın sırrı ise, hısım-akrabasına. maalımat a. malûmat, bilgi. maalımda- bildirmek, malûm kılmak, haber vermek, ilân etmek. maalim = maalım. maalkat- azamet satmak, nazlanmak; maalktıp turğan cok: nazlanmadı: yalvarmaya meydan bırakmadı; maalkatpay ele cürsöñçü: direnmeyi bırak, da gidelim. maalkatuu işs. maalkat-`tan. maalumat = maalımat. maana ı= maani.\n\n\nıı, f. siper, himaye, sığnak; baş maana kılıp turğan üyüm mec.: meskenim; manaası cok saydan bez! ats.: korunacak yeri bulunmıyan dereden sakın!\n\n\nııı, = maanay. maanalı- sığnak, hail, himaye aramak, sğınmak; taldı maanalap: söğüt altına sığınarak; atasın maanalap keldim: babasına iltica etmek için geldim. maanalaş müradif, sinonim. maanay : maanayım bas boldu: 1) hevesim söndü; 2) vaziyetim sarsıldı; maanayı cazıp: gevşek, sölpük (insan hakkında). maanek himaye. maanekteş- geçinmek, ittifak üzerine geçinmek, dostça yaşamak; kırgız arasında öskön, kırğız menen maanekteşip tiriçilik kılğan: kırgızlar arasında büyümüş, kırgızlarla dostça geçinmiş. maani a. mâna, mefhûm; maani printsipi: mantıkî prensip. maanilüü manali. maara- melemek. maarak sık-sık meleyen; eçki maarak: çulluk (kuş). maarake a. kök börü (bk. börü 1) de amaç, hedef. maarama 1. meleyen; 2. kad. koyun. maarat- et. maara-`dan. maarek a. mukaddes, müabrek; ayt maarek bolsun!: dn. bayram mübarek olsun! maası mastı, a. mest (ayakkabı). maaşır memnun, tatmin edilmiş; sağa maaşır emesmin: seni görmek benim için pek o kadar hoş bir şey değildir, seninle bir arada bulunmak hoşuma gitmiyor. maaşırka- manzarayı veya yüzünü görmekle zevk almak. maaşırkoo işs. maaşırka-`dan. mablizabayt = mobilizatsiya; mablizabayt kılın-: mobilize edilmek, seferber haline konulmak; mabilizabayt kıl-: mobilize etmek, seferber etmek. mablizatsya = mobilizatsiya. mabu (mana+bu) : işte bu! macbur a. mecbur, muztar; mecbur kıl-: mecbur etmek; zorlamak. macilis a. meclis, celse. macüröö a. gevşek, sölpük, kuvvetsiz. mada- sokmak, tıkmak şiddetle ezmek; közün mandadı: nazarını dikti, gözünü dikti. madal- şiddetle ve derince sokulmuş, batırılmış olmak. madanıy a. medenî, kültürlü; madanıy kuruluş: medeni kuruluş; madanıy köpçülük çumuştarı: medenî ve kütevî hizmetler. madanıyat a. medeniyet, kültür; materyal madaniyatı: toprak kültürü, ağriculture. madanıyatsız medeniyetsiz, kültürsüz. madanıyatsızdık medeniyetsizlik. madanıyattaş- medenileştirmek; medeniyetin etkisine çarptırmak; medenî yapmak. madanıyattaştırıl- medenîleştirilmek. madanıyattuu medeniyetli, kültürlü. madanıyatuuluk medeniyetlilik, medenîlik. madat- et. mada-`dan. madıl yabani kedi. madıra : madıra baştar küç.: çoluk-çocuk, ağzı süt kokanlar. magazin r. mağaza. magnat r. macaristan ile lehistan`da asilzade ve rical sınıfına mensup kimse. magnit r. mıknatıs. magnitsizdeştir- mıknatısını çözmek. magnitte- 1. mıknatıslaştırmak: 2. kendisine mıknatıs gibi çekmek. mağa mağan, bk. men ı. mağdıra- tam bir rahatlık içinde bulunmak, keyif çekmek, hoş bir uyuşukluk hissetmek, bir parça uyuklamak; cılkı mağdırap ele cuuşap kaldı: atlar sakin bir halde uyukluyorlar; mağdırap uykusu kelip: gevşedi ve uyumak istiyor. mağdırat- adamakıllı gevşetmek; kündün ısığı mağdırattı: güneş adamakıllı gevşetti. mağızım = maksım. mahabbat = makabbat. makabbat a. muhabbet. makal a. atalar sözü, mesel, vecize. makala a. makale; baş makala: başmakale. makalay = malakay. makaldat- : makaldatıp ayttı: atalar sözü karıştırarak anlattı (ata sözü kullanarak ima etti). makalduu benziyen. maki çakı. makluk = makuluk. makmal a. kadife. makoo gabi, anlayışsız, ahmak. makooluk anlayışsızlık, gabilik, ahmaklık. makorke r. bir nevi kaba tütün. makröö a. dn. şeriatın tasvip etmediği iş, mekrûh. makröölük makröö-`den mücerret isimdir (bk. mökröö). maksat a. gaye, niyet, arzu, maksat. maksım 1. ezilmiş arpadan maltsız olarak yapılmış içki (alkolsüz); 2. = bozo. maksimum r. azamî, çoğay. makta- övmek, methetmek. maktağansı- över gibi gözükmek. maktanıç övüngenlik. maktan- övünmek, farfaralık etmek, caka satmak. maktançaak övüngen. maktançılık = maktanıç. maktant- et. maktan-`dan. maktaş- biri-birini övmek, hep beraber övmek. maktat- et. makta-`dan. maktoo övme, methetme. makul a. makûl, uygun, muvafık; makulsuñbu?: razı mısın?; al makul boldu: o muvafakat etti; maa makul boldu: benim hoşuma gitti; men makul kördüm: ben mıvafık buldum, ben onadım. makulda- tasvip etmek, onamak. makuldanıl- mut. makulda-`dan. makuldant- nasihat etmek; muvafakatını almaya çalışmak. makuldaş- biri-biriyle anlaşmak; hep beraber onamak, tasvip etmek. maakuldat- et. makulda-`dan. makuldoo tasvip etme, onama, tasdik eyleme. makulduk tasvip, muvafakat. makuluk a. mahlûk, yaratık; makuluk bolmok – ölmök bar ats.: mahlûk olmak, ölmek var (canlı mahlûklar fanidir). maküröö = makröö. mal ı. hayvan, emlâk; ala tuyak mal bk. tuyak; kara mal yahut bodo mal: (at, deve, sığır gibi) büyükbaş hayvanlar; töl mal: evde beslenmiş olan hayvan; mal asıroçuluk: davarcılık, elevage.\n\n\nıı, (rad.) yorgun. mal- ııı, daldırmak, bandırmak; suuğa mal-: suya bandırmak; kaña kol mal- (destanda): eli kana bandırmak (andı pekitmek için). mala ı, f. tarla sürgüsü yerine kullanılan dikenli dallardan yahut çalı çırpıdan ibaret demet; temir mala; dişleri demirden olan tarla sürgüsü; mala tart = malala-.\n\n\nıı, f. koyu kırmızı; mala kızıl: erguvanî rengine yakın olan; mala kök: koyu mavi. malaam a. (tükrük ile ezilmiş undan ibaret olan) merhem; maalam tart-: merhem sürmek. malaçı taürgüsü kullanan. maladoc . r. kon. gençlik (bir zümre olmak üzere). malakay erkek serpuşu. malala- sürgü sürmek. malay uşak, ırgat; bayğa malay bolup cürgön: bey yanında uşaklık etmiş. malaloo sürgüsürme. malayçılık = malaylık. malaylık ırgat vaziyeti, ırgatlık, uşaklık. malçı 1. çoban (genel isim; karş. koyçu, cılkıçı); 2. hayvan besliyen, davarcı. malçılık davarcılık, hayvancılık. maldan- 1. hayvan sahibi olmak (örn. bk. candan-); 2. tasarruf etmek: ele geçirmek; kırğızdın cersuusun maldañan coondor: kırgızların topraklarını zapteden zenginler. maldaş = mandaş ı, ıı. maldır- suya daldırmak (sepici ıstılahıdır). malduu hayvan sahibi; hayvanları çok olan. malğun a. 1. mel`un; 2. (destanda) tek gözlü dev. malımat = maalımat. malın- 1. daldırmak, bandırılmış olmak; 2. kirlenmek, bulaştırılmak. malınt- 1. batırmak, bandırmak; 2. kirletmek, bulaştırmak. malış- müş. mal- ııı`ten. malkı- bir şeyi bol olarak almak, eginge malkıp kalarbız: ekini (hububatı) bol alırız. malkıt- et. malkı-`dan, etti malkıta cuttu: eti büyük iştahla yuttu (büyük ve dolu tabaktan ve büyük lokmalar şeklinde). malkor k-f. hayvanları seven. malma deri serpilmek için maya, sepileme; malmağa salıp iylegen teri: sepilenmiş deri. malök alök sözünün tekidir; alökmalök kon. hernevi vergiler. malsaak malsar, hayvanlarla meşgul olan, uğraşan. malsız hayvansız; hayvanı olmıyan. malsızdık hayvansızlık. malt kesik, keskin ve beklenilmiyen hareketi ifade etmek için kullanılan sözdür, malt etip tüşüp kaldı: birden- bire düşüverdi. malta = malkı. mama yahut ak mama çoc.: meme. mamık kuş tüyü, mamık töşök: kuş tüyünden döşek; yatak. mamırı bir otun adıdır. mamile a. muamele, işe ait münasebetler; öz ara mamile: karşılıklı münasebetler; katuu mamile: yumuşak, nezaketli muamele. mamilelüü = mamili. mamili (r. “familniy”) siyah çayın aşağı cinsleri. mamintip = momintip. mamleket a. devlet. mamlekettik devlete ait, mensûp. mampazi (r. “monpas`ye”) bir nevi akide şekeri. man can sözünün tekidir; canı-manı kalbadı mec. 1) ödü patladı; 2) aşırı sevindi. manak r. rahip. manap tar. ağa, bey (kırgız feodal kabilelik üst tabakasının mümessili); cıncırluu manap: ırsî manap; coñ manap yahut ağa manap: yarı manap, büyük manapa tabi olan manap. manasçı “manas” destanını söyliyen. manat kırmızı çuha. manattan- açık kırmızı renge girmek. mancara = mancıra. mancır ancır sözünün tekidir; ancarmancır: çeşitli incir. mança f. yahut beş mança: pençe; bilek birge bolso da, mança başka ats.: akrabalık başka, hesap başka (harf.: eller beraber ise de, pençe ayrıdır). mançıra kelin başından akan irin ifrazatı. mançırka- kibirlenmek, azamet satmak. mandalak lâle çiçeği. mandalın kon. = mandolina. mandam ( ârazından biri sidik tutulması olan bir at hastalığı). mandaş I, bağdaş (bir çeşit oturuş); mandaş kur (yahut ur- yahut urun- yahut tokun-) 1) bağdaş kurmak; 2) mec. kendini serbest, hür hissetmek, sıkılmamak. mandaş- II, bağdaşmak (bağdaş kurmak) (bk. mandaş I). mandat r. manda, vekâlet. mandale mandeli = mandali. mandem kusur, eksiklik; munun bir mandemi bar: tekin değil, bir şey var, bir şey saklıyor; bir mandemi bar at: (bu) atın bir kusuru var, pek mükemmel değil. mandıpalam r. bir çeşit patiska. mandır : mandıray: dolgun, tok haneli; danı mandıray buuday: taneleri iri ve tok olan buğday. mandili a. 1. mendil: kadın baş örtüsünün adıdır; 2. bir dokumanın adıdır. mandolina r. mandolin (bildiğimiz telli saz). manevr r. manevra. mañ I, köpek havlamasını taklit.\n\n\nII, f. 1. uyuşturucu madde; 2. şaşalıyan, apışık; mañ bol-: şaşalamak; mañ baş: mankafa; başım mañ boldu: şaşaladım, apıştım.\n\n\nIII: mañı capız yahut mañı bas: gösterişsiz, çelimsiz (insan hakkında). mañçılık uyuşturucu madde tiryakiliği, narkotik müptelâlığı. mañday alın; teke mañdayda: tam karşıda; üydün tak teke mañdayında: tam evin karşısında; mañday-teskey: karşı-karşıya, vis-à-vis; biz bir cak, alar bir cak bolap, mañday-teskey oturabız: biz bir yanda, onlar bir yanda, karşı karşıya oturuyoruz; mañdayı carıldı: sevindi, memnundur; sevinçten yüzü güldü; cazı mañday yahut bosoğo mañday: geniş alın; taş mañday: katı alın, kalın kafa; mañdayına sızğan yahut mañdayına çiygen yahut mañdayına cazğan: ona mukadderdir, alnına yazılmıştır; mañdayına bütkönüüç koy: bütün nasibi, kısmeti-üç tane koyundur; bet mañday, bk. bet 2. mañdayça oba kapısının üst sögesi. mañdayla- : mañdaylap cür-: dağ eteği boyunca yürümek. mañdaylaş- karşılaşmak: karşı-karşıya gelmek; baatırlar mañdaylaşıp, çeçender tañdaylaşıp ats.: pehlivanlar alınlariyle, hatipler ise, damaklariyle çarpışıyorlar; teke mañdaylaş: tam biri-birinin karşısında bulunmak. mañdayluu alınlı; keñ mañdayluu: geniş alınlı. mañgel . 1. kaba saplı otları biçmek için kullanılan bir nevi orak; 2. bir çocuk oyunun adıdır; mañgel uruş: mañgel oynamak. mañgıl kırmızımsı. mañgi . I ebedî.\n\n\nII. f. 1. narkotikle sersemlemiş; narkotik tiryakisi; 2. mec. beceriksiz adam, sersemcesine hareket eden. mañgilen ; narkotik ile sersemleşmek. mañgilik I, ebedîlik.\n\n\nII= mañçılık. mañıray- dikkatle ve korkarak bakmak; biz kirip barğanda, mañırayıp karap kalıştı: biz girdiğimizde (bize) şüphe ve korku ile gözlerini diktiler. mañırayuu işs. mañıray-’dan. mañıroo gabi, mahdut, saf. mañırooluk sersemlik, gabilik. mañış seyahatlerde başkasının binek hayvanını kullanmak (hayvan sahibine bunun mukabilinde muayyen bir ücret verilir). mañız I, mâna, muhteva, mahiyet; sözünün mañızı cok: sözünün manası yok; çöptü ubağında çappasa, çöptün mañızı keret: ot vakti zamanında biçilmezse, o, iyi evsafını kaybeder.\n\n\nII, 1. boş söz; 2. boş lâkırdılar söyliyen, çaçaron. mañızdan- 1. mânalı ve özlü olmak, mânalı kalıba dökülmek; 2. kurulmak, caka satmak. mañızduu mânalı, özlü, mühim; mañızduu eç nerse aytpadı: özlü ve işe yarar hiç bir şey söylemedi. mañka 1. sakağı, rüam hastalığı; baştı balta buzat, cılkını mañka buzat ats. başı balta kırıyor, at sürüsünü ise rüam hastalığı bozuyor; 2. hımhım. mañkak : mañkak-mañkak (yahut mañkañ-mañkañ) bas-: pek basmak ve geniş adımlar atmak (iri yarı atlar hakkında). mañkalan- hımhım konuşmak. mañkañ bk. mañkak. mañkanda- (at hakkında) başını yüksek kaldırarak, canlıca yürümek. mañkaşka at donlarından birinin adıdır. mağkay endamlı ve güzel olmak (mes., kadın, dağ ceylânı hakkında) ordodon çıktı mañkayıp, ak kulcaday dañkayıp folk.: o kadın güzelliğiyle parlayıp saraydan çıktı, o, bir ceylân gibi endamlı idi. mañkıt bir cins köpek adıdır. mañke I, kon. = bañke II.\n\n\nII, kon = bank. mañküş saf, toy, tecrübesiz. mañoo = mañıroo. mañooluk = mañırooluk. manıker bokmurun bahadıra ait atın lâkabıdır. mansap a. memuriyet, vazife, makam, mansıp. mant el çabukluğu, hile, kurnazlık; tülküçö mant beret: tilkice kurnazlık ediyor, tilkilik ediyor. mantay- bodur ve tıknaz olmak; mantayğan semiz bala: tıknaz, gürbüz çocuk. mantayuu işs. mantay-’dan. mantık- 1. (hayvan yavruları hakkında), büyümek, kendi başına hareket edebilecek çağa gelmek; küçüktör mantığıp kaldı: enikler artık büyüdüler; 2. patlayıncaya kadar yemek. mantıktır- et. mantık-’dan. mantuu çin. mantı (buharda pişirilmiş). mantuuçu mantıcı, mantı pişiren, manufaktıra r. manifatura. mapı çin. (destanda) iki tekerlekli çin arabası. mara I, f. hedef, finish. mara- II, dikkatle bakmak, şöyle bir bakmak, gizlice bakmak. maran- etrafa bakınmak, her yana bakınmak. marutuba = martaba. marcan f. mercan. marça çorak yer (tuzlu toprak). marçağay kısa boylu ve şişman adam. marçay- alçak boylu ve şişman olmak. mardek f. (karş. soto) mısır koçanı (tanesiz.) marı- zevk almak, tatmin edilmek, keyf çekmek; kımız içip marıyt: kımız içerek zevk alıyor; akça alıp marığanım cok: para aldımsa da ondan zevki aldığım yok (yani istediğim kadar alamadım, yahut istediğim yere sarfedemedim). marış- müş. marı-’dan. marışkır karışkır sözünün tekidir; karışkır-marışkır cep koybosun: sakın kurt-murt yemesin!: marıt- zevk vermek, tatmin etmek. mariy dalgalı tüylü (kıvırcık olmıyan) kuzu derisi. markisçil = markisist. markisçilik = marksizm. marka 1. = kence; 2. kad. kuzu; marka bala kad.: çocukların yaşça en küçüğü, «tekne kazıntısı» markabat markamat, a. merhamet, markabat kıl!: lûtfet!; markabatıñız tiyer beken?: lütfeder misiniz? markadar iyilik, nimet; markadar tap!: (iyi dilek): size her türlü iyiliği dilerim. markum a. merhûm, rahmetli (ölmüş). marksist r. Karl Marks felsefesine taraftar olan. marş r. 1. marş; 2. marş!: ileri! marşal r. mareşal. mart I, r. Mart ayı.\n\n\nII, f. 1. mert, cesûr; 2. cömert.\n\n\nIII, kumar.\n\n\nIV, şart sözünün tekidir; şartmartıñdın kereği cok: hiç bir türlü şartların lüzumu yok. martaba a. mertebe, liyakat, otorite; martabası kötörüldü: derecesi yükseldi, nüfuzu arttı. martçılık cömertlik. marten r. Marten fırın. martişke r. maymun martsın- 1. cesaret, bahadırlık taslamak; 2. cömertlik taslamak. martsınış- müş. martsın-’dan. martuu mit. cinnî bir varlıktır, ki gûya ondan gelecek olan asıl muhatara çocuk doğurmak üzere bulunan kadınları tehdit etmekteymiş; habis bir kuvvet; martuu baskır!: habis ruh bassın!; seni martuu basıptırbı?: habis ruh mu alıkodu-; nerede battın? mas f. sarhoş, mest; arak içken-toydo mas, akıllı cok-kündö mas ats.: sarhoş nihayet ayılır, aptal ise hiç bir zaman (harf.: rakı içen yalnız düğünde sarhoş olur, aptal ise, her gün sarhoştur); uykuğa mas: uykusu basmış; 2. sarhoş olma. masayraş- 1. bir işi iyi başarmak, 2. mest olmak. masçılık sarhoşluk, mestlik hali. maseke şaka alay. masele a. mesele, problêm; mesele çeç-: mesele çözmek; cay masele mat.: adî mesele; çatış masele mat.: karışık prroblem. maselen a. meselâ. ması = maası. masılat = maslet. masır üzür kelimesinin tekidir. masıykat a. Kırgız melodilerinden birinin adıdır. masilet = maslet. maskara a. rezalet, kepaze olmaklık; alay etme; maskara kıl-: terzil etmek; maskara bol-: rezil olmak. maskaraçılık rezalet, kepazelik. maskarala- alay etmek. terzil etmek, kepaze etmek. maske r. maske. maslet a. nasihat, müşavere, iyi akıl, maslahat; maslet kıl-: müşavere etmek, istişare eylemek. massa r. kütle, kitle, kalabalık. mastan : mastan kempir mit.: 1. kocakarı kılığında olan, gûya insanın topuğundan kanını emen ecinniler soyundan bir varlıktır; 2. hilekârlıkla temeyyüz eden efsenevî bir kocakarı. masten = nastan. master r. usta mastık sarhoşluk, masıkka ceñdir, bk. ceñdir. maş I, f. zeytinî renkte olan ufak nohut.\n\n\nII, a. mahir, ihtisas edinmiş olan, işini bilen; cazuuğa maş: usta çabuk yazan; sözdü maşına keltirip ayttı: isabetli söz söyledi; tülküdöy maş: tilki gibi kurnaz; maş kıl-: temrin yapmak.\n\n\nIII, (r. «mast» ) iskambil kâğıtlarının rengi. maşa f. I, 1. tetik; maşasın tartıp aldı deyt, pars dedirip saldı deyt folk.: tetiği çekti diyor, gürültü ile ateş etti diyor; 2. (tüfeğin) falya deliği.\n\n\nII f. bir nevi sinek. maşak başak. maşakat a. meşakkat, zahmet, azap; maşakat tart-: zahmete katlanmak; azaplanmak. maşakattan- azap çekmek, zahmete katlanmak. maşakattuu güç, zahmetli. maşakta- başak toplamak; buuday maşakta-: buğdayın yeşil başaklarını koparmak; apiyim maşakta-: haşhaşın kapsüllerini toplamak. maşaktoo işs. maşakta-’dan. maşaktuu başaklı. maşar = makşar. maşat pınar, kaynak. maşayık a. dn. veli, meşayıh. maşığuu temrin; el alışıklığı edinmek, gereği gibi alışmak, öğrenmek. maşık I= maş II. maşık- II, idman etmek, alışmak. meşketmek, meleke hasıl etmek, maşıkkan: tecrübeli, uzlaşmış; maşıkkan maşinistka: usta daktilo kadın; kolu işke maşıkkan: eli işe alışmış. maşıktur- alıştırmak; meşkettirmek, meleke hasıl ettirmek. maşıktıruu işs. maşıktır-’dan; maşıktıruusun arttıruu: meşkini, melekesini arttırma. maşıktuu tecrübeli, meşk etmiş. maşina r. makine; tigüü maşinası: dikiş makinesi; kol maşina: el makinesi; but maşinaı: ayak makinesi; maşina kuruuçu zavod: makine imal eden fabrika. maşinacı terzi. maşinala- dikiş makinesiyle dikmek. maşinalaştır- makineleştirmek. maşinalaştıruu makineleştirme. maşinalat- et. maşinala-’dan. maşinist r. makinist. maşinistka r. daktilo kadın. maşinke (r. «maşinka» ) yazı makinesi. maşiyne kon. = maşina. maşiyneçi kon. = maşinaçı. maşke tüfek avında kullanılan köpek. maşta- I, temrin yapmak, idman yapmak.\n\n\nII, bir kağıt üzerine koz alan kâğıdı almak. maştaş- 1. öğrenmek, talim görmek; 2. gizlice anlaşmak, elbirliğiyle hareket etmek. maştık çeviklik, beceriklilik. mat I, at sözünün tekidir; at-matı menen çığıldı: atı-filânı ile düştü.\n\n\nII, a. şatranç oyununda mat olmak, yenilmek. mata I. a. evde dokulan pamuklu kumaş, mata. mata- II, 1. bükmek, kıvırmak, iğriltmek; cüktü bir çağına matabıraak tarttı: dengi öyle çekti, ki o, bir tarafa iğrildi; 2. pekitmek; bağlamak; töösün matap taşladı: (dizine takılan ipi boynuna geçirerek) devesini muhkem bağladı; 3. testerenin dişlerini açmak. matal- bükülmek, iğilmek. matalt- et. matal-`dan. matat- et. mata II-`den. matçı katçı sözünün tekidir; katçımatçı: şöyle-böyle bir yazıcı, kâtip. materialist r. maddiyatçı. materializm r. maddîcilik. materiya r. fel. cevher, heyûlâ. material r. madde, malzeme, matériel; materyal cıyna-: 1) madde, malzeme toplamak; 2) birisine karşı onu kabahatli çıkarmıya yarıyan mevat toplamak. materyalda- birisine karşı, onu suçlu çıkarmıya yarıyacak olan delâil ileri sürmek. materyaldık maddî; materyaldık cardan: maddî yardım. materyal kon. = materyal. matoo 1. bükülüm, bükülme yeri, untkun matoosu: uuk`un (bk. uuk I) bükülen yeri (aşağı kısmı); kereginin matoosu: kerege`nin (bk.) bükülen yeri (üst kısmı); 2. uuk ile kerege`yi bükmek için kullanılan aygıt 3. bağ, ip. mavzer r. mavzer tüfeği. may I, 1. yağ; cebeseng da may cakşı, ats-: yemezsen dahi yağ iyi şeydir; karın may: iç yağı; sarı may: eritilmiş inek yağı; keresiyan may: gaz yağı; kara may: 1) katran; 2) tekerlek (makina) yağı; suu may; hardal yağı; sarı mayday sakta: itina ile sakla! göz bebeğin gibi koru!;mayın çığarıp süylöyt: rabıtalı bir tarzda söylüyor; oozuña may!: ağzına yağ! (övme); tamamına may töşöp süylöşöt: onunla saygı ile konuşuyor; may içme: (çocıuklarda) dizanteri (hastalık) ; kızıl may: 1) tüylerin ve kılların dökülmesinden ve ayakların dermansızlığından ibaret olan bir çeşit at hastalığı; 2) şiddetli yorgunluk, bitkilik, sürmenaj; til albağandarğa aytıp, kızıl may bolup emne kılam?: söze aldırış etmiyenlerin üzerine düşerek, lâf anlatmak için neden yorulayım?; may kötün bk. kötön; cürökkö mayday tiydi: bıkkınlık getirdi; 2. ücret; ot may: otlak ücreti; attın mayı: attan istifade etme ücreti (at kirası).\n\n\nII, r. Mayıs ayı. maya I= paya; maya şıpır: ekin biçildikten sonra tarlalarda kalan anız ve samanı toplamak.\n\n\nII: cel maya = celmayan: kıl maya, bk. kıl I. mayak r. deniz feneri, yol işareti (karlı, tipili hava için). mayan : cel mayan = celmayan. mayana f. kon. iş ücreti,aylık, maaş. mayçıl yağlı yemekleri seven kimse. mayçukur = may çukur (bk. çukur). mayçukurla = may çukurla (bk. çukurla-). mayda f. ufak; abdan mayda: gayet ufak; mayda barat kemçilikter: her nevi ufak eksiklikler; mayda-çuyda yahut mayda çayda: her türlü ufk-tefek şeyler. maydabarat = mayda barat (bk. mayda). matdaçıl 1. ufak-tefek şeylere de ehemmiyet veren kimse; 2. âlimlik iddiasında bulunan, ukalâ, bilgiç taslağı. maydaçıldık 1. ufak-tefek şeylere ehemmiyet vermek itiyadı; 2. ukalâlık. maydalan- ufalmak, ufalanmak.\n\n\nufalamak, ufalanmak. maydalat- ufalamaya maruz kalmak, ufaltılmak.\n\n\nufaltılmaya zorlamak. maydan f. 1. muharebe alanı, cephe; birimdik maydanı: tek cephe; maydan tart-: muharebe saffına dizilmek; 2. işlenmiş saha, işlenmiş toprak, tarla. maydandaş- cepheden hep beraber harekete geçmek; tek cephe olarak ortaya atılmak. mayek f. musahabe. mayekteş- musahabe etmek; öz ara mayekteşip söz kılışat: kendi aralarında sohbet ediyorlar, konuşuyorlar. mayıp a. 1. kusurlu, mayûb; 2. malûl. mayış- eğrilmek, ezilmek; cer mayışıp, kol kelet folk.: hesapsız çok asker geliyor. mayışak bükülgen, kolay bükülebilen. mayışkıs kolay bükülmiyen; mayışkıs kol: sert, kuvvetli el. mayıştır- bükmek, eğirmek. maykan f. 1. gereği gibi dövülmemiş ve tekrar dövülmesi icabeden başak; maykan üstündö maşak bar folk.: daha gereği gibi dövülmemiş olan hububat üzerinde başak vardır; 2. kanalı delip akan su; 3. (Rad,) atın kıçı. maykana f. (her bir) çocuk oyunu; maykana körböy, bala oñolboyt ats.: çocuk oyunlarını görüp-geçirmiyen bir çocuk, çocuk olmaz. maykando- (harman döverken) samanı ayırmak. maykandaş- müş. maykanda-`dan. mayköl bolluk; Elemandın eşikke mayköl, sütköl ornodu folk. Elemanın evine bolluk ve refah yerleşti. mayla- 1. yağlamak; mal cetimin asırasañ, ooz maylar ats.: öksüz hayvan beslersen, ağzını yağ sürer; 2. (başlıca, binek hayvanı) kiralamak; maylap at mindim; 3. mec. kafese koymak, dolandırmak; 4. mec. kon. savmak; kapı dışarı etmek. maylan- . yağlanmak. maylanış müş. maylan-`dan. maylat- yağlatmak, yağ sürmeye zorlamak yahut bırakmak. maylık 1. peçete; yemekten sonra el sürmek için kullanılan havlu: 2. ateş çıkarmak için aygıt. mayluu yağlı, yağda hazırlanmış; mayluu sorpo: yağlı çorba; mayluu et: yağlı et. maymak eğri bacak, eğri kol, hantal; maymak ayuu: eğri bacakayı. maymaktık eğri bacaklılık; hantallık. maymañ eğri bacaklılık; eğri bacak. maymañda- eğri bacaklının yürüyüşü ile yürümek. maymañdat- et. maymañda-`dan. maymañkölöt- uzun vadeye bırakmak, asmak, uzatmak, maymañ kölötpöy ele berçi: sallamadan (uzatmadan) versene! maymıl f. maymun. maymılça maymun yavrusu, küçük maymun; eki sarıdan maymılça tuuyt, eki karadan karğaça tuuyt ats. iki kızıl saçlıdan maymuncuk doğar iki esmerden ise, kargacık doğar. mayna f. mavî kuş. maynap f. tarladan akan su ile kaplanmış olan çayırlık; söndün maynabın tegi taba albadım: söylediklerini hiçbir türlü kavrıyamadım. maynaptuu makul yerinde; aytkanıñızdın baarı maynaptuu: söylediklerinizin hepsi esaslı, makuldur. mayneke : maynekenin taz katını boloyun! yahut mayneke boloyun! harf.: manekenin kel karısı olayım!. maypañda- = baypañda-. maypar sürçen (dağlarda yürüyen at hakkında). mayram 1. bayram (mülkî); mayram emes kün: bayağı gün: iş günü; 2. bayram eden, şen. mayramda- bayram etmek. mayramdık bayramlık, bayrama ait; mağazinler mayramdık türün aldı: mağazalar bayram süsünü aldılar. mayramdoo bayram etme. mayrık 1. yamık; ezik (ayakkabı hakkında); kepiçi mayrık: papuçları ezilmiştir; mayrık bas: ezik ayakkabı giymiş kimsenin yürüyüşüyle yürümek; 2. eğri bacak, baka mayrığın bilbeyt, cılandı ıyrı-iyri deyt ats.: kurbağa kendisinin eğri bacaklılığını sezmeyip, yılanı iğri-büğrü diye kınar. mayrıy- eğrilmek; mayrıyğan ötük: ökçesi eğrilmiş çizme; mayrıyğan kerebet: ayakları eğrilmiş karyola. mayrıyt- eğriltmek. maytan gayet kurnaz, şeytan. maytar- 1. kıvırmak ( sivri ucunu): 2. sesi zorlayıp yormak; 3. mec. burnunu kırmak, kibrini gidermek; kıyla coonu maytarğan folk.: çok düşmanların burununu kırmıştır. maytarıl- pas. maytar-`dan; bıçaktın mizi maytarıldı: bıçağın ucu kıvrıldı. maz şen, memnun, sevinçli; maz bol-: keyf çekmek, haz almak; emnege maz bolduñ: neden bunca sevindin? bu kadar şevku heyecanın sebebi nedir? maza f. tad, zevk, meze; okuusun mazası cok: fena okuyor; iştin mazasın ketirdiñ: işin tadını giderdin, işi bozdun; mazamdı ketirdi: rahatımı kaçırdı, beni çileden çıkardı. mazak a. mizah, şaka, alay. mazakta- eğlenmek, maytaba almak. mazar a. 1. dn. mukaddes yer, ziyaret edilen mahal; 2. kabir, kabristan; 3. mec. anne. mazarduu = mazarduu cer = mezarlık 1. mazarlık 1. mukaddesâtın ve evliya mezarlarının bulunduğu mezarlık. mazap a. mezhep, bir din şubesi. mazmun a. 1. mana, maâl, muhteva, öz, mazmûn; 2. fihrist. me nah! al!; meñiz!; nah, alınız. mecirlik kecirlik sözünün tekidir. meçin oniki yıllık hayvan devri takviminde dokuzuncu yılın adıdır (maymun yılı).\n\n\nfolk. Şarkî Türkistan Kalmıklarında bir memur. meçit a. mescit. meçkey obur, doymaz. medal r. madalya. medel kon. = medal. meder a. umut, yardım, mesnet,medâr; meder kılar uulu cok: kendisine güvenebilecek oğlu yoktur. medet a. yardım, medet, imdat. medil teveccüh, temayül, hayırhahlık; çın medili menen alik aldı. selâma gayet nezaketle karşılık verdi. medire- : say medirep: inceden-inceye mufassalen, hiçbir şey saklamadan. medirise a. medrese (yüksek dinî müslüman mektebi). meditsina r. tıp. medöö umut, dayangaç, mesnet; men seni medöö kıldım: ben sana güvendim, sana umut bağladım. medrese = medirese. mee . beyin, dimağ; aş-eesi menen, baş-eesi menen ats.: ziyafet sahibiyle güzel olur, kelle ise-beyinle; eşektin meesin ceğen yahut meesi kögörgön: «eşeğin beynini yemiş, yahut beyni küflenmiş» (aptal, ahmak); meni kök meye kıldıñ: sen benim kafamı şişirdin!. meele- I (ete) beyin karıştırmak; meeleğen et: beyinle karıştırılmış et. meelı- II, nişan almak. meeley eldiven. meclik = kök meelik = kökmöölük. meen- lezzet, zevk duymak. meenet a. azap, mihnet; kelgen-döölöt. ketken-meenet ats.: gelen devlettir, giden (eskiden) – azaptır, felâkettir; 2. es. emek. meenetkeç a-f. es. emekçi, emevğiyle geçinen. meenettüü mihnetli, zahmetli, güç olan. meeni- hoş bir rehavet, uyuşukluk durumunda bulunmak. meer f. muhabbet, teveccüh, temayül; meeri tüşüp kaldı: sevdi, teveccüh gösterdi; meer çöp folk.: sevdirmek için büyü yapmaya yarayan ot. meerim = meer. meerimdüü hoş, nazik (nezaketli), sevimli. meerimsiz nâhoş, nezaketsiz, sevimsiz. meerlüü = meerimdüü. megecin = megilcin. megezin kon. = magazin. megilcin dişi domuz, yavruları olan domuz. megin egin sözünün tekidir; egin-megin: her nevi ekin. mehanik r. makinist, makinacı. mehanika r. mehanik. mehanikalaştır- makinakaştırma. mehanikalık I. makineye mensûp, ait, muteallik; 2. Mekanik usulüne taallûku olan. mehanizm r. = mekanizma. mekçigiy ince, yağsız, kuru vücutlü. mekçiy- incelmek, vücutça zayıflamak, kurumak; belim mekçiyip ketkende, közüm çekçiyip ketkende, karılık karşı kelgende folk.: belim inceldikte, gözlerim battıkta, ihtiyarlık geldikte. meke atların vücudunda kan belirmesi (ilk baharda yahut yazın atların kanaması). mekeme a. müessese, daire, kalem. meken a. sığnak, mesken; meken kıl- yahut et- (önce gelen akkuzatif ile) yerleşmek, ikamet etmek, yaşamak (herhangi bir yerde); ata meken: baba yurdu, vatan. mekende- ikamet etmek, yaşanacak bir yere mâlik olmak; bulunmak (her hangi bir yerde). mekendöö işs. mekende-`den. mekir fazla kıvrılmış, aşırı kamburlaşmış. mekiren- 1. ağzını açmadan yavaşça melemek (anasının yanına varmak istiyen kuzu, dövüşmeye hazırlanmış olan koç hakkında); 2.mec.: ağzını açmadan, halinden memnun bir suretle, yavaşça gülmek. mekirey- 1. fazla kıvrılmak; 2. = mekiren-. mekirik = makröö. mekiyan f. tavuk soyundan olan kuşların dişisi. mektep a. okul, mektep; orta mektep: orta tedrisat mektebi; tolu kemes orto mektep: tam olmıyan orta tedrisat mektebi; coğorku mektep: yüksek mektep; coğorku tehnika mektebi: ileri teknoloji mektebi; mektepke çeyinki: mektepten evvelki. melci- (kök, asman, obo sözleriyle bir arada): kök melcip uçkan kuş: en yükseklerde uçan yırtıcı kuş; kök melcigen biyik too: tepesi göklere çıkan yüksek dağ; obo melci-: yükselmek, tepesi göklere çıkmak. meldeş- I, 1. bahse girişme; 2. müsabaka, yarış; sotsialçıl meldeş: sosyalistik yarış.\n\n\nII, 1. bahse girişmek; 2. yarışmak, müsabaka etmek; 3. kararlaştırmak, sözleşmek. meldeşkensi- yarış yapar gibi gözükmek. meldeşüü işs. meldeş-`ten. melimde = melmilde. melimilde- sâkin, dağdağasız, hareketsiz bulunmak; melmildeğen kök teñiz: sâkin, dalgasız mavî deniz; too başı melmildeyt: dağın tepesi azametlice yükseliyor. melin kelin sözünün tekidir; kelin-melini menen keldi: gelinleriyle birlikte geldi. meliorativ r. (ziraatta) ıslâha, iyileştirmeye yarıyan, hizmet eden; ıslâh etme, iyileştirme. melmire- parlamak, yalabımak. melt : melt-melt et- yahut melt-melt bol-: yılıdıramak, yalabımak. meltey : kök meltey: aşırı dik kafa, inatçı. meltide- dolmak, gereği gibi doldurulmuş olmak, ağzına kadar dolmak (mayiler hakkında); meltildeğen çoñ suu: büyük ırmak. meltildet- et. meltilde-`den; meltildete kuy-: ağzına kadar dökmek. meltire- parlamak, yıldıramak, güzellikle hayran bırakmak; peri zattav miltireyt folk.: bir peri gibi güzelliğiyle insanı havran ediyor; meltiregen suluu: artistik bir eser gibi güzel. meltiret et. meltire-den. melüün 1. sâkin, rahat, mutedil; melüün cüröt: mütevazi hareket ediyor; 2. ılık; melüün suu: ılık su; memiregen melüün tün: sâkin, ılık gece; 3. yavaş, ılık rüzgâr. melüündö- : uçtu zakımdar melüündöp: hava yavaşça harekete geldi (havanın sezilir-sezilmez olan hareketi). memire I, f. torun, nebire. memire- II, tam bir sükûnet içinde bulunmak, rahat bir durumda olmak; celsiz köldöy memireyt: telsiz gündeki göl gibi sâkin; memiregen uyku: rahat uyku; memiregen tanıçtık: tam sükûnet; memiregen tam-kıştak: güzel kışlak; memiregen tün; sâkin gece. memireş- müş. memire- II`den. memiret- et. memire- II`den. memleket = mamleket; uluu memleket: büyük devlet. memlekettik = mamlekettik. men I, ben (genitif: menin: benim; akkuzatif: meni: beni; datif: mağa, maa, mağan: bana); men-mençil = menmençil.\n\n\nII, = menen: mençik mülk, mülkiyet. mençikte- 1. mülk saymak, benimsemek, mülk edinmek; 2. temellük etmek, tasarruf etmek. mençitkel- benimsenmiş olmak. mençiktüü birinin mülkünde olan, hususî mençiktüü mülk: hususî mülk; mençiktüü mal; tek bir şahsın malı olan hayvan sürüleri. mençil bk. men I. mende = bende. mendeker f.: mendeker köz: kabahatli gözler, rica eden bakış. menen son ektir 1) manaca rusçanın mef’ulü manasında (comitatif’i) uygun gelir; kol menen: el ile; bıçak menen: bıçak ile; meni menen: benimle; tünü menen: bütün gece; 2) (r-lǐ girundif ile) … ınca; olur-olmaz; çığarı menen: çıkar-çıkmaz; çıkınca, çıkmasiyle beraber; bir az ubakıt ötörü menen: bir parça zaman geçince, bir müddet sonra; plerum açıları menen: umumî toplantı açılınca; eñ aldı menen: her şeyden önce; 3) geçen zaman girundifi ve şahsî hitişik zamirler ile birlikte ilzamî (concesionel) – cümle teşkil eder; oşondoy bolğonu menen: böyle olmakla beraber; kün cıluu bolğonu menen, tünküsün ayaz: gerçi gündüzün sıcaktır, fakat geceleyin ayazdır; kelgeniñ menen : gerçi son geldin; gelmenle beraber; değen menen bk. de- I. menenki (menen+ki): erteñ menenki: sabahleyin; erteñ menenki çay: sabah çayı. meñ ben, hâl. meñdubana bañ otu (Hyosciamus niger). meñgi = mañgi I II meniki benim; bul at meniki; bu at benimdir; meniki akılsızdık: benim yaptığım ahmaklıktır menmençil övüngen. menmençilik övüngenlik. menmensi- övünmek, farfaralık etmek. menşebek kon. menşevik. menşevik r. Menşevik (Rus mutelil sosyal-demokrat) partisi mensûbu. menşeviktik = menşevizm. menşevizm r. Menşenik partisine intisap : menşeviklik. merbet f. inci, sedef. merdek = mardek. merden- f. mit.: çil merden: kırk gayip erenler; piri merden: Buharanın patronu olan Bahaeddin`in sıfatıdır, ki Destandaki bahadırlar sık-sık onun imdadına başvururlar (onlar Şahi Merdan`ının mededine de müracaat ederler). merdiker f. gündelikçi ırgat. merdikerlik gündelikçi ırgatlık merdiyen bir, bahadır atının lâkabıdır. merek kerek sözünün tekidir; kerek- mereği cok: lüzumu yok. mereke = bereke. meres = mıras. merestel- mmirasına konulmuş olmak. mergen 1. tüfekle avlanan kimse, nilanci; alğanı bolot mergendin ats.: verenin eline bir şey geçer, avcının eline av geçer; 2. tüfekle avlanma; mergenge çıktı: avlanmıya çıktı. mergerçi = mergen 1. mergençilik . (tüfekle avlana kimsenin) avcılığı. meridian r. tul dairesi. merinos r. merinos; merinos koyu: merinos koyunu, İspanya koyunu . merro r. yeraltı demiryolu. merset f. çocuk, yavru. mert (bk. bert) 1. burkulma; 2. ölüm , ânî ölüm, helâk; mert bol-: ölmek, helâk olmak. merte = mertem. mertebe = mertem; eki mertebe: iki defa; iki kere, mertem a. defa; eçen mertem; kaç defa, birkaç defa; birinci mertem: ilk defa. mertik- burkulmak. mertin- burkulmak; küçtüü küçönsö- kücünö kelet, küçü cok küçönsö-beli mertinet ats.: kuvvetli adam ıkınırsa kuvveti artar, kuvvetsiz adam ıkınırsa, beli kırıkır. merttik helâk, ölüm. mesel a. benzeş, benzeme, bemzetme. meseldet- kinaye ile söylemek; lâfını atalar sözleriyle, tekerlemelerle, vecizelerle süsleyip söylemek. meskey (r. «miska» ) çorba tası. mestey- = misirey- 2. mestkom r. (rusça «mestnıy komitet» sözünün kısaltılmış şekilidir, ki bu da mahallî komite demektir; M.). meş I, (r. «peç» ) soba; temir meş: demir soba.\n\n\nII, 1. tulum kılığında çıkarılan keçi (teke) derisi; 2. bu gibi deriden yapılan tulum. meşkey = meçkey. meşşan (r. «meşçanin» ): şehirli, burjuva. meşşanke (r. «meşçanka» ) şehirli, kadın. met et I sözünün tekidir; et-metiñ barbı?: etin-filânın var mı? metafizika r. mêtafizik, tabiat ötesi. metall r. metal, maden; kara metall: siyah metal; cıltırak metall: renkli metal. metalçı metalci, metalurji sanayi amelesi. meteorologiya r. meteroloji; meteorologiya şartlaro: hava şartları. meti . değirmen çekici. metis r. melez. metisteştir- melezleştirmek. metisteştirüü melezleştirme. metod r. usul. metodika r. usul fenni. metr r. metre. metrepoliten r. metropoliten. meyil a. arzu, meyil, temayül; meylim tartpay turat: canım istemiyor; arzum yoktur; meyliñ bilsin yahut öz meyliñ bilsin: canın istersen öyle öyle yap; meylinçe cesin: istediği kadar yesin;çın meyli menen kirişti: ciddiyetle,özenle girişti; meyli !. peki, hepsi bir!: meyli at, meyli öğüz bolsun: isterse at, isterse öküz olsun-hepsi bir. meyirman f. merhametli, nezaketli, halîm, mihirban. meyirmançılık şefkat, nezaket, mülâyemet. meyiz f. kuru üzüm. metkin . ova, dün; kerilgen meykin tüz cayloo: geniş ve tamamiyle düz yayla; meykin talaa: düz sahra, step. meyli bk. meyil. meylüün = melüün. meyman f. misafir, konuk, mihman. meymandos f. misavirperver, konulsever, mihmandost. meymankana f. misafirhane, misafir odası. meynet = meenet. meyrim = meer. meyrimsiz = meerimsiz. mezelen- manalı ve özlü olmak. mezgil zaman, mevsim, ân; kışkı mezgil: kış mevsimi. mezgilsiz mevsimsiz, münasip zamanında olmıyan. mıçğıla- = mıçkı-. mıçık- 1. kazımak; tırmalamak; 2. mıncıklamak, sıkmak. mıçkı- mıncıklamak (elle) sıkmak, (pençe ile) kapmak. mıçlık- pas. mıçkı-`dan. mıdır hareket, kımıldamak; mıdır et-: hareket etmek, kımıldamak; mıdır etüügö darmanı cok: kımıldamaya dermanı yok; mıdır etken can cok: kimseler yok. mıdırsız hareketsiz, kımıldamaz. mık f. çivi; bir üydüñ mık-çeğeri: evin büyüğü (bütün evin mesnedi olan, bütün eve kumanda eden kimse). mıkaaçı 1. yamyam; 2. barbar. mıkaçı = mıkaaçı. mıkçı = mıçkı. mıkçıl- = mıçkıl. mıkçıñda- tırmanmak, ıkınmak, elinden gelmeyecek işi yapmak teebbüsünde bulunmak. mıkçıñdat- et. mıkçañda-`dan. mıkçıy- kamburunu çıkarmak, büzülmek büzülmüş ve boynunu içeriye çekmiş şekilde bulunmak, kısılmak (şişman ve kısa boylu adam hakkında); mıkçıyğan: kısa boylu adam şeklinde olan. mıkın yan, fileto. mıkırakay küçük ve tıknaz. mıkıray- küçük ve tıknaz şekilde bulunmak. mıkıy I, yahut mıkıy ükü: baykuş (Nyktala). mıkıy- II, büzülmek, kısılmak; colborostoy catat mıkıyıp folk.: kaplan gibi büzülüp yatıyor. mıkıyt- et. mıkıy-`dan. mıkıyuu işs. mıkıy-`dan. mıkpaş f.k bir şeye çivi tepesi şekli vermek için kullanılan aygıt. mıkrız hasis, cimri. mıkta- bir nesneyi sağlam ve dayanıklı olmak üzere yapmak; oyuñ mıktan oylo!: iyice ve sağlamca düşün!; mıktap toyup: adamakıllı doyarak; mıktap cep: gereği gibi yiyerek. mıktı 1. kuvvetli, sağlam, dayanıklı; 2. mümtaz, ileri gelen; respublikabızdın mıtkı kişileri: Cumhuriyetimizin ileri gelen adamları; ayıldağı mıktıbız: köyümüzün en hatırı sayılır şahsiyeti. mıktıla- mıktılap: sağlamca, muhkemce, esaslıca. mıktılan- sağlamlaşmak, muhkemleşmek. mıktılık sağlamlık. mıktısı- (manaca) = mıktısın-. mıktısın- kendini kuvvetli saymak; kuvvetlilik taslamak. mıktuulan- sağlamlaşmak, kuvvetlenmek. mılcı- : gevezelik etmek. mılcıma = mılcıñ. mılcıñ boş sözler söyliyen, geveze. mılcıñda- gevezelik etmek; bıktırmak. mılcıy- gözünü yarı kapamak ve yüzünü buruşturmak; kündün közünö mılcıyıp bir karap koydu: gözlerini yarı kapatarak, güneşe bir baktı. mılğı- içeri batmak, saplanmak; attıñ tuyağı cerge mılğıdı: atın tırnağı yere battı. mılğıt- et. mılğı-`dan. mılk . taklitlik sözdür; nayza kirdi etip folk.: mızrak (yumşak bir nesneye) serbestçe girdi, battı; mıkını mılk etet, içi-kardı şılk etet folk.: yanları «mılk- mılk» ediyor, içi ise «şılk-şılk» ediyor. mılmığıy çekingen, mıymıntı. mılmıy- çekingen, mıymıntı olmak. mıltık- tüfek; mıltık at-: tüfekle ateş etmek; mıltık atılıdı: tüfekle ateş edildi. mıltıkçı- tüfekle avlanan kimes. mıltıkta- tüfekle ateş etmek; tüfekle öldürmek. mıltıktuu- tüfekle silâhlanmış olan. mına- işte,: mına bu: işte bu; ana-mına; öte-beri; özüldükü degende ana-mına işim bar ats.:kendi işin bahis konusu olursa, öküz kadar gücü var; eğer başkasının işi bahis konusu olursa benim öteberi (başka) işim var. mınakey işte. mınala- mına-mına demek (bk.) mınça o kadar, bunca. mınçalık o kadar. mınçançı mınça`dan tertibî şekildir. mında burada, işte burada; andamında: arada-sırada, şurada-burada, bazı yerlerde. mından buradan, bundan, bunun içinden, ondan; mından kiyin: bundan sonra. mınday- böyle, bu gibi; mındayın kaydan biz geldik? folk;bunun böyle olduğunu nerden bilelim? mındayça böylece, bu suretle; mındayça aytkanda: başka türlü söylersek, doğrusunu söylemek icab ederse, açıkçası. mındayla- mındaylap: böylece, bu suretle; mındalap aytkanda: başka türlü söylediğimizde, daha basit bir tarzda söylersek. mıñ (Rad, V.) = miñ.. mıñkıl bk. küñkül. mıñkılda- hımhım konuşmak, mırıldanmak. mıñkıldat- et. mınkılda`dan. mıntık = mıltık. mırakır a-f. seyis (doğrusu ahulara bakan memur; M.) mıramır = mramor. mıras a. 1. miras: 2. (Destanda) ölmekte olanın yahut ona tevcih edilen) vedalaşma sözü. mırık kenarı kırık olan, gedikli, rahneli; mırık çükö: kenarı kırık aşık; mırık kişi: hımhım adam. mırıñda- hımhım konuşmak. mırıñdoo işs. mırıñda-`dan. mırşap = murşap. mırtığıy = bırtığıy. mırtıy- şişmanlamak, (başlıca yüz hakkında); mırtıyıp alıptır: şişmanladı; yağ bağladı; suratı şişti. mırtıyuu işs. mırtıy-`dan. mırza a-f. 1, cömert; 2, efendi. bay. mırzalık cömertlik. mısalı = misali (bk. misal). mıskal a. miskal. mıskalda- -: mıskalda: miskallayıp; batmandap kirgen ooru, mıskaldap çığat ats.: batmanla giren hastalık, miskalle çıkar. mış ! I, pist!\n\n\nII: mış bol-: korkmak:, mış kıl-: korku salmak; took mışın debeyt, ats.: (bununla) tavuğu bile korkutamazsın; calpı barıñdı mış kılar folk.: hepinizi korkutur. mışakat = maşakat. mışakattuu = maşakattuu. mışık kedi; mışıkka oyun; çıçkaña ölüm ats,: kediye oyun, sıçana ölüm. mıtaam mıtayım = mitaam. mıtan mayasız aş hasta için mahsus yapılmış soğuk yemek; mıtan carma; tahammur etmemiş ve bozulmuş carma (bk. carma2) yahut boza. mtıt- kalçadan çimdiklemek. mıtkı- = mıçkı-, mıy çıy sözünün tekidir; mıya sarı çiçekli acı bir otun ismidir; kızıl mıya (lâtince adı Glyeyrrhiza olan ve kökü tatlı bulunan bir ottur, mayankökü, M.); ak mıya: lâtince adı Pimpilenna Saxifraga olan bir ot. mıyat = miyat. mıyattık = miyattık. mıyba = mömö. mıyık = murut II; mıyığınan küldü emi folk.: bıyık altından güldü. mıyırban = meyirman. miyoloo- miyavlamak. mıyoo miyavlama. mıytıy- minnacık olmak. mıyzam a. kanun, nizam; tüp mıyzam: anayasa, kanunu esasî; mıyzam cıynağı: kanun mecmuası, code; kılmış mıyzamı: ceza kanunu. mıyzamçı kanundan anlayan. mizamduu kanuna uygun, meşru. mizamsız kanunsuz, gayri meşru. miyamsızdık kanunsuzluk. mif efsane. mikpob r. mikrop. milrofon 1. mikrofon. mikroskop r, mikroskop. mil bildiğimiz mesafe ölçüsü. mildet a. 1. vazife, ödev 2, taahhut; 3. görülen iş, fonksyon; mildet kat: taahhütname; başkaruu mildeti:idarî vazife. mildetker a.-f. mesul, mesuliyetli; cılkıga özüm mildetker: atlar için kendim mesulüm, mildetten- taahhüt etmek, üstüne almak. mildettendir- vazife olarak verme, taahhüt ettirmek; mağa mildettendirdi: o bana yülletti; beni taahhüt altına kodu. mildettendiril- taahhüt altına konulmak. mildettendirüü taahhüt altına koma; vazife olarak yükletme. mildettenme taahhüt; milddettenmelerin orundastı; taahhütlerini yerine getirdiler. mildettenüü işs. midetten-`den, mildettüü 1. mecburî, vazife olarak yükletilmiş; mildettüü toktom: mecburî kararname; 2. medyum olan; bul baktıluu turmuş üçün coldoş Stalinge mildettüübüz: bu mes`ut hayatı biz yoldaş Stalin`e medyûnuz. milimetr r. milimetre. militsiya r. milis. miliyan = milliion. miliyse kon. 1. = militsiya; 2. polis memuru. milliard r. milyar. million milyon. milte 1. fitil; miltıktın miltesi: tüfeğin fitili; 2. geniş yakalı ve gocukların dikiş yerlerine konulan kaytan, zırh. miltelüü fitilli; miltelüü miltık: fitilli tüfek. min- binmek, ata binerek gezmek; ögüz min-: öküze binip dolaşmak; at min- yahut atka min- bk. at I; cöö cürgönçö, töö minger cakşı ats.: yaya gezmektense, deveye binmek iyidir; kayık min-: kayığa binmek; terezesi cerge minip oturgan cer üy: penceresi tam yere bitişik olan toprak ev (zeminlik). mineral r. maden; minarel semirtkiç: madenî gübre. mingiz- bindirmek; at mingiz-: 1) ata bindirmek, 2) at hediye etmek; kayısı attı mingizebiz?: onu hangi ata bindireceğiz? miñ bin. miñde- : miñdeğen cılkı: binlerce at sürüsü; miñdep: binlerle: minil- mut. min-`den; minilbegen cılkı: üzerlerine eğer vurulmamış olan atlar. ministr r. vekil, nazır, bakan. ministrlik 1. vekâlet, nezaret, bakanlık; 2. vekile mensûp ait, müteallik; ministrlik portfel: vekâlet çantası. mint = munet. mintiş- müş. mint-`ten. minus r. nakıs. mis If. bakır.\n\n\nII= miz. misal a. örnek, misal; misali: meselâ. misirey- 1. şişkin, kabarık olmak; 2. dırenerek susmak. misker f. 1, bakırcı; 2. çilingir miskerlik 1. bakırcılık zanaatı; 2. çiliñirlik sanaatı. mispildirik : mispildirik bol-: nam-nışan bırakmadan koybolmak; mispildirik kıl-: imha etmek. missiya r. ayrıca bir memuriyet (mission). miste f. fıstık (piste). mistika r. tasarruf. miston r. piston. miş = imiş. mit it sözünü tekidir; it-mit kaap albasın: köpek filân ısırmasın. mitaam a. dolandırıcı, açılgöz. mitaamçılık dolandırıcılık. mitaamdık = mitaamçılık. mital kon. = metall. mitayım = mitaam. mite 1. mit. koncoloz, vampire (12-13 yaşındaki çocuk kılığında olan bir varlıktır); 2. tufeylî. miteçilik tufeylîlik. mitep kitep sözünün tekidir; kitep-mitep: kitap-filân. mitiñ r. miting. mitiñke mitiñge = kon. = miting miyat taraftar, müdafi; sen ağa mıyat bolbo: sen onun menfaatlerini müdafaa etmek. miyaz = piyaz. miyiz kiyiz sözünün tekidir; kiyiz-miyiz öñdöngön ğana bir demeklerdi kötörö kelgenbiz: keçe-filân gibi bazı şeyler getirmişiz. miyna f. mine; miyna tök- yahut miyne cögör: mine vurmak (başlıca süs olmak üzere). miyri iyri sözünün tekidir. miysal = misal. miz sivri uç; keskinbir aygıtın yüzü; mizin kayra: yüzünü bilemek; bıçaktın mizi kayttı: bıçak körleşti; mizi kayttı: sâkinleşti; mizin kaytar-: 1) körleştirmek; 2) burnunu kırmak, kibrini gidermek; 3) bir işten soğutmak, hevesini söndürmek, gayretini körleştirmek; düşmandın mizin kaytaruuğa dayar bolodu: düşmana karşı koymaya hazır bulunalım; kılıçtın mizin cala-: folk. kılıcın yüzünü yalamak (destanlarda bahadırların antlarını pekitmek şekillerinden biridir), mizbildirik = mispildirik. mizde- keskin bir aygıtın yüzünü bilemek. mizdüü keskin; eki mizdüü: iki yizli (her iki yanı keskin olan). mizildet- taklitlik sözdür: mitedey mizildetip sorup cattı: koncoloz gibi emdi. mobilizatsiya r. seferberlik. mobu = mabu. mocu I= bocu.\n\n\nII, çaydanlığı kaynatmak için sacayak. mocula- ata «tenbiye» (araba dizgini) takmak. moda r. moda. moko- körleşmek, kesmez olmak; orok mokosun!: orak körleşsin! (eli biçenler için iyi dilek); ak moko: nefret etmek; uruuçuluktan ak mokodu: kabile kavgaları onları bizar etti; men bara berip ak mokodum: ben tekrar-tekrar gitmekten biktım, usandım; kıraklılığı mokoğon: uyanıklığı körleşti. mokoço çoc. umacı hilkat garibesi; mokoço kele atat: umacı geliyor. mokoğonduk körleşmeklik, körleşme; kıraakılıktın mokoğonduğu: uyanıklığın körleşmesi. mokok 1. kör (bıçak hakkında); 2. kalın kafa, balık beyinli. mokoş körleşme; kıraakılıktın mokoşu: ıyanıklığın körleşmesi. mokot- 1. körletmek, kör yapmak; 2. korkutmakgöz dağı vermek; meni mokotup aytkan sözü: beni korkutmak maksadiyle söylediği lâfı. mokotuu işs. mokot-‘dan; kıraakılık mokotuu: tayakkuzu körletme. mol çok, bol, mebzûl; keñ mol: 1) gayet geniş, bol; 2) gayet mebzûl. moldo a. 1. es. okur-yazar kimse; 2. heyeti runaniyeden bir şahsiyet, molla imam; akırın baskan moldodan saktan, ala çapan kocodon saktan ats. : yavaş basan (yani alçak gönüllü gözüken) molladan sakın, alaca cübbeli seyid’den sakın; üköz moldo bk. üköz; ak moldo mec: votka, imam suyu. moldoluk mollalık mesleği yahut durumu. moldok bolluk. molo 1. türbe, kabir; boordoş molosu: kardeşler kabri, müşterek kabir; 2. söv geberesi! molok yahut molok kulak (karş. çunak, muluk) : kesik kulaklı. molotilka r. harman makinesi. moltoñ : moltoñ moltoñ et- = moltoñdo-. moltoñdo- hareketlerinde güdüğe benzemek (diyelim, kolun kesik parçası, tüysüz çene, kılsız kuyruk hakkında) ; soltobay kelet soltoñdop, sakalı cok moltoñdop folk. : soltobay soltabayca ve sakalsız çenesini öne doğru çıkararak geliyor. moltoy- tomruk, kütük şeklinde bulunmak. momintip işte böyle, işte bu tarzda. momo çin. 1. mayasız (tuzsuz) olarak buğuda pişmiş ekmek; 2. momo toğolok: balçıktan yuvarlaklar (yapı malzemesi) ; momo toğoloktop salğan üy; balçık yuvarlaklarından yapılmış ev. momoloy bk. çıçkan 1. momopozi = mampazi. momun Ia. 1. kanaatkâr, sâkin, mütevazi; 2. müttaki, Allahtan korkan.\n\n\nII, r. karo (oyun kâğıdının rengi) . momunduk 1. itidal, alçak gönüllülük; 2. takva, pehrizkârlık. momura- sâkin, sükûti, halîm olmak; momurağan: halîm, uysal; momurağan cumşak tün: sâkin ve yumşak gece. mon söykö (bk.) nün aşağı, geniş kısmı. monarhiya r. monarşi. monarhist r. monarşist. monço hamam. monçoçu hamamcı; hamam işleten. monçok boncuk; tamaktan ayağan monçok kurusun ats. : yememek- içmemek suretiyle satın alınıpda, taşına gerdanlık yok olsun! ; tamak monçuk, gerdanlık; çaç monçok: saç örgüsünün ucuna takılan ziynet; suu monçok 1) (kıymetli vwe ekseriya inciden olan) ufak taneler; 2) bu gibi tanelerden olan gerdanlık; monçoktoy: tıknaz ve endamlı, iri-yarı (insan hakkında). monçokto- bocuk taneleri görünüşünde bulunmak; közünön monçoktop caş ketti; gözünden iri iri gözyaşı döküldü. monçoktot- et. monçokto’dan. monçoo = monço. monizm r. (bütün alemi tek bir unsurla izah etmeyi hedef edinen sistem; m.) montoñdo- = moltoñdo-. moolut a. 1. keder; 2. arzu. mookum = mook; mookumum kandı: tam manasiyle tatmin edildim; mookumuñ basılbadıbı? : bir parça ferahladın mı? ; ıylap mookumum basıldı: ağlayıp bir parça içim açıldı; mookum bas-: teselli vermek. mookun = mook; mookunu kañança: tam tatmin edilinceye kadar, alabildiğine, bol bol. mor I, (karş. kariney 1) balçık veya tuğla baca; meştin moru: soba borusu.\n\n\nII, 1. yarı yanmış koyun tezeği (ki bununla ufak-tefek işler için değnekleri yumuşatıyorlar) ; 2. bir nevi koyu-kahve renginde olan boya. moral r. ahlâk (morale). moralsız ahlâka aykırı (amoral). moralsızdan- ahlâksızlanmak. moralsızdanuu ahlâksızlanma, demoralizayon. moralsızdık ahlâksızlık, ahlâk mefhumuna ehemmiyet vermemezlik. mordo- mor’a koymak suretiyle doğrultmak (bk. mor II, 1. ) iyri çığaç tüz bolot, tezge salıp mordoso folk. : iğri değnek doğruluyor, eğer doğrultma ayğıtına koyarak düzeltilirse. morpo sorpo sözünün tekidir. mort I, çort-mort dep sök, : şeytanı anarak sövmek.\n\n\nII, çabuk kırılan, tez kırılmaya müsait olan; köynöğüñ mort bolsun, canıñ bek bolsun! (yeni gömlek giyen çocuk için iyi dilek) : gömleğin yırtılsın, canın pek olsun! moskool sağlam yapılı (insan hakkında) . mostoy- somurtmak; karabaysıñ mostoyup, kadırıñ menden kalğanbı? : folk. : somurtuyorsun ve bakmıyorsun, yoksa bana hatırın mı kaldı? mostoyt- -et. mostoy-‘dan; közdörün mostoytup: surat asarak, somurtarak. motoñdo- = moltoñdo-. motor r. motör. motorçu = motorist. motorist r. motörist. motoy- = moltoy: moturañda- hareket etmek (tombul ve sevimli çocuklar hakkında) . moturay- tombul ve sevimli olmak (çocuk hakkında) ; ata! kağılayındardı körçü! moturayıp turuşkanın! : vay, şu sevimli oğlanlara baksana, ne kadar tombuldurlar! moyloo f. bıyık. moymol güzel kadın, dilber. moymolcu- güzel görünüşte bulunmak, güzelleşmek, güzellikle parlamak; moymolcuğan: güzel kadın, dilber; moymolcuğan köz: güzel gözler. moymolcut- et. moymolcu-‘dan. moymoldo- = moymolcu-; kara közü menen moymoldoy karap turat: güzel siyah gözleriyle bakıp duruyor. moyno- direnmek, inat güstermek, elden kaçmak, harınlamak; at moynop ketti: at harınlayıp, serkeşlik ediyor, bağlatmıyor (yakalanmış olmakla beraber durmuyor, kurtulmaya çalışıyor) ; moynop könböy kaldı: aksilik etti ve uzlaşmaya yanaşmadı. moynok 1. devenin boyun derisi; tönönün moynboğu: devenin boynuna ve başına atılan bayramlık örtü; 2. ak boyun (sık- sık tesadüf edilen köpek lağabıdır) ; 3. köpek, erkek köpek; 4. dik geçit; it cübös moynok colu bar folk. : köpeğin bile geçemediği bir geçit yolu vardır. moynook boynuna kement atılırken durmıyan at. moypoñdo- : moypoñdo corğolo-: yorga yürümek; cüğörünün sabağın uy moypoñdop cakşı ceyt: mısırın sapını inek büyük bir iştahla yiyor. moysapıt f. aksaçlı, ihtiyar, muyu sefid. moyso- dövmek; moysop saldı: adamakıllı dövdü, patakladı. moysoş- müş. moyso-‘dan. moytoñdo = moltoñdo-. moytoy- = moltoy-. moyul salkım erik ağacı (prunus padus) , yabanî diken. moyun boyun; koluñ menen kılsañ, moynuñ menen kötörörsüñ ats. : elinle yaparsan boynunla kaldırırsın (mesuliyet hakk) ; moyuña al-: üzerine almak, kabul etmek; cañılıştarın moynuna aldı: kendi yanlışlarını kabul etti, itirafı kusur etti; moynum alam: üzerime alıyorum, kabul ediyorum, deruhte ediyorum; moyuña art-: (birisine) yükletmek, taahhüt altına koymak, vazife olarak vermek; moyunsun- = boysun-; moyun ber-:teslim olmak, yenilmek; moyun küçtükkö sal-: kuvvete güvenmek, kuvvete dayanmak; moynu toñ: inatçı, dik kafalı; moyun alış-: boyunlarını sarmak suretiyle kucaklaşmak; moyuña kur (yahut: boto-, yahut: çılbır) sal- (yahut salın-) es. : kendi boynuna kuşak (yahut: atkı, dizgin) atmak; mec. boyun eğmek, ran olmak, itaat etmek; moynum car berbeyt bk. car II. moyunça iki yaşına basmış ve meme emmeyi bırakmış olan buzağı, dana. moyunda- : at moyunda: kamçı ile atın boynuna vurmak ve bu suretle onu bir yana çevirmek (bu hareketiyle atlı protestosunu ifade ediyor ve çekilip gidiyor) ; keçeği sözün bugün boyundabay tanat: dünkü sözünübugün üzerine almayıp inkâr ediyor. moyundaş- biri-birinin boynuna sarılmak; eköö moyundaşpay koydu: ikiside kabahatini itiraf etmedi (yahut kendilerine karşı sürülen iddiayı üzerine almadı.) moyunturuk boyunduruk. möbörö = memire 1. möç köç sözünün tekidir; köç-möçü menen bütün göçü ile. mögdö- bacakları pek fazla yormak. mögö = mömö; mnögödöy salbıra folk. : tezellül ederek, yalvararak eğilmek. mögöçüktö- = mögdö. mökü bir çeşit ayakkabı. möl 1. möl-möl = mölt-mölt (bk. mölt).\n\n\nII, f. çok yavaş; çok nemli; mlö otun: büsbütün yaş odun: mölçör tayin edilen nokya, muayyen hat, sınır. möldür = möltür. mölt : mölt-mölt et-: yıldırmak; mölt et: parlamak; közünön mölt etip caşı agıp ketti: gözlerinden parlayıp, yaşları akıverdi. möltüldö- parlamak, yalabılmak. möltüldöt- et. möltüldö-‘den. möltür- 1. yalabıyan, parlayan; 2. temiz, şeffaf; möltür bulak: temiz pınar. möltürö- 1. parıltı ile hafifçr titremek; sımap möltüröp turat: cıva yıldırıyor; cüzüm möltüröp turat: üzüm parlıyor; möltürögön kelinçek: güzel gelin, genç kadın; almaday möltürögön suluu kız: elma gibi parlak kız; 2. şeffaf, temiz olmak (başlıca, damla hakkında) ; möltürögön bir tamçı suu: şeffaf bir damla su. mölüy- yalvararak, rica ederek bakmak. mölüyt- et. mölüy-‘den. mömö ö-, f. meyva, yemiş; mömö çığaçtarı: meyva ağaçları. mömö- ö-, meyva vermek (bitki hak.) mömölöş- müş. mömölö-‘den. möndü (destanda) kalmuklar ve çinliler tarafından bir savaş parolası gibi kullanılan söz. möndülö- “möndü” diye bağırmak (bir savaş parolası olmak üzere) möndür- dolu. möndürlöö- (dolu) yağmak. möngü gağ cemûdiyesi, ebedî kar; möñgünün karınday: dağ cemûdiyesi karı gibi (ak). möñgülüü cümûdiyeler ve ebedî karlar ile (dağ hakk.) ; möñgülüü toolor: cümûdiyeli dağlar. möñkü- 1. sıçramak; 2. gürlemek, çağlamak. möñküt- et. möñkü-‘den. mönötay r. şahit, yardımcı. möntöğöy küçük minnacık. möntöy- küçük görünüşte bulunmak. möön kırkbayır bağırsağı; möödüñ tuyuk uçu: kör bağırsak. möönüt a. vade, müddet, mühlet; kıska möönöt: kısa mühlet, kısa vadeli; möönötü uzatılğan karız: mahleti uzatılmış borç: möönöttön murda: vadesinden önce. möönötsüz müddetsiz, vadesiz; möönötsüzpasport: müddetsiz pasaoport. möönöttüü vadeli; ızak möönöttüü: uzun vadeli: kıska möönöttü: kısa vadeli. möör f. mühür, kendi aduı yazılı olan mühür; möör bas-: mühür basmak, mühürlemek. möörö- böğürmek. möörök çok böğüren inek yahut öküz. mööröt et. möörö-‘den. möösül tar. 1. kırgız memurlarının yahut kabile ulularının nezdinde usta atlı; 2. harp ganimetinin hanın yahut derebeyinin nefine ayrılan kısmı. möp mö hecesiyle başlıyan kelimelerin önüne takviye içi getirilir; möp- möldür; büsbütün şeffaf, tertemiz. mörö- =möörö- möröy 1. kazanılan zaferin neticesi; zaferle tatmin edilmek (maddi neticeler olmıyabilir); 2. öndül, mükâfat; möröy al-: bahsi kazanmak, müsabakalarda yenmek; möröy aldır-: müsabakalarda kaybetmek, bahsi kaybetmek; möröyün aldırdı: müsabakada kaybetti; 3. = ordo 3; möröy at-: ordo oyunu oynamak. möröylöş- yarışmak (başlıca yaya ve at koşularında). mramor r. mermer mubarek = maarek muda kuda sözünün tekidir; kudamudalar: dünür-filânlar. mudaa = müdöö; mudaağa cet-: maksada, arzu edilen şeye ermek. muğalim a. muallim, öğretmen. muğalimdik muallimlik, öğretmenlik, muallimlik vazifesi yahut vaziyeti. muhit a. es. = okean. mukaba f. cilt, kitap cildi (‘) mukabbat = makabbat mukam a. makam, ahenk (rhytme), ahenklik; aytkan sözün mukamına cetkiret: rabıtalı ve ahenkli konuşuyor; mukam sözdüü: tatlı sözlü. mukamduu ahenkli, mevzun; mukamduu ün: ahenkli ses. mukakta- (manaca) = mukaktan-; mukaktap coop bere alğanı cok: rabıtalı bir cevap veremedi. mukaktan- kekelemek, duraklamak, söz bulamamak, şaşırmak; “ men… meni ” dep mukaktanıp kaldı: şaşalayıp “ ben… beni “ diye mırıldandı ve kekeledi. muktac a. muhtaç. muktacdık muhtaçlık, ihtiyaç; eldiñ muktacdığı cönünde partiya menen ökümöttün kamkorduğu: parti ile hükümetin ahalinin ihtiyaçlarını düşünmesi. muktasar a. şeriat hükümlerini içine alan bir kitabın adıdır (muhtasarul-vikaye; m.) mukum büsbütün, tamamiyle. mukur 1. kör, körlenmiş (kesmez olan); mukur şibege: kısa (aşınmış) biz; ayağı mukur: topal; mukurmunduz: bir hastalıktır, bununla musap olanın bütün vücudü karhalarla kaplanır; 2. filorcin kuşu: fringilla montifringillia. mukurañda- : mukurañdap basalbay kaldı: aksayarak, ayağına basamadı. mulcuy- düm-düz olmak, pürüzleri kalmamak; sakal-murutu cok mulcuyğan abışka: sakalsız; bıyıksız ihtiyar. multuñda- = moltoñda. multuy- moltoy. muluk 1. kesik, küt (diyelim, parmağın bir hayut birkaç tane boğumu kesik bulunduğunda); muluk kulak: kesik kulak; 2. çoc. küçük kızcağızın ferci. muluke = muluk 2. mumuş cumuş sözünün tekidir; cumuş- mumuş bolup kalsa: iş-filân olursa. mun munu, munuñ, bk. bul I. munabu = mabu. munacat a. yakarış, münacat (Allaha). munar I= munara.\n\n\nII, serap, karanlık, havanın hafifçe beyazımsılığı.\n\n\nIII, (destanda) kocaman bir ağacın adıdır. munara a. kule, minare. munardan- hafif karanlıkta, hafif sisle örtülmek; keçinde munardanıp kün batkan: akşam güneş hafif sis içinde batıyordu; munardañan too: hafif sisle kaplanmış olan dağ. munardaş- (manaca) = munardan. munarık = munar II. munarıkta- = munardan-. munayım a. yumşak mülayim, nâzik, halim, sâkin; sakimday çüzüñ munayım folk. : yüzün serap gibi mülâyimdir. munça = mınça. munçalık . mınçalık. munçu (karş, sal I ) 1. sakat, (bir kolu yahut heriki kolu, bir bacağı yahut her iki bacağı olmıyan) ; 2. malûl, çalışma istidadını kaybeden; uruş muncusu: harp malûlü; emgek muncusu: emek malûlü (iş esnasında malûl olan). munday = mınday. munduz mukur sözünün tekidir. munet- mint-, münt- (munu+et) ; öyle yapmak; münetip yahut mintip yahut müntür: öyle, şöyle, bu suretle; munetpe yahut mintpe: öyle yapma, böyle hareket etme. muñ I, keder, can sıkıntısı gidermek; közdön muñ çeç-: can sıkıntısını gidermek; közdön muñ boldo: bir lâhzada gözden kayboldu. muñ- II= muñay-; muñbay: kederlenmeden, tasalanmadan. muñay- II kederlenmek, hasret çekmek, tasalanmak. muñayıkı bir parça kederli; muñayıkı tart-: tasalanmak; cüzü muñayınkı: yüzü kederli. muñayım keder, tasa; muñayım tart-: kederlenmek, somurtmak. muñayt- et. muñay-‘dan; köz muñayt-: hasretle bakmak, acıklı bir surette bakmak,. muñda- kederlenmek, merak etmek; kedeydin muñun muñdabadı: fakirlerin kaygılarını paylaşmadı, onları düşünmedi. muñdan- = muñday. muñdant kederlenmeyi mucip olmak. muñdaş keder ve tasayı paylaşan. muñduk dert, keder; kımızdan eki kese içken-muñduk, ayrandan eki kese içken-şumduk ats. : iki kâse kımız içmek derttendir, iki kâse ayran içmek hayâsızlıktandır. muñdur- kederlenmeti mucip olmak. muñduu kederli, dertli, kaygılı. muñduula- : muñdulup süylö: kederlenerek söylemek. muñkan- = muñay-; muñkangan ün: hazin ses; muñkanıp ıylat: acı-acı bağırıyor. muñkat- et. muñkan-‘dan; ırın muñkantıp brıp toktottu: kederli bir eda ile şarkı söyledi ve birden-bire şarkısını kesti. mutn (r. “bunt”) isyan (1916 yılında kırgız kıyamı); munt cılı: kıyam senesi (1916 yılı); munt cılı törölgön bala: 1916 yılında, yani kıyam senesi doğmuş olan çocuk. muntur tantır sözünün tekidir. munu munun, bk. bul I. muptu, a. müftü, fetva veren kanunşinans(bk. batıba) mura = murat. murakır = mırakır. murap I, f. köyde veya kasabada sulama tevzii işlerine bakan memur, mirâb.\n\n\nII= mıras. muras IImıras. murat a. gaye, arzu, murad; baylıkmurat emes, coktuk uyat emes ats. : zenginlik-gaye değil, fakirlik ayıp değil. muraz I= mıras. muraz II = murat; sen emne murazğa cettiñ? : sen ne muradına erdin? . murç f. siyah biber. (*) murça serbest zaman, boş vakit; murçam cok yahut murçam tiybeyt: vaktim yok meşgulüm. murçu- elden kaymak (aşık oyununda çelik hakkında) . murçuy- somurtmak; (memnuniyetsizlik ifade ederek) dudak bükmek; murçuyup kabağın tüyüp kuydu: dudak büktü ve kaşlarını çattı; ırancığan tüs menen murçuyup bir karap aldı: somurtarak ce muğber bir tarzda bir baktı; asımay tartkanda murçuyup kalat: enfiyeyi dil altına atarken dudakları iğritiyorlar. murda önce, daha evvel; mınadn murda körülbögön türdö: bundan önce görülmemiş şekilde; baarınan murda: her şeyden evvel; elden murda: 1) herkesten önce; 2) her şeyden önce; kün murda: vakti zamanında, önceden, münasip zamanında,; möönöttön murda: vadesinden önce, müddeti gelmeden.\n\n\n= murda. mursdağı eskideki, evvelki; murdağı künü: evvelki gün. murdu bk. murun I. murşap f. tar. (kokand hanlığında) bir polis memuru, miri şeb. murun I, 1. burun; murdu (bazan murunu) : burnu; it, murduna suu kirgende, süzöt ats. : köpek, burnuna su girdiğinde yüzüyor; eki kolubuzdu murdubuzga tığıp kala berdik: (iki elimizi burnumuza sokarak kaldık; murdun ceñine katıp, baş kötörö albayt; kuyruğunu kıstı, başını iğdi, kibiri gerildi (harf. : burnunu yenine saklayıp, başını kaldıramıyor) ; kündüñ murnu çıkkanda (yahut cayılganda soñ yahut cayıları menen) : tam güneş doğmaya başlarken, sabah erken; açuusu murdunun uçunda: çabuk kızıyor; it murun: yabanî gül ağacı; 2. burun deliği; eki murdu dardaktap folk. : burun delikleri kabarıyor.\n\n\nII, daha evvel, eskiden; kün murun: vakti zamanında; murunuraak: bir parça erkenden. murundan- (birisine. bir nesneye) burun hususunda benzemek; at baskan munundan: burnunu at çiğenim gibi basık. murunduu burunlu; kır murunduu, bk. kır I. murunku evvelki, eski. muruntan eskiden; öteden beri. muruntuk (develer, öküzler için) burunsalık. muruntuka- 1. burunsalık geçirmek; 2. mec. gem vurmak, zaptetmek. muruntuktat- et. muruntukta-‘dan. murut I, a. mürid.\n\n\nII, bıyık; murut al-: bıyığı kırpmak; muz murat: bir çeşit kara kuştur, ki gagasının iki yanında bıyıkları olur; murutunan küldü: bıyık altından güldü. muruttu pala bıyık. murza = mırza. musaapır a. gezginci, yersiz-yurtsuz; musaapır gol-: aciz bir durumda bulunmak, yalnız ve ev-barksız bulunmak; musaapır tart: acizlik göstermek. musaapırçılık gezginci, garip kimsenin hali, yersiz-yurtsuzluk, acizlik. musaldas musallas, a. üzümden yapılan şarap, müselles (başlıca, evde imal edilen) . musapır = mussapır. muskul r. adale. mustak 1. cumûdiye; 2. yüksek yazlık dağ merası, otlağı, yayla; mustakka tuuğan: yüksek dağ yaylasında doğmuş; 3. buz kesilmiş, soğuk. mustapa a. dn. seçilmiş (muhammed peygamber’in sıfatıdır) , mustafa. mustaraf a. mustarap kılba! sövme tabiridir. musulman a-f. musulman. musulmançılık bir müslümana lâyık olan hareketler ve işler. musurman = musulman. muş f. yahut muşt yahut muştu yahut muştum, 1. yumruk; muş tüy-: yumruk sıkmak; muştumday: yumruk gibi, küçük, küçüçük; kök muş: 1)pek fazla morarmış; 2) aşırı hiddetlenmiş, kudurmuş; suunu talaşıp, kök muş bolup caykan: su için adamakıllı çekiştirdiler; muştum cıttat-: yumruğu burun dibine yaklaştırmak, yumrukla burnuna vurmak; 2. kuvvet. muşt bk. muş. muşta- vurmak, dövmek, yumruklamak; bıçak menen muşta-: bıçakla vurmak, bıçak saplamak. muştağıla- it. muşta-‘dan; üstöldü muştağılap: yumruğiyle masaya vurarak. muştat- et. muşta-‘dan. muştek = muştuk. muştu bk. muş. muştuk alıcı kuşu elden koyuverme. muştum bk. muş. muun I, 1. boğum, mafsal; muunu cok yahut munu boş: kuvvetsiz gevşek; muun-cüün, bk. cüün; kırk muun: 1) bir otun adıdır; 2) bilek; 2. nesil; 3. gıram. hece; tuyuk muun: kapalı hece; açık muun: açık hece. muun- II, boğulmak, nefes alamamak; muunup öldü: asılıp öldü. muuna- 1. (kesilmiş gövdesini parçalarken) kemiği kemikten ayırmak; 2. azaları biri-birinden ayırmak suretiyle dağıtmak. muunak 1. mafsal, boğum yeri; 2. (bir nesnenin çevresindeki) çentik, oyun. muunçul gram. hece teşkil eden. muundur- boğmak. muunduu 1. boğumlu, mafsallı; 2. gram. hecelerden teşekkül eden; eki muunduu: iki heceli (kelime) ; 3. (etrafında) çentiği olan. muunt- = muundur; cakasın muunta karmaştı: biri-birinin yakasına sarıldılar. muuzda- boğazını kesmek, boğazlamak. muuzdal pas. muuzda-‘dan. muuzdoo 1. boğazlama; 2. boğazlama yeri (boğazlarken bıçağın geçeceği yer) . muyru iyri sözünün tekidir; iyri-muyru: eğri-büğrü, şaşı, yılankavî. muyu- 1. inanmak, kanaat hasıl etmek; güvenmek; 2. ehemmiyet vermek; 3. peşinden takip etmek; 4. bir şeye, bir işe gönül bağlamak. muyuş- muyu-‘dan müş. (= muyu) . muz buz; muz carğıç: buzkıran (gemi) ; cürögünö muz boldum folk. : “yüreğine buz oldum” : ben om da nâhoş hisler ve hâtıralar uyandırdım. muzda- buz kesilmek, donmak, pek fazla soğumak; cüröğüm muzdadı: hayal kırıklığına uğradım, soğudum, küstüm; muzdadı senden soğudum. muzdak buz gibi, soğuk, donmuş; muzdak suu: soğuk su, buz gibi su. muzdat- buza çevirmek, dondurmak; cürögömdü muzdattı.beni hayal kırıklığına uğrattı, soğumaklığıma sebeb oldu. muzdoo buvzlaşma, donma, pek fazla soğuma. muzey r. müze. muzika r. musiki. muzikalaştır- musikileştirmek. muzikalık musikiye mensûp, ait, müteallik; musikalık aspaptar: musiki âletleri. muzoo bir yaşında olan buzağı; muzoo tiş örülgön kamçı: hususî bir nakışla örülmüş kamçı. muzoobaş 1. kök kurdu, halkalı; 2. zehirsiz büyük örümcek: phalangina. muzooçu buzağı çobanı. muzoolo- buzağılamak. müçö I, 1. bedenin bir kısmı, uzuv, organ, aza; anık müçö: hakikî aza; çetki müçö mat. : kenardaki had; okşoş müçö mat. : müşabih had; ortoñku müçö mat. : ortadaki had; söz müçösü gram. : aksamı kelâm; aytuu müçölörü db. : telaffuz uzuvları; süylöm müçölörü gram. : cümlenin uzuvları; süylöm düñ cay müçölörü gram. : cümlenin bayağı uzuvları; süylömdüñ kurama müçölörü gram. : cümlenin katmerli uzuvları; 2. es. ölünün evinde, cenaze merasimine gelen kabile mümessillerine verilen şey; elge müçö ber-: ölünün istirahatı ruhu için sadaka, hediye dağıtmak. müçö- II, hayvan devri takvimine göre, kendisinin doğduğu seneye ermek (bk. müçöl) . müçöl 1. on iki senelik hayvan devri takvimi; 2. bu takvimin bir yılı; 3. doğum senesi (her oniki senede bir defa gelir: bu yılın başı insan için muhataralı sayılırdı) ; meniñ bugün üçüncü müçölöm: ben bugün otuzaltı yaşımı doldurdum; 4. yıldönümü; on cıldık müçöl: onuncu yıldönümü. müçölö- parçalnamk, uzuvları biri- birinden ayrılmak; car aar kaysı cerine müçölöp çıktı: yaralar her azasında peyda oldu; müçölöbös söz gram. = senek söz (bk. senek) . müçölömö 1. taazzi eden, 2. gram: değişen; müçölömö söz: değişebilen söz. müçölöt- parçalamak, uzuvlara ayırmak. müçölötüü uzuvlara ayırmak. müçöüü : alp müçölüü: bahdır biçimli. müçöö = müçö I. müçü- muvaffak olmamak (maksada yaklaşıpta, ona mulaşmamak) ; müçüp karmay albay kaldım: yakalıyamadım (hâlbuki bu maksada çok yaklaşmıştım) : müçülüş kifayetsiz, az miktarda olan; akçam müçülüş bolup, palto alamadım: param yetişmediğinden, palto alamadım. müçülüştö- : müçülüştöp: azar; azacık, güç hal ile. müçülüştük kifayetsizlik; eksiklik; akçanın müçülüştügönön mıltık alalbaldım: paranın kıtlığından tüfek alamadım. müdöö a. arzu, gaye, menfaat; emine mündööñ bar? : ne istiyorsun? müdür a. es.müdür, direktör. müdürüktö- homurdanmak, mırıldanmak. müdürül- sürçmek. müdürült ., et. müdürül-‘den; coldoş bolbo ayğakka, müdürültöt tayğakka ats. : koğucu ile yoldaş olma. o seni attan düşürür. mük cüz sözünün tekidir; cük-müğü menen: yükleri-filânları ile beraber. mülcü I, kolu-botu mülcü-şalkı: bacakları elleri gevşemiş. mülcü- II, kemirmek; kono catpay, kepke toyboyt; söök mülcüböy, etke toyboyt ats. : gecelemeden lâra doyulmaz, kemiğini kemirmeden ete doyulmaz. mülcün- müt. mülcü- II’den. mülcüñdö- dudaklara çiğnemek. mâlcüñdöt- et. mülcüñdö-‘den; ooz mülcüñdöt- = mülcüñdö-. müldö büsbütün, tamamiyle, genelce; müldö bezip ketti: büsbütün kayboldu, battı; müldö ködör üzdü: büsbütün umudunu kesti; müldö deyerlik: umumiyetle denildikte. müldü hep, hepsi (herkes) . mülk . , a. 1. mülk, emlâk (başlıca, kıymetli malü-mülk) 2. mal, servet; koom mülkü: cemiyetin malı. mültüldö- gizlice, sinsice hareket etmek; mültüldöböy, bul cergele süylöşsöng: fısıldamadan, açıkça konuşsun ne olur sanki? mültüldök 1. yavaş-yavaş kendi işlerini beceren kimse; 2. şahsi rabıtalarından istifade ederek, gizlice hareket etmek suretiyle başkalarının işlerini takip een kimse. mültüldöö işs. mültüldö-‘den. mültüldöş- fısıldaşmak; başkalarından gizli olarak, müzakerelerde bulunmak; hep beraber ufak-tefek işleri becermek. mültüldöşüü işs. mültüldöş-‘den. mültüldöt et. mültüldö-‘den. mültürö- yıldıramak, parlamak. mültüy- : tilegim mültüyüp kalsın! : bütün arzularım mahvolsun! iyilik yüzü görmeyim! mülük I= mülk.\n\n\nII, dert, keder. mülüsker = münüskör. mümkün a. olabilen, caiz, yapılabilen, mümkün kabil. mümküncülük imkân, cevaz, yapılabilirlik. mümkündük = mümkünçülük. mğmkünsüz imkânsız, caiz olmayan, yapılabilmeyen. mümkünsüzdük imkânsızlık, caiz görülmezlik, yapılabilmezlik. mün kusur, sakatlık, eksiklik; eç bir münün tappadı: hiçbir kusurunu bulmadı. müñkülöñ müşkülât, içinden çıkılmaz duruma koymak. müñkür 1. bacaklarını ve kollarını kaybeden; müñkür-şorduular: sakatlar ve zavallılar; 2. aciz ve içinden çıkılmaz vaziyette bulunan. müñkürlük 1. bacaksız ve elsiz kalmaklık; 2. aciz, içinden çıkılmaz durum. müñkürö- gayet zor ve içinden çıkılmaz vaziyette bulunmak; acizlik göstermek. müñküröt- (birisine) gayet müşkül ve içinden çıkılmaz bir duruma sokmak. münöt (r. “minuta”) dakka. münöz yahut kulk-münöz: ahlâk, tabiat, seciye; münözü cakşı: iyi ahlâklı, tabiatı iyi: tap münözü: sınıfa mahsus karekter. münözdö- tasvir ve teşhis eylemek. münözdöl- rasvir ve tavsif eylemek. münsüz kusursuz, eksiksiz. münt- bk. munet-. münüşkör münüşker, f. doğancıbaşı (avcı kuşları çıkarma, onları talim etme ve onlarla avlanma mütehassısı) . münüşkörlük münüşkör (bk.) mesleği. mür ker II sözünün tekidir. mürdö I= mürzö. mürdö- II(bacaklar ağırdığı zaman) gevşek ve korka-korka basmak. mürgü- 1. her iki ayakla basmak; kuvvetten düşmek; mürgüp bas-: ayakları güç hal ile sürüklemek; 2. mec. sık-sık ve küçülerek selâmlamak, iğilmek. mürgüt- et. mürgü-‘den. mürök mit. dirim suyu, âbı hayat; müröktün suusun içtiñbi? : âbı hayat mı içtin? (hiç ölmeyeçeğini mi sanıyorsun? ) mürt ansızın ölüm; cığılğan cerde mürt ölüptür: düştüğü yerde ölmüş. mürtöz a. : kara mürtöz: muzır, gaddar, taş kalpli, amansız. mürü omuz mafsalının öne doğru çıkık duran kısmı, omuz. mürüt = murut I. mürzö f. medfen, kabir, mezarlık, kabristan. mürzölük mezarlık; mürzölük cer: kabir yeri. müşkül a. güç, ıstıraplı, üzüntülü, mişküldö kal-: güç durumda kalmak. müşküldük güçlük, ıstırap, üzüntü. müşök (r. “meşok” uzunca, rus biçiminde olan) çuval (krş. kap IV, 1.) . müştök (r. “mundştuk” ) ağızlık. müyüz boynuz, boynuzlar; koökor müyüz: 1) koç boynuzu şeklinde olan mimari tezyinat; müyüzü çıkpadı: muvaffak olmadı, teşebbüsünden hiçbir şey çıkmadı; müyüzüñ kança boldu? : tattın mı? bir şey kazandın mı? müyüzdüü boynuzlu; müyüzdüü iri mal: iri, boynuzlu hayvan: sığır hayvanı. naabay f. 1. fırıncı: ekmek pişiren; yufkacı; naabay ölüp atsa, koynunan nanı çığat ats. : yufkacı ölürken bile koynundan yufkaları dökülür; 2. yufka satan; 3. naabaykana. naabayçı = naabay 1. 2. naabaykana f. ekmekçi fırını. naadan f. cahil, nadan, ahmak. naadandık cehelet, hamakat. naal a. (çkçedeki) nalça. naalat a. 1. lânet; ataña naalat! : babana lânet! ; 2. mel’ûn. naalı- f. inlemek, ağlamak, şikây etmek. naalış I, inleme; inilti, alın yazısında şikâyet. naalış- II, müş. naalı-‘dan. naam f. 1. ad, nam, isim; 2. lâğap, unvan; soğuştuk naam: askerî unvan. naamduu namlı, müsemmâ. naar I, f. aş, yiyecek; naar al-: gıda almak, hafif tertip karın doyurmak; oozuna naar ala elek: henüz hiçbir şey yemedi, ağzına bir şey almadı.\n\n\nII, 1. derideki çizgiler, kabartma usuliyle yapılan tezyinat; koldun naar; (yahut sadece naar) parmakların içindeki ve el ayasındaki ufak çizgiler; bettin naari: yüzün rengi, yüzün güzelliği. naarazı f.-a. memnun olmıyan, narâzı; naarazı kıl-: memnuniyetsizliği mucip olmak; naarazı bol-: memnun olmamak. naarazılık memnuniyetsizlik, itiraz; naarazılık bildir-: memnuniyetsizliğini bildirmek, protesto etmek. naardaş- beslenmek. naarduu = naar II, 1. naarlaş- horozlamak; dövüşmek için birbirinin üzerine sıçramak. nabak = abak. nabaktı = abak. nabat a. nöbet şekeri; kristal halindeki şeker. naçalnik r. âmir, mafevk. naçalniktik âmirlik. naçandik naçalnik kon. = naçalnik. naçar f. zayıf, aciz, kötü. naçardık zaaf, kötü, durum. naçarla- (manaca) = naçarlan-. naçarlan- zayıf düşmek; kötüleşmek. naçarlantuu kötüleştirme; sapatın naçarlantuu: evsafını kötüleştirmek. naçarlanuu zayıf düşme, gevşeme, kötüleşme. nadzor r. nezaret, gözleme; prokurorduk nadzor: müddei umumilik nezareti, mürakabesi. naesep = nayınsap. nagan r. “nağan” sistemi tabanca. nağıs bükülmüş, kıvrılmış, batık. nağız hakikî, halis. nak I, nakta a. nakit; nakta akça (yahut sade nakta) : nakit para; naktay: nakit olarak, peşin para.\n\n\nII, ktam, noktası-noktasına; nakuşu mezgilde: tam zamanında; nak bugün: tam bugün. nakaz r. emir, talimat, direktif. naker (destanda) bir çeşit ayakkabı. nakıl a. srk. anlatma, hikâye, tahkiye. nakış = akış. nakıştuu = akıştuu. nakta bk. nak I. naküştö murabahacı; naküştödön karızdar bolbo, ooğan menen do bolbo! ats. : murabahacıya borçlanma, uluların uşağiyle dost olma. nalı- = naalı-. naloğ r. vergi; ceke naloğ tar. : sahsî vergi. namakıram f-a. es. yabancı, yad (kadınlar kısmına girmasine müsaade edilmeyen erkek; yabancı erkeğin bakmasına müsaade edilmeyen kadın) . namaz f. dua, namaz; namaz oku- :namaz kılmak. namazköy f. namaza devm eden, müttaki. namıs a. 1. namus, şöhret, iyi nam, soy şerefi; namısın kolğo alğan: şerefini, haysiyetini muhafaza ediyor; namıstı koldon taydırğan (yahut ketirgen ) : rezil olmuş, haysiyeti kayboldu; namıs ketir-: terzil etmek, kepaze eylemek; namıs ketpesin: başkalarının önünde mahcup olma! : namısına keldi: en hassas yerine dokundu; uruu namısı: kabile şerefi; 2. incitme; namısı kelse kerek: utanmış olsa gerektir. namısçıl alıngan, güçbeğenir; müşküklpesent. namısköy a-f. alıngan. namısköylük alınganlık, hırsı cah, izzetinefs. namıstan- 1. utandırmak; 2. gücenmek, küsmek. namıyan a. para çantası, para kesesi. namız = namıs. manızdan- = namıstan-. namirken = amirken; namirken ötük: rugan çizme. nan I, f. ekmek, yufka; nan koy- es. ant içerken önüne ekmek koymak; seni nan urar! : seni ekmek çarpsın; nan kıl-: yufkaya döndürmek; yassılatmak, ezmek; mec. yok etmek, imha eylemek. nan- I= ınan-. nañısız inanılmayacak, muhtemel olmayan. napaka a. = aliment. naps napsi = apsi. nar tek hörgüçlü deve; nar kesken: iyi kılıç, çelik pala; usta menen dos bolsoñ, nat keskenin alarsıñ ats. : demirci ile dost olursan, çeilk pala alırsın. narağırak : narağırakta: bir parça ötede. narat kon. = naryad. narazı = naarazı. narcak = arcak. naret = naryad. narı = arı. narık = nark. narın 1. üzerine çorba dökülmüş ve ufak doğranmış etten ibaret olan yemek; aşap alıp ketsin dep, narın tartıp koydurup folk. : yesinler diye onlara narın çekti; 2. = beş barmak 2 (bk. barmak ) . nariste = arısta. nark f. 1. paha, fiat, nerh; narkı kança? : fiatı nedir? ; oy özüñdö, nark koluñda ats. : senin arzuna tâbidir, harf. : fikir enin, fiat da se nin elindedir) ; 2. kıymet, değer, liyakat; bilbedi menin barkımdı, ötközdü menin narkımdı folk. : liyakatımı bilmedi, kıymetimi indirdi; 3. adet, itiyat; narkta cok (insan hakkında) : on para etmez; 4. örf hukuku; nark-şaraatta cok: hiçbir kanunda yok; 5. (rad.) soy; kabile. narkı = arkı. narkomat r. (rusça “narodnıy komissaritay” sözünün kısaltılmış şeklidir ki bu söz de halk komiserliği, yani vekâlet, nezaret, bakanlık demektir. m. ) narktuu örfe dayanan hukuku (hukuku mütearifeyi) iyi bilen ve onlara riayet eden kimse. narpos f. nar meyvasını kabuğudur ki sarı baya yapmaya yarar. naryad r. ask. nöbet. nasaat = asaat. nasıbay çiğnemek suretiyle kullanılan tütün; nazıbayday sağındırdıñ: seni pek ziyade özledim (harf. : tütünü özler gibi özlemeye mecbur ettin) . nasıl a. menşe, cins, asıl. nasıya nasiya = asıya. nasıyat asaat; öğüt nasıyat bölümü tar. : “öğüt-nasihat şubesi” (teşvik ve propaganda şubesi) . nasıyatçı propagandacı. nasıyatoo propaganda yapma, öğüt verme. nasip a. kısmet, alı nyazısı, hısse; nasıp bolso: kısmet olursa; naşa naşaa, a. kenevirden imâl edilen uyuşturucu madde, haşiş, esrar. naşacı ; esrar içen; esrar tiryakisi. natıyca a. netice, sonuç. natıtcasız neticesiz. natıycasızdık neticesizlik. natura natur, r. tabiat; natura akısı: aynî tediye. natuura f-k. doğru değil, kanuna uygun olmıyarak; natuura col menen: doğru olmıyan, gayri meşru yol ile. navay = naabay. nay f. 1. ney; cez nay: madenî ney; 2. (tütün içmeye mahsus) çubuk; kiçi nay yahut kiçik nay: tütün içmek için pipo. nayça f. küçük pipo; nayça bel (kadınlar hakkında) : ince belli, endamlı, zarif. nayınsap f-a. insafsız, namussuz, nâinsaf. nayınsapsızdık = nayınsaptık. nayınsaptık insafsızlık, mırdarlık. nayluu pipolu, çubuklu; cez nayluu çılım: bakır çubuklu nargile. nayza f. 1. kargı, mızrak, süngü; 2. (kâğıt oyununda) pagas. nayzaçı = nayzakar. nayzağay = çağılğan. nayzaker f. nizedar (kargı, mızrak ile silâhlanmış olan asker) . nayzala- mızrak, kargı ile iş görmek; mızrak, kargıyı saplamak. nayzalaş- mızrak ile dövüşmek. naz f. kırıtma, naz; kızı bardın nazı bar ats. : kızı olanın nazı da vardır. nazar a. bakış, nazar; nazar sal-: göz gezdirmek, dikkat etmek; er nazar tiygen: muvaffakiyetli; nazarı aç; ıymanduu kişi andan kaç zarı aç; ıymanduu kişi andan kaç ats. : zenginin oğlu aç gözlüdür. imanlı (namuslu) adam ondan kaçsın. nazdan- nazlanmak, kırıtmak. nazdık naz, kırıtma. ne = emine; keldik ne, kelbedik ne? : geldik, gelmedik ne ehemmiyeti var! : ne bara cok: her ihtimale karşı. nebak = ebak. neçen neçe, 1. kaç; bir neçen: birkaç; neçender: bir çokları; 2. (onlar, yüzler, binler ile bir arada oldukta) küsûr; otuz çene som: otuz küsûr ruble. neet a. 1. niyet, düşünce; neeti ak: namuslu, temiz kalbli; ak neet: temiz niyet; namusluluk; ak neet emgek: namuskârane emek; 2. güven, umut. neettik : ak neettik: namusluluk, fena niyet, fena düşünce. neettüü : ak neettüü: namuslu; kara neettüü: namussuz; kötü niyetli. neettüülük : ak neettüülük: namusluluk; ak neettüülük menen: namusluca, insaflıca. neft r. petrol. negiz temel, esas, prensip; neğizinde: esasında, esas itibariyle, esasına göre: nağiz kılıp al-: esas olarak almak, esasına vazeylemek; neğiz bol-: esas olmak, esas vazifesini görmek; tömönkü negiz mat. : aly kaide (mes. , üstüvanenin, menşurun) negizde- tesis etmek; tahkim eylemek, esasını kurmak. negizdel- tesis edeilmek, kurulmak, sağlamlaşmak. negizdet- et. negizde-‘den. negizdöö tesis etme; esaslandırma. negizdööçü tesis edici, müessis. negizdüü esas (sıfat olarak) negizsiz esassız, bir esasa dayanmıyan. negizsizdik esassızlık, bir esasa dayanmamaklık. neme ne; bir neme: bir şey; bir nesne; ütk neme: hiçbir şey; ar neme: her şey, her türlü eşya; ar nemeğe bir neme ats. : “teneke yuvarlandı kapağını buldu” (harf. : her şeyin kendine göre bir şeyi vardır) . nemine = emine; nemineden kapañ bar! folk. : kederin neden ileri geldi! . nepada f. rastgele, tesadüfen; nepada kelbey kalsa: tesadüfen gelmeden kalırsa; ya, beklememize rağmen gelmezse. nepalam = nepada. nepir ne? ne bir? ; nepir suluu güldör! : ne güzel güller! nepir şirin nandar! : ne tatlı bisküviler! nepit kon. = neft. nepmen r. ( “nep” ten istifade eden kimse; “nep” sözünün kısaltılmış şeklidir ki bu söz de yeni iktisadî politika demektir. bu, lenin hayatta iken sovyet hükûmetinin şahsî teşebbüsler, muvakkaten müsaade eden bir siyaseti olmuştur; m. ) . nepti = neft. nerse nesne, eşya. nes = ez I. net- (ne+ne), ne yapmak, nasıl hareket etmek; netesiñ? : nasıl hareket edeceksin? ne yapacaksın? sana niçin lâzım? ; mında turup neteli! : burada durup ne yapalım! nez = ez I; nez bol: şaşalamak, afalamak. nığay- kuvvetlenmek, sağlamlamak. nığayt- takviye etmek, sağlamlaştırmak. nığır- = ığır. nığırıl- = ığrıl-. nık I, = ık I; nık bas-: şiddetle basmak. nık- II= ık IV. nıkı- şiddetle basmak, tazyik etmek. nıkta- tahkim etmek, pekitmek. nıktal- tahkim edilmek, uzun yatıp sertleşmiş (mes. : kar hakkında) ; nıktalıp catkan kar: uzun yatıp sertleşmiş olan kar. nıl = ıl. nıldat- birparça pürüzlü yapmak (mes. , el kaymamak için bir şeyin sapını) . nım = ım I; nemli, nem. nımda- nemli etmek. nımdal- nemlenmek. nımduu yaş, nemli; nımduu kum: yaş kum. nımduuluk nemlilik. nımsak nemlice, nemli. nıpas bk. kayz. nısap = ınsap. nıhyaz f. 1. sadaka; 2. fazilet, erdem. niçke = içke. niçker- = içker-. nidayimke (r. “nedoimka” ) ; bekaya, ödenmeden kalan vergi. nike a. es. nikâh; nike kıy-: nikâh kıymak; nikesi buzula turğan ceri cok: “nikâhı bozulacak değil” ; bunda hiçbir zarar yok; bundan bir fenalık çıkmaz. nikele- es. nikâhlamak (dini merasim yaparak nikâh kıymak) . nikelen- nikâhlanmak. nikelüü- es. nikâhlı (nikâhı dini merasim icra eylemek suretiyle kıyılmış) . nipta = ıpta I. nitroglitserin nitrogliserin. niyet- = neet. noko = oko I. nokot a. nokta; sözdü nokotuna keltirip aytat: sözü rabıtalı ve dürüst söylüyor. nokto 1. yular; 2. (rad.) çizme süsü. noktolo- yular geçirmek. noktoluu 1. yularlı; 2. (rad.) süslü (çizme hakkında) ; noktoluu ötük (rad. , V) : nakışlı çizme. nomur r. numara; kiriş nomura: (vesikanın) varide numarası. nomurda- numaralamak. nomurdoo numaralama, numerotaj. nomurduu numaralı. noo f. oluk. nooça f. uzun boylu. nookas = ookas. noolan (rad. , V ) bir kumaşın adıdır. nooruz f. yeni senenin ilk günü (mart ayında) , nevruz; nooruz köcö: yeni yıl köcö’sü. (bk.) . nootu f. çuha. norma r. pay, norma, kaide, nisbet. noşotur a. nışadır (*) . not r. müz. nota. noyabr r. kasım ayı. noyon = oyon. noyu- zaaf göstermek, yenilmek. nökör (yalnız destanlarda) 1. uşak; 2. içoğlan. nöl r. sıfır. nölök = naloğ. nöömöt a. nöbet, sıra; nöömöt menen: sıra ile. nöşör = öşör. nöşörlö- = öşörlö-. nuk ırmağın yatağı, mecra. nukum = ukum II. nukura mutlak, saltık; nukura çın: tamamiyle hakikat; nukura çoñduk mat. : mutlak kemiyet. nukus a. = kusur. nur a. ışık, şua; betinin nuru kaçtı: benzi değişti, benzi uçtu, benzi soldu. nurdan- nurdal-, nur saçmak, nurlanmak. nurdant- et. nurdan-‘dan. nurduu al yanaklı, nurlu, nurduu ciğit: güzel delikanlı. nurk uruk, kabile, soy: nurlan- = nurdan-. nurluu = nurduu. nuru tezek (toprak için gübre) . nuska I, a. 1. örnek, nümune; 2. nüsha; 3. tab. basış miktarı, tiraj. nuska- II, göstermek, talimat vermek, işaret vermek, elle göstermek, kol menen nuska: elle göstermek. nuskaluu örnekli, nümune olacak kadar mükemmel; nuskaluu söz: öğüt sözü, kabîle âdetlerini anlatma suretiyle süslenmiş olan söz. nuskaluuluk misallik, örneklik. nuskoo yol gösterme; es. talimat, direktif. nuskooçu es. talimat veren, enstrüktör. nükör = naker. nül = nöl. obaça = oboço. obdul- 1. gövdeyi öne doğru atarak kalkmak; 2. hiddetle üzerine atılmak. obkom r. (bu, rusça “oblastnoy komitet” sözünün kısaltılmış şeklidir ki bu da eyalet (vilâyet) komitesi demektir; m. ) . obligatsiya r. tahvilât. oblus = obulus. oblustuk = obulustuk. obo = aba II. oboço 1. tümsek, tepe, höyük; 2. bir parça ilride, bir parça uzakta, başkalarından ayrı olarak; üydön oboço oturalı: keçe evden bir parça uzakta oturalım; oboçorok barıp: bir parça uzağa çekilerek. obodoy hırs, doymamazlık; obodoyuñ kuruğan it! vay seni, doymaz köpek. obol = obolu. obolku evvelki; oboldukay: eskisi gibi, evvelden olduğu gibi, başta olduğu gibi. obolu a. evvelce, daha önce, evvelâ; obolu özüñ iç, kiyin men içeyin: evvel kendin iç, sonra ben içeyim; eñ obolu: her şeyden önce. obon melodi, nağme; obon sal-: ırlamak, şarkı söylemek. obonçu şarkıcı. oboo a. beygir nezlesi,; oboo menen şıypañ dos ats. : tencere yuvarlandı, kapağını buldu (harf. at nezlesi şıypañla dostur; bk. şıypañ) . oboz f. 1. ses, vaaz; 2: kafiye: obulus (r. “oblast”) eyalet, vilâyet. obulustuk vilâyetlik. obur I, obur; obur uydan çobur muzoo tuuyt ats. : obur inekten bayağı (külüstür) buzağı doğar.\n\n\nII: obur-tobur: ayak patırtısı. oburak şöhret. oburaktuu meşhur, tanınmış. obyekt r. madde; bahis mevzuu olan, objet. obyektiv r. objektif, afâki. obyektivdüü afâkî; obyektivdüü sebep, afâkî sebep. oç (deveye bağırış) ; töö kıyadan ötköndön kiyin “oç! ” degeniñ kurusun ats. : dövüşten sonra yumruk sallamak harf. : deve bayırı geçtikten sonra senin “oç! “ demen yok olsun) . oçiret = oçurat. oçoğor bir çeşit eski zaman tüfeği. oçoğoy kocaman, muazzam. oçok (karş. kolomto) evdeki ocak (taşınmaz meskende) ; çer oçok: toprağı kazmak suretiyle yapılan ocak. oçorul- kalkamamak (mes. : bacağına yahut beline kurşun isabet eden yabanî hayvan, ve beli ve s.si aağrıyan insan hakkında) ; maldar oçoruluporundan tura albayt: bitkin bir halde bulunan hayvanlar yerlerinden kalkamıyorlar; tolorsuğu kırkılıp, oçorulup kaldı: topuk kemiği burkulup yerinden kımıldayamadı. oçoy- tümsek şeklinde çıkık durmak (hantal ve kalın nesne hakkında) ; oçoyğon kempir: (yerde oturan) şişman kocakarı. oçoyt- et. oçoy-‘dan; oçoytocazası berilsin: cezası adamakıllı verilsin. oçoytuu işs. oçoyt-‘dan. oçoyuu işs. oçoy-‘dan. oçurat r. kon. sıra, nöbet. odoğoy = odono. odono kabaca, nezaketsiz, parlak olmıyan, biçimsiz, bayağı; odono körün-: nâhoş intiba vermek, kaba, hantal gözükmek; odono cañılıştık: kaba yanlışlık, hata. odonoluk kabaca olmaklık, hantallık, adîlik. odurakay yüz çizgileri kaba olan, kaba; odyrakay taar: kabâ çuhâ. odyrañda- 1. hareketlerinde, yüz çizgileri kaba olan adama benzemek; 2. kurulmak, caka satmak. oduray- kaba, nâhoş olmak (yüz hakkında) . ofitser r. subay, zabit. oğdorul- 1. şiddetle ve kudururcasına şahlanmak, yükselmek (dalgalar hakkında) ; 2. hızla ileri yürümek (kuvvetli at hakkında) . oğele bk. oğo I. oğo I, gayet, pek; oğo ele cakşı yahut oğele cakşı: gayet iyi; oğo beter yahut oğo beterden yahut oğo tötön : ondan daha kuvvetli; daha fazla (daha iyi, daha kötü) .\n\n\nII(= ağa II ) : öona. oğolo (rad.) = oğele (bk. oğoI. ) . ohranka r. siyasi zabıta şubesi. ok I, onamama, kınam ifade eden bir nidadır; ok, oozuñ sıñır! ; vay, ağzın iğrilesi!\n\n\nII, dingil, mihver.\n\n\nIII, ok, mermi; oktoy tüz: ok gibi düz; ok tiyir! : ok değsin! ; çağılğan oğu bk. çağılğan; okko uçup ketiptir: ok isabet ederek vurulmuştur.\n\n\nIV: ok-ele= eğele (bk. oğo I) .\n\n\nV, tahdid ekidir; bir ok: yalnız bir tane, ancak, fakat, bununla beraber; özüm ok: bizzat kendim, yalnız ben kendim. okçontoy okkabı, sadak. okçun ötede, ötede bulunan, uzak, ırakta bulunan, ayrıca; okçun col: yolun kenarı yan yol; okçun oturdum: ötede, başkalarından ayrı oturdum. okean r. okyanus. okıya = okuya. oko I, sırma.\n\n\nII(= okuya) : eç oko bolbos: hiçbir zarar olmaz, hiçbir şey vukua gelmez, korkulacak bir şey yoktur. okop r. siper (savaş meydanında) ; okoptor: siperler. okoro koşum takımlarının imalinde bir çeşit örtme tarzı; okoro tüygün ak tizgin folk. : yuarı okohro usuliyle örülmüştür. okra = okura. okruğ r. eyalet; soğuş okruğu: askerî eyalet (mıntıka) . okşo- benzemek; saa okşoyt: sana benziyor; kelgen okşoyt: gelmişe benziyor; bul okşoğon yahut uşul okşoğon: buna benziyen, buna benzer; cana oşoğo okşoğon: ve buna benzerleri. okşokto- = okşoy-. okşoñdo- = okşoy-. okşoñkura- bir parça benzemek; bir dereceye kadar andırmak. okşoo işs. okşo-‘dan. okşoş I, benziyen, misli, aynı. okşoş- II, birbirine benzemek, birbirine uygun olmak. okşoştuk benzeyiş, müşabehet. okşoştur- benzetmek, benzer hale koymak; okşoşturup ur: şiddetle vurmak dövmek. okşotuu benzetme. okşoy- somurtmak, surat asmak; aldırğan bürküttöy okşoyup oturat: avını kaçırmış karakuş gibi somurtmuş. okşu = lokşu; oozuna kelgenin okşuy beret: ağzına ne gelirse, şunu söylüyor (manasız şeyler söylüyor) . okto I, 1. = nokto; 2. (rad. ) düğüm. okto- II, silâh kurulmak; oktolğon mıltık: kurulmuş tüfek. okkyol- II, 1. sıçramak; caşında cigit oktolot, caşağanda toktolot ats. : gençlikte yiğit sıçrıyor, yaşayınca ağır başlı oluyor; 2. ileri atılmak; kıvrılmak (yılan hakkında) ; cılan oktolup cüröt: yılan kıvrılarak sürünüyor (kâh kalkarak, kâh inerek) . oktoluu = noktoluu. oktoo (tüfeği, topu) doldurma. oktooluu dolu (tüfek vs. hakk.) oktorul- dalgalanarak akmak (diyelim, taşlar üzerinden akan su hakkında) ; 2. mec. bütün vücudiyle öne doğru iğilerek bir çeyin üzerine atılmak. oktos- âni bir dönüş yapmak, birden bire bir yana sıçramak (mes. , ürkmüş at hakkında) . oktot- et. okto- II-‘den. oktuk ok, kurşun, gülle malzemesi; bir şeyin, ok, kurşun, gülle için zarurî olan miktarı. oktyabr r. ekim ayı. oku- 1. okumak; kitep oku-: kitap okumak; namaz oku-: namaz kılmak; 2. öğrenmek (okumayı, yazmayı, ilimleri) ; mektepte okup cürgön: (o zaman) mektepte tahsilde idi. okumal = okumuştuu. okumuştuu okumuş (tahsilli) , âlim, bilgin (adam) . okun- : bala okun-: evlâtlığa almak, tebenni etmek. okura (sığır hayvanının derisi altında) oestridae denilen sineğin kurdu (ivizin sürfesi) . okuran- yavaşça kişnemek. okus tesadüf, beklenilmedik vakıa; ihtiyatsızlık, tedbirsizlik; okusunan öltürüp ketti: ihtiyatsızlıktan öldürdü; okus kılıp sala cazdadım: az kaldı bir aptallık yapacaktım, az kaldı işi bozacaktım; sen bir okus kılğanı oturasıñ: dikkat et, bir pot kırmaya hazırlanıyorsun; okus bolğon ekenmin: hata yapmışmışım, ihtiyatsız hareket etmişim; kabırğam okus bolup kalğan! kaburgam sakatlanmış. okustat- : butumdu okustatıp aldım: (onulmaya başlıyan) ayağımı yeniden sakatlandım. okuş I, 1. okuma; 2. tahsil, öğrenme. okuş- II, 1. hep birlikte okumak; 2. hep beraber tahsil etmek, öğrenmek (okumayı, yazmayı, ilimleri) . okut- 1. okutmak; 2. öğretmek; atası okutpay koydu: babası okutmadı, okumaya müsaade etmedi. okuttur- et. okut-‘dan. okutuu öğretme (okumayı, yazmayı, ilimleri) . okutuuçu öğretmen, muallim. okutuuçuluk öğretmenlik. muallimlki. okuu 1. okuma; okuu kitebi: okuma kitabı; 2. öğrenme; özünçö okuu: kendi kendine tahsil, hopcasız tahsil; okuu curtu: tahsil yurdu, mektep. okuuçu 1. okuyan, okuyucu; 2. öğrenici, talebe. okuya a. vakıa, âdise, olay; bolğon iştin okuyasın söylöp ber: olup bitenleri anlat. ol o, şu. olbok (rad: , V ) = olpok: olbuy : olbuy-solbuy: kâh soldan kâh sağdan; olbuy-solbuy kamçılıp folk. : kâh sağdan, kâh soldan (atı) kamçılayarak. olco ganimet (savaşta, avda) . olcolo- ganimet almak, iğtinam etmek; ocolop alğan mal: ganimet olarak alınmış hayvan. olcoloş ganimete ortaklık eden, ganimetten hisse alan. olçoğoy kocaman, hantal. olçoy- kocaman, sırık gibi uzun olmak; olcoyğon: kos-koca, up-uzun. oldo olda, 1. esef haykırışı; oldo, boykuş; vay sevi miskin! ; oldo kokuy-ay! : ne yazık! ; 2. onama haykırışı; oldo, aynanayınım! : bravo canım’ 3. pişmanlık ve onama haykırışı; oldo, kurğur-ay! : vay kahrolası; oldo, kapır- ay! : vay kâfir! oldokson beceriksiz, biçimsiz, meharetsiz, hantal; oldokson til: kaba dil; oldokson tart-: kötüleşmek. oldoksonduk hantallık, kabalık. olk = solk. olku : olku-solku bol-: kâh sağa, kâh sola sallanmak; mec. devamsız, kararsız olmak, tereddüd etmek; turmuştun olku-solkusu: hayatın takallübatı, değişiklikleri. olobo süy ve yağla doldurulan koyun ciğerinden suda haşlanmak suretiyle yapılan yemek. oloğoy tek gözlü görünüşünde bulunmak. olok kad, tek gözlü. oloñ I, arka kolan (ki eğer başına takılır) ; oloñ baş: bu kolanın tokası; oloñ-cırım: her nevi koşum.\n\n\nII: oloñ arpa bk. arpa. oloñdo- I, arka kolanı sıkıştırmak.\n\n\nII, 1. tek gözlü şeklinde bulunmak; tek gözle yan bakmak; 2. mec. : hırslanmak (hiddetlenmek) . oloñdo arka kolanlı. oloy- 1. yek gözlü olmak; oloyup kara-: tek gözlü kimsenin bakişiyle bakmak; 2. = oluray. olpok 1. şilte, beşiğine serilen ve koyun yünü ile doldurulmuş olan küçük şilte (bu mânayla daha ziyade: balanın olpoğu denir) ; töşöğüm olpok bolup kalıptır: şiltem kalın ve yumuşaktır; 2. eski kötü kaftan; 3. sık ipekten yapılan ve savaş gömleği yerini tutan bir nevi giyimdir; ak olpoğun kiydi folk. : beyaz olpoğunu giydi; barañdıñ oğu batpağan üstümdöğü ak olpok folk. : üzerimde, okun delemediği beyaz olpok vardır. olpoñ tar. vergi, resi, baç. olpu oñoy sözünün tekidir; oñoyolpu iş emes folk. : bu, kolay yapılabilen iş değildir. oltoñ oñoy sözünün tekidir; oñoy- oltoñ: uygun, münasip, kolay başarılabilen. oltur- 1. oturmak, yerleşmek; atka oltur: at üzerinde bulunmak (ata binmek değil) ; 2. bulunmak, ikamet etmek; 3. evde kalmak (gelinlik kız hakkında) ; olturğan kız orunalat ats. : “dayan kazak ataman olursun!” (harf. evde uzun kalan kız, yer bulur) ; 4. tardımcı fiil sıfatiyle işin sürekliliğini ifade eder; bir ğana ay kalıp oturat; yalnız bir ay kalmış; yubileyğe eñ sonun körsötküçtör menen kelip olturat: yıl dönümüne o, en mükemmel endekslerle yanaşıyor; erçilip olturup: kendi arkasından sürükliyerek; cürüp olturup, bir ayılğa kelip toktodu: yürüye-yürüye nihayet bir köye gelip durdu. olturğuç iskemle, sandelye. olturğuz- oturtmak, dikmek, oturmaya zorlamak. olturt- =olturğuz-. olturul- mut. oltur-‘dan; karacak berilip olturulat: boyuna masraflık para verilmektedir. olturuş- müş. oltur-‘dan; artta kalıp olturuşat: geri kalıyorlar. oltuş (rad. ) =otuz. olu- çekip almak, kapıp almak; közün olup aldı: gözünü çıkardı, oydu. olurakay 1. tek gözlü; bir gözü kör olan; 2. mec. yan bakan, kızan. olurañda- = oluray. oluray- boynunu uzatarak, gözlerini geniş açarak, yan bakmak (meselâ, insan bir şeyi dikkatle dinlerken) , yan bakmak; hiddetle bakmak, göz belirtmek; sen meni karap emine olurayasıñ! : sen bana neden yan bakıyorsun! olurayuu işs. oluray-‘dan. olut 1. yer, mahal, oturulacak yer, sandalya; menin olutuma catasıñbı! : sen benim yerime yatacak mısın! : olutu caman: rahat oturmayan; 2. (rad.) dağ yamacı, yar. olutuu 1. çabuk kızan; her şeye takılan, dırlanan (kadınlar hakkında) ; 2. oluttuu caş: olgunluk çağı, orta yaş; oluttuu çaşka bañıca, barğan sayın calındayt folk. : orta yaşına gelmiş, hâlbuki o, (kadın) gittikçe güzelleşiyor; 3. ciddî, mühim; oluttuu mesele: ciddî mesele. oluya = ooluya. oluyalık = ooluyalık. ombu = ombul. ombul : ombul-dombul: 1) yamrı-yumru: 2) hızlı; 3 ) (rad.) tuynak patırdısı; ombul-dombul eştildi (rad.) : tırnak patırdısı işitildi. omkor- içini dışına çevirmek, alt-üst etmek, altından girip üstünden çıkmak, aktarmak, tahrip eylemek. omok : omoğo bar at (bk. omoktuu) . omoktuu : omoktuu at: gövdesinin ön kısmı kuvvetli ve yüksek olan at. ompo 1. = oñko; 2. hacamat şişesi: ventouse (tp. ) ; ompo koy-: hacamat şişesi koymak. omur I: uyalğandan ceti omurum cerge kirdi: utanmaktan yerin dibine battı.\n\n\nII, kon. = nomur. omur- III, alüst etmek, yıkmak; tübönön omur-: kökün den koparmak. omuroo hayvan göğsü; omurooğo sal- 1) kuvvet kullanmak, 2) kesin bir ifede ile söz söylemek, gözdağı vermek; omuroo kaktı söz: gözdağı verme, tehdit etme. omuroolo- 1. üzerine yürümek, göğüsle itmek, sıkıştırmak; 2. aşırı hiddetle üzeri ne atılmak. omurooloş- müş. omuruulo-‘dan. omuroolot- 1. bindiği hayvanın göğsüyle dayamak; atı menen omuroolotup aldı: atnın göğsüyle dayadı; 2. söverek üzerine saldırmak (binek hayvan üstünde iken) . om urt-, et. omur- III-‘den. omurtka amudu fikarî, fıkra; bel omurtkalar: bel fıkraları. omurul- pas. omur- III-‘ten. on on (sayı) ; on başı: on kişinin başında duran. onçoğoy biçimsiz bir surette uzun; onçoğoy kuyruk küröñ at folk. : uzun kuyruklu konur (koyu al) at. onduk 1. onluk; 2. onluk (iskambil kâğıdında) . oñ I, 1. sağ; oñ kol: sağ el; oñ araan: sağ cenah; oñ tüştük, bk. tüştük; ayı oñdon tuuğan yahut oñ közü tartat: onunu talihi var, muvaffak oluyor; atım onçğdon tuuğan: ahval bana müsait gidiyor, işlerim muvaffakiyetle yürüyor; tündö oñ kırıñan (yahut oñ canbaşıñan) catkansıñ 2) gece uyurken sağ yanın üzerine uyumuşsun; 2) mec. senin işlerin muvaffakiyetle yürüyor; oñdon-doldon: sağdan ve soldan; her yandan; oñdu-sol-: sağa- sola: her yerde; oylonup keler-keter oñdu-soldu: her şeyi düşünüyor, her hususu etraflıca düşünüyor; 2. münasip, uygun; iş oñ: işler iyi; işiñ oñbul: işler iyi gidiyor mu! ; oñ bolor ele: iyi olurdu (eğer.. ) ; zamandın oñuna tuş kelip: müsait ahvale rastgelerek; oñbu? : (doğum) normal gidiyor mu? ; barbağanıbız oñ boluptur: gitmediğimiz iyi olmuş. oñ- II, muvaffak olmak, muvaffakiyetli olmak, yoluna konulmak; kolğotüşkön koyondu koyo bergen oñbor bu? ats. : ele geçen tavşanı kaçıran kimseden hayır olur mu? : astı oñbo! : asla iyilik yüzü görme! ; oño turğan iş emes: hayırlı olacak bir iş değil; oñboğon: hiçbir işe yaramaz, beceriksiz, hayırsız adam; oñboğondoy: gayet, pek; oñboğondoy çoñ: gayet büyük, kocaman.\n\n\nIII, solmak, renk atmak. oñçul sis. sağcı (sağceneh mensubu) . oñçulduk sis. sağcılık (sağ cenaha intisap) . oñdo- 1. bir işi sağ taraftan, sağ elle ve s. yapmak; kamçını kötörüp, oñdop- soldop saldı: kamçıyı kaldırarak hem sağ yandan, hem sol yandan çaldı; 2. düzeltmek, yoluna koymak; arıktı oñdodo: arkı (kanalı) tamir etti: k3. ders vermek (terbiye etmek) ; seni oñdoybuz: seni yola koyarız. oñdol- 1. = oñdon-: 2. sâkin kalmak, rahat oturmak. oñdon- düzelmek, kendine çekidüzen vermek, kendi üzerine olan şeyi düzeltmek; cooluğun oñdonup: başörtüsünü düzelterek. oñdoñ tahkik edilmeyen şayia; tahkik edilmemiş olan haberler. oñdoo düzeltme, tamir, tamirat. oñdooçu düzeltici, tamirci. oñdot- düzelttirmek; samoorumdu ustağa oñdottum: semaverimi ustaya tamir ettirdim. oñdur- muvaffakiyetle, işlerin iyi gitmesine sebep olmak; yoluna komak, muayyen bir istikamet vermek; oño turğan iş emes, oñdura turğan coo emes folk. : muvaffak olacak iş değil, hakkından gelinebilecek düşman değil. oñgok solan, çabuk renk atan. oñgus solmaz, silinmez. oñko dik konulan ışığın durumu; oñkosunan kuladı: tepe-taklak gitti; oñko-çoñko: tepe-taklak; oñko- çoñko at-: taklak atmak. oñkogoy uzun ve ince; oñkoğoy murun: büyük, ince burun. oñkorok (rad. ) öne çıkık duran. oño- =oñdo-. oñol- düzelmek, yoluna konulmak, onulmak; oorysunan cakşı oñolup kaldı: hastalıktan büsbütün iyileşti; cerinen ooğan cük oñolboyt ats. : yerinden oynamış olan yük (denk) artık düzelmez; ıntımak bolboy, iş oñolbos ats. : ittifak olmadan iş yürümez. oñoo düzelme, doğrulma; yoluna konulma. oñot iyi durum; oñotuña cetpey kal! folk. : iyilik yüzü görme! oñoy kolay kolay başarılabilen; aytuuğa oñoy, kıluuğa kıyın: söylemesi kolay, yapması güç; oñoyolpu bk. olpu. oñoylo- kolaylaşmak. oñoylot- et. oñoylo- ‘dan. oñoyluk kolaylık yapması kolay olmaklık; oñoyluk menen beryent: kolaylıkla vermiyor. oñoysut- basit, sade, kolay saymak. oñtoy fırsat, müsait ahval, oñtoyu kelse: münasip fırsatta;rast geldikte; sözdün oñtoyu kele salğanda: sözün sırası geldiği zaman, söz açıldığında. oñtoylo- kolaylaştırmak, kolay yapılabilir hale koymak. oñtoylon- : oñoylonup oltur: rahatça oturmak.\n\n\net. oñtoyla- ‘danü oñtoyloyup koy! : bir yana topla! yerli- yerine koy ( taki bulunması alması kolay olsu devrilmesin ve s. ) . oñtoyluu rahat, kullanışlı, uygun. yapılması kolay. oñura- kendi- kendine konuşmak; özünön özü oñurayt:kendi kendile konuşuyor. oñurañdoo işs. oñurañda- ‘dan. oñuray- ap- açık durmak; oñurayıp ele közünün ordu kalğan: gözleri batmış bir çukur şeklinde duruyor. oñurayt- et. oñuray- ‘dan. oñuş müs. oñ- ıı,ııı- ten; ten; işi oñuştu: işleri yürüyor. onto- ıkınmak inlemek; oorubağan ontoboyt ats. : bir yeri ağrımayan inlemez. ontolo- ıkınmak , inleme , yavaşça melemek. ontoo işs. onto- ‘dan. ontoş müş. onto- ‘dann; uylar uyku aralaş ontoşot: inekler uyku arasında inliyorlar ( inleşiyorlar ) . ontot- et onto-‘dan. onuktuu : onuktuu orun al- : sağlam bir mevki alamk. onunçu onuncu oo- ı, ağmak, bir yana sarkmak, bir tarafa yatmak, eğik bir şekel girmek; ayrı betten oop kelgen mal: ( dağın ) öte yandan gelen sürü; beşim oop, kün batarğa cakındağanda: öğle zamanı geçerek, güneş batmaya yaklaştığında; tön oodu: gece yarısı geçti; tün carım ooğan kez: gece yarısından sonra; iş oñ cağına ooy turğan körnöt: iş iyileşeceğe benziyor; cığılğan ooğaña külöt ats. :düşen sarsılana gülüyor ; esi oodu: bayıldı, hissini kaybetti, şaşaladı aklını oynatmış; baş ooğan cakka: gözün baktığı tarafa.\n\n\nıı: keçke cel ooysuñ bu? : bu akşama kadar aç mı kalacaksın? ooba ! : evet! ( muvafakat) ;ooba-oo-ba! : evet- evet! doğru! ooço perde, siper; kuş avcısının pusu kurduğu mahal. ooçu = uuçu. oodar- 1. devirmek; attan oodar: attan devirmek; oodara kara-:inceden inceye bakmak; 2. çevirmek,tercüme etmek(bir dilden başka dile) oodarıl- 1. çevirilmek, devrilmek; attan oodarıl-: attan düşmek; 2. çevirilmek, tercüme edilmek (bir lisandan başka bir lisana). oodarış ı, 1. devirme 2. atlıların birbirini attan devirmek için yaptıkları müsabaka; cöö oodarış. aynı devirme müsabakasıdır, ancak atların yerini yaya insanlar tutarlar. oodarış-ıı hep beraber devirmek; attan oodarışıp oynodu: birbirini attan devirmekle eğlendiler. oodarıştır- et. oodarış ıı- den; kazanda et oodarıştır: kazandaki eti çevirmek; cılañaç etke cepken kygizip oodarıştırat: oodarış ( bk. odarış 1, 2. ) müsabakası tertip edilirken ) buna iştirak edenlerin ) çıplak vucuduna ceoken giydiriyorlar. oodarışuu işs. oodarış ıı- ‘den. oodart- et. oodar- ‘dan. oodartuu işs oodar-‘tan. oodaruu 1. devirme; 2.terceme, çevirme ( bir lisandan diğer bir lisana. ) ooduk yamık , yamık mail, yana sarkmış, br yana iğrilen; köñülü bir capına ooduk boldu: gönlü taraflardan birine yattı, meyletti ( taraflardan birini tercih etti ) ; akçabız bir- biribizdikinden. ooduk- kıydığı köp emes: birbirimizin paralarının miktarında büyük fark yoktur. oodur- et. oo- ı-‘den; oodura tartıp saldı: öyle çekti, ki bir yana meylettirdi. ooğan tar. yüksek makam sahibinin uşağı. ookam zaman, ân; bir ookamda: bir müddet sonra. ookas hasta. ookastan- hastalanmak. ookat a. 1. gıda, rızk, erzak; ookatı caşkı: bolluk içinde yaşıyor; ookatı naçar: fakir yaşıyor; ookat cok:fakirdir; ookat kıl- : yaşayış vasıtaları kazanmak; ookatka bışık cigit: ( işlerini çevirmek ve yaşama vasıtaları kazanmak huusunda) beerikli delikanlı; ookat cayı: maddi vaziyet;2. iyelik ( tarlalar, hayvanlar, av-bark ve s: ) ; ördüştön cakadapı ookatıma tüşüp keldim: yayladaki mer’adan dağ eteğindeki iğeliğime gidip geldim; 3 . münasebetler; ookatıñ ötpöyt biz menen: folk: bizimel geçinemiyorsun. ookattan- bolluk içinde yaşamaya başlamak; kiçinekey ookattana kalıptır: bir parça iyi yaşamağa başlamıştır. ookattuu zengin ; hali- vakti yerinde olan, bardık kolhozdordu bolşeviktik, bardık kolhozçulardı ookattuu kılalı: bütün kolhozcuları zengin yapalım; ookattuu turmuş: mreffeh hayat. ookattuuluk refâh, zenginlik. ookun = ookam; bir ookundan kiyin: bir müddet sonra. oola- = oo ı; bu toodan tiği tooğa oonlap ketti: bu dağdan öteki dağa geçtiler. oolak uzaktaki, uzak, uzakta; oolak otur!; oolak bol- : bir parça ötede bulunmak, uzak durmak; oolak co: yan yol, dolaşık yol. oolakta- uzaklaşmak bir yana çekilmek; oolaktap tur- : uzakta durmak. oolaktat- uzaklaştırmak. oolaş- değişmek, trampa yapmak. oolaştır- 1. değiştirmek, müadele etmek; 2. karıştırmak, karma karışık etmek. oolat- et- . oola- ‘dan; bul caktan bizde dağı bir cakka oolatat: buradan bizi daha bir tarafa göçürecekler. oolcu- dalgalanmak, yavaşça sallanmak, ağır ve kurumlu hareketler yapmak, kurulmak, caka satmak; on beşteği kız bolup, oolcuy basıp bardı ele folk. : ( o kadın) , onbeş yaşında olan kız gibi, süzülerek, sallanarak yürüyüp gitti. oolcuş- müş. oolcu- ‘dan. oolcut- et. oolcudan; oozun oymaktoy oolcutup, murdun çürüyüp: ağzını yüksük gibi bükürek, burnunu buruşturarak. oolduk- 1. inat etmek, direnmek; coluğup ketti: 1) inat etti; hiddetlenip direndi, en hassâs noktasına dokunuldu; 2) muayyen bir maksat gözlemeksizin hareket etti; ooluğup keldim; 2. gayri tabiî , anormal olmak. oolukma inat, zorbalık, terslik; oolukması karmak kalıptır: inatığı tutmuş. oolukmaluu inatçı, delicesine ters, zorba. ooluya a. 1. veli, aziz, evliya ( insan hakkında) ; 2. mukaddes, kutsal ( mahal, yer hakkında) . ooluyalık velilik, azizlik. ooma 1. yana yatan, yamık; cüğü beri cağına ooma bolup kaldı: yükü beri tarafa iğrildi; 2 . kararsız, mütereddit. oomaçıl kararsız.. oomaçılık oomaçıl’dan mücerret isim. oomaluu değişik, mütehavvil. oomat ı= nöömöt.\n\n\nıı, f. nimet, hayır, iyi sıfat, saadet, muvaffakiyet. oona- ağnamak, dabalemek (eşek, et hakkında ) . oonat- oona- ‘dan. oonattır- et. oonat- ‘tan; at oonattır- , atı ağnatmaya zorlamak. ooñkura- bir parça yana yatmak; esi ooğkurap kalğan: hafif baygınlık geçirdi; hafif bir baygınlığa yakın durumdadır. oopa = oopaa. oopasız sebatsız, mütehavvil, hain, sinsi; oopasız düşman: hain düşman. oopasızdık sebatsızlık; vefasızlık, değişkenlik. oopay ( insan hakkında ) 1. anormal ( aklı başında olmayan ), deli, kaçık; 2. iradesiz. oopaz oopos, f. enenmiş öküz. oor 1. ağır; oor cük: ağır yük, hamule;2. güç, zor, oor cük: ağır yük, hamule; 2. güç, zor,oor iş: zor iş. oorçuluk güçlük, zorluk, zahmetler. oorçun çokluk, bolluk, çok, bol, müteaddit, toptan; oorçun köp: pek çok. oordo- güçleşmek, müşkülâtlı olmak; yuplar cüğün oordoboyt ats. : savaş atı yükünün ağırlığını sezmez. oordu bk. oorun. oorduk ağırlık, sıklet; oorduğu beş but: sıkleti beş puddur; 2. güçlük. oorsok buzağıyı emzirmeye ihtiyaç olmıyan ( sağmal hayvan hakkında ) ; oorsok uy: buzağıyı yanaştırmadan sağılabilen inek; oorsok koy: kuzuyu yanaştırmadan sağılabilen koyun; balasın emizip saayt, balası ölsö oorsok saayt: ( kırgızlar ) buzağıyı yanaştırarak sağıyorlar, eğer buzağı ölürse buzağısız sağıyorlar. oorsun- kendisi için ağır, güç olarak saymak. ooru ı ( karş. ılañ) hastalık ( insanda) ; sarı ooru: sarılık hastalığı; sarı ooru bol- : 1) sarılıkla hastalanmak; 2) mec. aşırı üzülmek; ayaldar oorusu: kadın hastalığı; içki oorular: dahili hastalıklar. ooru- ıı, (karş. ılañda -) hastalanmak ( insanlar hakkında) . ooruk 1. artçı; çalğındı kalmak çalabı? oorukta çubak kalabı? folk. : kalmuklar öncü olarak gider mi? çubak artçı olarak kalır mı? ; 2. ordu çekirdeği, özeği. oorukana k- f:hastahane. oorukçan hastalıklı. ooruksun- ağrı duymak. ooruluu hasta, hissetmek; eti oorunup, eç bir ceri mayıp bolğonu cok: yalnız ağrı geçirdi, başkaca hiçbir türlü sakatlık- filân olmadı. oorut- ağrı vermek. oorutuş- müş. oorut- ‘tan. ooruz = nooruz. oosur- avm. yellenmek. oosurak avm. sık- sık yellenen kimse. oosurt- et. oosur- ‘dan. ooş ı: ooş- kılış: karşılıklı mübadele, karşıklı yardım; ooş- kılış kılıp ookat kıl- : birbirine yardım ederek geçinmek. ooş- ıı, mübadele etmek; koy ooşup ketpesin: sakın koyunlar karışmasın! ooşmo değişen, sebasız. ooştur- bir şeyi diğer bir şeyin yerine koymak. ooşuu mübadele, değiştirme; tebış ooşuu: ğram. seslerin değişimi( birbirinin yerlerinin tutmaları ) . ootu = nootu: ooz 1. ağız; oymok ooz: bk. oymok; oozdan çıkınca: boğazdan çıkarcasına (yemek) ; oozdan çıkkança toyo cedik: boğazımıza gelinceye kadar yedik; ir oozdan: bir ağızdan; ittifakla; ooz biriktirip: sözleşerek, söz birliğiyle; ak ooz bol- : sövmelere, hakaretlere duçar olmak; oozuñdu appak kıldır sana adamakıllı sövüp saydı; oozuña alba! : ağzına alma! ağzını açıp anma! ; oozdon tüşürböyt: dilinden düşürmüyor; men bir üç ooz kep aytam: iki- üç kelime söyliyeceğm; eki oozun biri ele okuu boldu: ( söylediği ) iki sözün biri talim oldu ( yani talim hakkında çok konuştu ) ;oozuna kelgendi söylöy beret: aklına estiğğini söylüyor ( harfiyen ağzına ne gelirse onu söylüyor); bir ooz = kel= degende carabayt: bir= gel= kelimesini demeye bile yaramıyor ( buyurun! demesini bile bilmiyor) ; oozmo-ooz surayt: ( başka birisi vasıtasiyle değil de ) şahsan soruyor ; açık ooz bk. açık; kızıl ooz: kızıl dudaklı (at don alâmetlerinden ) ; oozdoruna taruu kuyup alğanday: = ağızlarına darı dökülmüş gibi= hiçbir şey söylemiyorlar. ( susuyorlar) ; ooz uçunan coop berdi: ağız ucundan (ehemmiyet vermiyerek) cevap verdi; ooz cıy-: ağzını toplamak, susmak; ooz aç- : ağız açmak (iftar etmek) ; oozdon öp- : ağzını öpmek;attın oozun koy: atın dizginini bırak attın oozun koyun carışıp folk.:atı doludizgin bırakarak ve yarışarak; caman ooz = bakanooz; 2.bir şeyin çıkacağı delik; mılıktın oozu: namlı ağzı; 3.menba,(kaynak) ; almantının oozunda folk.: almatı ırmağının menbaında; 4.büyük kapı (dervaza) ; altın ooz ordo folk.:altın kapılı saray; altın ooz şaar folk.:altın kapılı şehir. oozan- 1. söylemek, demek; oozanzañanıbızga köp boldu: konuştuğumuzdan beri çok zaman geçti; 2. (rad.) ağza almak oozandır- ağzına vermek, ağzına sokmak, emdirmek. oozdan- ağız hususunda benzemek; açılğan kör oozdon: dişsiz ağza malik olmak (harfiyen: açılmış mezara benziyen ağza malik olmak); töö töö kuynuk çaynağan töö oozdoñon: ağzı kitre (astragalus)yemiş deve ağzına benziyor. oozduk ı, gem; oozduk tişte-: gemi azıya almak; oozduğu cok attay: gemsiz at gibi.\n\n\nıı: açık oozduk, bk. açık. oozdukta- gem vurmak, yavaştırmak, zaptetmek, itaat altına almak. oozeki ağızdan, şifohen, şifahi. oozku methal deliği yanında, methalde bulunan; oozku üy: sofa, hol. op ı,nefes, soluk; op tart-: nefes almak, solumak.\n\n\nıı: obun tappay(yahut opsuz, yahut obu cok) kerilet: ölçüsüz kuruluyor, aşırı derecede kırınıyor, nazlanıyor; obu cok(yahut opsuz) çoñ: gayet büyük, kocaman; obu cok ele süylöy berbe: manasız sözler söyleme; obuñ menen iş kıl!: düşünerek iş yap! , opa =oopa. opaa a. sadakat, vefa, sadık;opaası cok=opaasız; ubadağa opası cok. vaadini tutmuyor,vefasızdır. opaasız =oopasız. opat a. vefat, ölüm, helâk. opera r. opera. operatsiya- r. operasyon, cerrahi ameliyat, askeri harekât, ticari muamele. opkok 1, doymaz, obur; 2. az mugaddi: az besleyibi; carma opkok kelet: tirit az mugaddidir: opkolçu- opkoolçu-, meyus olmak, maneviyatı kırılmış bir durumda bulunmak, can sıkıntısı olmak. opo = opaa. opoldomoçun = poldomoçun. opoloñ . opoloñ-topoloñu tüştü: arbede koptu. opoñ : opoñ un: kepeği ayrılmış buğday unu. oposuz = oopasız. opot = opat. opoyt- kabarık, çıkık bir surette koymak (kocaman bir nesneyi); astıma çoñ tabak etti opoytup koydu: kocaman tabakla eti önüme koydu. opportunisçil = opportunist. opportunisçildik = oppotunizm. opportunist r. oportünist. opportunistik oportünizm’e ait. oportunizm r. ahval ve zamana göre, herkese anlaşma ve uzlaşma yolunu tutmaklık siyasi mesleği : opertünizm. oppozitsiya r. muhalefet, oppozitsiyaçıl- muhalif, muhalefetçi. opsoloñ cesur, mert. opsuz gayet, aşırı, ölçü dışı; opsuz köp: gayet çok;opsuz semiz:pek yağlı; çirkin bir surette semiz; opsuz küldü: yüksek sesle güldü (çok ve yersiz güldü). opşu (r. kon. =obşçiy) umumi, hep beraber, elbirliğiyle, cemiyet, topluluk, cemiyete ait; opşu ıraazı bolso: herkes muvafakat ederse; eğer umumi ittifak olursa. obşustuba- (r. kon. = obşçestvo=) topluluk; cemiyet. opton- muziplik etmek,serkeşlik etmek,kendini zapdedememek;optonboy otur!rahat otur! optuu mazbut,,itinalı opur ı:opur-topur arbede,karışıklık.\n\n\nıı,alt üst etmek,tahrip eylemek,havaya uçurmak,patlamak. opurma :koş ooz opurma:çift namlulu tüfek. opurtalduu 1.korkunç;meş’um;opurtalduu tüş:korkunç rüya;2.çabuk kırılan,nadir opurtmaluu =opurtalduu opurul- alt üst edilmek,tahrip olunmak,patlatılmak opurult- et.opurul-‘dan opus ı=opuz ı opusıı =opuzıı opusala- =bopuzala- oput (r.<>) tecrübe. opuz ı.(r.kon.<>) 1:icra dairesi tarafından malü mülkün yazılması,haciz konması;opuz mal;icra tarafından yazılmış olan mülk;2.taharriyat,evde yapılan araştırma opuzıı :ormon opuz yohut ormaon opuzu:gösterişli ihtişam,gösterişli muhariplik. opuza =bopuza opuzala- korkutmak,göz dağı vermek. or ı,çukur,hendek orıı :or iyrek:cez tumşuk(bk.tumşuk) aksamından biridir. or-ııı ekini,otu biçmek orçun =oorçun orden r.nişan ordendüü nişan sahibi,kendisine mükafat olarak nişan verilen kimse. order r.1.ordino,2.tevkif müzekkeresi. ordo 1. tar.hanın karargâhı belli-başlı bir adamın muhteşem obası;ak ordo:mükellef,beyaz oba;alaş ordo,bk.alaş;2.in;cılandın ordusu:yılan ini;3.kırgızların kumar mahiyetinde olan aşk oyunudur ki,bu oyun hanın karargâhını ele geçirmek için olan savaşı temsil eder;ordo atkanday:ordo oyunu gibi(zevkli ve safalı bir şey);4.ordo oynayanların daire teşkil ederek dizildikleri hat. oordoluu 1.saraya malik olan;2.çok çoluk-çocuk sahibi olan;3.taraftarları çok olan kimse;ordoluu cılan:büyük yılan yığnağı içinde yaşıyan yılan,yılan yılınağı;ordoluu bay,bk.bay. ordu bk.orun. ordun kon=orden, ordur ı, kon.1.=order;2.=orden. ordur-ıı ekin, ot biçmeye zorlamak veya müsaade etmek. organ r. uzuv. orğok = orok. orğu- 1. fışkırmak, galeyan etmek (su hakkında); cerden orğup çıkkan bulak: yerden fışkıran pınar; 2. şahlanmak, yükselmek, tümsekler teşkil etmek; orğup çıkkan şor: tümseklerle örtülmüş, çorak yer; 3. hoplamak; zıplamak; oynop-orğup: oynayıp sıçrayarak. orğuçta = orğu-. orğuçtan- mut. orğuçta-‘dan; kıyırı orğuçtandı: küplere bindi. orğuşta = orğuçta- original r: orijinal. oskestr r. orkestra. orkıyal k-a. kaba (tabiat hakkında). orkoy- kanbur şeklinde çıkık durmak, sivrilip çıkı durmak; omurtkası orkoyup: amudu fıkarîsi kanburlaşmış. orlo- hendek, çukur açmak; ak bökön kelip çığılat, aldın kazıp orloso folk. : eğer önüne hendek kazılırsa, beyaz karaca gelir ve düşer. ormok turp kömürünün bir çeşidi. ormokoy kalın ve biçimsiz burunlu adam. ormon srk. orman. ormoñdo- 1. somutmak ve susmak; 2. öne doğru çıkık durmak (mse., burun hakkında). ormoy- 1. somurtkan ve az konuşur olmak; 2. öne doğru çıkık durmak (mes. burun hakkında). orno- yeride pekleşmek, sokulup kalmak; belçesinsn batkaka ornop kaldı: beline kadar bataklığa battı, saplandı. ornoo işs. orno- ‘dan. ornoştur- 1. yerleştirmek; 2. bir işe yerleştirmek. ornot- yerine pekitmek, koymak; mamı ornot-: at bağlama direğini çakmak, dikmek. ornottur- et. ornot’tan. ornotuluu dikilmiş; vazedilmiş. ornotuu işs. ornot’tan. oro ı, = oroo ıı. oro- ıı,dürek sarmak, dolamak. oroçu = orooçu. orok 1. orak; bel orok: tırpan; orok baş (at hakkında): tırpan başlı; 2. hasat; orokton kiyin: hasatttan sonra; orok or-: ekin biçmek. orokçu ekin biçen, orakçı. orol- dürülmek, sarsılmak, çile şekline konulmak, karma karış olmak. orolmo burmalı, helezonî; orolmo sızık: helozonî hat. orolo ı, her yandan, etraflıca; orolo çaap cüröt: etrafte koşarak dönüyor. orolo- ıı= oroolo-. orolpok (Rad) kadınların başörtüsü.. orolt- et. orol-‘dan; belinen orolto karmadı: (kızı) belinden sardı, kucakladı. orom sargı, dolam, bir şeyin etrafını sarmak veye dolamak için yetişecek miktar; bir orom cip: bir miktar iplik; talaada tabıksa, bir orom cip olco ats.: sahrada bulunursa, bir parça iplik dahi ganimet sayılır; içki orom: kadın sının aksamından birinin adıdır (başta ufkî olarak uanarak şakaklar ve ense üzerinden geçen kumaş parçası) . oromol f. başörtüsü. orompoy tek ayak üzerinde zıplayarak yapılan kovalamaca oyunu; orompoy tep-: bu oyunu oynamak. oron- kendi üzerine sarmak, bürünmek; eleçek oron-: başına kadın sarmak; selde oron-: başına sarık sarmak. oronçook bürünmeyi seven. orondu sargı. oroñdo- = oñurañda-. oroo ı, sargı, pazıbent.\n\n\nıı;es. hububat muhafaza etme için çukur, sarpun. oroooçu es. 1. sarpun kazıcı; 2. mec, çiftçi: oroolo- es. hububatı sarpuna gömmek (muhafaza etmek için) oropara f. karşı, karşıda bulunan, vis-â- vis. oroso = orozo. oroşon baştan-başa, hep; oroşon on ay bolğunça: bütün on ay; oroşon buurul at: hepsi benekli boz (kır) olan atlar. oroy- . ı, a. ruh; oroyum aktan caratılğan es.: ben nikâhlı rabıta neticesinde doğmuşum; benim doğuşumda hiçbir ayıplanacak şey yoltur. oroy ıı, 1. çabuk sinirlenen, çabul kızan, söz dinlemiyen; oroyucaman: siniri tutmuş, hırslanmış; kündün oroyu caman: hava berbat olacak; 2. kaba; oroy til: kaba, yontulmamış dil; oroy kata: kaba hata; 3.oroy yahut oroy çoku: baş tepesi; oroy çokuma kamçı menen tartıp ciberdi: tepeme kamçı çaldı; 4. müsavi, ayni; oroy köz çaray oturğanda yahut oroy köz çaray turğanda: herkesin huzurunda.\n\n\nııı, f. yüz, ruy. oroypo kiriş, yay kirişi. oroypok = orolpok. orozo f. dn. oruç, ruze. orsoğoy = orsok. orsok üst dişleri çıkı duran kimse. orsoñdo hareketlerinde üst dişleri çıkı duran kimseye benzemek. orsoy- öne doğru çıkık durmak (mes., üst dişler hakkında; kayalar hakkında). orsoyt- et. orsoy-‘dan. orto 1. orta; tün ortosu: gece yarısı; orto col: yarı yol; oktyabr ortolorunda: İlkteşrinin ortalarında; ortobuzda: müşterek istifademizde, hepimize aittir; orto ara yahut orto-aralık: mesafe; çüz sarcanday orto-arağa (yahut arlıkka) kelip; yüz sajen kadar mesafeye yaklaşarak; kap orto bk. kaporto; 2. orta halli. ortoço ortaca, orta (orta hacimde, orta büyüklükte, orta evsafta) ; ortoço döölöttüü: orta halli. ortok 1. dost, arkadaş; ölüm ortok: samimî dost,ölünciye kadar ahbap;2. mahsulün bir kısmını alan, ortakçı; teñ ortok: mahsulün yarısını alan. ortoktoş ı, ortak, şerik. ortoktoş- ıı, hep beraber iştirak etmek, birleşmek. orton yahut orton kol: orta parmak. orul- pas. or-ııı’ten; buuday onuldu: buğday biçildi. orum hasat, kaldırma (hasat zamanında) ; baş orum bede: ilk kaldırma yoncası; orto orum: orta kaldırma; ayak orum: son kaldırış. orun 1. yer, mahal; ordu (bazan ordu) : onun yeri; boş orun: münhal (açık) yer; orduna: yerine; onun yerine; tar orundar: dar yerler; cüz somdun ordu cok: yüz rublenin yeri gözükmüyor (vesikalara, hesaplara göre, nereye sarfolunduğu belli değil) ; aytkanı orun çıktı: söylediği yerinde imiş, doğru çıktı; orun söz; işe yarayan, makul söz; orundan çık bk. çık- ııı; orun basar: vekil, birinin yerine kalan; 2. yatak; orun sal-: yatak sermek. orunçu yatak; töşönçü-orunçu yahut töşök-orunçu: yatak takımı. orunda- 1. yerleşmek; cürögü orundap kaldı: kalbi sükûnet kesbetti; 2. yerine getirmek, ifa etmek; aşığı menen orunda-: fazkasiyle yerine getirmek; 3. yerine getirilmek; tilek orundadı: arzu yerine getirildi. orundal- yoluna konulmak, yerine getirilmek, ifa edilmek; iş orundalğan cok: henüz iş (müsait bir surette) tamamlanmadı. orundalış yerine getirilme; başarılma. orundaluu yerine getirilme, başarılma; tapşırma orundaluuğa tiyiş: verilen vazife yerine getirilmelidir. orundaş- 1. yerleşmek; 2. ifa edilmek; yerine getirilmek. orundaştır- et. orunda-‘dan; cerğe orundaştır-; toprağa yerleştirmek, yerleşik (mütemekki) durumuna geçirmek. orundaştıruu yerli-yerine yerleştirmek. orundat- ifa etmek, yerine getirmek, yoluna koymak; plandı toluk cana arbın oruntabız: plânı yerine getireceğiz, belki de fazlasiyle ifa edeceğiz,; iş orundat-: işi yerine getirmek ve yola koymak. orundatıl- ifa edilmek. orundatuu yerine yerleştirme. orundoo 1. ifa etme, yerine getirme; aşıra (yahut aşığı menen) orundoo: fazlasiyle yerine getirme; 2.yerine yerleştirme. orunduu yerinde olan işe yarıyan, makul; orunduu söz: yerinde ve makul olan söz. orunsuz yerinde olmıyan. oruntultuu müsbet, sağlam, ciddî ( insan hakkında);ordo kütüp, han bolup, oruntuktuu can bolup folk.: saray edindi, han oldu ve ciddi adam oldu. orusça . rusça. orusçala- rusça konuşmak, bir şeyi rus usuliyle yapmak. oruş- hep beraber ekin, ot biçmek. oruu hasat; oruu-cıyuu: (ekinleri) biçme ve toplama. osmo meşin. osmok ima, tellmih. osmokto- kinayeler, imalar ile iş görmek. osol kötü, fena zayıf; osol tart-: kötüleşmek; osol tartıp kaldı; hastalığı fenalaştı; sözü osol: lâfı kaba; osol bol-: kepaze olmak; osol kıl-: terzil etmek, kepaze etmek. osur- = oosur. osuyat a. vaziyet. okşur- ışkırmak (at hakkında) ; atım oşkurup tura çaldı: atıp ışkırdı ( ürküp burnundan hırıltı çıkardı) ve birden bire durdu oşo (Datif: oşoğo; oşoğon, oşoo) öteki, şu oşonu menen katar: bumumla beraber; oşon üçün, o sebepten; oşo kündön uşu kün folk.: o zamandan beri, bu güne kadar. oşoğon bk. oşo. oşol = oşo. oşon bk. oşo. oşonço o kadar. oşonçoluk o kadar, şu kadar, o miktarda; el kançalık karañgi bolso, dinçildin oşonçoluk tülküsü tüştö uluyt: halk ne kadar cahil olursa, dinciler o kadar istifade ederler. oşondo orad, o zaman. oşondon oradan, ondan oşondoy o gibi, bu gibi. oşonduktan budan dolayı, onun için, bunun için, o (bu) sebepten. oşontüp bu suretle. oşoo bk. oşo. oşton- 1. keyifli, neşeli olmak; sevinmek; enesi ( yahut katını) erkek tuuğanday oştonot: annesi (yahut karısı)erkek çocuk doğurmuş gibi aşırı seviniyor; 2. kırıtmak. oşnot- şen ve sevinçli kılık vermek; tezyin eylemek, süslemek. oşur a. tar. kin mahsulünün ruhaniler nefine ayrılan kısmı, âşar; ondalık. ot I, ateş; anı menen otum küyüşpöyt: =onunla ateşim tutuşmuyor= ( onunla geçinemiyorum) ; otton alıp suuğa, suudan alıp, otko: takatın fevkinde işler yükleterek ve alay ederek; albarıst otu yahut şeytan otu: bazı bataklıklarda gözüken alevli buhar; otko kirüü es.: ateşe girme ( düğünden birkaç gün sonra gelinin akrabalarının evinde icra edilen merasimdir, ki bundan sonr güvyi karısının akrabasından kaçmamaya başlar; otkkkko may sal- es.: ateşe yağ dökmek (gelinin güveyi evine geldiği ilk günde yapılan merasimdir).\n\n\nII, 1. ot; ot cer: iyi otlak, mer’a; otko koy-: yeme bırakmak, otlağa salıvermek; kızıl ot: grekçe Andropogo;2. bir ot çılkı: ayrı bir sürü at. otkor- = otkoz-. otkoz- otlatmak, ayakaltındaki yemle; yani otla beslemek, otlağa bırakmak; attı otkozup al: atı bir parça otlat! oto- zararlı otlardan ayıklamak; ottor köböyüp, çancıñ mokusun!: otları ayıklamakla uğraşannlar için iyi dilektir. otoğuç 1. zaralı otları ayıklamaya yarıyan her hangi bir ayğıt; 2. = çancuu. otoo II, yaylağa aldıkları küçük, sefer obası (çadırı) ; otoo başı tar.: yaylakta bir grup obaların başı. otooç = toğuç. otooçu ekini zararlı otlardan ayıklayan. otor 1. köyden uzakta bulunan mer’a, otlak; 2. uzak ülkeler; 3. müstemleke. otorçul es. müstemlekeci. otorçulduk es. müstemlekeleştire; otorçulduk siyaseti müstemleke politikas. otorlo- 1. uzaktaki mer’aya göç etmek; 2. es. müstemlekeye muhaceret etmek: göçmek. otorlot- et. otorlo’dan. otot- zararlı otlardan ayıklatmak. otryad r. müfreze. otto- otlamak, ayakaltındaki yemle, yani otla beslenmek; oozuña kelkenin ottoboy otur! : saçmalamaksızın otur! ottot- otlatmak, mer’aya bırakmak. ottuk çakmak; ottuk taş; çakmak taşı; somoordun ottuğu: semaver borusunun alt kısmı. ottuu 1. ateşli, ateşin, yakıcı; ottuu cel: yakıcı rüzgâr;2. cesûr. otuk- otla beslenmeye bbaşlamak ( sütten ota geçtiği zaman kuzu hakkında). otun odun, yakacak, mahrukat; otun al-: yakacak toplamak; otun-potun: ufak- tefek odunlar. otur- = oltur-. oturğuç = olturğuç. oturğuz- = olturğuz-. oturuk 1. yerleşip oturulan yer, meskûn mahal; 2. yerleşi (göçebe olmıyan) . oturuktaş- yerleşip oturmak, yerleşik olmak (göçebeliği terketmek) oturuktarış- yerleik olmaya sebep olmak; göçebeden yerleşik yapmak. oturuktaştıruu göçebeden yerleşik yapma. oturuktaşuu yerleşme (göçebeliği bırakıp, yerleşik olma). otururtuu yerleşik, mütemekkin. oturuu oturma, yerleşme (göçebelikten vazgeçme). otuz otuz. ovo = aba II. oy I, 1. fikir, düşünce, meşgale, kaygı; oyuna emine kelse, oşunu kılat: aklına ne eserse, onu yapıyor; oyuma keldi: aklıma geldi; meniñ, oyumça: benim fikrime göre; oydoğuday: düşünüldüğü, arzu edildiği gibi; 2. karar, mahkeme kararı; biydin oyu tar.: =biy= in kararı.\n\n\nII, alçak yer, çukur, kazan şeklindeki vad, hufre.\n\n\n! III, nida: of!, vay! oy- IV, oymak, kazmak, hakketmek; kaşık oy-: kaşık oymak; beçet oy-: mühür kazmak. oyboy ! nida; oy-oy; ay-vay!. oyçon düşünceli, içli. oydolo- sekerek koşmak, sabırsızlıkla yürümek, hoppalık etmek, rahat oturmak; at oydolup turat: at oynuyor (kızışıyor). oydolot- et. oydolo-‘dan; kolun oydolotup cazat: hızlı yazıyor; (kzışmaya başlayan) atını teskin ederek, duruverdi. oyduñ alçak yer, ovalık. oydur- et. oy- IV-‘ten; beçet oydur-: mühür kazıtmak; moyloo oydur-: bıyığın ortasını (iki kısmın birleştiği yeri) kazıtmak. oyğon- uyanmak. oyğoo uyumayan, uyanık bulunan. oyğor- tasavvur etme, tasarlamak. oyğorundu tasar, zihnen karar. oyğoruu tasavvur, tahmin, fikir, zihnen karar; oyğorumça: düşünceme göre, fikrimce. oyğot- uyandırmak. oyğuz- = oydur-. oyku : oyku-kaykı: dalgalı, menevişli: oykuçta- = oydolo-. oylo- 1. düşünmek, tefekkür etmek, taakkul eylemek, tevehhüm etmek; iş kılsañ, artıñ oylo!: iş yaparsan, sonunu düşün! ; oylop tap-: düşünerek bulmak; icat, ihtira etmek; ar kim özün er oyloyt ats. herkes kendini bahadır sanıyor; 2. karar çıkarmak; sot bütüm oylodu: mahkeme karar çıkardı; kun oylo-: tar,: kan pahasını, tazminatı tayin etmek. oylomo uydurma, mefhum; oylomo san mat. mevhum (imajiner) sayı. oylon- düşünceye dalmak, kendini düşünceye kaptırmak, yeniden düşünmek. oylondur- düşündürmek, düşünceler uyandırmak. oylont- = oylondur-. oylonul- düşünülmüş olmak, düşünülmek ; muruntan oylonulğan pikir: önceden düşünülmüş fikir. oylonuu işs: oylo-‘dan. oyloo tefekkür, muhakeme. oyloş- müş. oylo-‘dan. oyluu düşünce le sarılmış; eki oyluu: tereddüt içinde bulunan, neyekarar vermesini bilmeen. oymo 1. oyulmuş, hakkedilmiş; 2. nakşedilmiş, süslenmiş; oymo-çiyme bolup cazılğan afişa: süslü, cicili-bicili olarak yazılmış afiş (duvar ilânı). oymoçu oymacı, hakkâk. oymok yüksük (yüzük şeklinde olur) ; tuyuk oymok: rus örneği yüksük ( ki bir tarafı kapalı olur); oozu oymoktoy: o kadının ağzı küçüktür (harf.: ağzı yüksük gibi) oymok baş sal-: çidik atmak (kıza). oymoktuu 1. yüksüklü; 2. mec. kadın. oymolo- kazımak suretiyle yapılan süslere benzemek. oymolot- et. oymolo-‘dan. oymul oymalı, oymalarla kaplanmış; oymul taz uyuz illetinden başında deri izler kalan kimse. oyno- 1. oynamak. eğlenmek, rahat durmamak, şaka etmek; at oynop ketti: at kendiiğinden (üzerinde kimse yokken) hızlıca koşup gitti; oynop ayt-: şakadan söylemek; oynop aytsa da, söylese de, düşündüğünü söylüyor; 2. aşk ve alâka münasebetlerinde bulunmak. oyno zıplama, şuhluk; oynok sal = oynokto-. oynokto- zıplamak, şuhluk etmek; közü oynoktoğon: çapkın gözlü. oynotot- et. oynokto’dan; köz oynoktot-: 1) göz oynatmak, şen gözlerle bakmak; 2) gözlere neşe vermek; at oynoktot-: atı kızıştırmak. oynol- oynanmak; cüz som oynolot: yüz ruble oynanıyor (oyun masasına konuluyor). oynoloktot- = oynoktot-. oynoo 1. işs. oyno-‘dan; 2. oynak, şuh. oynooçu 1. oynayıcı, oyuncu; 2. sahnede) bir rol alarak oynıyan şahıs. oynook 1. sık-sık yerinden oynoyan (burkulmuş fakat tekrar yerine konmuş mafsal hakkında) ; barmağım oynook bolup kalıptır: çıkık ve düzeltilmiş parmağım yerinden oynuyor; 2. şuh; oynak. oynoş I, maşukka, metres; dost, maşuk. oynoş- II, 1. hep beraber oynamak; 2. aşk ve alâka münasebetlerinde bulunmak. oynoşçul aşk maceralarına temayülü olan, çapkınlık eden. oynot- et. oyno-‘dan; at oynot-: at üzerindehalkı çağırarak (elle) işaretler yapmak; baça oynot es.: baça oynatmak ( dansettirmak) (bk. baça). oyon (destanda) 1. bahadır; 2. asîl, efendi. oyoz = üyöz. oyron f. 1. harap, yıkık, viran, yok edilmiş, helâk olmuş, helâk; oyron kıl-: tahrip etmek, imha eylemek; 2. kuvvetli, müthiş, korkunç; oyro mıktı: gayet kvvetli, kudretli; 3. kadın ölen kocası için ağlarken, adet olduğu üzere, kocasını böyle adlamaktadır ( bu manayla daha ziyade: kül oyron) : oyrondo- tahrip edilmek, imha edilmek, helâk olunmak, yıkılmak, mahvolmak. oyrot (oynat) : oyrotto cok: benzeri yok, dengi yok; oyrokto düñü taradı: bütün cihanda maruf oldu; oyun, kızık, temaşa; oyrotto cok keb boldu folk,: oyunlar; eğlenceler şenlikler- bütün cihanda misli görülmemiş derecede oldu. oysoñdo- şuh olmak, oynak, canlı, çevik olmak (başlıca, genç kadın hakkında). oysoñdot- et. oysoñdo-‘dan. oysul ; oysul ata: 1. mit. develer hâmisi; çımın tiygen töögö Oysul ata ne payda? ats. : sinek dokunmakla hastalanan deveye Oysul ata ne faydası dokunsun? ; 2. mec. deve. oysura- kurumak, tükenmek, iflâs etmek, fakir düşmek. oysurat- perişan etmek, fakir düşmesine sebebiyet vermek; ouşmuştu oysuratıp salğan: pek çok çalıştı, çok iş bitirdi. oyt : oyt dep çocuğan kişidey: pek fazla korkmuş adam gibi; oyt ber-: bir yana sapmak, kendini bir yana atmak. oyu- = noyu. oyuk 1: oyuk, oyulmuş; 2. oyma, çukur. oyul- pas oy- IV’ten. oyum yahut oyum-çiyim: nakış, tezniyat, oymacılık; şırdaktın oyumu: şırddak’ın nakşı (bk. şırdak). oyun oyun, eğlence, şaka; oyundu koyup, çınıñdı ayt! : şakayı bırak da, ciddi söyle! ; at oyunu: cambazhane; 1) her iki cinsten gençliğin =tura= oyunu; 2) düğün oyunları; kız oynot-: kız oyunu tertip etmek; oyun- çından: yarı şaka olarak. oyunçu 1. oyuncu (rakkas), dans eden; 2. artist, aktör, canbaz. oyunçuk oyuncak. oyuñkarak = oyunukarak. oyunkarak oynak, şakacı, lâtifeci,neşeli adam. oyunpoz k-f. şen, oyunlar ve eğlenceleri seven kimse. oz- öne geçmek, yetişerek geride bırakmak; kuup cetip ozup ket-: yetişmek ve geride bırakmak; üçtön on münöt ozuptur: üçü on geçiyor. ozbur haris, aç gözlü. ozğun öne geçen, öne geçmeye uğraşan; murun çıkkan kulaktan kiyin çıkkan müyüz ozğun ats. : önce çıkan boynuz geçer. ozondo- 1. dinmeden ağlamak; bağıra bağıra ağlamak; 2. uzatarak ve yüksek sesle bağırmak. ozondot- et. ozondo-‘dan. ozun- öne atılmak, öne geçmek, yetişip geride bırakmak; ozunup süylö-: heyecanla ve küstahça konuşmak; ozuñan taz börk alat ats. : = hırsızın kalpağı yanıyor ( yani kabahatli olan kendini belli eder). öbök menet, dayangaç, destek, yardım, müzarehet; öböğüm cok boldu: desteğim kayboldu (yardımına güvendiği bir yakınını kaybeden kimse böyle söyler) ;taş öbök sal-: (atlı hakkında) eyerin ön kaşına iğilmek. öböktö- 1. dayanmak; 2. başını iğmek; 3. asaya dayanarak, ölünün üzerine iğilmek; 4. mec. kanburlaşmak; pek fazla ihtiyarlamak. öböktöö işs. öböktö-‘den; öböktöökürüp folk. asaya dayanarak ve (ölü için) hıçkırıp ağlıyarak. öbülgö 1. tölgö (bk.) için ücret; 2. hediye; mükâfat; 3. mütekaddim sebep. öbüş- öpüşmek, birbirini öpmek. öbüşüü işs. öbüş-‘ten. öcör her şeye, herkese takılan, inatçı, intikamcı. öçörlön- inat etmek,aşırı aksilik eylemek. öç I, kin, intikam, öç alma; öç al-: hıncını çıkarmak, intikam almak; öçümdü aldım: hıncımı çıkardım, intikam aldım; ekööbüz öçpüz: ikimiz kavgalıyız. öç- II, 1. sönmek; otöçtü: ateş söndü; ömürü öçtü: öldü; ıy öçtü: ağlama dindi; 2. silinmek, yok edilmek; kat öçtü: yazı silindi; atım öçsün…: ismin yok olsun ( eğer.,) öçküs 1. sönmiyen, sönmez; 2. silinmiyen, yok edilmeyen. öçmöndüü = öçtüü. öçmöntöy kinli, kindar, intikamcı. öçöğdö- atlıların, tembel atı, hızlı yürümeye zorladıkları sırada yaptıklarına benzer hareketler yapmak. öçöş- kin beslemek, hırslanmak, kızmak. öçöştük kin, kindarlık. öçştür- et. öçöş-‘ten. öçtö- öçölmak. öçtüü intikamcı, kindar; söök öçtüü: kabile düşmanlığı besliyen; düşmanca, husumetkâr. öçüğüş- . müş. öçük-‘ten. öçük- intikam, kin beslemek. öçül- = öç II; cakkan çırak öçülböyt folk.: yakılan çıra (kandil) sönmez öçür- 1. söndürmek; 2. (yazılanı) silmek; kaydını terkin etmek. öçürgüç . (semaverin) kapağı (baca kapağı); ört öçürgüç: 1) ateş söndürmek için kullanılan âlet; 2) itfayeci; 2. (yazıyı silmek için kullanılan) lâstik. öçürgüs 1. sönmez; 2. silinmez. öçürüü işs. öçür-‘den. öçürüüçü söndürücü; ört öçrüüçü: itfayeci. öğö- (bir madeni) eğelemek, eğe ile bilemek öğöl- pas. ögö-‘den; bir birine öğölüpkalıptır: brbirine sürtünerek silinmiştir öğöndü eğe altından çıkan maden tozu, talaş. öğöö eğe. öğöölö- eğelemek, eğe ile bilemek. öğöölöt- et. öğöölö-‘den. öğörök ( destanlarda tek kanatlı bir kuşun adıdır.) öğöt- et. öğö-‘den. ögöy övey; öğöy ata: öyev baba; ögöy uul: övey oğul; ögöy ene: övey anne; ögöy kız: övey kız; ögöy bala: övey çocuk; öz atañbı, ögöybü? folk.: öz baban mı? övey baba mı? ögöylö- övey muamelesi yapmak ( övey anne, övey baba, övey oğul, övey kız hakkında); tamak içimdi ögöylödü: yemek içimi öve gördü (bu yemek bana uygun gelmedi). ögöylük 1. öveylik; 2. yabancılık. ögönçörök çoktan değil, daha yakınlarda. ögünkü bir müddet önceki, son günlerde vukua gelen, o günkü. ögüntön bk. kün 2. ögünü o gün, evvelki gün. ögüz öküz, boğa; kunan ögüz: üç yaşına basmış öküz; bışkı öğüz: dört yaşına basmış olan öküz; asıy ögüz: beşinci yaşına basmış olan öküz; koş öğüz: Yedigir( Dübbüekber) in sağ tarfında bulunan yıldıztopu. ökçö I, ökçe;: topuğun arkası. ökçö-II (aşık oynarken) vuracak aşığını alçı (bk.) üzerine düşecek tarzda atmak. ökmöt a. 1. hükûmet; 2. hâkmiyet. ökmötçü kon. 1. devlet memuru; 2. hükûmet başında bulunan, devlet mümessili ökmötsüzdük hükûmetsizlik, başsızlık ökmöttöş- dava açmak, şikâyetlerle hükûmet kapılarında dolaşmak. ököö = eköö. ököz o zaman, o defa, o sefer, bir müddet önce. öksö- ac-acı ağlamak, yüksek sesle ağlamak, hıçkırarak ağlamak. öksöt- . et. öksö-‘den. öksü I, zayıf, kifayetsiz; tokoçtan öksü bolğon cok: ekmeğe muhtaç olduğu yoktur. öksü- II, gevşemek, yetişmemek; alıñan ıkçamdık öksüböskö tiyiş: alınan tempo (hız) gevşememeli; ezeli kar öksüböğön biyik aşuu: ebedi karı eksilmeyen yüksek geçit. öksük eksiklik, bütçe açığı. öksüt- et. öksü- II –‘den; öksütkön eken balanı folk.:meğerse çocuğu cebretmiş imiş (onu muhtaç olduğu şeylerle temin etmemiş). öktö tatmin edilmemiş arzu, tatmin edilmeyiş, iddia; emine öktöñbar?: nen eksik? neyle tatmin edilmedin?; menin eç bir öktöm kalğan cok: benim hiçbir iddiam kalmadı, ben tamamiyle tatmin edilmişim, istihkakımı ve istediğim her şeyi almış bulunuyorum. öktöbür kon. = oktyabr. öktölüü tamamile tatmin edilmemiş, iddiası kalan. öktöm kuvvetli, cesûr. ökül a. vekil, mümessil, delege; toluk ukuktuu ökül : tam salâhiyetli mümessil; ökül ata: (düğünde) peder yerini tutan kimse , ökül kız: 1) (düğünde) kız yerini tutan; 2) bir oyunun adıdır. öküldük vekillik, mümessillik, delegelik. öküm I, a. hüküm, mahkeme kararı; mahkemede verilen hüküm; öküm süylö yahut öküm ayt: kararı ilân etmek; emretmek; ökümü cürüp turat: hükmü yürüyor, hüküm sürüyor; öküm sür: hâkimiyeti elinde tutmak, hüküm sürmek; öküm sürüü: hüküm sürme, hâkimiyet.\n\n\nII, kendini zaptedemiyen, çabuk kızan, acûl, ivegen, sabırsız; öküm at: hızlı giden, ateşin fakat dayanıksız at; öküm kişi: emrleriyle öne atılmayı seven kimse. ökümdük istical; ökümdük kılıp, işti buzup aldıñ: acele etmekle bütün işi bozdun. ökümdüü mahkûm, mahkemeye verilen, maznun ökümöt = ökmöt. ökümsü- âmirlik taslamak; kendini emirler vermye muktedir saymak. ökümsür- = öküm sürüü (bk. öküm I). ökün- pişman olmak, olup- biten hakkında esef etmek; ötköngö ökünüp, cetpesti kubba! at.: geçene pişman olma, el erimeyecek şeyin peşinde koşma! ökünçü = ökünüç. ökünüç pişmnlık, teessüf; ötkön ışke ökünüç cok ats.: geçen iş için pişmanlık yoktur. ökür- yaygara koparmak acı-acı ağlamak; ölgöngö ökürüp kelet: (ölü bulunan obaya yaklaşırken) yüksek sesle ağlıyor. öküröñdö- hızlı koşmak, sekmek (öküz, inek hakkında). öküröñdöt- et. öküröñdö-‘den; ögüzdü öpkögö tepkilep, öküröñdötüp kelet atat: ayaklariyle mahmuzlayarak, öküz üzerinde seğirterek geliyor. ökürt- et. ökür-‘den. ökürük böğürme, şikâyet, bağırış, hıçkırma, acı-acı ağlama (başlıca ölü bulunan yahut ölü çıkan akrabanın evine yaklaşırken) ; ökürük sal-: hıçkırarak ağlamak. öküt I, yerine getirilmeyen arzu, pişmanlık; öküttö kaldım: arzuma eremedim, bana pişman olmak düştü; öküttö kalba: sakın sonradan pişmanlığa düşme! öküt- II, teşvik etmek, kuşkurtmak. öl I, yaş,(nemli). öl- Iı, ölmek; ölgüçö yahut ölgünçö yahut ölgüçüktü: 1) ölinciye kadar, adamakıllı; 2) ölüm yerine, ölmektense; ölgüçö karmaşamın: kıyasıya tutuşacağım; catıp ölgüçö atıp öl ats,: yatıp ölmektense, atıp öl! ; ölö- tala yahut ölgön-talğanda yahut öldüm-taldım değende: güç hal ile. ölçö- ölçmek, prova yapmak, tartmak; otuz ölçöp, bir kes ats.: otuz defa ölç, bir defa biç! ölçögüç ölçme aygıtı; burç ölçögüç: usturlap. ölçöm ölçü, ölçek, hacim, miktar. ölcönüü buut, boyut; üç ölçönüü; mat.: üç boyut. ölçöö ölçme, ölçü; uruk ölçüsü: hububat ölçüsü; salmak ölçüsü: ticarî ağırlık ölçüsü; bet ölçöösü yahut cayıktık ölçöösü: satıh, yüzey ölçüsü; uzunduk ölçöösü: uzunluk ölçüsü; ölçöösü kurusun!: ölçüsü batsın! onu bir daha gözüm görmesin! ölçöölü ölçülü, muayyen, göz önünde tutulmuş; ölçöölü cer: 1) önceden tayin edilmiş yer, mahal; ölçöölüü cerge cet-: önceden tayin edilmiş yere uluşmak; 2) ölümü mucip olacak yer (vücutta öyle bir noktadır, ki oraya vurmak olümü mucip olabilir); ok ölçöölü cerge tiydi: kurşun ölümü mucip olacak yere isabet etti. ölçöt- et. ölçö-‘den. ölgüçöktü bk. öl- II. ölkö ülke, memleket. ölkölük es. = kraylık. ölkön : ölkönüñ össün! (başlıca, eski neslin dilinde): sana her iyiliği diliyorum, sana çok-çook teşekkürler, eksik olma! ölmösök = ölümsök. ölöl bk. öl- II. ölöñ I, nemçe saparması (ot). ___\n\n\nII, şarkı ( daha ziyade Kırgız şarkısıdır). ölönçö ırcı, hanende, şarkı söyleyici. ölöñdüü nemçe saparnası veya otu bol olan (mahal); ölöñdüü cerdi ögüz ceyt, ölümdüü cerdi ögüzmoldo ceyt: ats. otun çok bulundğu yerde öküz beslenir, ölüm çok bulunan yerde ise hoca beslenir. ölörman azgın, pek kızgın. ölörmandık azgınlık, aşırı kızgınlık; ölürmandık kıl-: her şeyi gözü almak ( ya ölmek, ya gayeye ermek!) ölösölüü yarı diri, canlı cenaze, şimdi ölmek üzere bulunan. ölöt kırgın, hayvanlara düşen salgın hastalık; ölöt aydağır! yahut ölöt alğır! 1) (sığır hayvanı hakkında) : geberesi!; 2)canı çıksın! ölüme mahkûm. öltür- öldürmek. öltürt- öldürtmek. öltürül- öldürülmek. öltürülüş işs. öltürül-‘den. öltürüş öldürüş, katil. öltürüü öldürme, katil. öltürüüçü öldürücü, kaatil. ölük ölü, naş; ölüğüñdü, (yahut ölük tirigiñdi) köröyün!: geberdiğini göreyim!. ölüksüz söv. geberesi. ölüm ölüm. ölümsök ölü gibi, dermansız, gevşek, gayertsiz; ölümsök söz: gevsek, ateşsiz söylev. ölümsürö- yarı ölü durumunda, zayıf, bitap olmak. ölümtük . ölü, meyyit; 2. leş, cife. ölüñkü cansız, zayıf; ölüñkü tooş: zayıf ses. ölüsöök çalışkan, işe haris. ölüü 1. ölü; ölüü buyum: cansız demirbaş; 2. sulanan yara, lâhmı zait. ömöl- çok olmak, kütle halinde yürümek; kalıñ kol artınan ömölüp cürüp kaldı: peşinden hesapsız asker yürüyüp gitti. ömür a. hayat, ömür; ömürü uzun barbağan: uzun yaşamadı; en ömürdö bolboğon: hiç görülmemiş, ömürde olmamış; ömür bayanı: hal tercemesi, biografya. ömürdük = ömürlük. ömürdüü : uzun ömürdüü: uzun ömürlü; uzun ömürdüü bol!: ömrün uzun olsun! ömürlöş hayat arkadaşı (karı, koca) ; hayat refikası. ömürlük kaydı hayat şartiyle, ebedî olarak; ömürlük coldoş: hayatının sonuna kadar arkadaş; ömürlük ayrılıştı: ebediyen ayrıldılar. ön- 1. bitmek, büyümek, neşvünema bulmak; önüpösüp: muvaffak olarak, gelşerek; uruk öndü: tohum filiz sürdü; 2. muvaffa olmak (mahkeme işi hakkında ) ; önbös (yahut önböy turgan) doo: kazanılmıyacak dava; 3. tediye edilmek ( borçlar hakkında). öndürI 1. dere, vadi, havza; 2. hepsi tamamen, baş aşağı; öndür boyum: tepeden tırnağa kadar (ben); bütün ben, bütün varlığım. öndür- II, et. ön-‘den; tamırım öndürböy kurut: kökünden kurutmak; kökünden imha etmek. öndürümdüü verimli (emek hakkında). örümdüülük verimlilik; emgek öndürümdüüülügü: emeğin verimliliği. öndürüş üretim (istihsal), verimlilik, istihsal kuvveti; endüstri, sanayi; öndürüş kuralı: üretim âletleri; iri öndürüş: büyük istihsal (sanayi); emgek önödürüşü: emeğin verimliliği; öndürüş kötörüü: istihsali arttırma; koomdoşkon öndürüş: kollektifleştirilmiş istihsal; öndürüş köçtörü: istihsal kuvvetleri; aşıra öndürüş: lüzumundan fazla istihsal; öndürüş mamileleri: istihsal münasebetleri; öndürüş keñeşmesi: istihsal müşaveresi; oor öndürüş: ağır sanayi; öndürüş önör cayları: sanayi müesseseleri. öndürüştük istiale ait;öndürüştük küçtör: istihsal kuvvetleri. öndürüştüü üretime ait, müsmir; öndürüştüü emgek: verimli emek. öndürüü üretim, icra; aşıra öndürüü: gereğinden artık üretim, fazla istihsal. öñ I,uyanık durum, uykusuzluk zamanı; öngümbü; tüşümbül!: bunu rüyamda mı yahut uyanık durumda mı (görüyorum).\n\n\nII= öñköy I.\n\n\nIII, yüz, çehre, beniz (yüz rengi), renk; öñü cıluu: çehresi sevimli; öñü buzuk: manzarası çirkin, görünüşü bir hayra delâlet etmiyor, bir fenalık saklıyor; öñünö kızıl cüğürüp kaldı: yüzünda allık peyda oldu; öñünön azğan cok: yüzünün rengini kaybetmedi; öñ ber-: renk vermek; koydu öngönön çığar: (kaybolan) koyunların renklerine göre ayırt etmek; öñünö karabastan: yüzlere bakmadan; öñ karamalık folk.: akraba kayırmaklık,tarafgirlik. öñçöndö- (külüstür atı) ağırça yermeğe bırakmak; (kötü at üzerinde kanburunu çıkararak) seğirderek gitmek. öñçöy öñçöñ = öñköy I. öñdö- deriye yapışan etten ve yağdan ayıklayıp (kürk yapmak için) koyun derisini sepilemek. öñdön- 1. benzemek; bir şeyin benzeri olmak; benzetilmek; bul öndöñön: buna benziyen; bu gibi, Kırgızistan öñdöñön caylar: Kırgızistana benziyen yerler; taarıñan öñdönüp: daralmış gibi gözükerek; 2. tazeleşmek (beniz hakkında). öñdöñönsü- bir parça benzemek; açılğan öñdöngönsüyt: açılmışa benziyor. öñdöş I, renkçe (birbirine yahut bir şeye) benziyen, müşabih. öñdöş- II, 1. yüz tarafiyle yatmek; 2. birbirine benzemek. öñdöştür birbirine yüz tarafıyla bir şeyi istif etmek, koymak. önödöt- şu ve ya bu türlü renk veremek. öñdüü 1. iyi görünüşte olan, iyi benize malik olan, sağlam, sıhhatli; mal kıştan öñdüü çıktı: hayvanlar kışı iyi (zayıflamaksızın) geçirdiler; 2. benziyen, misli olan; bul öñdüü: bu soyda, buna benzer, bunu gibi; cana başka uşul öñdüü: ve buna benzer başkaları. öñgö başka,özge,gayri, geriye kalan, ayrıca. öñgöç yahut kızıl öñgöç: yemek borusu; öñgöç tartıp ıyla-: hıçkıra hıçkıra ağlamak. öñgöçö bilhassa, hele. öñgürö- 1. yüksek sesle böğürmek; 2.feryat etmek. öñkeldikey örnek, mostra, model, kalıp. öñköndö- iğilerek, bükülerek, gizlenerek yürümek. öñköy I, baştan-başa, istisnasız, münhasıran; bir öñköy: ayni, yeknesak. öñköy- II, öne doğru iğilmek; atka öñköyüp min-: ata öne doğru iyilerek binmek; öñköyüp kara-: iğilerek bakmak( derinliğe, aşağıya). öñör I, saba’ (bk. Saba) nın iç cidarında muhtî tortu; tildin öñörü: dildeki pas.\n\n\nII, birisini veye bir şeyi önde giden atın üzerinde götürmek; bir şeyi kendinin önüne eyere koyarak getirmek. öñörlön- pasla kaplanmak (mes., dil hakk.) . öñörüü işs. öñör-II’den. öñü- saklanarak; gizlenerek gitmek veye yanaşmak; mengençi elikti öñüp atat: avcı dağ tekesine saklanarak ateş ediyor. öñür 1. kaftanın yahut paltonun eteğinin yan kısmı; öñürün kuuşura kiydi: (kaftanu, paltoyu) eteklerini kavuşturarak giydi; 2. kadın entarisinin göğsündeki işleme, sırma; 3. göğüsü işlemeli olan kadın enterisi. öñüt 1. saklanarak yanaşma, izinden yürüme; 2. hücum etmek için elverişli yer; karışkırdın öñütü: kurdun, avını takip ederek, pusu kurduğu mahal. öñüttüü : öñüttüü cer: saklanmak, gizlenmek için elverişli olan kuytu yer. önmök 1. mahsul; 2. netice; emgek azdan önmek az ats.: emek eksik olursa, netice de az olur. önö : önö boyum ter boldu: kan-ter içindeyim. önögölüü nümune olabilecek, örnek teşkil eden. önök 1. oyun ortağı (çikit, ordo ve s. oyunlarından ayni takıma mensûp olan) ; 2. = önöktük; 3. sıra, nöbet (başlıca oyunlarda); önöğün caña berbeğen folk.: = sırasını kimseye vermiyen= kolay-kolay boyun eğmiyen, mısır, kendi hakkından vazgeçmiyen. önököt âdet, alışkanlık; önököt ooru: hayatta olağan, içtimaî hastalık; önöököt al-: alışmak, âdet edinmek. önöktük faaliyet, kampanya; egin aydoo önöktüğü: ekim faaliyeti. önör f. Zanaat, hüner; kol onörü: el emeği, zanaat; mayda önör: elle görülen iş: zanaat; önörkana: imalâthane; önör- kesip: meslek; önörkesip maalımatı: meslekîtahsil, ihtisas; 2. bilgi, ustalık; önör aldı-kızıl til ats.: en yüksek marifet belâgattir; 3. sanayi, endüstri; önör cayı: sınaî müessese. önörçü yahut kol önörçü: el sanatkârı, esnaf. önörçül 1. zanaata temayülü olan; zanaat ve san’atlar heveskârı; 2. zanaatçı; kol önörçül: el işlerinde mahir olan. önördüü işini bilen, usta, mahir; önördüü örgö cürör ats.: hünerli yükselir. önörman f. = önörçü; kol önörmanı: el sanatkârı. önörpoz f. = önörçü; kol önörmanı: el sanatkârı.\n\n\nf. el işleriyle meşgul olan, usta, uz, sanatkâr. öntö 1. hediye (delikanlıya kızdan); 2. kıymetli (makbule geçen) armağan; 3. bakım, ihtimam. öntölö- ihtimam etmek, bakmak. önüğüü intibah, canlanma, kalkınma, gelişim, inkişaf, ilerleme, terakki. önüktür- büyütmek. önül- tediye etdilmek (borçlar, vergiler hakkında); önülböy kalğan naloğ: toplanmamış vergi, tedahülde kalan vergi. önüm 1. büyüme, neşvünema olma: 2. tediyat (vergiler hakk.). önümdüü verimli. önümdüülük verimlilik; emgektın önümdüülüğü: emeğin verimliliği. öödü = öydö; atakesi Eleman öödö bolboy, şal boldu: folk.: babası Eleman iyileşmeyip, takattan düştü. öödösü- 1. daha yüksek yahut daha iyi gözükmiye çalışmak; 2. mec. Kurulmak, caka satmak. öödösün- (manaca) = öödösü-. öök hayvan derisinin karın kısmı (karın derisi kesildiği zaman bıçağın geçtiği hat); (hayvanın) göğsü; kulan öök: azacık beliren (fecir); tañ kulan öök saldı: şafak azacık sökmeye başladı. ööktö- karın derisinden kesilerek çıkarılan sırım. ööktön- mut. ööktö-‘den; tañ kulan ööktönüp: şafak azacık sökmiye başladığında. öön 1. keçenin, derinin, kumaşın kesilmiş ufak (işe yaramıyan) parçaları, kesintileri; kiyizdin öönü: keçenin kırpıntıları; ar türdüü kurak cip,kiyimdin ööndörü: her türlü parçalar, iplikler, giyimin kırpıntıları: 2. eksiklik, kusur; öönü cok: kusursuz, mükemmel; eç bir öönü cok mında: bunda hiçbir fenalık yoktur; 3. cazip olmıyan, hoş olmıyan; 4. mutat olmayan, garip. öönçül alıngan. öönö- kenarlarını kırpmak. öönöt- et. öön-‘den. ööp öp – II’den gerundif. öp I: öp-çap: şöyle-böyle, ortaca, kötüce; öp-çap ele cedim: hafif tertip yedim. öp- II, öpmek; oozdon öp-: dudaklardan öpmek. öpçap = öp-çap (bk. Öp I). öpçö- : öpçöy-öpçöy (kuvvetsiz kimse hakkında) düşe-kalka, ileriye atılmaya çabalayıp. öpkö 1. akciğer; öpkösün kalbır kıldı: göz yaşlarile yalvardı yakardı; kalbır öpkö (at hakkında) yorulmaz; öpkö cüröğün çaap calbarat: yana yakıla yalvarıyor; öpkösü öpkösünö batpay ıylayt: acı acı ağlıyor; öpkösü köbör: kızacak ,ayranı kabarır, alınır; öpkö cürögümdü çabayın: sevgilim, görüp doymadığım; öpkö kak-bk. kak- V; cel öpkö: övüngen, farfara; coon öpkö: caka satan; öpkösü içke-sıybadı folk.: 1) hıçkırarak ağlıyor; 2) fena surette daraldı; kara öpkö: 1) keçi salgın hastalığı; 2) keçilere tevcih edilen ilenç; süt öpkö = olobo; 2. (binek hayvanın) böğürleri; atın öpkögö teminip (atlı hakkında): atın büğürlerine ayaklariyle vurarak; 3. küskünlük, öfke; öpke kıl: küsmek, darılmak. öpkölö- darılmak, küsmek. öpkölük : cel öpkölük: övüngenlik, farfaralık. öpköm = obkom. öpkülö- birkaç defa öpmek. öpöñ : öpöñ-öpöñ: seğirtmeyi anlatmak için taklitlik sözdür. öpttür- öptürmek, öpmeye müsaade etmek. ör I, 1. üst; örgö cür-: yukarıya çıkmak; 2. yüksek göğüslü (at hakkında); örgöçü biyik ör kula: ensesi, ön kısmı yüksek olan kula at; ör cürök: kibirli, kurumlu (insan hakkında).\n\n\nII örmek; on ekiden örğön buldursun folk.: oniki sırımdan örülmüş olan kamçı, kırbaç.\n\n\nIII = örü-. örçü- üremek; gelişmek, önüp-örçüp yahut ösüp-örçüp: büyüyüp gelişerek. örçüş büyüme, çoğalama, inkişaf, gelişim. örçüt- çoğaltmak, büyümek, inkişaf ettirmek. örçütül- pas. Örçüt-‘ten; mal çarbacılığı örçütülgön rayonodor: davarcılığın inkişaf etmiş bulunduğu bölgeler. örçütüü işs. örçüt-‘ten; mal örçütüü: davarcılığı geliştirme. örçüü çoğalma, büyüme, artma. ördö I, yukarıya; ördö süyrö-: yukarıya sürüklemek. ördö-II yukarıya doğru gitmek (başlıca ırmağın, çayın, kaynağına,dağ dersinin başına doğru) ; koktunu ördö: dere boyunca yukarıya doğru yürümek; kordun cünü ördöp kaldı: koyunun yünü değişmeye başladı; cünü ördöy elek koy: yünü henüz değişmeye başlamıyan koyun. ördök ördek; aram ördök: (bahrî denilen deniz ördeği, Mergidae ailesinden); kızılbaş ördök: kırmızı başlı ördek; kırmızı gagalı karabatak(Fuligula). ördöş dağ ırmağının yatağı, dere. ördöt- yukarıya çıkarmak; cılkını adırğa ördötüp saldı: at sürüsünü (hergeleyi) dağ yamacına sürdü. ördür- et. ör- II’den. örgö = örgöö. örgöö 1. es. düğün odası (evi); yeni evliler için tahsis edilen oba; örgö kötör es.:düğün obası dikmek; örgöösün böldüm es.: (oğlumu) ayrı çıkardım; 2. yeni oba (ev). örgü I= örgüül: örgü- II, mola etmek; konak etmek; (bir gün istirahat için); colğo bir örgüp alğıla: yolda bir defa mola verin. örgüül mola; konak. örgüz- et. ör- II’den. örköç 1. hörgüç (devede); ayrı örköç: çift hörgüçlü (deve); hayvan ensesi, yağır, cıdağı. örköçtön- 1. kanburlaşmak; hörgüç şeklinde gözükmek; 2. tümsekler, dalgalar şeklinde yükselmek; suu örköçtönüp ağat: su dalgalanarak akıyor. örköçtüü hörgüçlü,cıdağası olan; örköçtüü at: cıdağısı yüksek olan at; örköçtüü tolkun; şahlanan dalga, aşrı yüksek dalga. örköndö- inkişaf etmek, gelişmek, terakki etmek. örköndöl- gelişmek. örköndöö inkişaf, gelişim, tekâmül. örköndöt- geliştirmek, inkişaf ettirmek, büyütmek. örköndötüü işs. örköndöt-‘ten. örköştön- = örköçtön-. örmö örme, örülmüş (mes. Kamçı). örmöçü örücü. örmök kırgız dokuma tezgâhı (ufkîdir); örmök kombinatı es.: mensucat kombinası (fabrikası); örmök önör cayları es.: mensucat imalâthaneleri. örmökçü 1. çulha; 2. örümcek. örmölö- tırmanmak, emeklemek. örnök nümune, misal. örnöktüü nümunelik, örneklik. örö I: örö kiyiz: nakışsız düz keçe. örö- II: öröp- cöröp: şöyle- böyle, üstünkörü yaparak. örön = örön I. öröö 1. atın ön ayağını art ayağına bağlamak için olan kötek ( sağ ayak sağ ayağa, sol ayak sol ayağa bağlanır); 2. böyle bir köstekle bağlanmak. öröölö- ön ayağı arka ayağa bağlamak; kayçı öröölö-: çapraşık bağlamak; sağ art ayağı sol ön ayağa bağlamak. öröölöt- et. öröölö-‘den. öröölüü köstekle bağlanmış (art ayak ön ayağa bağlandığı zaman), öröön I, 1: insan vucudunun (sağ ve sol olmak üzere) yarısı; öñ öröönüm büt boydun ooruyt: vucudunun bütün sağ yarısı ağrıyor; 2. eteğin yan kısmı;3. çoğ. dere.\n\n\nII= eröön. öröpkü- heyecana gelmek (kalp hakkında); öröpküy kalğan cüröğü emdiğiçe basılğan emes: oynamış yüreği (kalbi) henüz dinmedi; öröpküp turam: (yediğim, içtçğim) boğazıma geliyor; (mide aşırı dolu olduğunda) bulantı hissediyorum; öröpküp söylöy albay kaldı: tıkandı ve söyliyemedi. öröpküt- et. öröpkü-‘den. ört yangın. örttö- kundaklamak, yakmak,yangın çıkarmak, yangın tertip etmek; kamış örttö: saz yakmak; kazan örttö-: kazanı tavlamak. örttöl- yakılmak, kundaklanmış olmak. örttön- yanmak, tutuşmak. örttönüü işs. örttön-‘den. örttöş- karşılıklıca kızışmak. örü- emeklemek, (kütle halinde) yukarıya doğru çıkmak. örük erik. örülük = örüülük. örüm 1. örme, örüş; örümgö çaçım cete elek folk.: saçım örgü yapılacak kadar büyümedi daha, mec. Ben henüz küçük kızım; 2. kamçının, kırbacın kayış olan kısmı. örümçü örme koşum takımları imal eden saraç. örüş avul yakınındaki otlak, mer’a; konuş alğıça örüş al ats.: konacak yer almaktansa, otlak seç: (daha doğrusu: konacak yer seçmeden önce otlağı seç! M.). örüştöt örüş ortağı (bk. örüş). örüştüü 1. geniş göğüslü, yüksek boylu ( at hakkında); 2. öyle (bir hayvandır) ki, onunla uğraşmak boşuna gitmez; 3. hayvan otlatmak için elverişli (yer); konuş örüştüü bolsun!: konulan yer otlaklı olsun (iyi dilek). örüü istirahat, konak, mola; tört kün örüü kıldık: dört gün mola verdik; örüü kalğan at: (bir-iki gün için) dinlenmiye bırakılan at. örüülük eskiden gelip konmuş olanlar tarfından yeni göçüp gelenlere getirilenikram (yemek v. s.). örüün 1. uzun (bir iki günlük) istirahat için inen (yolcu); 2. yolda dinlenme için duruş; mola; ceti kün örüün boldu ele: folk.: yedi günlük mola verdi. ös- büyümek. öskör- = östür-. ösköy =özgöy. öskürüm = öspürüm. ösök dedi-kodu, yerme, çekiştirme; adam ukpas bir dalay mağa aytpadıbı ösöktü? folk. İnsanın dinlemek bile istemediği bir yığın dedikodular söylemedi mi? ösöörü- = özöörü-. öspürüm yetişmiş genç (14-15 yaşında çocuk). östön doğrudan – doğruya nehirden ayrılmış olan sulama kanalı. östür- et. ös-‘ten, : çarbası eki ese ösüldü: ekonomisi iki misli büyüdü. ösüm büyüme, yetişme. ösümdük bitki, nebatat; tehnika ösümdüktörü yahut tehnikalık ösümdüktör: teknikte endüstride kullanılan bitkiler. ösüş = ösüü. ösüü büyüme, yetişme, neşvünema olma. öş ! Sığır hayvanına haykırma. öşönt- öyle muamele, hareket etmek; öşöntüp: öyle, o suretle; öşöntö: öyle harakat ederek; öşöntsö da: buna rağmen, o takdirde dahi… öşöşntüş işs. öşönt-‘ten; öşöntüş kerek: öylr yapmalı, o suretle hareket etmeli. öşör a. yahut kara öşör: sağnak, birden dökülen yağmur; kara öşör kuyup turat: şiddetli yağmur yağıyor. öşörlö- ( daha ziyade kara sözü ile bir arada); sağnak şeklinde yağmak; öşörlöp tökkön kara camğır tıyıldı: sağnak dindi. öşörlöt- et. öşörlö’den; camğır köz açırbay öşörlötöt: öyle yağmur yağıyor, ki göz açmanın imkânı yok. öştö- = öçtö-. öştüü = öçtüü. öt I1. öt (safra) ;2. çevik, becerikli. öt-II 1. geçmek; uğramadan geçmek; köpüröödön öttü: köprüden geçti; beş cıl öttü: sene geçti; barıbızdın başıbızdan ötkön: hepimizin başından geçmiştir, bunu hepimiz yaşadık; aytıp öt-: söz arasında temas etmek; içi ötöt: içi sürüyor; ötkön çak gram. geçen zaman (mazi); 2. öne geçmek; 3. ölmek, göçmek; öttü yahut dünyödön öttü yahut aalamdan öttü: vefat etti, irtihal etti; 4. affetmek; 5. keskin olmak(keşen, delen nesneler hakkında); bul bıçak ötpöyt: bu bıçak kesmiyor; 6. sürümlü olmak (mal-meta hakkında) ötkör- geçirmek edemeye zorlamak yahut bırakmak; öttürüp al-: kabul etmek, teslim almak; öttürüp alauçu: teslim alan; öttürüp aluuçu: punktu: teslim alma yeri; merkezi; öttürüp bar-; teslim etmek; devretmek; kün ötkür-; gün geçirmek, yaşamak; ömür sürmek; baştan ötkür: baştan geçirmek;; bir hali yaşamak; cetimcilik kündörün başına ötkörgön; öksüzlük günlerini basından geçirmiş; iç ötkür-: içi sürmek; iç ötkörü turğan darı: mushil ilaç. ötkörü aşırı; daha iyi. ötkörül- mut. ötkör-‘den. ötkörüş- müş. Ötkör-‘den. ötkörüü geçirme, sürme(malı); devri teslim, nakil; kün ötkörüü: pamuk teslim etme; közden ötkörüü: gözden geçirme. ötköz- = ötkür-. ötkün çabuk geçen yağmur. ötkür 1. keskin (kesen saçan); ötkür bıçak: keskin bıçak; 2. çevik, atılgan. ötküs ötküsüz, geçilmez. ötmö geçme, içinden geçilen; ötmö brigade: geçip giden brigad; ötmö katar yahut ötmö katardan: baştan başa; bir baştan o bir başa; ötmö katarıman suu öttü: sır-sıklam ıslandım. ötmök nehrin geçilecek yeri; geçit. Ötmölük = ötmök; ötmülükten ötkördü, keçmelikten keçirdi: folk. geçitten geçirdi, su geçidinden öteye çıkardı. ötö I, aşırı, son derecede; pek ziyade; ötö zarıl: son derece lâzım; ötö caman: geyat kötü; ötö arzan: pek ucuz; ötö cooptuu mildet: geyat mes’uliyetli vazife. ötö- II, ödemek; yerıne getirmek. ötök- dağ eteğindeki çukur. ötöktö- şiddetli akışla akmak; ötöktöp kara kan fışkırmış; içi ötöktöp kalıptır: şiddlice içi sürüyor. ötöl- ödenmek; yerine getirmek. ötölgö- : tazminat, tavizat. ötölö- : ötölöp urdu: aşırı dercede dövdü,patakladı. ötöö ödeme; yerine getirme. ötööl iğteti köprü, muvakat köprü, geçecek yol, geçit; ötööl door: intikal devri. ötpös 1. kör (kesen yahut batan nesneler hakkında); 2.sürümsüz, geçmez (mal); 3. mütereddit, ödlek (adam). ötük çizme. ötükçü kunduracı. ötükçülük . kunduracılık. ötül- pas. öt- II’den; aytılıp ötülgön: söylenmişti, adı anılmıştı; cetimden aytkan bir sözü söögümdön ötüldü folk. öksüzün söylediği bir söz iliğime işledi (büyük tesir yaptı). ötüm : ötümü bar: cesur, atılgan. ötümdüü tesir yapmaya müstait; sözü ötümdüü mal: sürümlü mal. ötün- rica etmek. ötünüç ricak ötünüü işs. ötün-‘den. ötürük yalan (gerçek ve doğru almayan), yalan (asılsız söz ve iş: gerçeğin karşıtı). ötüş geçiş, geçme. ötüü 1. geçme, yandan geçme; 2. ölme; ölüm; 3. af (geçirme). öyüz o cihet (yüz); öteki kıyı; köçönün öyüz-büyüzü: sokağın öteki ve biriki ciheti; suunun arkı öyüzü: nehrin öteki kıyısı; ayıl öyüz büyüz kondu: ırmağının hem beriki hem öteki kıyısına kondu; arkı öyüz: öteki taraf: öteki sahil; rakı öyüz menen berki övüzük: öteki taraf ile beriki taraf. öyüzgü öteki kıyıda. öte tarafta bulanan; öte yandaki. öz . kendi; özüm: kendim: özüñ: kendin: özü: kendisi; özülörü yahut özdürü: kendileri; öz-özünö: kendi kendine; öz ubağında: tam zamanında; vakti zamanında; özdörünçö (yahut özülöörünçö) kelişip aldı: kendi aralarında kararlaştırdılar; özümdükü: kendiminki; özdü-özü: kendiliğinde, haddi zatında, kendi aralarında; öz biylik: öz hakimiyet; özü bütöttük= özübütöttükk. özdöş- özleşmek, benimsemek. özdüştür- özleştirmek; benimsemek, kendisininki saymak, zapetmek; tehnikanı özdöştür-: tekniği benimsemek gereği gibi öğrenmek. özdöştürüü özleştirme; benimseme; çarba cağınan özdöştürüü: iktisaden benimseme. özdöşüü işs. özdeş-‘ten. özgö başka, gayrı; başkalarından mümtaz. özgör- değişmek. özgörmö değişik, değişen; devamsız; kararsız; değişiklik, değişim. özgört- değiştirmek, tadil etmek. özgörtküç : söz özgörtküç calkoo gram.: kelimeyi değiştiren ek; aftıxe. özgörtül- değiştirmek; değişime çarpmak. özgörtülüü işs. özgürtül-‘den. özgürtüü değiştirme. özgürüş 1. değişme; 2. inkilâp manasında kullanılıyordu. özgörüş- II, müş. özgör-‘den. özgörüşçül inkilapçı manasında kullanılıyordu. özgörüü değişim; değişiklik. özgöy : kara özgöy: 1) tezviratlı davaları ve nizaları seven; 2) dedikodu, yalandan itham, iftira; kara özgöy bolboy, doo bolboyt: ats. dedikodu olmadan dava olmaz. özök 1. öz, iç; sap; sâk; özök bayla-: sap uzatmak; 2. sidik yolu (benil macerası); 3. yemek borusu (onun boşluğu); özögüm oorup turat yahut özügüm karardı yahut özügüm karaydı: fena halde karnım acıktı; özök calğa-: birparça yemek: hafif tertip açliğı kessin eylemek; sarı özök: bir hastalığının adıdır. özöktöş en yakın akraba; özöktöşüñ bolboso, özöörüsöñ, düşman kayrılbayt: folk. yakın akrabanın bulunmazsa , acıktıtığın zaman düşman sana yardım etmez. özöktüü özlü, ilikli. özölön- feryat etmek; hıçkırarak ağlamak; ölüp ketsem kokustan, özölönör cok bolso folk: ölüverirsem, benim için ağlıyan kimse bulunmaz. özölönüü işs. özölön-‘ den. özön 1. nehrin yatağı, mecra; özön başı aşuu bolot; ats. ırmağın menbaında geçit bulunuyor; yarın başlangıcında ise, su geçidi bulunuyor; özön bulak (bk. özöndüü); 2. havza: ısık-köl özönündöğü rayondur: ıssıkköl havzasındaki bölgeler. özöndö- nehir boyunca yürümek, gitmek. özöndüü : özöndüü bulak: bir çayın manbaını teşkil eden kaynak; özündüü suu: akar su, ırmak. özöörü- 1. tam bir gevşeklik durumunda bulunmak;(karna , böğüre vurmak yüzünden) nefes kesilmek) 2. şiddetli açlık hissetmek; özöörüp öl-: açlıktan ölmek özöörüt- et. özöörü-‘den. özübütöttük sis. iş yerinden gizlice sıvışmak; iş yerini değiştirmek. özümcölük istiklâl. özümçül hodbin, hodkâm. özümçüldük hodbinlik, hotkâmlık. özümdük benimseme, alışma; özümdük kıl-: alışmak, benimsemek, kendine mal etmek. paal saal I sözünün tekidir. paan saan sözünün tekidir. paana = maana II. paanala = maanala-. pabrik = fabrika. pacalista r. kon. “pojaluysta”: lütfen, rice ederim. paçke r. “paçka”: paket, takım. paçki = baçiki. pada f. 1. inek; 2: boynuzlu hayvan. padağa sadağa sözünün tekidir, sadağa – mekkâre tutmak; 2. mec. (alkollü içki dolu) büyük kâse. padışa = badışa. padışaçıl = badışaçıl. pahot = pohod. paket r. paket. pakta f. pamuk. paktaçı pamuk yetiştiren, pamuk ekimi ile uğraşan . paktaçılık pamukçuluk. pakti = fakti. pakultet = fakultet. palan = balança; palan - pustan yahut palan - tükün: filân - fıstan; filân - festekis. palança = balançak. palata r. kamara. palek f. yaprak (kavun, hıyar yaprakları): palek ur-: yaprak açmak. palet = balit. paliysa = politsiya. paloo f. pilâv; paloo bas-: plâv pişirmek; paloo bastır-: plâv pişirtmek. palto r. palto. pameşçik = pomeşçik. pamiliya = familya. pan a. sırk. fen. panar r. fener. panetika = fonetika. pañsat f. tar. beşyüz kişinin başında duran (hanlık zamanında ve basmaçılarda bir memuriyettir). panıslamçıldık panislâmizm: islâm birliği tarafdarlığı. panke r. (bank)’ kağıtla oynanan kumar oyunu.: panke oyno: kâğıtla kumar oynamak. pankeçilik kumarbazlık (iskambil oynamak suretiyle). pantürkçüldük pantürkizm: türk birliği taraftarlığı. papik f. saçakçık. papiros r. cigara. papka r. dosya gömleği. par I, r. çift; eş, denk; al sağa parkelbeyt: o sana denk değildir.\n\n\nII, f. yelek, kuş tüyü; par cazdık: kuş tüyünden yastık. para = bara I. paraboy r. “paravoy”: buharla işliyen, buhar kuvvetile işleyen motör. paraboz r. “paravoz”: lokomotif. paraçı = barakor. parad r. resmi geçit. paragraf f. bent, paragraphe. parakot = parahod. parallel r. muvazi. parallelizm r. muavazat, tevazi. parançı = barançı. paranda f. kuş. parasat a. feraset, zihin uyanıklığı, çabuk kavrayış. parasattuu ferasetli, kavrayışlı, anlayışlı. parda f. perde, örtü. parfümer r. ıtrıyat, parmumerie. parğa arga sözünün tekidir. parız = barız. park r. park, garaj, traktor parkı, traktör garajı. parla- I, çift etmek, bir tekin eşini bulup çift yapmak: eki- ekinden parlap koy: ikişer ikişerden çift yaprak koy, çifte çifte koy.\n\n\nII, (gözyaşları hakkında): parlap parlap töktü caştı folk. bol bol göz yaşları döktü. parlament r. parlamento. parlat- et. parla-II’den; dalay caşın patlatkan bir hayli göz yaşını döktürmüş. parmakçılık = formalizm. parman f. ferman, emir, buyrultu. parahod r. vapur. parsı f. farisî, farsça; parsça: fars dilinde. part r. (rusça partiyniy sözünün kısaltılmış şeklidir, başka bazı sözlerin önüne konularak, onlarla tek bir teşkil eder: partkabinet gibi, bu, parti kabinesi demektir; m.). parta r. mektep sırası. partbilet r. (bu da “partiyniy bilet” sözünün kısaltılmış şeklidir, ki parti bileti, yani partiye intisap vesikası demektir; M.). partiya r. sis, 1. parti, fırka; 2. kon. parti azası, partiye mensup; partiye bol: partiye yazılmak, aza olmak; men partiyadamın yahut kon. partıyamın: ben partiye mensubum, parti azasındanım; men partiyada emesmin yahut partiyada cokmun: ben fırkada değilim, fırkasızım, bitarafım. partiyalık parti azasından olan. partiyaluu = partiyets. partiyasız partiye intisap etmiyen, bitaraf. patiyets (kon. partiys) r. partiye mensup olan kimse. partizan r. (bu rusça “partiyniy komitet” sözünün kısaltılmış şeklidir, ki bu da: parti komitesi demektir; M.). partpel = portfel. pas I. = has I.\n\n\nII, f. : bir pastan soñ: bir muddet sonra. pasılke r. “posılke”: posta kolisi. pasıya nasıya sözünün tekidir. pasolke r. kasaba, köy, (rusların yaşadığı) meskûn mahal. pasport r. pasaport. passiv r. faal olmıyan. paş : aş-paşka koyboy: bir lahzada; bir çırpıda. paşıs = faşist. paşizim = faşizim. patefon r. bir çeşit gramofon. patent r. patenta. patentsız patentasız. patır : tatır-patır: tüfek sesini taklit için kullanılan onomatopoê’dir. patince f. domates. patoka r. sun’î bal, bulama. patpiske r. “podpiska; imzalı makpuz, taahütname; patpiske ber-: imzalı senet vermek; taahüt altına girmek. patron . r. patron, çorbacı, mal sahibi. patsifizm r. sulhseverlik. patşa = badışa. patşaçıl = badışaçıl. pay r. pay, hisse.\n\n\nII: pay- pay- pay!: vay- vay- vay; (hayret yahut memnuniyetsizlik haykırışı). paya . f.: çırak paya: şamdan, çırakma; gozo paya: pamuk sâkı. payçeki f. at derisinden yapılan, arka tarafından kayış bağları bulunan ve mest üzerine giyilen bir çeşit ayakkabı (bk.maası). payda a fayda, kazanç, kâr. paydakeç a-f. haris, yalnız menfa atını düşünen. paydalan- faydalanmak, istifade etmek.. paydalanıl- faydalanılmak, istifade edilmek. paydalanıluu işs. paydalanıl’-dan. paydalanılış- müs. paydalanıl’-dan. paydalant- faydalandırmak, istifade ettirmek. paydalanuu faydalanma, istifade etme. paydaluu faydalı. paydaluuluk faydalılık. payema ═ poema. payezie = poeziye. payseki ═ payçeki. payton = faeton. pazetsiya ═ pozetsiya. peç f. hareke (sesli harfli eksik olan arap yazısında bazı harflerin ne türlü okunacağını gösteren satırüstü ve satır altı işaretler; M.). pedagog r. terbiyeci. pedagogiya r. pedagoji, terbiye ilmi. pedagogika r. terbiye usulü. peese ═ pyesa. pende ═ bende. peñeş keñeş I. sözünün tekidir. pensiya r. tekaüt maaşı. pensioner takaüt maaşı alan. perevod r. terceme. perevodçik r. ütercim, tercüman. peri . r. 1. peri; peri- zat: periden doğan; peri-zattay kız: peri gibi güzel kız; peri urğanday teñselet yahut peri tiygendey teñselet: (kadınlar hakkında) bir peri gibi süzülerek ve ve kırıtarak yürüyor; 2. şerir, cinnî varlık; dööperi: şerir ruhlar. perkon ═ berkon. perme ═ ferma. perne I, timsal, imaj; perne söz: timsalî tabir.\n\n\nII═ berene. perspektiv r. perspectiv. pesir ═ besir. peyil ═ beyil. peyilden- : aram peyilden-, bk. aram. peyildik : aram peyildik, bk aram. pezelin kon. ═ vazilen. pılan kon. ═ plan. pıraksıya kon. ═ fraktsiya. pırğıram kon. ═ programma. pıront pront kon. ═ front. pırpıra ═ bırpıra-. pış ═ bış I. pışkırık ═ bışkırık. pıy çıy sözünün tekidir. pıyadal ═ feodal. pıyankeç r. f. ayyaş. pıyankeçtik ayyaşlık. pıyba (r. “pıvo”) bira. pibiral kon. ═ fevral. pikir ═ bikir. pikirdeş ═ bikirdeş I. pilenke r. “plenka”: film (fotoğrafta). pilenom kon. ═ plenum. pilimot kon. pulemyot. pilita r. dökme mutfak ocağı. pioner r. pionier. pir f. dn. 1. ruhanî mürşit; bir tarikatın yahut onun bir dalının şeyhi; 2. aziz. piramida r. piramit. pirigobar prigöbör, r. kon. hüküm (cemiyetin çıkardığı karar). pirkes = birkez. piroksilin r. piroksilin. pirökörör kon. = prokuror. pitir a. fitre (bu manayla daha ziyade pitir-sadağa). piyadal kon. = feodal. piyaz f. soğan. piyazi f. deve yününden evde dokunan dokuma. piyba = pıyba. piyener = pioner. plakat r. lâvha. pilan r. pilân: pılandan tuş: pilân dışı. planda- plşn düzmek, plânlamak. plandoo plân düzme, plânlama. plandooçu plân düzen, plânlayan; plandooçuu orundar: plân düzmekle mesgul olan daireler. planduu plânlı; planduu irette: bir plân üsülünde. planduuluk plânlılık. platforma . r. platform, program, umde, esaslar. plenum . r. umumî heyet toplantısı, plenom. plüs r. zait. poçta r. posta, postane; kıdırma poçta: seferlerinde halka şeklınde bir yolu takibeden posta. poçtaçı 1. posta dağıtan, müvezzi; 2. es. istasyon müdürü. poçto ═ poçta. poema manzume, poêm. poeziya r. şiir, nazım. pohod r. sefer, askeri sefer, yürüyüş. poldomoçun poldomoçu, poldomoçunu, r. tam salâhiyetli murahhas. ve kil. poliskey ═ pölüskö. politbyure r. (bu, rusça politiçeskoye büro sözünün kısaltılmış şeklidir, ki bu da “siyasi büro” demektir). politehnikeleştir- politieknikleştirmek. politehnikeleştirüü politeknikleştirme;; mektepterdi politehnikeleştirüü: mektepleri politeknikleştirme. politehnizm r. politekniklik. politotdel r. (rusça “politiçeşkiy otdel” sözünün kısaltılmış şeklidir, ki siyasi şube demektir; M.). politsiya r. polis dairesi, polis teşkilâtı, zabıta. polk r. alay (askeri terim). polobay : polobay-çolobayıñdı koy: işin içinden sıyrılmaya çalışma, kırın-mırın etme, insanın başına ağırtma. pomeşçik r. geniş arazi sahibi. pondu ═ fondu. pop ═ bop I. popoloñ r. “popolam” 1. boyuna yarılmış olan kalasın yarısı; 2. içinden çıkılmaz durum, karma karış oloan iş. proportsiya r. nisbet tenessup; esep proportsiyasi: mat. aretmetik orantısı (tenasıbi edediye); proportsiya çoñduğu: tenasübî bölünme. protokol r. mazbata, protokol. protsent r. faiz, yüzdelik. proze r. nesir. publitsist r. (publiciste) cemiyet işlerine dair yazılar yazan muharrir. pul . f. 1. para; çay pul es. 1) bahşiş; 2) simsar ücreti; 2. (cenubî kırgızlıkta) yarim kapik para; eki pul: bir kapik; segiz pul: dört kapik. pulakat kon ═ plakat. pulan kon. ═ plân. pulemyot mitralyoz, makineli tüfek. pulemyotçu mitralyozcu punk r. nokta, madde, toplama mahalli. purğuram kon. ═ programma. pustak (r. “pustiak”) ehemmiyetsiz, dağersiz şey. pustan palan sözünün tekidir. püçülük ═ büçülük. pülöö tülöö sözünün tekidir. pülüs kon. ═ plüs. pünküt kon. ═ punkt. püpök (rad.) boncuk, atların boynuna takılan süs. pürön ürön sözünün tekidir. pyesa r. piyes. raakat ═ ırakat. rabfak r. (rusça “raboçiy fakultet” sözünün kısaltılmış şeklidir, ki “amele fakültesi” demektir; M.) radikal r. radikal (köklük, köke mensup). radikalizm r. radikalizm (siyasette radikallerin sistemi; M.). radio r. radyo; radio stansiya: radyo merkezi; radio tüyünü: radyo düğümü, kavuşağı; radio utkuruu: radyo neşriyatı. radius r. nısıf kutur: yarıçap. rakat ═ ırakat. raket (r. “raketa” ) hava fişeği. rakım ═ ırayım. rakımsız ═ ırayımsız. ramazan ═ ıramazan; ca ramazan ═ caramazan. ramke r. çerçeve; pervaz. ramkele- çerçevelemek; pervazla çevirmek. rapırt ═ raport. rapız (r. “reps”) bir nevi kumaş. raport r. rapor. rasim ═ ırasım. raspisaniye r. tarife. raspiske (r. “raspiska”) imzalı makpuz. ratsionaldaştır- rasyonalize etmek. ratsionaldaştıruu rasyonalize etme. ratsiyonalizm r. rasyonalizm. rayatkom r. bölge icra komitesi. raykom r. (rusça “rayonnıy komitet” sözünün kısaltılmış şekli olup. “partinin bölge komitesi” manasında kulllanılmaktadır. rayon r. bölge. rayondaştur- bölgeleştirmek. Bölgelere ayırmak. rayondaşturuu bölgeleştirme, bölgelere ayırma. rayonduk bölgelik: bölgeye taalluku olan; rayonduk atkaruu komiteti: bölge icra komitesi. rayzo r. (rusça “rayonnıy zemelniy otdel” sözünün kısaltımış şeklidir , ki “bölge toprak işleri şubesi” demektir; M.). razinke ═ rezinke. razryad razret, (r. “razriad”) sınıf, tabaka, makule, kategori. razvedka r. keşif (askeri terim). recisor ═ rejissyor. reç r. nutuk, söylev. redaktor r. tahrir müdürü, baş muharrir; cooptuu redaktor: mes’ul tahrir müdürü. redaktsiya r. redasyon. redaktisiyalık redaksiyonluk; redaktsiyalık komissiya: redaksiyon komisyonu, tahrir komisyonu. reduktsiya r. réduction (kimya terimi). reforma r. islahat. registratsiya r. kayıt kaydetme. reglament r. nizamname. rejissyor rejisor. reket a. dn. rekât. rekord rekor. rekordduk rekorluk; rekordduk tüşüm: rekorluk mahsul. relse (. “relsi”) ray (demiryolunda). remont r. tamirat. remnttol- tamir edilmek. remnottol- tamir edilmek. repköm ken. ═ revkom raportyor r. muhabir rapörtör. respublika r. cumhuriyet. respublikaçı cumhuriyetçi. respublikalık : cumhuriyete mensûp; respublikalık uyumdur; cumhuriyet teşkilâtları. restoran r. lokanta, kazino, restaurant. ret ═ iret. rettöö ═ irettöö. revkom r. (rusça “revolütsiyonnıy komitet” sözünün kısaltılmış şeklidir ki “inkilap komitesi” demketir; M.). revolyutsiya r. inkilap, ıhtilâl. revolyutsiyaçı inkilâpçı. revolyutsiyaçıl inkilap taraftarı inkilâba mensûp. rezerv r. ihtiyat. rezindent (r. “rezinka”) lâstik. rezolyutsiya r. karar derkenar. rıçag r. manivelâ. rifma r. kafiye. rıpormo ═ reforma. rodina r. vatan. rol r. rol; rol oyno: rol oynamak. roman r. roman. romançı ═ romanist. romantizm r. romantizma. rombu r. main. rota r. bölük (askeri terim). ruksat ═ urutsat. rul r. dümen. saa I. bk. sen I. saa- II, sağmak; kayıñ saa bk. kayıñ. saada ═ zaada I, II. saadak 1. sadak, okluk; çılbırı koldo on tolup, saadağında ok bulup: folk. dizgini eline on kere sarılmış, sadağında okları var; buurçaktıñ saadağı: nohudun kalbuğu; 2. bütün takımiyle birlikte yay. saadır- sağdırmak: sağamya zorlamak yahut bırakmak; koy saadırıp tursam: koyunu (tutarak) sağmaya yardım ettiğimde. saak söök sözünün tekidir. saal I, a. azıcık, bir parçacık, minnacık; saal toktoy tur: azıcık bekle, dur; saal- paal: azıcık, azkala; alı saal: fakir; ihtiyaç içinde olan. saal- II, pas. Saa- II’den. saalık- gevşek, ağır hareket etmek, yürüyüşü ağırlaştırmak, oyalanmak (gecikmek), geç kalmak. saalıktır- bekletmek, beklemekle üzmek; saalıktırıp oturğuzup koyuptur: uzun oturmaya ve beklemeye mecbur etti; bekletmekle üzdü, sıktı. saalıt - 1. bekletmekle üzmek, sıkmak; 2. yormak , gevşetmek, bitkin bir hale komak; 3. perişan etmek. saam 1. sağma, sağım; bee saamı: kısrağı iki sağım arasında geçen zaman ( 1-1 ½ saat): beeni eki saamına deyre: 2-3 saat kadar; 2. defa; kere (başlıca, kâğıt oynarken); bol kartañdı. Eski saam oynop ciberli: çabuk iskambil kâğıdı verin. Ki bir iki parti oynayalım. saamal- henüz tahammur etmiyen taze kımız. saamalık 1. yeni şey, senelik;2. siftah. saamay 1. (bu manayla bazan. saamay çaç): kırparken şakakla da bırakılan saç (başlıca. 10-12 yaşında olan kız çocuklarda); kırk saamay mec. olgun kız; 2. ince kadın . saamık- ═ saalık-. saamıkat ═ saalıktır; ana-mina menen saamıktatip oturup, üşüküngö çeyin keldi: her türlü behanelerle savsaladı ve şimdiye kadar uzatt; alasamdı saamıktatpay ber: alacağımı sallamadan ver. saamıktır- ═ saalıktır-. saan 1. sağmal(hayvan); saan uy: sağmal inek; 2. sağma; uy saan boldu: ineği sağma zamanı geldi; 3. es. Bir hizmet mukabilinde sağmal hayvanı muvakkat vermek; saan-paan: sağmak için verilen hernevi hayvan. saançı sağıca kadın. saadık sağmal. saar ═ zaar III. saara : saara kıl-: aptes bozmak. saattama a-f. Saat (zaman gösteren alet manasıyla). saat I. engel: caan saat kıldı: yağmur mani oldu; senin saatıñan: senin yüzünden; saat-sabır: engeller ve manialar.\n\n\nII, a. 1. saat (alet olarak; koñğurooluu saat: çalar saat; 2. saat (zaman olarak); saat beşte keldim; saat beşte geldim; beş saatte keldim: beş saat zarfında geldim (yolum beş saat sürdü). saattuu 1. güç. ızdırap verici; 2. inatçı: al saattuu neme ğo saati karmap kelibey kalsa kerek: o, inatçı bir adamdır. İnadı tutup gelmeden kalmış olsa gerektir. saba 1. içinde kımız yapılan büyük deri tulum: kergen saba: dört yıldızdan teşekkül eden yıldız burcu. saba- II, 1. dövmek, pataklamak, kamçı çalmak; kanat saba-: kanat çırpmak; sabağan boydon keldim: beyuna (atımı) kamçılayarak galdi; (buraya) koşturarak geldim; 2. yün atmak. sabaa ═ saba I. sabak I, a. 1. ders; 2. beyit, mısra; eki sabak ır: iki mısra şiir; 3. bir alım sabak: çok, gereği gibi (miktar manasiyle); bir alım sabak ırtaşıp ciberçi: haydi bakalım, adamakıllı bir şarkı söylesene.\n\n\nII, sâk, sap; gül sabağı bot. çiçek sapı. sabakta- çubukları, yaprakları seçmek bir araya getirmek suretiyle yığmak, biriktirmek. sabaktaş ders sınıf arkadaşı. sabal- mut. Saba- II’den; sabalğan cün: atılmış yün. sabala- : el sabalap ele kelip atat: halk çar- çabuk gelmektedir; sabalap cönüştü: (atlılar) koşturarak gittiler; möndür sabalap turat: dolu kamçı çalar gibi yağıyor. sabaş- hep beraber dövmek, biri birine dövmek, dövüşmek. sabaştır- et. sabaş-‘tan. sabat I, a. okur yazarlık; kat sabat: alfabelik okur yazarlık; sayası sabat: siyasî okur yazarlık, siyasetten haberdarlık; çala sabat ═ çala sabattuu (bk. sabattuu). sabat- II, et. saba- II’den. sabatsız okur yazar olmıyan: cahil coyuu: cahilliği tasfiye. sabıttır- et. sabat- II’den. sabatuu okur tazar; çala sabattuu: okuması yazması noksan olan. sabet kon. ═ sovet. sabıl- I, yalvarmak, mutavaat ederek boyun eğmek.\n\n\nII, çok olmak, ardı-arası galmiyen bir kütle halinde yürümek; el sabılıp ele kelip atat: halk kütle halinde geliyor. sabıla- : sabılıp uçup ketti (rad., v): aşağıya doğru uçup gitti. sabır I, a. tahammül, sabır, kendine hakim olma; sabırı suz (yahutsus) maneviyatı kırıldı, neşesi kaçtı.\n\n\nII, saat I. sözünün tekidir. sabırayna kon. ═ sobraniye. sabırdık sabır, kendine hâkimlik. sabırduu sabırlı, kendine hâkim. sabırka- ıstırap çekmek, kederlenmek. sabırkat- et. sabırka’-dan. sabırsız sabırsız. sabırsızdan- sabırsızlanmak, sabırsızlık göstermek. sabırsızdık sabırsızlık; kendine hâkim olmamaklık. sabiz f. Havuç. sabotaj r. baltalama, fesatçılık, sabotaj. sacda a. dn. Secde. saçır kaçır sözünün tekidir; kaçır saçırıñdı bilbeymin: senin katırlarını bilmiyorum (hiç bir şeyi bilmek istemiyorum). sadağa a 1. sadaka; aşağıda getirilen bütün tabirler artık çoktan hakiki manalarını kaybetmiş olup , bügün yalnızca mecazî manalarda kullanılmaktadır:can sadağası: hayatı kurtarma sadakası; başım aman bolso, al canımdan sadağa: sağ kalırsam, malım başım için sadaka olsun; sadağa kak- yahut çap-: kurban kesmek ; sadağa çabıl-: kefaret sadakası olarak verilmek ; el- curtan alda kaçan sadağa çabılgan: onu adam yerine koymaktan çoktan vazgeçtiler; 2. okşama hitabıdır: sevgili, canım, sadağası yahut sadağañ keteyin (yahut boloyon): kurbanı olayım. sadak ═ saadak. sadakat ═ sadağa. sağa bk. sen I. sağak 1. bir çift söyke’yi (bk. söykö 1) birleştiren gümüş köstek; 2. ═ saaldırık. sağala- göz atmak, gözetlemek. sağalat- et. sağala’-dan. sağaldırık çenenin altından geçen kayış (oynan’ın bir kısmı). sağaloo göz atma, gözetleme. sağan bk. sen. sağana aile türbesi, sanduka. sağasa ═ çekende. sağın- özlemek. sağındır- et. sağın’-dan.ç sağınt- özletmek, düşündürmek. sağınıç özleme, hasret. sağınıçtuu ölemeye mücip olan, hasretli; sağınçtuu salamımdı ciberem: özleyerek, selamlarımı gönderiyorum. sağınıl mut. Sağın-‘dan. sağınış- müş. Küçük yaşta olan öksüz (bu, küçük manasına gelen “sagir” den bozulmuş olacaktır; M.) sağız sakız; sağız kuuray bk. kuuray. sağızğan saksağan (kuş). sahna a. sahne, sahnağa koy-: sahneye koymak, (bir piyesi) oynamak. sak I, tetkikte bulunan, uyanık; sak bolğula: ihtiyatlı olun. gözünüzü dört açın. sak kulak it. kulağı hassas olan köpek.\n\n\nII: bok-sak: çör çöp; döküntü.\n\n\nIII. sak saktap uktabay karap oturduk: uyumadık ve dikkatla gözetledik. saka vuran aşık kemiği (ounda); sakaday: endemli (insan hakkında). sakal sakal; sakal koy-: sakal bırakmak; ak sakal ═ aksakal; kırkılıp kalsın sakalım! Folk.: sakalım kırpılsın. (ant içme şekillerinden biridir.) sakalduu sakallı, yaşlı adam, hurmete değer bir yaşta olan kimse; sakalduu- köküldüülöp bk. köküldüülö-. sakanak kerege(bk.)’ nin kısa değnekleri (bunlar her kanat’ta dörder tane olurlar; bk. kanat 1, 2). sakay- sağalmak; ooruñan sağaydıñbı?: hastalığından sagaldın mı?. sakçı bekçi, muhafız, muhafız takımı. sakçılan- ═ saksılan. sakım ═ zakım I. sakına ═ sahna. sakıp a.: sakıp camal: dilber, güzel kadın, güzel erkek. sakıt I═ sak I.\n\n\nII. a.: moynuman sakıt kıldım: hesaplaştım, üzerimden attım, yakayı kurtardım. sakoo 1. peltek, pepe, tili sakoo: dili tutuk olan, pepe. 2. sakağı (tay hastalığı). saksak ═ saksağan. saksakay bekbekey (bk.) şarkısında kullanılan bir isimdir; saksakay -o-oy! sak kaytar! bekbekey -o-oy , bek kaytar! hey, saksakay, dikkatle gözetle. hey, bekbekey, dikkatle bekle! saksağan örpermiş, karışmış (tüy v. s. hakk.) saksañda- karışıp perişan bir hale gelmek (saç hakkında); yırtık, pırtık, darma dağınık, perişan bir kıyafetle bulunmak. saksañdat- et. saksañda-‘dan; çaçın saksañdatıp oturat-: karma karış olmuş saçla oturuyor. saksay I. kad. Kurt. saksay- II, tüy veya kılları karışık bir hale gelmek; sakalı saksayıp turat: sakalı perişan bir haldedir. saksayt- et. saksay- II’den. saksayuu- saksay II’den. saksılan- sakınmak, korkmak; saksılanbay ele koy: kuşkulanma, merak etme. (senin için korkulacak bir şey yok.). saksın- ═ saksılan-. sakta- muhafaza etmek, korumak; sarı mayday sakta-: göz bebeği gibi korumak (harf.: eritilmiş tereyağı gibi saklamak); can sakta-: hayatı korumak. yiyecek içecek bulmak, ekmek parası kazanmak, saktal- muhafaza edilmek, korunmak. saktaluu işs. sakatal-‘dan. saktan- korunmak, kendini muhafaza etmek, saktansañ, soo kalarsıñ ats. korunursan, sağ kalırsın. saktanuu ihtiyat, uyanıklık, saktıkta korduk cok ats. ihtiyatta horluk yoktur; saktık kassası: tasarruf sandığı. saktıyan f. sahtiyan. saktoo korunma, muhafaza etme. saktooçuu koruyan, muhafız. sal I, 1. sal; 2. sal ile nakil; sal ağız (kütükleri) sal yaparak nakletmak.\n\n\nII: sal-manap: mumtaz gençler.\n\n\nIII═ saal I. sal- IV, 1. salmak, komak; kapkasal-: çuvala komak; ımaret sal-: bina inşa etmek; prezidiumğa sal-: riyaset kurulunun kararına vazetmek (harf.: rıyaset kuruluna salmak); köpçülüktün aldına sal-: ekseriyetten hükmüne nırakmak, kütlenin mahakemesine komak, baştarın cerge salıp: başlarını iğerek (atlar hakkında); kişi sal-: (müzakereler, kız isteme, barışma için) adam yollamak; kuş sal-: alıcı kuşu salıvermek, alıcı kuşla avlanmak; solğo sal-: yola çıkarmak ; işin yoluna koymak; bazarga sal-: pazara, satılığa çıkarmak; bardık ünümö salıp: bütün sesimle; kol sal-: -bk. kol I; zındaña sal-: hapsa atmak; 2. çocukl düşürmek; bala sal-: çocuk düşürmek; kozu sal-: yavru düşürmek (koyun hakkında); koy arık bolsa. bat ele kozu salıp koyot: koyun zayıf olursa, çabukcak kuzu düşürür; kulun sal-: bk. kulun; 3. yapıştırmak, çalmak (şiddetle vurmak); kamçı menen bir saldı: kaçı ile bir defa çaldı: başka bir saldı: kafayı bir defa yapıştırdı; 4. hareket etmek, yönelmek;üydü küzdöy saldı: ev istikametinde yürüdü; attanıp aldı da, tömön karay salıp ketti: ata bindi ve aşağıya doğru gitti; Aksuunu közdöy ketken kara colğo saldım: Aksu istikametinde giden yol boyunca yürüdüm; 5. önceden tayin ve takdir eylemek; kudaydın salğanı folk. alın yazısı casağan salga: folk. kısmet olur sa; 6. (datif kılığındaki mış’lı şekille): yalandan göstermek, tecahül ve tegaful etmek; körmömüşkö salıp: görmemezlikten gelerek; 7. ala sal-: (uzunca nesne hakkında) bir yandan bir yana çevrilmek: dönmek; eki-üç ala salıp kettim: iki üç kere (yanımla) döndüm; 8. salğan cerden yahut salğandan: durup dururken, ansızın, ortada hiçbir esas ve sebep yokken; meni salğan cerden tildeyt: bana duruo dururken (birden işi tetkik etmeden) dil uzatıyor; salğandan könö koyboyt: bırden bire muvafakat etmiyor; 9. bir şeye güvenmek, bir şeyi tatbik etmek; köptügünö güvenerek; çeçendigine salıp ceñip ketti: belâğetini tatbik ederek yendi; küçünö salıp: kuvvetini tatbik ederek; 10. birinen sala biri: biri ardından biri; biri ötekisinin sözünü keserek; birinin sala biri çukuraşıp: biri birinin sözünü keserek mırıldandılar; 11. sala sal kıl-: başkasına yükletmek; işti biröögö sala sal kılbay, özüñ bütün: işi başkasına yükletmeyip, kendin bitir; 12. sala koymo ═ salağoymo; 13. yardımcı fi’l sıfatiyle hareketin bittiğini yahut aniliğini ifade eder ; alar eşik aldına kele saldı: onlar kapı önüne geliverdiler; sımıbızdı coon saña çeyin türüp salıp: şalvarlarımızı butlarımıza kadar sığınarak; caza salbastan murun: yazıvermezden önce; ayta saldı: söyliyiverdi, baklayı ağzından çıkardı; kızımdı bere salayın folk. kızımı (kocaya) verivereyim; kele sala gelir-gelmez; körö sala: görür görmez. sala ═ salaa. salaa 1. çukur, küçük çukur, yer yarığı, nehrin yatağı, dere, çay; 2. parmaklar arasındaki açıklık; parmaklar arsındaki zar. salaala- ═ salala-. salaalan- ═ salalan-. salaaluu ═ salaluu. salabat a. 1. saretlik; salâbat, iğilmezlik; 2. azamet, liyakat.\n\n\nII, a. salevat. salabattuu 1. salâbetli; 2. azametli, heybetli. salağoymo kadın “ sarıgı” nın uzun bir şerit halinde arkaya sarkan kısmı. salak tembel, pasaklı, sünüpe, perişan kıyafetli. salaka zararlı hareket, hileli iş, hasar, zarar; tap düşmandarının salakası: sınıf düşmanlarının şüpheli faliyetleri; salakası tiydi: zararı dokundu. salakta- sallanmak, sarkmak. salaktat- et. salakta-‘dan. salakılık itanısızlık, parişanlık, inzibatsızlık, ihmalcilik. salala- : salalap kuçakta-: ellerinin parmaklarını kavuşturmak suretiyle salalan- çukurları, dereleri mebzûl olmak; kucaklamak.salalañan kapçığay: çukurları, kazıntıları mebzûl olan dağ geçidi. salaluu çukurları, dereleri, kazıntıları çok olan mahal. salam a. selâm; kommunistik salam: komünistçe selâm; salam ber-: selâm vermek; salam ayt-: selâm söylemek; aleykima salam, aleykümselâm (verilen selâmın karşılığıdır. salamat a. sağ, sıhhatı yerinde olan, sağ ve selâmet (ziyan ve zarara uğramamış olan). salamattan iyileşmek, sıhhat kesbetmek. salamattandır- iyileştirmek, sıhhat kesbettirmek. salamattandıruu iyileştirme, sıhhat kesbettirme. salamattık sıhhat selâmet; salamattık saktoo bölümü: sıhhiye şubesi. salamçı rasgele ziyaretçi; salamçıdan berip ciberdi: rastgele bir yolcu ile gönderdi; 2. mec. tufeylî. salamdaş- selâmlaşmak. salañ ileñ sözünün tekidir. salañda- 1. sallamak; 2. mec. kuvvetten düşmek. salañdat- et. salañda-dan; salañdatıp asıp koy-: bir nesneyi serbestçe sallanacak ve başka bir nesneyi dokunmıyacak tarzda asmak; kursak salañdat-: yağ bağlamak suretiyle karın sarkıtmak. salañdoor 1. yuvarlak, küçük çıngıraklar; 2. madalyon. salavat ═ salabat. II. salbar kocasının iltifatına ve itinasına mazhar olmıyan karı (zevce). salbıra- sarkmak, asılı durmak (diyelim, salkım söğüdü dalları hakkında); mögödöy salbıra bk. mögö. salbırak 1. sarkan, sallanan; üstü başı sarkık; 2. (Rad. V.) ═ saadak. saldar fena tesir, kötü netice; eski turmuştun saldarı: eski hayatatın kalıntıları. saldat (r. “soldat”) asker, er. saldır- et. sal- IV’ten; zındaña sadır-: zindana attırmak. salğıç bir şeyi toplayıp koymak için aygıt; darı salgıç: barut kabı; tabak salgıç: kap kaçak için (keçe) raf. salğıla- 1. mükereren, bir çok defa salmak; 2. tekrar tekrar vurmak. salğılaş- I. pataklama.\n\n\n: II, bir birini dövmek. salğılaşuu pataklama; muharebe. salık I. 1. vergi, haraç; salık sal: vergi tahretmek; öz ara salık: kendi aralarında vergi tarhetme; 2. emanet, vedia; amanat salık: itenildiği zaman alınmak şartıyla bırakılan emanet; salık kâğazı: depozito kâğıdı , senedi; 3. kırgızların kendileriyle birlikte yaylağa almayıp, oradan dönünceye kadar bıraktıkları keçe ev, ve ev eşyasının bir kısmı; salık sal-: yaylaya giderken, bal ev eşyasına denk yaparak bağlamak ve kitleyip , kışlakta bırakmak; 4. tar. Yoğaşları ve şenlikleri tertip eylemek için manapır tarafından ahaliye tarhedilen olağanüstü vergiler.\n\n\nII, sarkık, sallanan ; asılı duran; kardı salık: karnı sarkık, şişman karınlı; salık kursak: sarkık karınlı; kabağı salık: abûs somurtmuş; salık cüktü-: denki çok aşağı sarkıtarak yüklemek; kara salık: Triticum repans bitkisi. salıkçı para yatıran. salım : bir salım et: bir defa pişirilecek kadar et; bir salım bot. yabanî keten; kiyim-salım: her nevi elbise ve yatak gereçleri; alım salım: her nevi vergiler, resimler. salın- 1. konulmak, vazedilmek; kol salıñan: hucuma çarpan; kol salıñan poyuz: hucuma maruz olan tiren; tıyuu salın-: menedıilmek; tıyuu salınbasa: menedilmazse; 2. koymak, kendi üzerine, altına komak; cooluk salın baş örtüyle örtünmek, baş örtüsü taşımak; köz aynek salın-: gözlük takmak; çapanın salındı: çapanın altına serdi; kim salındı çeniñdi, kim bildi senin epolitlerini, kim idare etti senin elini? salındı ═ salbar. salındır- et. salın-‘dan; eginder calbıraktarın salındırıp, soluyt: ekinler yapraklarını sarkıtarak soluyorlar. salıñkı hafifçe sarkık; hafif tertip asılı duran; kabağı salıñkı: kaşları çatık, muteessirdir, kederlidir. salınış işs. salın-‘dan; tertipke salınış kerek: tanztm edilmesi lâzım. salınuu konulmuş, üzerine konulmuş; batunda kişen salınuu folk. ayaklarına bukaği, köstek vurulmuş. salış I, 1. hep beraber salmak; 2. biri birini dövmek; eki kişi salıştı: iki kişi dövüştüler; at salış-: 1) koşularda atları yarıştırmak; 2) mec. müsabakaya girişmek; corğo salış-: yorga atları yarışa çıkarmak. salıştır- 1. karşılaştırmak; mukayese etmek; oorduğun salıştır-: ağırlık yonunden karşılaştımak; 2. müsabakaya icbar etmek; corğo salıştır-: yorgatları yarıştırmak, koşularda yorgaları koşturmak. salıştırma mukayeseli, nisbî; salıştırma çındık: nisbî hakikat; salıştırma anatomiya: mukayeseli anatomi. salıştırı- karşılaştırmak, karşılaştırma. salışuu dövüşme, tutuşma, muharebe. salıt (kaşr. Salt I), 1. nizam, adet,resim; mutunku salıt menen: eski usul ve adetler üzerine; 2. es. mihrin (ağırlığın) sıkı bir surette tayin tesbit edilen kısım. salkı ilki sözünün tekidir. salkın serinlik, serin; küzgü koñur salkın: sonbahardaki hafif serinlik; salkın köz menen kara-: ihtimamsız, dikkatsiz davranmak; işke salkın kara-: işe ehemmiyet vermemek, üstünkörü yapmak. salkındık 1. serinlik; 2. dikkatsizlik, itinasızlık. salmak ağır çeken, ağır, davranan; salmak ölçümü: izafî sıklet; almak-salmak yahut almaktan-saklamak : munavebe ile; ekööbüz almak salmak iştedik: ikimiz munavebe ile çalıştık. salmaksız ağır olmıyan; hafif. salmakta- 1. bir şeyin ağırlığını takriben oranlamak; 2. halsizlik hissetmek; bütkön boyum salmaktap turat: rahatsızım. salmaktan - 1. ağırlaşmak, ağır çekmek; 2. ağır, tembel davranmak. salmaktaş- 1. (kuvvetçe, akılca ve s. ce) denk olmak, yarışmaya mustait olmak; 2. kapışmak, muharebe etmek. salmaktat- et. salmakta-‘dan. salmaktuu 1. ağır çeken, ağır; iş salmaktuu bodu: iş ciddi (güç) bir şekle döküldü; 2. ciddi, musbet (adam). salmaoor sapan. salooma bk. saloomaleykim. saloomaleykim salooma aleykim, (müslümanca selâm): selâmun aleykim.: size barış olsun. salpakta- ═ salpañda-. salpaktat- ═ salpañdat-: terdigin salpaktatıp, bir at kaçıp bara atat: teğeltisini sallayıp, bir at kaçıp gidiyor. salpañda- 1. didinmek, sallanmak; 2. biçimsizce yürümek. salpañdat- et. salpañda-,dan. salpayak sakat, acayip. salpıda- 1. ağır ağır kışmak; salpıldap celip kele catkan arık saralanı kördü: ağır ağır koşan sarı benekli atı gördü; 2. sallanmak; eski tondun eteği salpıldayt: eski kürkün eteği sarkık dunuyor. salpıdat- et. salpılda-‘dan; arkan, cibin kancığasına boş baylanıp, salpıldatıp kele catat: urganını, ipini terkisine bağlayıp, sallandırıp gelmektedir. salpıy- 1. sarkmak; erdi salpıyıp turat: dudağı sarkık duruyor; 2. gevşek ve sünepemsi olmak; salpıyğan: sünepe. salpıyt- et. salpıy-‘dan. salt (krş. salıt) 1. adet, itiyat, maişet, yaşayış; ata saltı: ata saltı menen: dedelerin adetlerine göre; salt sanaa: ideoloji; cakelik mülk salt sanaası: hususî mülkiyet ideolojisi; salt sanaalaş bk. sanaalaş; 2. ehemniyet, kurum, güzellik, parlaklık, şa’şaa, 3. mâna; sözüñdün saltın karağın: sözünün manasına dikkat et.\n\n\nII, yüksüz, ağırlıksız (atlı hakkında). saltanat a. 1. liyakat, itibar; 2. şa’şaa; debdebe. saltanattuu dabdebeli, parlak, tantanalı; saltanattuu çoguluş (ciynalış): mutantan toplantı. saluu I, işs. sal- IV’ten; kol saluu, bk. kol I; bala saluu bk.\n\n\nII: oozunun saluusu bar: yemek hususunda çok hassastır (her ziyaretinde ziyafete tesadüf eden adam hakkınada söylerler). saluuluu konulmuş, sokulmuş, serilmiş; kilem saluuluu töşek: serilmiş yatak. sayut r. selâm topu, tüfek selâm atışı. sama- şiddetle arzu etmek; samağanınday boldu: arzu ettiğini aldı; istediği yerine geldi. saman saman. samık r. (“zamok”) top kaması, tüfek sürgüsü. samın sabun; samın çöp: çöven, çöğen (ot); samın taş: suyun aşındırmış olduğu taş. samınçı sabunçu. samınçılık sabunculuk, sabuncu sanaatı. samınnda- : sabunlama, sabun sürmek. samındal- sabunlanmak; sabun sürülmek. samından- kendi kendine sabunlanmak, kendi kenine sabun sürmek. samındat et. samında-‘dan. samındoo sabunlama. samolyot samolöt, r.tayyare, uçak. samoor r. 1. semaver; 2. çayhane. samoorçu 1. çayhane işleten; 2. çayhaneye bakan. sampağay pasaklı, sünepe. sampalañda- ağır, biçimsizce hareket etmek (diyelim, puhunun uçuşu hakkında). sampañda- hereket etmek (fakirce giyinmiş, yırtık-pırtık esvap giymiş kimse hakkında). samparla- ═ anadaalı; samparlap kar tüşüp turat: lapa lapa kar yağıyor, sampay- gevşek ve muattal bulunmak; her şeye lâkayit kalmak. sampır yırtık pırtık esvap giymiş olan adam; perişan kıyafette olan. samsa f. bir nevi börek: samsa. samsaala- aşağıya doğru sarkarak sallanmak. samsaalat- et. samsaala-‘dan; etek samsaalat-: yırtık etekleri sallayıp (yürümek.) samsala- ═ samsaala-. samsı- kesilmeyen bir akıntı halinde yürümek; bir dalga şeklinde yığılaşmak; uşu coldon samsıp ele kişi üzülböyt: bu yolda geçenlerin arkası gelmiyor (her zaman çok halk geçiyor); arkasında samsıp köp el bara cattı: peşinden kalabalık halk gidiyordu. samsıt- yormak; takattan düşürmek. samtır : samtır sumtur: yırtık pırtık, pare pare olmuş; üstü başı samtır: üstü başı yırtık pırtık. samtıra- pare pare olmak, yırtılıp parça parça olmak; samtırağan: 1. yırtılmış, yırtılıp pare pare olmuş; 2. perişan kıyuafetli: yırtık pırtık esvep giymiş olan. san I, but, kalça; şimdi coon saña çeyin türüp: şalvarı kalın butlara kadar sıvayarak; serke san yahut kuuray san: 1) incecik bacak; 2) incecik bacaklı; altı sanım aman bolso: sağ esen olusam.\n\n\nII, 1. sayı, miktar, hesap; sayda sanı, kumda izi çok yahut sayda sanı, kumda kunu çok: hiçbir belirtisi yok, iz bırakmadan kayboldu; san cana sapat cağınan: kemmiyet ve keyfiyet yönünde; sanda cok caman yahut saña koşulbağan caman: hiçbir işe yaramıyan (adam); tirüü dese, sanda cok, ölük dese, kördü cok folk. diri desen, hesapta yok (diri insanlar arasında sayılmaz), ölü dersen, mezarda yok; kılğan iştin sanı cok: yapılan iş görünmüyor, işin hiçbir neticesi yok; bütün san: mat. adedi sahıh, tam sayı; tak san: mat. tek adet, sayı; karama karşı san: mat. mukabil, zıt sayı; cay attuu san: mat. basit mütecanis sayı; çamaa san: mat. takribi sayı; eerçime san: mat. muteakip sayı; oñ san: mat. musbet adet (pozitif sayı); teris san: mat. menfi adet (negatif sayı); başkı san: mat. iptidaî adet; atuu san: mat. mutecanis sayı; bir tamğaluu san: tek haneli sayı; köp tamğaluu san: çok heneli sayı; belgisiz san: mat. meçhûl adet; bölçöktüü attu san: mat. mütecanis kesir; tügöl bölünüüçü san mat. misil; oylonmo san: mat. mevhum sayı; izdelgen san: mat. aranan meçhul sayı; belirgen san: mat. verilmiş mâlum sayı; cekelik san: gram. teklik (müfret); köptük san: gram. çokluk (cemi); iret san: gram. rütbı adet ismi; cay san: gram. aslî adet ismi; 2. hesapsız çok; (bazan da) on bin.\n\n\nIII: sandı saa kim berdi?: nasıl cesaret ettin ? bu hakkı sana kim verdi? sana- 1. saymak; münöt sanap: dakika sayarak (her dakika); cıl sanap: her sene; cıl sanap ösüp kele catat: seneden seneye büyüyör; 2. düşünmek, tefekkür etmek,tasarlamak; kara sana ═ karasana; kamsanaba: merak etme. kederlenme!; 3. özlemek, canı sıkılmak; cerin sanap: memleketini özleyerek. sanaa 1. çuur, fikir, düşünce; 2. keder tasa, meşgale; sanaam bölö aldı boldu: çok merak ediyorum; sarı sanaa: keder, kaygı; sanaa tartpay kün çıktı: derken güneş de doğdu. sanaadar k-f. kederlenmiş olan, kaygılı olan. sanaalan- 1. düşünceye dalmak; 2. özlemek, tsalanmak. sanaalaş yahut saltasanalaş: fikirdeş: fikir ortağı. sanaaluu 1. düşünen; 2. meşgul olan, uğraşan. sanaarka- düşünmek, düşünceye dalmak, tasalanmak. sanaasız ahmak, düşüncesiz. sanaasızdık hamakat, düşüncesizlik. sanak hesap, sayım; sanak başkarması: istatistik idaresi; sanaktan ötkür: saymak, hesabını almak. sanalaş ═ sanaalaş. sanaluu sayılmış, sayılı, hesaplı. sanaş- hep beraber saymak, hesaba katmak, hesaplasmak; künsanşıp köböy-; günden güne büyümek, artmak; 2. hep birlikte düşünmek; aynı şeyi düşünmek. sanaşuu et. sanaş-‘tan sanat I, 1. nasihat, ibret, misal, örnek nümune olacak şey; sen bir sanatı kılğalı turasiñ: sen bir kötülük yapmayı düşünüyorsun; sağa kalbağan sanatı kılayın: sana öyle bir şey yaparım, ki çok uzun zaman unutamazsın; 2. bir yığın kıyafeli vecizelerden düzülmüş olan şarkı; şarkı kalıbına dökülen tekerleme.\n\n\nII, 1. hesap, sayı; sanatcetkis yahut sanatı sandan ötüptür: hesapsız çok: sanattan ötkör-: hesabını almak; saymak 2. gram. es. adet ismi. sanat- III, et. sana- I’den; naktay sanıp al-: nakten almak. sanatay : kara sanatay ═ karasanatay. sanatçı hesaplıyan saaat, sayaç. sanatıluu sayılmış, tam okadar; sanatıluu altı ay folk. tam altı ay. sanatsız hesapsız çok. sancıra a. şecere, soy sop. sancıraçı şecereler uzmanı. sancırğa 1. süs (başlıca, göç zamanında yük hayvanlarına takılan süsler); 2. alıcı kuş için eğere takılan köstek. sancırğaluu 1. süslenmiş; sancırğaluu köç: yük hayvanları süslenmiş 2. köstekli ( alıcı kuşar hakkında). sanda I: anda-sanda: şurada-burada bazı yerlerde, bazan, zaman zaman (nâdiren). sanda- II, pek çok olmak, hesapsız bulunmak; sandağan: bihesap. sandaala- ═ andaala- sandal I. mangal.\n\n\nII, r. sandal denilen ayakkabı. sandal- III, avare dolaşmak, maksatsız gezinmek; sandalıp ele cüröt: maksatsız aare dolaşıyor. sandalt- et. sandal- III’ten. sandat- et. sanda- III’den; sandatıp türdüü cılkını, aydabay turğan cer beken?: orası hesapsız çok hergeleyi sürmeye elverişli yer değil midir? sandık sandık. sandıkça 1. küçük sandık; 2. mat. es. küp, mikâp; sandıkça metr: mikâp metre. sandıra- ═ sandırakta-. sandırak 1. boş sözler söyliyen geveze; 2. boş söz, herze, yave. sandırakı : sandırakı söz: boş yere çene çalma, lâklâkiyet. sandıraktı- : oozune kelgenin sandıraktay beret: ağzına ne gelirse, onu söylüyor; manasız ve faydasız şeyler söylüyor; sandırakta bay otur.: boş lâflar söylemeden otur. sandırğa ═ sancırğa. sandırğaluu ═ sancırğaluu; sandırğaluu cigit: temiz giyinmiş olan delikanlı. sañoor kanadın büklümündeki yelekler. sañsañ bir parça büyümüş olan kuzunun derisi, (krş, körpö); sañsañ tebetey: sañsañdan yapılan kalpak. sanitar r. hasta bakıcı. sanitariya hasta bakıcılık, sıhhiye. sanoo zihnî hesap. sandoluu sayılmış; malûm bir şekle konmuş. sansan : sansan bolup ket: hiçbir türlü haberi bilmeksizin kaybolmak, yok olmak; çapanı sansan bolup cırtılğan: paltosu yırtılıp pare pare olmuş. sansı- pek çok, hesapsız bulunmak; sansığan: hesapsız çok; sansığan bay: serveti hesapsız olan zengin; sansığan koy: hesapsız çok koyun. sansız sayısız. sansızdık sayılsızlık. sap I. sap; baltanın sabı: balta sapı.\n\n\nIIa. 1. sıra, sakol (askerî); sap tart-: sıraya dizilmek; 2. ═ sabak I, 2. sapaa ═ sapat; sanı bar, sapaası cok ats. kemmiyeti var, keyfiyeti yok. sapalak çok tüylü; sapalak kuyruk: çok tüylü kuyruk. sapar a. yolculuk, seyahat, sefer; sapart tart- yahut sapar çek-: yola, seyahata çıkmak; kelbes sapar tart- mec. “dönülmez yolculuğa çıkmak” (ölmek). sapat a. sıfat, keyfiyet, iyi vasıf. sapattan- avsafça iyileşmek sapattandır evsafla iyillştirmek. sapattandıruu işs. sapattandır-‘dan. sapattuu iyi evsaflı; sapattuu kurç: iyi evsaflı çelik. sapattuuluk iyi evsaflılık; iyi neviden olmaklık; coğuru sapattuuluk: iyi nviden olmaklık. sapkoz . kon. ═ sovhoz. sapsalğa . 1. hayvan iğdiş edilirken kullanılan tahta kıskaç; 2. çiy (bk. çiy I) saplarında yapılan kıskaçtır, ki çocukları sünnet ederkan kullanılır. sapsay- ═ apsay. sapsım r. kon (“sovsem”) büsbütün, tamamiyle. sapsıy- büyük ve karışmış olmak (sakal hakkında). sapsıyt et. sapsıy-‘dan. sapta- I, arzu etmek; talep ve iddiada bulunmak.\n\n\nII, saplamak; balta sapta-: baltaya sap geçirmek; iyne sapta: iğne gözüne iplik geçirmek. saptaş- müş. Sapta- II’den. saptat- et. sapta- I’den. saptoo sap geçirme. saptuu saplı, sap geçirilmiş. sapır- 1. bir mayii kepçe ile yahut başka bir şeyle tekrar- tekrar alarak, aynı kaba yeniden dökmek, çarpmak; kımızdı sapır-: kımızdı çarpmak, yani küçük bir kapla alarak, büyük kaba yeniden dökmek. 2. savurmak. sapırğıç savurğuç (kalbur makinası): sapırıl mut. Sapır-‘dan. sapırılış- müş, sapırıl-‘dan. sapırılt- et. sapır-‘dan. sapıruu 1. savurma; 2. külünü savurma: şuraya buraya dağıtma; 3. kımız sapıruu: kımızı çarpma. sapıruuçu savurucu; sapıruuçu maşina: savurma makinesi (kalbur makinası). sara seçme, mumtaz, en iyi, en üstün; otundun sarası: seçme, en alâ odun, saramcal f. 1. teçhizat, alet-edevat, muhimmat, iğelik (ekonomi); saramcalın şaylatıp: teçhizatın yolunu koyarak; 2. uğraşma; saramcal ce-: meşgul olmak, uğraşmak. saramcalduu her işle bizzat meşgul olmayı seven, mezbut kimse. sarañ hasis, cimri; sözgö sarañ, özünün kereginen artık unçukpayt: söz için hasistir; kendisine lâzım olandan fazla tek bir kelimeyi söylemez; kesken cerinen kan çıkpağan sarañ: kesilen yerinden kan çıkmıyan hasis; daha ör. bk. beren. sarañdık hasislik, hırs. sarap a. sarraf. saratan f. 1. yazın aşırı sıcaklığı; caydın saratan künü: sıcak yaz günleri; 2. mayıs böceği. saray 1. han; srayğa tüşöm: hana ineceğim; 2. saray (hükümdarın yaşadığı ev); saray törölörü: saray heyet ve erkânı. sarayçı han işleten, hanc sarbañda- arbañda- sözünün tekidir. sarbar f. hâmil, koruyucu. sarbaşıl ═ sardar. sardar f. (destanda): âmir, serdar. sarğar sararmak; sarğara cortsoñ, kızara börtörsüñ ats.: sararıp koşarsan, kızaraıp şişersin; al cumaşka sarğara kirişti: işe özenle, olunca gayretiyle girişti. sarğart I, (krş. kart I) bir hastalığın adıdır, ki bu hastalıkla musap olan adamın yüzü karhalarla örtülür; betine sarğart tüşüptür: yüzü karhalarla kaplandı. sarğart- II, et. sarğar-‘dan. sarğaruu sararma. sarğay- ═ sarğar-. sarğayıñkı sarımtırak; hafifçe sararmış oaln; sañayıñkı tart-: bırparça sararmak. sarğıç ═ sarğılt; öñü sarğıç: yüzü sarı, sarı yüzlü. sarğıl : ak sarğıl 1) sarışın; beyaz yüzlü 2) taze, pembe (yüz rengi, beniz hakkında). sarğılt sarımtırak, sarıya çalan. sargılttan- hafifçe sararmak, bir parça sarı olmak. sarhana f. (Cenubî Kırgızlıktan) nargilenin tütün konulan ucu. sarı I, sarı, kızıl, kumral; sarı başıl: sarı başlı; ak sarı başıl koy: sarı başlı beyaz koyun; sarı ala: 1) sarı alaca: 2) karakuş nevilerinden biri; sarı kır ═ sarığır; sarı talaa: 1) sararmış sahra, step; 2) sonbahardaki kır; sarı ooruu: 1) sarılık hastalığı; 2) mec. büyük keder; mbüyük meşgale; sarı taman ═ sarı taman; sarı soygok bk. soyğok 1; uzun sarı: ilk baharın ilk günleri; azun sıraga sakta-: kara gün için saklamak; sarıu celke: rekek dağ kuzusu; sarı izine çöp sal- bk. çöp; sarı ubayım bk. ubayım.\n\n\nII, bu söz bazı yırtıcı kuş isimlerinin bir parçası oluyor: ak sarı ═ aksarı; koy sarı ═ koy sarı ═ koysarı; caman sarı: aladoğan (archibuteo); erke sarı: kırgız kabilelerinden birinin adıdır. sarığıç ═ sarğılt. sarığır (uzunca biçimde olan) tınaz, kuru ot yığını; üyüp koyğansarığır çöptör: tınaz halinde yığılmış kucu otlar. sarığırla- biri üstüne biri atmak süretiyle yığmak; kocaman bir tepe peyda olacakl şekilde biriktirmek. sarık- damlamak, akıp çıkmak, (arta kalan mayi hakkında). sarıkır ═ sarığır. sarıkırla- ═ sarığırla-. sarıktır- damlatmak; damlasına kadar akıtmak. sarımsak sarımsak. sarnıçı (destanda) birnevi bol, ve geniş yakalı kürk. sarıp a. masraf, harç; sarıp kıl-: sarfetmek; sarıp kılın-: sarfedilmek, harcanmak. sarkelde f. (destanda) serdar, sergerde. sarkındı bir kapta mayiin kalıntısı, büğütten akan küçük su sızıntısı: kulaktardın sarkındısı: ağaların bakiyesi. sarkıt yemek ve içecek kalıntısı. sarlan f. bir deve cinsinin adıdır. sarna mide kaynama, safra çoğalma. sarp ═ sarıp. sarpay f. (destanda) mükellef erkek çapanı (kaftanı.) sarpeñke (r. “sarpinka”) iyi cinsli renkli bez. sarpooşto- (atı) kilim çurla örtmek; atka sarpooştop alıp keldi tar. (göye diri gibi, ölüyü) ata bindirerek götürdiler. sarsanaa ═ sarı sanaa (bk. sanaa 2). sartaman (sarı taman) kuvvetinde; kuvvetinin gelişimi çağında; olgun zamanda (iyi at hakkında). saruula- sararmak; solmak (beniz hakkında); korkuu belgisi bayda bolup, öñü saruulayt, muundarı kaltırayt: korku belirtileri peyda oldu: benz. attı; mafsalları titriyor. sasay ═ sazay sası- pis kokmak. sasık pis kokan, fena koku dağıtan, pis koku; sasık üpü: hüdhüt kuşu; sasık oy: pis fikir; sasık bay, bk. bay. sasımay bir çeşit aşık oyununun adıdır. sasıt- et. sası-‘dan. sastap ═ sostav. sat satmak; alıp sat-: aksata ile meşgul olmak; alıp satar: aksatacı, simsar, tellâl; satıp al-: satın almak; satıp aluuçuluk şığı: satınalma istidadı: at sat-:başkasının adından istifade etmek. satarman satıcı; satarman bolsoñ, sat.: satacaksan, sat (durma). satık ═ sattık; sooda-sattık: ticaret, alış veriş. satıl- satılmak; satılığa çıkarılmak. satılış satış, satılma. satıluu işs. satıl-‘dan. satındı satılmış; satı- alım yolu ile ele geçirilmiş. satış I. satış. satış- II, müs. Sat-‘tan. satin r. saten (kumaş). satsıyal ═ sotsial. satsıyalçıl ═ sotsialçıl. satsiyalçılık ═ sotsialistik. sattık satış; sooda-sattık: ticaret, alış veriş. sattır- satmıya bırakmakveya zorlamak; kimden sattırdıñ?: kime sattırdın?: sattırıp aldım: satın aldırdım (emrettim, ve benim için satın aldılar). sattıruu işs. sattır-‘dan. satuu satış ticaret. say I(koşu atı hakkında): mümtaz, fevkalâde, marûf; say külük yahut say tulpar yahut say buudan: marûf koşu atı; say kaşka bk. kaşka.\n\n\nII, 1. nehrin yatağı; kirgen suular toktolup, say kağırap kaldı: dökülen salar kesildi ve ırmağın yatağı kurudu; suu tügönüp, say bolup: folk. su tükendi ve yalnız kuru yatak kaldı; daha ör. bk. kuy III, 2; 2. yiv (tüfekte, vidada).\n\n\nIII: sayda sanı, kumda izi cok bk. san II.\n\n\nIV, söök sözünün tekidir.\n\n\nV: ayağı say tappağan: öteye beriye koşan, rahat durmıyan; ayağı say tappayt: boyuna koşmaktadır; say medire bk. medire.\n\n\nVI, 1. sançmak; saplamak, batırmak (sivri şeyi); azuu say-: azıdişi atmak, bırakmak; şişke sayar eti cok “şişsa dizilecek kadar eti yok” (gayet zayıf); üy say: çadır kurmak; 2. dikmek (ağaçları), sapiyle dikmek; bak say-: bahçe dikmek, bahçe yapmak; 3. dikmek; işlemek (iğne ile nakşetmek); candap say-: iğne ardı dikmek; tençip say-: teyel yapmak, dikmek; sayma say- (yahut yalnız: say-) :işlemek (nakşetmek); 4. oyun sırasında ortaya para koymak, bahse tutuşurken ortaya para koymak; atıñdı sayısıñbı?: atmı (oyuna, bahse) koyacak mısın? baygege say-: koşular esnasında ikramiye, mukâfat olarak koymak; 5. mec. yenmek (başlıca, seçimlerde). saya f, gölge, saye. sayaban f. fena havadan ve güneşten korunmak için yapılan gölgelik (sayeben); tente (arabada); sayaban araba: kapalı furgon; kapalı araba sayak 1. tek başına dolaşan, serseri; sayak menen sağızğaña ubal cok: ats. serseri ile saksağan için mesuliyet yoktur; sel= sayak: serseriliğe yatgın, barınacak yeri bulunmıyan, yabancı ellerde serserice dolaşan; 2. Kırgız kabilelerinden birinin adıdır. sayala- gölgelenmek, gölge altında oturmak. sayaluu gölgeli, gölgelenmiş. sayapker =zayapker sayasat a. siyaset, politik; ulut sayasatı: millî siyaset, ulusal politika. sayasatçı siyasetçi., sayasatçıl 1. siyaset adamı; 2. politikacı. sayası a. siyasî; sayası bölüm: siyasî kısım, şube. sayatçı a-f. alıcı kuşları avlıyan avcı (ağla avlar). saydır- et. say- VI’dan ; butun tikenekke saydırdı: bacaklarını dikenle yaraladı; saydırıp koysom oşoğo , bala da bolso, bağınam: folk. eğer o (mızrakla mübarezede) beni yenerse , çocuk olsa dahi ona boyun iğeceğim. sayğak oestridae soyundan öküz sineği. sayğakta- sineklerden yakayı kurtarmak için şuraya buraya koşmak sığır hayvanları hakkında). sayğaktat- et. saygakta-‘ dan. sayğaktoo hayvanın öküz sineğinden kurtulmak için şuraya buraya koşması ve büğürmesi. sayğaşka = say kaşka (bk. kaşka 4). sayğıç saplamıya, sançmıya müstait olan; nayza sayğıç: usta mızrakçı, mızrakla ustalıkla iş gören. sayğıla- saplamak, sançmak, batırınak; tiken menen sayğılağanday: diken batırılmış gibi. sayğılaş- müş. sagıla-‘ dan. saygız- saplatmak. sayıl- 1. saplanmış batırılmış olmak; 2. dikilmek (iğne ile), işlenmek (nakışedilmek); 3. bahse tutuşurken öndül olarak koymak, koşular sırasında ikramiye olmak üzere komak; ör. bk. bayge 2. sayılt- saplamak; batırmak. sayım : nayza sayım = nayza sayğıç (bk. sayğıç). sayın I, (postposition): barğan sayın; her gittikçe; cıl sayın: hersene, seneden seneye; cıl ötkün sayın: sene gittikçe; çoğuluş bolğon sayın: her toplantıda; an sayın: her an; tük bütkön sayın kaltırayt: ats. zenginleştikçe hasisleşiyor (harf: tüy bittikçe titriyor); kün sayınkı: hergünkü. sayın- II, batırılmak; takınmak; kazkırasın sayınıp: folk. (kalpağını) turna yeleğiyle süsliyerek. sayınkı bk. sayın I. sayış I, mızraklar ile mübazere. sayış- II, müş. say- VI’ dan; eçe somdon sayışasıñ? kaç rubleden bahse girişiyorsun? sayıştır- et. sayış- II’ den. sayışuu işs. sayış- II’ den; er sayışuu tar. mızrak müsabakası (mızrağın madeni demreni bulunmazdı). saykaşka = say kaşk (bak. kaşka 4). sayluu yivli (silâh hakkında); sayluu mıltık: yivli tüfek. sayma 1. işleme (nakışlı); tañdaylaşkan sayma bk. tañdaylaş-; 2. dikilmiş (ağaçlar hakkında); sayma ciğaç: dikilmiş ağaç (yabanîden farklı olarak). saylama- nakışlarla bezemek. saymalan- mut. saymala-‘ dan. saymaluu işlemeli; nakışlı. sayra- 1. ötmek (kuşlar hakkında); 2. mec: çok söylemek. sayrağıç öten (kuş hakkında). sayran f. 1. gezinti; 2. genişlik, bolluk; sayran cer: vasi va rahat yerler; sayran talaa: geniş ve engin sahra; sayran kün: bolluk içinde geçen rahat hayat; 3. zevk; sayran kur: zevk almak keyf çekmek. sayranda- 1. gezinti yapmak; 2. keyf çekmek. sayraş- müş. sayra-‘ dan. sayrat- et. sayra-‘ dan. sayroo işs. sayra-‘ dan. sayroon nehrin sığ yeri. sayroondo- sığ yerini bularak geçmek (ırmağı); suudan sayroondop keçtim: nehri (düz çizgi boyunca değil de) sığ yerini bularak geçtim. sayuz kon.= soyuz. sayuzdaş- = soyuzdaş-. sayuzduk = soyuzduk. saz I, bataklık; saz öñdüü: (zayıflıktan) yüzü sararmış (adam).\n\n\nII, f. iyi, hoş, yoluna konmuş; az bolso da saz bolsun ats. az olsa da, öz olsun. sazan sazan balığı (cyprinus carpia). sazar- 1. sararmak; öñü sazarğan: benzi sararmış; 2. mec. kin beslemek. sazay f. 1. tar.şeriata karşı olan bir hareket için rüsvay etmek suretiyle umumun önünde ceza verme; 2. hakkından gelme, gereği gibi cezalandırma; sazayın koluna berip koy: hakkından gel; onun adamakıllı tedip edilmek, cezalandırmak; sazayın tartat: cezasını görecek; sazayımdı okuttu: beni tekdir etti, gereği gibi haşladı. sazayla- cezalandırmak. sazayloo cezalandırma, hakkından gelme. sazdak bataklık, bataklı yer. sazdık bataklı mahal. saszdıktuu bataklı. saszduu bataklı. sçot r. hesap puslası, fatura. sçotovod r. muhasebeci. sebeele- sepelemek, çiğsemek (yağmur hakkında); kün sebeelep caap turat: yağmur sepeliyor. sebeelet- et. sebele-‘ den. sebep I, a. sebep; emine sebepten: ne sebepten, neden; sebep bağınıñkı gram. sebep halini gösteren mütemmim cümle.\n\n\nII, yahut edep – sebep: bir devanın adıdır. sebepker müsebbip, âmil; sebepker bol-: sebep olmak, sebebiyet vermek. sebeptüü sebepli, neticesinde; mıltığım cok sebeptüü: tüfeğim olmadığından dolayı; ooruğan sebeptüü: hastalık yüzünden. sebildüü (destanda) süslü, bezikli. sebin- kendi üzerine serpmek, püskürmek; atır sebin: kendi kendine ıtır sürmek. sebüü serpme, saçma. sebüüçü ekici; sebüüçü maşina: tohum ekme makinası. sedep a. sedef. seelik- : eelikkenden seelikti: aşırı derecede heyecana geldi. seep sep- III’ ten gerundif. seer I, 1. Çin Türkistanında çıñ’ ın (bk. çıñ I) 1/16 ine muadil olan ağırlık ölçüsü; 2. sar, sara; Çin Türkistanında bir sikkedir (gümüş sar takriben 1 ruble 60 kopik veya 1 ruble 70 kapik kıymetinde oluyordu).\n\n\nII= sıykır. seerçi = sıykırçı. segiz sekiz. segizdik sekizlik. segizinçi sekizinci. segment r. mat. kıt’ ai daire. seh = tseh. sekekte- = sekeñde-. sekelek kız çocukların alnındaki perçem, kâkül; sekelek kız: kız çocuk, genç kız. sekeñde- 1. titremek, silkinmek mes. atın perçemi yahut insanın uzun saçı hakkında); 2. saçlarını oynatarak sıçramak, sekmek. sekeñdet- et. sekeñde-‘ den; kamçısın sekeñdetip: kamçısını sallıyarak. seket a. 1. = zeket; 2. aziz, sevgili, mahbup, seket yahut seketiñ boloyun yahut seketiñ keteyin:: azizim, sevgilim, (hem erkek, hem kadın için). seketbay sevgili (kadın); kıymetli azizim (kadına hitaben); seketbay boloyun = seket keteyin (bk. seket). seki dağ eteğindeki küçük çıkıntı. sekiçek = tekçe. sekir sıçramak, atlamak. sekiratar sekilatar kon. = sekretar. sekirik sıçrayış, atlayış. sekirt- et. sekir-‘ den. (ör. bk. kekirtek). sekirtme dönme (salgın koyun hastalığı); sekirtme aşuu: zor geçilen çıkıntıları, uçurumları çok bulunan dağ geçidi. sekirtmelüü çıkıntılı, uçurumlu; sekirtmelüü col: tümsekleri, çukurları çok bulunan yol (bu yoldan giderken sıçramak mecburiyeti hasıl olur). sekizçek kadın tuvaletinin bir kısmını teşkil eden, işlemeli murabba kadife parçasıdır. sekretar r. kâtip, sekreter. sekretariat r. sekreterlik dairesi. seksegey saçları ürpermiş, kabarmış olan. seksen seksen. sekseñde- 1. silkinmek, sallanmak, dalgalanmak (saçlar hakkında); sekseñdep cügürüp kele atat: perişan saçlarını dalgalandırarak koşup geliyor; 2. mec. hırslanmak (kızmak), hiddetle üzerine atılmak. sekseñdet- et. sekseñde-‘ den. seksey = sekseñde-. seksiye kon. = sektsiya. sekta r. mezhep, tarik. sektant r. aykırı bir mezhebe mensup olan. sektançılık mezhepçilik. sektor r. bölge, kıtâi daire. sektsiya r. şube, bölme. sekunda r. saniye. sel I: sel sayak = selsayak.\n\n\nII, a. sel; yağmurdan hasıl olup şiddetle ve köpürerek akan su. selbi- I, sadaka vermek; fıkraya bir şey vermek.\n\n\nII, kuruluşunu tamamlamak; üyümdü selbip aldım: evimin kuruluşunu tamamladım, obamı gereği gibi tanzim ettim. selbik fakirlik dolayısıyla alınan bir şey; sadaka. selde I, f. sarık; selde oron-: sarık sarmak, sarık taşımak; selde cip bk. cip; seldesine çok tüşkön moldo: : kurnaz, kalleş hoca; kızıl selde al. kırmızı sarık. selde- II, eksilmek, dinmek (yağmur hakkında); sükünet bulmak, rahat etmek; kün seldedi: yağmur bir parça dindi; akıl oylop seldedim: bir parça düşündüm ve sükûn buldum.\n\n\nIII: seldep ak-: köpürerek ve dalgalanarak akmak, köpürerek ve bol bir şekilde akmak; seldep akkan köz caşı: sel gibi akan gözyaşı. seldelüü sarıklı, sarık taşıyan. selden- sel halinde akıtmak. seldet- et. selde- III’ den. seldey- 1. baygın bir halde bulunmak, şuurunu kaybetmek, dona kalmak; 2. hayrete düşmek; şaşalamak; 3. hiç bir şeye ehemmiyet vermez bir halde bulunmak. seldeyt- et. seldey-‘ den. selek : can selek = can serek (bk. serek). seleñ : eleñ – seleñ: korkarak. seleniya ( r. ) meskûn mahal. seley- = seldey-. seleyt- et. seley-‘ den. seliskey r. kon. 1. (rusça sözünden kısaltma) köy muhtarı; 2. köy sovyeti reisi. selk : selk et-: 1) silkinmek; 2) irkilmek; 3) gizlice sıvışmak. selki olgun kız, güzel kız, dilber. selkilde- salanmak,deprenmek, silkinmek. selkildet- et. selkilde-‘ den. selkin- silkinmek; at selkindi: at silkindi. selkinçek salıncak; selkinçek tep: salıncakta sallanmak. selpey- çirkin, fakir, örselenmiş kıyafette bulunmak; 2. direnmek, karşı komak, muvafakat etmemek. selsayak serseri. selsebet kon. = selsovet. selsovet r. (bu rusça, sözünün kısaltılmış şeklidir, ki bu da köy sovyeti demektir; M). selt işin aniliğini ifade eden bir taklitlik sözdür; selt et: irkilmek; selt etip tura kaldı: (korkudan) irkildi ve birden bire durdu; selt etıp, oyğonup ketip: irkildi ve uyanıverdi; selt ettir-: irkitmek; selt etip da koyboyt: aslâ aldırış etmiyor. selteñ : selteñ et-: çehresiyle, vücudunun bütün hareketleriyle korku veya hayret ifade etmek (mesç birisinin üzerine bağırdığı sırada). seltey- = seldey-. sement r. çimento. sementte- çimento ile tutturmak. seminar r. 1. seminer; 2. orta tahsil ruhanî mektep. semir- semirmek, tavlamak; cel semirgen = cel semiz (bk. semiz); daha ör. bk. kaygısız. semirt- 1. beslemek; 2. gübrelemek; cer semirt-: toprağı gübrelemek. semirtikiç gübreleme; mineralduu semirtkiç: sun’î gübre. semirtüü 1. besleme; 2. gübreleme; cer semirtüü: toprağı gübreleme. semirtüüçü . 1. besleyici; 2. gübreleyici; cer semritüüçü nerseler: toprağı besleyici maddeler (gübre vazifesini gören nesneler). semişke r. ayçiçeği tohumu. semiz yağlı, tavlı cel semiz: kofsemiz (insan ve hayvan hakkında). semizde- yağ bağlamanın ağırlığını hissetmek; semizdep cürböy kaldı: semizlikten yürüyemez oldu. semizdik semizlik, şişmanlık. sen I, 1. sen; senin (genitif): senin; seni: seni; sağa (yahut saa yahut sağan) sana: seni menen: senin ile; seni: vay seni; sensiñbi? bu sen misin? 2. bazan siz manasiyle de kullanıldığı vardır; ağalarım, seni izdelp, atamdı taştap çıkkamın folk: ağalar, sizi (hraf. seni) arayıp, babamı bırakıp gitmişim. sen- II, donmak, kemik haline gelmek; ölüp, katıp senip kalıptır: ölüp katılaşmış, donmuştur. sençile- : sençilep: senince, senin gibi; mında sençilep beker cürgön kişi cok: burada senin gibi işsiz dolaşan kimse yoktur; katın- balaluu kişi sençilep cüröbü?: aile sahibi olan kimse senin gibi hareket eder mi? sendel- 1. çok ağır yürümek, yorgunca gitmek; sendele basıp kele atat: çok ağır yürüyüp gelmektedir; 2. mec. çile çekmek. sendelt- et. sendel-‘ den. sendik (karş. bizdik) senin; sendik ğana tamak kaldı: yalnız senin için, senin hissen, senin tayının olan yiyecek kaldı; sendik bolup söylödü: senin namına (senin lehine) söyledi; neyeti durus, sendik bolot: niyeti doğrudur, o seninki (senin tarafında) olacaktır; sendik bolo albasam (yahut bolbosom): senin hakkından gelmezsem, (ben, ben olmayım)! her halde ben senin hakkından geleceğim! sendirekte- adımlarını zor atarak yürümek (mes. ağır hastalıktan yeni kalkmış adam hakkında). senek 1. sertleşmiş, kabalaşmış, kaba; senektey bolup katıp kalıptır: aşırı derecede sertleşmiştir; 2. kandan beslenemeyüp kurumuş olan, (uzuv hakk.) dumura uğramış, muattal; kolu senek: elleri dumura uğramış; 3. iki dişli yaba; 4. senek sözdör gram: 1) sonekler (ahenk kaidesine boyun iğmiyen yardımcı sözler); 2) iğilmiyen sözler. seney- sertleşmek, kemik kesilmek. señir dağ eteği; dağ burunu. señsel- dalgalanmak (saçlar hakkında), señselgen suusar tebetey: tüyleri kabarık zerdeva kürkünden kalpak. señselt- et. señsel-‘ den; çaç señselt-: saçları ürpertmek, kabartmak. señseñ : kançığaluu kara señseñ: karakuş nevilerinden biridir. seni bk. sen I. seniki seninki. senin bk. sen I. senke I, (r. ) birinci nevi un.\n\n\nII, r. yahut kök senke çivit. sentabr = sentyabr. sentner = tsentner. sentr = tsentr. sentralizm = tsentralizm. sentyabr r. Eylûl. senzura = tsenzura. sep I, 1. çeyiz (giyim, süs, ev eşyası, ancak hayvan değil); 2. ilâve; baka siyse, kölgö sep ats. kurbağa işerse, göle bir ilâvedir; 3. sükunet bulma, dinlenme; canın sep aldırğısı kelet: dinlenmek istiyor; canım sep albay ele, keçke iştedim: dinlenmeden akşama kadar çalıştım; sep bolbodu: yardım etmedi.\n\n\nII, se hecesiyle başlıyan kelimelere takviye için katılır; sep – semiz: çok semiz. sep- III, sepmek, dökmek (hububatı). saçmak, ekmek (tohumu), püskürmek; dökmek (mayii). separator r. sütten kaymağı ayıran makine. sepil sur, kale duvaraı; tabya, bastiyon. sepkiç : tohum ekme makinesi. sepkil ciltteki çil; sepki cüzdüü: yüzü çilli olan. sepkilden- çille örtülmek, çillenmek. sepkildüü çilli. septe- düzeltmek, yoluna koymak; eptep septep: türlü çareler ve usullerle hareket etmek, her türlü çarelere başvurarak; eptep septep ookat kılğan: zor geçiniyor. septeş- biri birine yardım etmek, ihtiyaç zamanında mevcudu aralarında paylaşmak. septir- et. sep III’ ten. septöö düzeltme; yoluna koma. septööçü düzeltici, tamirci; septööçü ustakana: tamir atelyesi. septüü çeyizli (kız hakkında); saptüü kız: çeyizli kız. ser I, 1. = seer; 2. = sıykır.\n\n\nII, f. (Cenubî Kırgızlıkta) bol, mebzûl; ser sakal: kabasakal, kabarık ve büyük sakallı; ser dımak folk. aç gözlü. serbaa f. kıymetli. serbegey sivrilip, dik duran. serbeñde- hareket etmek, kımıldamak, koşmak (herhangi bir küçücük şey hakkında). serbeñdet- et. serbeñde-‘ den; koldorun serbeñdetip: (sıska) kollarını sallıyarak. serbey- çok küçük veya, güç görünür olmak, zor gözükmek (herhangi bir küçücük nesne hakkında); tört çömölö çöp kepenin üstündö serbeyip turat: samanlığın üstünde dört tane kuru ot yığını sivrilip duruyor. serbeyt- et. serbey-‘ den. serçi = sıykırçı. serdımak = ser dımak (bk. ser II). sere I, 1. çardak, üstü örtülü hangar, ahır çatısı; 2. kunut (keş) kurutmak için hasırdan saçak, küçük çardak.\n\n\nII, araları bir parça açılmış olan dört parmağın genişliği (uzunluk ölçüsü).\n\n\nIII: tañdıñ ere – seresinde: henüz şafak sökerken. seregey tek başına sivrilip duran. serek : can serek: bayılma, baygınlık; kök serek: mec. bahçe bekliyen köpek; capan kök serek: mec. kurt (yırtıcı hayvan). serele- araları hafifçe açılmış olan dört parmakla ölçmek (karş. sere II). sereñde- 1. hareket etmek (küçücük şey hakkında: çocuk, tavşan gibi); 2. sivrilip durmak (herhangi bir küçük nesne hakkında). sereñdet- et. sereñde-‘ den; kulakçındın eki kulağın sereñdetip koyo ciberip: kulakıl kalpağın iki kulağını boş bırakarak. serep : serep sal- =serepçile. serepçile- elayasını gözlerine yaklaştırarak yahut dürbünle dikkatle bakmak. serey- tek başına sivrilip durmak. sereyt et. serey-‘ den; soyul menen sereyte çaap iydi: sopa ile şiddetle vurdu. sergek 1. canlı, uyanık; sergek: neşeli, canlı; 2. ihtiyatlı, basiretli, hassas, müteyakkiz, tetikte bulunmak. sergektik 1. canlılık; 2. uyanık, hassasiyet, tetikte bulunmaklık, ihtiyatkârlık, dikkatlilik. sergi- 1. havalanmak, tazelenmek, (güneşte, havada) kurumak et veya balık hakk.); kir sergisin-: bırak çamaşır bir parça havalansın ve kurusun; kün sergidi: hava bir parça açıldı; köönüm sergidi: bir parça rahat ettim; kendimi iyi hissediyorum. 2. bir şeyin içinden düşmek; kurtulmak. sergigensi- hafifçe havalanmak, bir parça kurumak. sergit- dinlendirmek, tazelendirmek, rahatlandırmak; at sergitip al-: atları bir parça dinlendirmek. sergüü işs. sergi-‘ den. serik = tsirk. serin birin sözünün tekidir. serinde- birinde sözünün tekidir. seriya r. seri. serke 1. iki yaşına basan teke; 2. mec. kösemen. serkülör kon. =tsirkulyar. serme- sallamak, kapmak maksadiyle eli şiddetle uzatmak; kanat serme-: kanat çırpmak; kol serme-: 1) kasdetmek, tasaddi eylemek; 2) zaptetmeye çalışmak; kalem serme- mec. yazmak. sermegile- et. serme-‘ den; kanattarın sermegilep: kanatlarını çırparak. sermel- mut. serme-‘ den; bugünkü kün 16 ğa sermelding: bugün 16- ncı yaşına bastın; abanı karay sermeldi: o havalandı, yükseklere doğru uçtu; tañ sermeldi: şafak söktü. serp- sallanmak, anî bir hareket yapmak, bir yana atmak (mes. av köpeği tilkiyi); (güreşte) öteki pehlivanı çelme atılmakla bir yana fırlatmak; serperimde balıktı, çayan kelip suğundu folk. (oltaya takılan) balığı çekip çıkarayım derken, yayın balığı yanaştı ve o balığı yutuverdi; murut serp-: bıyığı kırpmak; kaş serp-: (kırıtarak) kaş oynatmak. serpil- yeltenmek, silkinmek; tuman serpildi: sis dağıldı. serpilt- et. serpil-‘ den. serpim kolların alabildiğine açılışı. serpindi serpinti; tolkundun serpindi kırları: dalgaların tepeleri; örttöngön oşo kazandın serpindisi tiybesin: folk. alevdeki kazanın kıvılcımları dokumasın. serpindüü şiddetli, sert; serpindüü cel: sert, şiddetli rüzgâr. serpiş I, kapışma. serpiş- II, biri birine yapışmak ve çekmek; kapışmak, tutuşmak. serpişüü muharebe, kapışma. serptir- et. serp-‘ ten; murut serptir: bıyıkların ortasını kesmek; kaş serptir-: kaşı kesmek suretiyle inceltmek. sert f. nâhoş, berbat; öñü sert: çirkin (yüz hakkında); közümö sert uçuradı (yahut köründü): bana fena intiba bıraktı; o hoşuma gitmedi. serüün mutedil sıcaklık, serin, tazelik veren; serüün cel: hafif, lâtif esinti. serüündö- serinleşmek, serüündöp cür-: soğuğa da, sıcağa da katlanmadan, mutedil havada gezmek. serüündöt- serinletmek, soğutmak. ses tehdit, gözdağı; ses kılbay ele koy: tehdidini bırak; sesi bar = sestüü. sessiya r. celse. seste- tehdit etmek; gözdağı vermek; korku salmak. sestey- afallamak; (korkudan) donakalmak; korkarak durmak. sestüü tesir edici veya korkunç çehreli (insan hakkında). seyil f. 1. gezinti; 2. küçük çümbüş. seyildik 1. mesire, gezinti yeri; gezinti; 2. küçük çümbüş. seyilke r. tohum ekme makinesi. seyindey 1. zayıflamış, bitkin bir hale gelmiş; bezgek bolğon kişi seyindey bolot: sıtmadan ıstırap çeken adam bitkin oluyor; 2. kara kuru, kuru adam, incelmiş (mes. at); atın seyindey kılıp caratıp alğan: atını iyi idman ettirdi. seyit a. srk. peygamber Muhammedin zürriyetinden olan kimse. seyrek . 1. tek tük; nadir tesadüf edilen; 2. seyrek (sık değil); seyrek cal: seyrek yele. seyrektel- seyrekleşmek, seyrek ve nadir tesadüf edilir olmak. sez I, 1. his; sezi ketip kaldı: hissiz kaldı; düşmandın sezin kıyratıp: folk. düşmana korku salarak, 2. gazap; sez kıl: gazaba gelmek, hiddetlenmek.\n\n\nII= ses. sez- III, sezmek, duymak, farkına varmak, önceden hissetmek. sezden- hiddetlenmek. sezdir hissettirmek, sezdirmek. sezdirüü işs. sezdir-‘ den. sezgen- iltihap yapmak; aldınan sezgenen kişi: belsoğukluğu veya diğer bir zührevî hastalıkla musap olan adam; kabırğadan sezgen-: zaturriye ile hastalanmak. sezgenme : sezgenme oorular: 1) zührevî hastalıklar; 2) iltihaplar doğuran hastalıklar. sezgenüü iltihap; aldınan sezgenüü: belsoğukluğu, zührevî hastalık: kabırğadan sezgenüü: zaturriye: sergi . sezi. sezgiç kavrayışlı, sezişli, anlayışlı, tetikte bulunan, basiretli, hassas. sezgiçtik kablevuku his, kavrayış, feraset, hassasiyet. sezikten- hissedilmek, sezilmek. seziktüü şüphesi olan, her şeyden şüphelenen. sezim his, kavrayış, anlayışlılık; sokur sezim: sevki tabiî, insiyak. sezimdüü hassas, kavrayışlı, anlayışlı, şuurlu. seziş- müş. sez- III’ ten. sezon r. mevsim. sezonçu mevsimci (muayyen bir mevsimde çalışan işçi). sezüü idrak, his; sezüü müçölörü: his uzuvları, organları; sezüü kanattarı: levahiki lâmise. shema r. taslak, şema, kroki. shemalık tasak kabilinden; shemalık karta: taslak kabilinden olan harita. sıda mızrağın günderi. sıdır- kazımak. sıdıra : sıdıra basık: emin ve sert adım. sıdırğı deriyi sırım veya kayış şeklinde kesmek için kullanılan bir aygıt (7-9 santim uzunluğunda ve bir tarafında hafifçe oyuğu bulunan bir tahtadan ibarettir). sıdırım hafif ve serin yel, esin, sabah esini, lâtif rüzgâr, nesim; sıdırım suuk: hafif rüzgârlı soğuk; tündün sıdırım suuk celi: gecenin serin yeli. sıdırımda- hafif surette esmek (rüzgâr hakkında); soğuk yapmak, hafifçe ayaz olmak. sığan r. çingene, kıptı. sığıl- sıkılmak, kısılmak, ezilmek. sık- sıkmak; kir sık-: çamaşırı sıkmak; bit sık-: bitleri ezmek. sıkım cimri, hasis. sıkma sıkmaktan hasıl olan şey, sıkma maylar: tüplerdeki kosmetik yağlar. sıkta- acı-acı ağlamak, tasalanmak; ıylap - sıktap yahut ıylay – sıktay: acı – acı ağlıyarak; oonup – sıktap kaldıbı? hastalandı mı yoksa?. sıktat- et. sıkta-‘ dan. sıktır- et. sık-‘ tan. sıktoo işs. sıkta-‘ dan. sıla- 1. sıvamak, sıvazlamak, okşamak; sılap – sıypap asıradım: üzerine titriyerek besledim; 2. sılay cüktö-: tam denki derli toplu yükletmek. sılağıla- sıvazlamak; sakalın sılağılap: sakalını sıvazlıyarak. sılama = sılankoroz. sılan- kendi kendini sıvazlamak; taranıp sılanıp: kendine çeki düzen vererek. sılankoroz zarif, şık kimse. sılañda- kırıtmak. sılañkoroz = sılankoroz. sılanma = sılankoroz. sılık 1. düz, pürüzsüz; 2. kırıtkan, kırılgan; 3. nâzik, nezaketli, zarif. sılıktık 1. çıt kırıldımlık; 2. nezaket, zerafet, incelik. sıltı- hafifçe aksamak; sıltıp basıp cüröt: hafifçe aksayarak geziyor; at bir butun sıltıp kalıptır: at bir ayağı ile hfifçe aksıyor. sıltık hafifçe aksayan. sım f. tel. sımak benzeyişi ifade eden sözdür; akıl sımak azırak sır aytayın: nasihatımsı bir parça söz söyleyim; kişi sımağı cok: insana bile benzemiyor. sımap cıva, simap; kükürök sımap kim: mercure fulminant. sımbat endamlılık, biçimlilik, güzellik. sımbattuu endamlı, boylu poslu, güzel. sımçı arazi ölçen mühendis, kadastro mühendisi. sımpat = sımbat. sımpay- sımpıy-, endamlı olmak. sımsız telsiz; sımsız telgraf: telsiz telgraf. sın I, 1. imtihan, uzmanlar vasıtasiyle yapılan muayene (expertise); tenkit; sın cana öz özün sınoo: tenkit ve kendine tenkit (autocritique); sın tak-: tenkit etmek; sın cukpayt yahut sın tayğılat yahut sın takkıs yahut sın tağar ceri cok: tenkit edecek yeri yok, tenkide bir behana yok; her tenkitten üstün; 2. iç vasıf karakter, seciye; 3. sın atooç gram sıfat ismi, adjectif.\n\n\nII: sınım tutaşıp turat: bütün vücudumda bir ağırlık hissediyorum; (ağrıdan) arkamı bile doğrultamıyorum; sın sööğü kalğan: yalnız kemiği kalmış, aşırı zayıflamış; kurumuş. sın- III, 1. kırılmak; 2. iflâs etmek. sına- müşahede etmek, denemek, sınamak, tadını bakmak, tenkit etmek. sınak deneme, sınav, tecrübe; sınak hat: şehadetname. sınakı denenmiş, tetkik edilmiş; sınakı at: vasıfları mâlum olan at. sınal I= sın I, 1. sınal- II, tecrübe edilmek, denenmek, sınalmak; sınalğan colbaşçılık: denenmiş rehberlik. sınalış kendi kendini tenkit. sınaluu işs. sınal- II’ den kendi kendini tenkit. sınamal denenmiş; özümö sınamal bolğon at: vasıfları ve tabiatı kendime belli olan at. sınaş- müş. sına-‘ dan. sınaşuu karşılıklı tenkit, karşılıklı deneme; öz ara sınaşuu: kendi kendilerini tenkit. sınat- et. sına-‘ dan. sınç iskelet, kafes (carcasse). sınçı 1. insanların savaşlık hassalarını, atların yürüklük sıfatlarını anlıyan uzman; caynap catkan san koldu, sınçılarğa sınatıp, çubatuuğa saldı emi folk: binlerce kişiden ibaret olan orduyu teftiş etti ve uzmanlara o ordunun savaşlık evsafını tayin ettirdi; kayrattuu cigit, külük at – munun kadırın biler sınçısı folk: cesur yiğit ve yürük atın evsafını sınçı bilir; 2. at tanıyan kimse; 3. tenkitçi; ehlihibre, esper; adabıyat sınçsı: edebiyat tenkitçisi. sınçılık sınçı (bk.) mesleği yahut vaziyeti. sında- = sına-; calğanın çının sındaymın folk: yalanın, doğrulığun neresinde olduğunu meydana çıkaracağım. sındal- = sınla- II. sındaş- evsafça denk olan. sındat- = sınat-. sındır- 1. kırmak, yırtma; 2. iflâsa kadar götürmek. sındırım : bir sındırım nan: bie dilim ekmek, bir parçacık pide. sındırt- et. sındır-‘ dan. sınduu 1. güzel, endamlı, iyi evsafa malik olan; sınduu cigit: yakışıklı delikanlı; 2. gibi, benziyen; çoyun sınduu: çöygen gibi ( dökme demir misilli). sıñar çiftin teki, yalnız, birlik (vâhit), egizdin sıñarı: ikiz çocukların biri; sıñar ötük: çizmenin teki; sıñar tizelep otur-: bir ayağını altına alarak oturmak (nitekim nişancı diz çökerek attığında böyle yapıyor); oşonun sıñarı: onun gibi. sınık I, kırık, kırılmış.\n\n\nII, terbiyeli, nezaketli, nazik, mütevazi, kendi halinde olan; sınık cigit: nezaketli, terbiyeli delikanlı; sınık söz: nezaketle hitap. sınış 1. kırık, kırılma, dönüm noktası; 2. iflâs. sınoo işs. sına-‘ dan; özün özü (yahut öz özün) sınoo: kendi kendini tenkit. sınooçu deneyici; sınooçu – uçkuç: tecrübe pilotu. sınsız tenkit haricinde; sınsız köp: gayet çok. sıntabr kon. = sentyabr. sıp sı hecesiyle başlıyan sözlere takviye için katılır: sıp – sınık: çok nezaketli, çok mütevazi, gayet terbiyeli. sıpaa = sıpayı. sıpakerlik = sıpayılık. sıpat = sapat. sıpatta- 1. tasvir etmek, tavsif eylemek; 2. aşırı derecede övmek, göklere çıkarmak. sıpayçılık = sıpayılık. sıpayı sıpaa f. nezaketli,zarif, nâzik, terbiyeli; degen sıpayığa ölüm ats. : nezaketli adama diye hitap etmek ölümdür; spayı söz: nezaketli söz; sıpayı toñbos, kaltırar ats.: sıpayı üşümez ama titrer. sıpayıker f. = sıpayı. sıpayılık nezaket, incelik, zerafet; terbiyelik. sıpçı (r. <şçiptsı>) kerpeten. sıpılda- = zıpılda-. sıpır ıpır sözünün tekidir. sıpıra defa, sefer; bir sıpıra: bir defa, bir sefer; bir sıpırası: bir kısmı. sıpıratır kon. = separator. sıpra = sıpıra. sır I, boya, cilâ; sır sırda-: boyamak, boya sürmek.\n\n\nII, a. sır, mahrem; oo sırın coo bilet ats.: düşmanın sırrını düşman bilir; sır ber-: bir sırrı ifşa etmek, ağızdan kaçırmak; ak sır: mukaddes sır. sıra 1. herhangi bir zaman, genelce; sıra körgönüñ barbı? herhangi bir vakit gördün mü? 2. (menfi cümlede): büsbütün, tamamiyle katiyen; sıra oşonun işi oñbos: bunun işi hiçbir zaman, asla yoluna konmaz. sırak : sırak – sırak et- = sırakta-. sırakta- çifte atmak, kıç atmak. sırañke = sirañke. sırastı bir efsanevî yılanın adıdır. sıray- kütleden ayrı bulunmak, tek başına kalmak. sırçı boyacı. sırda- boyamak, boya sürmek, cilâlamak. sırdal- boynmak; cilâlanmak. sırdana a – f. malûm, etraflıça tetkik edilmiş olan; sırdana at: bütün adetleri ve tabiatı gereği gibi bilinmiş ve tetkik edilmiş olan at. sırdaş I, sırdaş, sır arkadaşı. sırdaş- II, biri birine sırlarını söylemek. sırdaştır- et. sırdaş-‘ den. sırdat- et. sırda-‘ dan. sırdığaç sırdığaş, kaşı boyalı olan (eyer hakkında). sırduu 1. boyalı; cilâlı; 2. bir sırduu: ayrıca bir hususiyete malik olan. sırga = sırğak; kulağına sırğa kılabız mec.: kendisini malûmattar ediyoruz, kulağında küpe. olsun (harfiyen: kulağına küpe takıyoruz). sırğak küpe. sırgana- kaymak. sırğanakta- = sırğana-. sırkoo 1. hastalık; 2. hasta. sırkoola- hastalanmak. sırkooluu hastalıklı. sırmak önceden suda ıslatılmaksızın kabuğundan ayıklanmış olan darı. sırt- 1. dış taraf, dış görünüş; sırttan okutuu yahut sırttan okuu: muhabere ile tedris; sırttan kes-: gıyaben hükmetmek: sırttan kesil-: gıyaben mahkûm olmak; sırt sal-: hasmane ve beğenmiyerek muamele etmek, surat asmak, küsmek; sen mağa emne sırtıñdı salıp kalgansıñ?: sen bana neden küstün!; at kuyruğun sırtına salıp (yahut basıp) oynoktop ketti: at kuyruğunu dikerek ve kıç atarak gitti; 2. sırt (bıçağın, palanın); bıçaktın sırtı: üzerindeki düz ova, yayla. sırtkı haricî, dıştaki; sırtkı körünüş; haricî görünüş; sırtkı okuu yahut sırtkı okutuu: muhabere ile tedris. sırttan 1. mit. köpekler hükümdarı azgınlık ve uyanıklık ile temeyyüz eden bie efsanevî köpektir); 2. mec. cesur, pervasızlı, mert- sırttandık cesaret, pervasızlık,mertlik. sıy I, 1. hediye, mükâfat, ikramiye; 2. hürmet, izaz, ikram; sıy kör-: hürmete ve takdire mazhar olmak; sıyğa al- = sıyla-; üyünö çakırıp, sıyğa aldı: evine çağırarak, ikram etti; sıyıñ menen ber: iyilikle ver; saltanattuu sıy es. ziyaret.\n\n\nII, ( krş. sın II) Kırgız dilinde kaybolmuş sı- () fiilinden şimdiki zaman sıla siygasıdır: kolumdu sıy çaap taştadı: kolumu kırdı; arka moynun sıy koydu: sırtının kemiklerini kırdı. sıy- III, sığmak; cerge sıyar iş emes: yere sığacak iş değil (havsalanın almadığı bir iş); oozğo sıyar kep aytsañçı: (adamakıllı ve işe ait söz söylesene). sıya f. mürekkep (yazı yazmağa mahsus boya terkibi). sıyak 1. yüz, çehre, surat (insanın); sıyağına karasa, közü eskirgen oroodoy folk.: suratına bakarsan, gözleri eski hububat sarponu gibi (batmış); 2. misil, benzeyiş, müşabehet. sıyaktan- benzemek, andırmak; çoñ kişi sıyaktanıp: büyük adama benziyerek, büyüklük taslıyarak; mağa kereksiz sıyaktanat: bana luzümsüz gibi gözüküyor. sıyaktanış- müş. sıyaktan-‘ dan. sıyaktaş mümasil, misli olan. sıyaktaştık benzeyiş, müşabehet, ayniyet. sıyaktat- benzetmek; benzer hale komak; özünün ömür bayanı sıyaktatıp: kendi tercemei haline benzeterek. sıyaktuu müşabih, benziyen, mimasil; cok sıyaktuuday: yok gibi, mevcut olmadığına benziyor. sıyaz kon. = syezd. sıyda düz, pürüzsüz; sıyda otun: budaksız odun, dalları etrafa dağınık bie surette durmıyan yakacak; sıyda sakal: küçücük ve derli – toplu sakal; sıyda cal; düz yele. sıydı- et. III’ ten. sıygız = sıydır. sıyıl sığnak. sıyım hürmet, itibar. sıyın- 1. hürmetle iğilmek; 2. himayeye sığınmak; atasına sıyındı: babasının himayesine iltica etti: sığındı; kert başına sıyınat: yalnız kendine güveniyor; küçünö sıyınıp: kuvvetine güvenerek. sıyınış- müş. sıyın-‘ dan. sıyınt 1. siper, sığınak; 2. istiap. sıyınt- II. 1. hürmetle iğilmeye zorlamak; 2. himate aratmak; üyünö sıyınttım: evinde saklanmıya mecbur ettim, ben onu evine sığındırdım. sıyınuu- hürmetle iğilme. sıyır- sıyırmak, kabuğunu soymak; üy sıyır-.: keçe evin örtüsünü kaldırmak. sıyırıl- sıyrılmak, kabuğu soyulmak; üy sıyrıldı: keçe evin örtüsü kaldırıldı. sıyırımta : körsö – barımta, körbösösıyırımta, barıp alıp kel ats.: görürlerse – barımta (bk.) görmezlerse – sıyırımta git ve (ne pahasına olursa olsun) al, getir. sıyırış- hep beraber sıyırmak. sıyırt- et. sıyır-‘ dan. sıyırtmak ilmik. sıyırtmakta- ilmik yapmak; moynuna sıyırtmaktap arkan saldı: boynuna ilmik yaparak kement geçirdi. sıyış- mut. sıy- III’ ten; sıyışıp tura albayt: bir biriyle geçinemiyorlar. sıyıt (krş. sıy I) uyat sözünün tekidir; uyat – sıyıtka karabağan yahut uyat – sıyıttı bilbeğen: vicdansız, ahlâksız. sıykı gûya, anlaşılan; sıykı sizdi taanıy turğan körünöt: galiba o sizi tanıyor. sıykır a. 1. sihir, sihirbazlık; sıykır oku: afsunlamak, sihirlemek; canıña kelgen adamdı, sıykır okup uktatıp, buzğan kempir sensiñbi? folk.: yanına gelenleri sihirli sözler söyleyip uyutan ve bozan kocakarı sen misin? 2. es. hipnoz. sıykırçı 1. sihirci, sihirbaz; 2. es. hipnoz yapan. sıykırda- 1. büyülemek, sihirlemek; 2. es. hipnoz yapmak. sıykırduu sihirli, esrarngiz, sihirliyen, müsahher eden. sıykırla- = sıykırda-. sıyla- hürmet ve takdir göstermek, ikram etmek, ağırlamak; seni emine menen sıyladı?: seni ne ile ağırladı. sıylan- mut. sıyla-‘ dan; orden menen sıylañan: nişanla mükâfatlandırılmış. sıylaş- II müş. sıyla-‘ dan. sıylat- et. sıyla-‘ dan. sıylığış- biri birine sıkışmak, yaklaşmak; biri birine sıkışık oturmak. sıylığışuu işs. sıylığış-‘ tan. sıylık I, ikramiye. sıylı- II, yerinden oynamak, kımıldamak. sıylıktır- et. sıylık- II’ den. sıyluu muhterem, sayılan. sıymık 1. talih, muvaffakiyet; sıñanı cok düşmandan, sıymığı bar başımda folk.: düşmandan yenildiği yoktur, başında talihi vardır; sıymık kuşu başında folk.: başında devlet kuşu vardır, sıymık koñon kişi: cemiyette itibar sahibi olan kimse, cemiyette ileri mevkiî bulunan kimse; 2. mafharet; bizdin ölkönün sıymığı: memleketimizin mafhareti (kendisiyle iftihar edilen adamı). sıymıktan- iftihar etmek; biz süyünöbüz cana sıymıktanabız: biz seviniyoruz ve iftihar ediyoruz. sıymıktı iftiharı mucip olan. sıynat = zıynat. sıypa- sıvazlamak, okşamak; upa sıypa-: pudra sürmek, ak düzgün sürmek. sıypal- kaybolmak, yok olmak, yerin dibine batmak, kökünden kaldırmak; körkünön sıypaldı: cemalinden mahrum oldu. sıypala- sıvazlamak, elle yoklamak, araştırmak, el yordamiyle harekette bulunmak; toppasañ, sıypalap kal: farkına vardın, tam hedefe isabet ettin. sıypalat- et. sıypala-‘ dan. sıypat- et. sıypa’ dan. sıypır (r. ) rakam. sıypırla- rakamlar koymak, sıra numarası koymak. sıyra defa, kere; bir sıyra: bir kere; eki sıyra kiyim: iki takım giyim; keseler törtünçü sıyrasın kıdırıp cetken soñ: kâseler dördüncü defa dolaştıktan sonra. sıyralat- : üç – tört sıyralatıp cutup: üç dört defa yutarak. sıyrık kabuğu soyulmuş; sıyrık bet: derisi soyulmuş yüz. sız I, (sıhhî olmıyan) rutubet; sız cer: rutubetli yer; sızğa oturğuz mec.: kafese koymak, iğfal etmek, dolandırmak. sız- II, 1. çizmek, çizgi geçirmek; sızıp uç-: süzülerek uçmak; asmanda corular sızıp kele catat: gökte akbaba kuşları süzülerek uçup geliyorlar; 2. dokumak (kordeleyi); sızmasız bk. sızma 2, 3. teraşşuh etmek, sızmak; may sızıp çıktı: (daracık delikten) yağ sızdı; atadan sızbay kalsamçı: folk. keşke doğmamış olsaydım!; 4. sıvışmak; sızsam dep turam: bir yolunu bulup sıvışmayı düşünüyorum; 5. keçeten bei daam (yahut tamak) sızğanım cok: dünden beri hiçbir şey yemedim; içimden sızdım: sabır edip kendimi tuttum. sızda- sızlamak (ağrımak); zonklamak; sızdap ıyla-: acı acı (fakat sesle değil) ağlamak. sızdaş- müş. sızda-‘ dan. sızdat- şiddetli ağrıyı mucib olmak. sızdır- 1. çizdirmek; 2. atıhızlıca koşturmak. sızğıç 1. çizmek için cetvel; 2. plânlar çizen, ressam. sızğır (yağı) eritmek, sızırmak. sızğırıl- mut. sızğır-‘ dan. sızğırılt- et. sızğırıl-‘ dan. sızğırt- et. sızğır-‘ dan. sızğıruu işs. sızğır-‘ dan. sızık I, çizgi, hat; tüz sızık: düz çizgi; orolmo sızık: helezonî çizgi; çalır sızık: iğri çizgi; tolkuma sısız: dalgalı çizgi; çekit sızık: noktalarla yapılan çizgi; çırpına sızık: paralel çizgi; tik sızık. şakülî, çizgi; cantık sızık: eğik (maîl) çizgi; içine alıñan sızık: ihtiva edilen çizgi; içine aluuçu sızık: ihtiva eden çizgi; gorizont sızığı: ufkî çizgi (yatay).\n\n\nII, kıkırdak (kuyruk yağı eridikten sonra kalan). sızıkça çizgi, tire. sızıl- I= sızda-; armandarı ar tamırda sızılğan: tâ ruhunun derinliklerine kadar küsmüştü (harfiyen; bütün daarlarında küsme sızıyı mucib olmuştu).\n\n\nII, 1. çizilmek (çizgi hakkında), bir hat gibi uzamak; 2. sızılıp uç-: kanatlarını gerip kımıldatmadan uçmak; 3. sızıla – sızıla karayt: ciddiyetle, vekarla (aynı zaanda güzel) bakıyor; 4. sızmak, akmak; biz atanın belinen sızılıp, ene kursağınan cay alğan kezibizde ele: bu, daha biz doğmamışken olmuştu (harfiyen; daha bir baba belinden akarak, ana karnında yer tuttuğumuz zaman). sızılt- et. sızıl II’ den; sızıltıp cönöp kaldı: (atlı) dolu dizgin koşturdu. sızma 1. çizilmiş, grafik; 2. kuskun, kolan ve s. için kullanılan dar, dokuma şeritler; sızma sız-: bu gibi şeritleri dokumak. sızmalluu çizgiler, hatlar grafiklerle mücehhez olan; sızmaluu körsötmö şayman: grafikli öğretim araçları. siber (Sibirya) tar. kürek cezası; sibirge ayda-: sibiryaya kürek cezasına sürmek. sibirlet- tar. Sibirya’ ya kürek cezasına sürmek. signal r. işaret. sikünt = sekunda. siler sizler (çoklara hitaptır; karş. siz); siler kimsiñer?: sizler kimsiniz? siler taraptan: sizin tarafından. silindr = tsilindr. silk- titremek. silkin- silkilmek. silkinüü işs. silkin-‘ den. silkiş- hep beraber silkmek. silluloyid r. selüloyt. silos r. silo. simmetriya r. tenazur, simetri. simvol r. timsal, sembol. sindikat r. sendika. siñ- simek, kökleşmek, hazmedil- mlk (mideye geçen yiyecek hakkında); sööğünö siñgen: eti ve kanına girip kökleşmiş. siñdi küçük kız kardeş (büyük kız kardeşe nisbeten olup, erkek kardeşe nisbeten değildir; karş. karındaş I). siñimdüü kolay hazmedilen; hazmı kabil olan. siñimtalduu besleyici, mugaddi; hazmı kabil olan (yiyecek hakkında). siñir- 1. sindirmek, benimsemek, hazmetmek (yemeği); emgek siñir-: emek vermek, zahmet etmek; emgek siñirgen artist: emekli, emektar artist; 2. mec. benimsemek, kendine alıkomak. siñirt- et. siñir-‘ den; emgek siñirt-: emek verdirmek, istismar etmek. siñirüü benimseme; tamak siñirüü: yemeği hazmetmek, sindirmek; emgek siñirüü: emek vermek. siñiş- müş. siñ-‘ den. siñiştir- temessül ettirmek. siñiştirüü temesül etme. sintabir = sentyabr. sintakisis r. nahiv, sentaks. sintez r. terkip, sentez. siren r. leylak. sireñke r. kibrit. sireş katılaşmak, kısılmak; bütkön boyu sireşken: bütün vücudu büzülmüş. sirk = tsrik. sirke I, bit yumurtası, sirge; birin eki kılıp, bitin sirke kılıp ats. habbeyi kubbe ederek (harf.: biri iki yaparak, biti sirke yaparak); sirkedey da: sirge kadar bile, hiç; sirkedey da özgörgön cop: zerre kadar bile değişmemiş.\n\n\nII, sirke; sirkesi suu kötörböyt: şakayı kaldırmıyor, derhal alınıyor, (sirkesi su kaldırmıyor). sirkekte- kendini keyifsiz hissetmek (çocuk hakkında). sirkekten- = isirkekten-. sirkele- sirkelenmek, sirke ile kaplamak. sirkelüü sirkesi çok olan kimse. sirkul = tsirkul. sirkular = tsirkulyar. sirpilde- = zirkilde-. sistem r. usul. sistemdeş- bir sisteme girmek, sistemleşmek. sistemdeştir- sisteme komak; sistemleştirmek. sistemdeştiril- sisteme konulmak; sistemleştirilmek. sistemdeştirüü sisteme koyma; sistemleştirme. sistemdüü sistemli. sitat = tsitata. sitatta- = tsitatta-. siy- işemek; tuzğa siy- bk. tuz. siydik- sidik, idrar; kara ayğırdın siydiginen bolğon kulun: kara aygırdan doğan tay; siydiydir, catını başka: babları bir, anaları başka olan (çocuklar); aram siydik: piç; Azizkandın Almambet- aran siydik uulu eken folk. Almam- bet, Azizkanın gayri meşru oğlu imiş. siydikteş (karş. kindikteş) bir babadan, muhtelif annelerden olan çocuklar yahut yavrular. siydir- et. siy-‘ den; atıñdı siydirip al: atını işet; tuzğa siydir- bk. tuz. siygelekte- 1. tekrar tekrar, sık sık işemek; 2. mec. aşırı derecede hiddetlenmek, acı acı bağırarak sövmek. siygiz- = siydir-. siypa- = sıyha-. siz siz (bir şahsa hitap ederken nezaket şeklidir); sizderge: sizlere (her şahsa ayrı ayrı diye hitap edildikte). skameyka r. iskemle, sıra; sot skameykası: suçlular sandalyası; sot skameykasına olturğuzulğan: suçlular iskemlesine oturtulmuş. skektik r. septik, reybî. sklat r. anbar, depo. slesar r. çiliñir. slesarlık çilingirlik. slovar r. sözlük, lûgat kitabı. slöt = slyot. slyot r. birlikte uçan kuşlar sürüsü; her memleketten gelerek bir arada toplanan insanlar yığını. smena r. münavebe. smeta r. keşifname. snaryad r. gülle, mermi. sobogöy f. kehanet eden; önceden haber veren. sobol a. sual; sobol ber-: sual sormak. sobolo = zobolo. sobraniye r. sis. içtima, toplantı. sobur : kıbır, sobur: gürültü patırtı. soğon yabanî soğan. soğonçok topuk, pençe (hayvan ayağı); soğonçoğu kanabağan ayal: harf.: topuğu kanamamış olan kadın); soğonçoğun kanabay, körhödüm perzent balanı: folk. topuğum kamadı, ve çocuk doğurmadım. soğono : soğono bolgun teke: (iğdiş edildikten sonra) husya torbası şişmiş olan teke. soğol- çarpmak, vurulmak; çülündöy tütün soğulat: şerit gibi duman kıvrıla kıvrıla yükseliyor. soğum 1. güzün hayvan kesimi; 2. kış için ihzar edilen et. soğuş I, 1. çarpma; cürök soğuşu: kalp çarpması; 2. harp, muharebe; basıp aluuçu soğuş: baskın harbi istilâ savaşı. soğuş- II, dövüşmek; muharebe etmek. soğuşçul 1. harpçı; 2. es. asker. soğuştuk askere ait; soğuştuk naam: askerî unvan. soğuştur- et. soguş- II’ den. soğuu vuruş. darbe, dövme, çekiçle dövme. sok- 1. vurmak, dövmek, çarpmak (kalp, nabız hakkında); cetkire sok-: gereği gibi vurmak; tamırı soğot: nabzı tepiyor; 2. demiri dövmek; temirdi kızığanda sok.: demiri tavında dövmeli; örmök sok: cul dokumak; 3. örmek; meley sok-: eldiven örmek. sokbilek havaneli. sokku defetme, darbe; tap duşmandarğa sokku berildi: sınfî düşmanlara darbe indirildi. sokmo : sokmo col: toprak yol (taş v.s. döşenmemiş araba yolu) sokmo dubal: balçıktan örülmüş olan duvar. sokmok I, patika, keçiyolu.\n\n\nII, 1. darbe, vuruş; 2. ağırlık. soko pulluk, saban. sokolo- pullukla sürmek, yer sürmek; soko sokolop cürgön dıykan: çift sürmekle meşgul olan çiftci. sokoo = soko. sokoolo- = sokolo-. soksoğoy (bir kuru ot yığını şeklinde) kabarık saçlı olan. soksokto- seke seke koşmak; uylar kaçat soksoktop: folk. inekler sıçrıya sıçrıya koşuyorlar; ceti baştuu al kempir sokusuna minip, soksoktop: folk. yedi başlı öteki kocakarı havanına binmiş ve sıçrıyor. soksoñdo- kabarık, örperik olmak; bir kuru ot yığını gibi durmak (saçlar hakkında). soksoñdoo işs. soksoñdo-‘ dan. soksoñdot- kabartmak, örpertmek; bir kuru ot yığını gibi yükseltmek (saçları). soksoñdotuu kabartma, örpertmek; bir kuru ot yığını gibi yükseltme (saçları). soksoy- sivrilip durmak, öne doğru çıkık durmak; cılanbaş soksoyup olturat: açık başını öne doğru çıkararak oturuyor. soksuy- = soksoy-. soktuk- takılmak (kusur aramak) takılgan olmak; bir şeye çarpmak, çatışmak; coldo coldoşuma soktuğa ötkün: geçerken arkadaşıma söyle bir uğra. soktukkuç takılgan, muzip. soktuktur- et. soktuk-‘ tan. soku havan; soku bilek = sokbilek; soku baltır: kalın baldır; soku kant: kelle şeker. sokula- havanda dövmek. sokulat- havanda dövdürmek. sokulatuu işs. sokulat-‘ tan. sokuloo havanda dövme. sokur kör; sokur tıyın bk. tıyın II; sokurğa tayak karmatkanday boldu: (bu), köre değenek tutturulmuş gibi oldu (yani bu artık işe vuzuh, katiyet ve emniyet verdi; sokur sezim bk. sezim. sokuray- kör olmak; kör gibi gözükmek. sokurayt et. sokuray-‘ dan. sokurduk sokurluk, körlük; sayası sokurluk: siyasî körlük. sokuy- sivrilip durmak; sokuyup oltur-: biçimsizce oturmak (açık baş ile); başı sokuyğan: başı sivrıdir; emne sokuyasıñ, barsañ bolboydu?: ne (burada) diklip duruyorsun, gitsen olmaz mı? sokuyt- et. sokuy-‘ dan. sol I, 1. sol; sol kol: sol el; 2. sol cenah (orduda); oñ sol: sağ ve sol cenahlar (orduda), yanlar; 3. (bu manayla sık sık: sol tüştük cak) kuzey, şimalî; sol celkelik cak; kuzey doğu; 4. yanlış, kötü; kılğan işi sol: yaptığı iş hata, fena hareket etti.\n\n\nII, 1. biçilen ot yerinde açılan yol; sol sol kılıp çapat: tırpanla geniş yol açarak biçiyor; 2. haşhaş tarlasında, orada çalışan kimsenin geçmesine yarıyan dar yol; 3. bu gibi iki yolun arasında bulunan uzunca tarla kısmı; başkalar bir sol otoğonço, Abdiş bir carım soldon otodu: başkaları birer parçadaki zararlı otları ayıklamışken, Abdiş bir buçuk parçanın zaralı otlarını ayıkladı. solbu- : at butun solbup turat: at kâh bir ayağına, kâh öteki ayağına basıp duruyor. solbuy olbuy sözünün tekidir. solçul sis. sol cenah mensûbu, solcu. soldoy- 1. gevşemek, sölpümek; sol doyup catıp kaldı: uzandı, yattı (bacaklarını ve kollarını ne topladı, ne de uzattı); soldoyup oozdu açıp karap curöt: gevşek ve ağzı açık geziniyor; soldoyğon: hareketsiz ve çolpa; 2. uzun yahut yüksek ve biçimsiz olmak; soldoyğon neme anı kantip kötöröm? hantal bir şeydir onu nasıl kaldırayım? solğun 1. gevşek; işke solğun karadı: işe lâkayit baktı; 2. sukut, tedenni. solk : solk et-: esnemek, sallanmak, elâstiki olmak; cüröğü solk etti: kalbi oynadı; cüröğüm üzülördöy solk – solk kaktı: kalbim yerinden koparcasına gayet şiddetlice çarptı; asker solk etti: ordu şaşırdı; solk etpey catıp: kımıldamadan yatarak. solku 1. soldaki; 2. olku kelimesiyle bir arada kullanılır; 3. solktu at: mukavemetsiz at. solkulda- 1. esnemek (uzayıp kısalmak), sallanmak; solkuldağan çıbık: bükülgen çubuk; solkudapıyla-: hıçkırarak ve vücuduyle sarsırarak ağlamak; 2. tam tazeleik çağında bulunmak; sokuldağan ciğit: terü taze delikanlı; solkuldap turğan caş ösümdük: taze ve usareli bitki. solkuldak esnek, sallanan; solkuldak araba: yaylı araba. solkuldat- et. solkulda-‘ dan. solkuluk sallanma. solo- 1. (hapse) kapatmak; 2. tıka basa doldurmak, tıkmak. soloğoy solak. soloğoylon- sol elle iş görmek (solak hakkında). solok : solok en, bk. en II. solot- et. solo-‘ dan. solu- 1. solmak; 2. = solukta-; solup solup: sık sık soluyarak. solukta- 1. solumak, şiddetle ve sık sık nefes almak (sıcaktan, yorgunluktan, nefes darlığından); 2. hıçkırıkla ağlamak. soluktat- et. soluta-‘ dan. solut et. solu-‘ dan. som 1. ruble; 2. kalıp; 3. maden külçesi; som balka: balyoz; som temir: büyük demir parçası; som tuyak: kalın tuynaklı (hayvan), som cigit: sağlam, tıknaz delikanlı, hantal; som et: bir gövde et. somdo- kalıp yapmak, ihzarî bir şekil vermek, eer somdo-: eyer kaltağı yapmak. somdol- pas. somdo-‘ dan. somdot- et. somdo-‘ dan. somduk bir rublelik; beş somduk: beş ruble kıymetinde olan. somke (r. ) çanta; kol somkesi: kadın çantası. somo I: somodoy: sağlam, iri yarı; somsodoy cigit: sağlam, iri yarı delikanlı.\n\n\nII, r. yekûn. somolo- takriben, umumî olarak tayin eylemek; yekûnunu hesaplamak. somoo = somo II. somoolo- = somolo-. soñ ondan sonra, arkasından; birdin soñu: ikinci; soñuñdan: senden sonra, senin peşinden; andan soñ: ondan sonra, sonra; kelgen soñ, berüü kerek: geldikten sonra vermek lâzım; bul sözdü ukkan soñ: bu sözü işittikten sonra; beş münit ubakıt ötkön soñ: beş dakika geçtikten sonra. soñku son, sonuncu, sonra gelen; soñku eki cıl içinde: son iki sene içinde; bizden soñkular: bizden sonrakiler, gelecek nesil. sono I, at sineği.\n\n\nII, yeşil baş ördek. sonor ilk kar; sonor kar menen: ilk karla. sonun 1. iyi, ala; sonun körünöt: 1) iyi görünüyor, 2) eğlenceli, zevkli görünüyor; 2. dilber (güzel kadın); 3. nahoş hal, felâket; başıma sandıñ sonundu: folk. başıma felaket getirdin; kör gözüpsüñ közümö adam körbös sonundu: folk. sen benim başıma kimsenin uğramadığı işi çıkardın. sonundat- bir işi iyi yapmak. sonurka- taaccup etmek; şaşmak; bir şeyi olağanüstü, tuhaf ve acaip saymak; bir şeye kapılmak, candan verilmek; sonurgabay turğan keppi?: taaccube değer söz değil midir? sonurkoo 1. hayret; taacup; 2. kapılma, merak, heyecan. soo sağ, esen; deni soo: vücudu sağ; esen. sooda f. ticaret; mamleket soodası: devletlik ticaret; sırkı sooda: harici ticaret; içki sooda: dahili ticaret; mayda sooda: es. bakkaliye ticareti; kolmo – kol sooda: parası peşin verilmek üzere yapılan ticaret; sooda kıl: ticaret yapmak. soodaçı = soodager. soodager f. tüccar, tacir. soodagerçilik 1. ticaret; 2. alış verişte yalnız menfaati düşünme. soodala- 1. bir şeyi satmak gayesiyle hareket etmek; 2. (Acc. ile) satmak. soodalanuu pazarlık; soodalanuuğa kirişti: pazarlık etmeye başladılar. soodalaş- pazarlık etmek. sooğa harpta yahut avda elde edilen şikârdan hediye; tolup catkan kiyikten bizge sooğa beriñiz: folk. gyet çok avladığınız geyiklerden bize de hediye veriniz; can sooğa: cana kıyma; kurtar; galibin merhametine teslim oluyorum; can sooga, can sooğa: can kurtaran yokmu.(öldürülme tehlikesine çarpan adam böyle bağırır). sooğala- : can sooğala-: hayatını kurtarmak, aman istemek. sooğat = sooğa. sook = zook. sool- tükenmek. kuruma; kaynap atıp soolup kaldı: kaynayıp tükendi, yalnız dibinde kaldı; köz dörü kirip soolğondoy: gözleri büsbütün batmıştır. soolo- soola-, teşkin etmek, teselli vermek; aldap soolop: her türlü öğütlerle, tatlı sözlere avutarak, tatlı sözlerle igfal ederek. soolot- soolat-, teskin eylemek; teselli etmek. soolt- yok etmek, kökünden kaldırmak, helâl etmek, kurutmak. sooltul- yok edilmek, kökünden kaldırılmak. sooltuluu işs. sooltul-‘ dan. sooltuu imha etmek, kökünden kaldırma. sooluk I, sağlık, sıhhat; den sooluk: beden sağlığı; den sooluk- çoñ baylık ats. sıhhat- büyük zenginliktir.\n\n\nII, beş yaşına basan koyun. sooluk- III, sükunet bulma, susmak, dinmek, gevşemek. sooluu 1. tükenme; kuruma; 2. zamanı geçme. soop a. dn. sevap, sevaplı iş, soop boluptur: hakketmiş (-sin, -ler –siz). soopker a- f. dn. sevaplı iş yapan, bu gibi bir işe sebep olan kimse; bilseñ er, menmin soopker, soop- ko cakın men bir er folk.: eğer bilmek isterseniz, sevaplı işi yapan benim; zaten ben sevaplı işlere yakın duruyorum. sooron- sükunet bulma, teselli bulmak, avunmak. sooronuu sükun; teselli. soorop- teskin eylemek; teselli vermek; cakşı- sözü menen soorotot, caman- tokmoğu menen ıylatat: ats. iyi adam sözü ile teselli verir, kötü adam ise tokmağiyle ağlatır. soorotkuç teskin edici, teselli verici çare. soorotuu teskin etme, tesliye. sooru 1. sağrı; kapkan sooru: dik sağrılı; may sooru: oturak yeri; 2. sağrı derisi; sooru ötük: sağrı derisinden yapılan çizme; 3. bir çeşit ayakkabı; 4. cerdin soorusu : en iyi (en mümbit) toprak. soorula- 1. sağrıya vurma; 2. sağrıyı ısırmak (aygır hakkında). soorulat- (manaca) = soorula-. soot zırh, cebe. sop I, r. (öküzleri yürütmek için kullanılan nida); sop kamçı: uzun kırbaç.\n\n\nII, so hecesiyle başlıyan sözleretakviye için katılır; sop- soo: sapa sağlam. sopok uzunca, söbe; sopok kuyruk: kılsız, tüysüz (yolunmuş yahut yenmiş) kuyruk. sopol = sopok; sopol kuyruk koy: sivri kuyrulu koyun. sopul a.dn 1. sofu (mystigue – pantheiste), mutasavvıf; 2. zahit müttaki; 3. müezzin; 4. tesbihte en büyük tane; sopusu altın şuru tespe: folk. en büyük tanesi altın olan mercan tesbih. sopusun- sofuluk taslamak; sopusuñan moldonun üyünön ceti kamandın başı çağıptır ats. (harf.: sofuluk taslıyan hocanın evinden yedi yaban domuzunun kafası çıkmış). sopusunuu işs. sopusun-‘ dan. sor emmek; çekirt kenin alın kör da, kanın sor: ats. çekirgenin halini gör de, kanını em. soratnik r. silah arkadaşı. sordur- et. sor-‘ dan. sordurt- et. sordu-‘ dan. sorğop obur, doymaz. sorğuç : kan sorğuç: kan emici, kan içici (humhar). sorğuz- et. sor-‘ dan. sormo dibine çeken bataklık. soroğoy sivrilip, dikilip duran, uzun boylu ve ince olan. sorok çıkık duran; sivrilip duran; sorok et-: çıkık durmak, suyun altından çıkıvermek. sorokko- = soroñdo-. soroktoş- = soroñdoş-. soroñ : soroñ et-: ansızın dışarıya çıkmak, sarkmak. soroñdo- 1. sivrilip durmak; yukarıya doğru çıkı durmak; 2. kütlenin içinden temeyyüz etmek (başlıca, menfi sıfatlarla). soroñdoo işs. soroñdo-‘ dan. soroñdoş- müş. soroñdo-‘ dan. soroñdot- 1. yukarıya doğru sivrilmek; 2. kütlenin arasından temeyyüz ettirmek (başlıca, memfi sıfatlarla). soroñdotuu işs. soroñdot-‘ tan. soroy- = soroñdo-; tam üydün töbösünön soroyup çıkkan kermey: ev çatısından sivrilip çıkan baca. soroyt- et. soroy-‘ dan. sorpo çorba, et suyu; emine sonumsorpo bar?: ne var, ne yok? anlat, bakalım; sorp - morpo: çorba morba; sorponun teskeyinen tep kılat: 1) eski azametiyle övünüyor; 2) hep asıl meselenin dışında konuşuyor, kök sorpo: yavan, yağsız çorba. sort r. nevi; taza sort: temiz soydan. sortto- tasnif etmek, çeşitlere ayırmak. sorttol- tasnif edilmek, çeşitlere ayrılmak. sortto tasnif, çeşitlere ayırma. sortot- et. sortto- ‘ dan. sorttuu seçme; sorttuu dan: seçme tane (hububat). soruk- bir parça kurumak. sorul- emilmek. sorun I, aç- gözlü, haris, kazanç düşkünü. sorun- II, emmek temayülüne malik olmak, boyuna yemek istemek, yemeğe düşkün olmak; soruñan: yemeğe düşkün. sorunduk aç gözlülük, kazanca düşkün olmaklık. soruş müş. sor-‘ dan. sostav r. 1) terekküp; 2) heyet, kadro. sot . (r. mahkeme; hakim; açık sot: açık mahkeme; ibretli mahkeme; başkı sot: baş mahkeme: kıdırma sot: bir yere muayyen bir zaman için gelen mahkeme; coğorku sot yahut uluu sot: yüksek mahkeme. sotke = sötkö. soto (krş. mardek) mısır başağı; kiyimden sotodoy bolduk: giyimden mısır başağı gibi olduk (giyimle biz tamamiyle temin edildik; bol bol elbisemiz vardır). sotsial r. sosyal; sotsial – demokrat: sosyal – demokrat; sotsial kelişkiç: uzlaşıcı sosyalist. sotsialçıl es. = sotsialistik. sotsialdık 1. sosyal; sotsialdık kamsızdandıruu: içtimaî teminat; 2. = sotsialistik; sotsialdık koom: sosyalist cemiyet: topluluk. sotsialistik sosyalistliğe ait; Sovettik Sotsialistik Respublikalar Soyuzu: Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği; sotsialistik melde (bazan: (carış) sosyalist yarış; sotsialistik koom: sosyalist cemiyet, topluluk; sotsialistik revolyutsiya: sosyalist inkilâp. sotsializm r. sosyalizm. sotsiologiya r. sosyoloji, içtimaiyat. sotto- mahkemeye vermek. sottol- mahkemeye verilmek. sottoluu işs. sottol-‘ dan. sottoluuçu mahkemeye verilen sanık, maznun. sottoş- (birisiyle) mahkemede duruşmak, davalaşmak. sottoştur- mahkemede duruşturmak; mahkemeye başvurmıya sebep olmak. sottoşturuu (üçüncü şahısları) mahkemeye kadar götürmek; dava açılmıya sebebiyet vermek. sottoşuu dâva; mahkemelerde dolaşma. sottuu tahkikat altında bulunan; zan altına alınan; sottuu kıl-: kon. mahkemeye çekmek. sovet r. sovyet; sovetter ökömötü: Sovyet hükümeti; SSSR- dın Coğorku Soveti: S.S.C. Birliği Yüksek Sovyeti. sovhoz (r. ) sovyet ekonomisi. sovnarkom halk komiserleri heyeti. soy I, toy sözünün tekidir. soy- II. deri yüzmek; kesmek (hayvanı); soyup kaptağanday: burnundan düşmüş gibi, tıpkısı; balası atasına soyup kaptağanday: oğlu babasının burnundan düşmüş. soya r. alakarga. soydur- et. soy- II’ den; cer soydurup kelişet: folk. gayet çokolarak geliyorlar. soyğok 1. kaydırıcı; sarı soyğok: güzün sık bitmiş, yatmış ve saramış olan ot; çöp sarı soyğok boluptur: ot saramış ve yatmıştır (yaz başında dağlardaki otlaklarda); 2. yassı uçlu değnek ( deriden yağı ayıklamak, kürkü tıkamış ottan temizlemek ve s. için yarar). soyğolokto- yukarıdan aşağıya doğru kaymak. soyğuz- = soydur-. soylo- sürünmek (yılan hakkında), karnı üzerinde sürünmek (insan hakkında), içeriye süzülerek girmek, içeriye çekilmek; cılan çeptün arası menen soylodu: yılan otların arasında süzüldü. soylok : karasoylok: yabanî yulaf (Bromus secalinus). soylokto- = soymoñdo-. soylot- et. soylo-‘ dan; biröön soylotuu: onlardan birini öldürdü. soymoñdo- kıvrılmak. soymoñdot- et. soymoñdo-‘ dan; tıl soymoñdot-: dilini çıkarmak (yılan hakkında). soyo : soyodoy: dikili olarak, dikili duran; soyodoy ele bolup kaçıp berdi: arkasına bakmadan sıvıştı. soyolon- şiddetle ileri atılmak (kütle hakkında). soyul- sopa; duşmandın soyulun soktu: düşman tarafından muharebe etti, düşmanın menfaatlarını müdafa etti; kök soyulun kötörüp çıktı: sopasını kaldırarak ortaya çıktı; mec. kudurmuşçasına karşı çıktı (muhalefet gösterdi).\n\n\nII, pas. soy- II’ den. soyulda- sopa ile dövmek. soyuldaş I, mec. müşterek menfaatları müdafaa etmek. soyuldaş- II, biri birini sopa ile dövmek; sopa ile dövüşmek. soyult- et. soyul- II’ den; cer soyult = cer soydur – (bk. soydur-). soyuş I, 1. kesilmek üzere hediye edilen hayvan (eve veriliyor); 2. tar; memurun sofrası takdim edilmek için ehaliden toplanan beleş koyun ve s. soyuş- II, müş. soy- II’ den. soyut kesilmek için ayrılan hayvan. soyuz r. birlik, ittihat; kesipçiler soyuzu: meslekdaşlar birliği daha ör bk. sotsialistik. soyuzdaş- ittifak akdetmek. soyuzduk müttefik; bütkül soyuzduk yahut calpı soyuzduk: bütün ittihada ait; soyuzduk respublika: ittihada giren cumhuriyet, birlik cumhuriyeti. soz- uzatmak, çekmek. sozduk- uzamak uzun sürmek; ün sozduğup uğulup turdu: ses uzayıp işitilip durdu; iş sozduğup ketti: iş uzadı. sozduktur- et. sozduk- ‘ tan. sozdur- et. soz-‘ dan; tizgin cayıp ciberip, atının arışın sozdurup ciberdi: atını dolu dizgin bırakarak, onun adımlarını hızlattı. sozğula- it. soz-‘ dan. sozğunçuk uzatma, sürünceme. sozğunda- bir parça uzamak, sürüncemede kalmak; iştin ayağı sozğundadı: işin sonu uzadı. sozmo 1. uzamış, çekilmiş; 2. sallama (müddeti geçiktirme). sozolon- çekilmek, uzamak, uzayıp gitmek, tütün sozolonot: duman uzuyor; sozolonup ırda-: monoton ve uzatarak ırlamak, şarkı söylemek. sozolont- et. sozolon-‘ dan. sozol I: sozul- sıpaa = sıpaa. sozul- II, uzayıp çekilmek, uzamak; sozulup ele olturat: rahat ve sesiz oturuyor. sozulma çekilmiş, uzun, süren, uzayıp kısalan; sozulma ündüü gram. uzun vokal. sozulmaluu uzama istidadınalik olan; elâstikı uzatma; sozulmaluu un düü = sozulma ündüü (bk. sozulma). sozult- et. sozul- II’ den. sozuluñku hafifçe uzamış; sozuluñku ün: uzun ses. sozuu uzatma, çekme, geciktirme, sürünceme. sögöl : çöl sögölü: en kuvvetli karakuş. söğül- sökülmek (dikiş yeri hakkında); tigişinen sögüldü: dikiş yerinden söküldü; tañ sögüldü: şafak söktü. sögün- sövüp – saymak. sögüş I, tevbih; tekdir; katuu sögüş: şiddetli tevbih; sögüş al-: tekdire uğramak; katuu sögüş carıya kılanat: şiddetli tekdir ilan ediliyor; mırza sögüş: iğneli söz. sögüş- II, müş. sök- II’ den.\n\n\nIII, biri birini sövmek; sövüp saymak. sök I, sövmek, azarlamak; sögüp- sağıp Manastı folk: Manası sövüp sayarak. sök- II, sökmek; (dikiş yerinden) ayırmak. sököt . 1. tevbihe uğramış, tasvip edilmemiş, kötü; 2. kusur; noksan; 3. sövüş; köñülü çögöt bolor dep, köp sököt bizge koyor dep folk. muber olur ve bize sövüp sayar diye düşünerek. söksööl saksavul (latince adı Haloxylon ammodendron olan bir ağaç). söl 1. yaralardan çıkan irin; plazma; 2. kad. kan. sölböt manzara, şekil. sölbürö- çelimsiz, yoluk, nahif olmak. söldöy- biçimsiz olmak (arık ve uzun boylu adam hakkında). söldöyt- et. söldöy-‘ den. sölköbay r. 1, bir ruble ve elli kapil kıymetinde olan gümüş para; 2. bu gibi paralardan yapılan kadı ziyneti. sölököt şekil, dış görünüş; sölökötünö karasam, Manaska okşoş emessiñ folk. görünüşçe sen Manas’ a benzemiyorsun; attaş sölököt mat. adaş şekiiller; dene sölököt mat. cismanî şekil; calpak sölököt mat. yassı şekil; san sölökötü mat. adedî şekil. sölököttön- kurulmak, nazlanmak, kırıtmak; attan tüşür dep, sölököttönüp turbadı: nazlanmadı ve attan indirsinler diye bekleyip durmadı. sölpöñdö- atı yeldirerek gelmek (kötü giyinmiş ve ata binmiş adam hakkında). sölpör 1. topuz kabilinden bir silah, 2. çok mor’ un (bk.) sapı. sölpöt = sölböt. sölpöy- = sölpüy-. sölpü pürüzlü olan (yuvarlaklık hususunda: çarpık çanak, bozuk şekilde olan kafa ve s.). sölpük pürüzlü, yamrı yumru olan. sölpüy- sölpük olmak, sölpümek. sölpüyt- et. sölpüy-‘ den. söltük : sözgö söltük bolobuz: folk. bizim sözümüze inanılmaz. söñgök 1. uzun ve ince; 2. bot. sapsak. söödürö = döödürö. söök 1. kemik; söök ağart: toplamak (şişmanlamak); söök – saak kemikler; söök – saağı coon yahut söök – saaktuu: geniş kemikli; söök – saağı içke: çelimsiz bünyeli söök saağım oorup turat: kemiklerim ağrıyor;say sööktön ötkön suuk: iliğeişliyen soğuk; söökkö cet-: iliklerine kadar işlemek, tedip etmek; say – söögüm sızladı: 1)bütün kemiklerim sızladı; 2) gayet müteessirim; say – söögümdü sızdattı: beni gayet incitti; ak söök: beyaz kemik, asilzade; ak sööktör: aristograsi;ırğıtkan söök başına tiybeyt: mec. perişan olmuş, iflas etmiş olan; 2. dünür, evlenme yoliyle akraba olan; kuda söök: dünür; 3. na’ş, ölü, ceset; söögü kömüldü: ölüsü defnedildi;söök çığar-: ölüyü evden çıkarmak. söökçülük akrabalık; kabiledaşların biri birine karşı olan tutumları. sööktö- : sööktöp ooruyt: kemiğine kadar ağrıyor ( ağrı kemiğe işliyor). sööktöş I, akraba, hısım. sööktöş- II, dünür olmak nikah yoliyle akraba olmak. sööktöşüü işs. Sööktöş-‘ ten. sööl 1. siyil; 2. nasır söölcan toprak solucanı. söölöt 1. kurum (kuruluş), vekar; 2. teşrifat. söölöttön- ciddi, vakur bir tavır takınmak. söölöttönt- ciddi, azametli bir tavır takınmak. söölöttü vakur, heybetli. sööm ( krş. Karış I, ukum II ) açılmış şehadet parmağiyle başparmağın uçları arasındaki mesafeden ibaret olan uzunluk ölçüsü. söömöy şahadet parmağı; söömöy menen sayı: parmağiyle göstermek, dürtmek. söömöt a. sohbet. söön- = süyön-. söpöt : söögüm söpöt bolğuça: son nefesime kadar, son damla kanıma kadar. sörö = sürö II. söröy ( mustakil kullanılmaz ) gibi, benzer; kiyim söröy kiyinip;elbise gibi bir şey giyerek; erkek söröy: erkeklik taslıyarak; erkeğe benzemiye özenerek; al mağa ağa söröy: o bana ağa yerine; ata söröy: baba kılığında; baba yerine. sötkö ( r. < sutki >) gece – gündüz: 24 saat söykö- I, büyük küpeler mahrut şekilnde olup, kulağa takılır, gerdana ve göğse sarkar.\n\n\nII, sürtmek; sürüştürmek;söyköy- söyköy söz aytat: sözle dokunuyor, dokunaklı söz söylüyor. söykön- sürtünmek. söykönüş- müş. söykön’ den; sen mağa söykönüşpö: sen bana takılma, ilişme. söylö- = süylö-. söylömpoz ; konuşkan iyi söz söyliyen, beliğ. söyülcan = söölcan. söz kelime, kelam, konuşma; cel söz: (< yek söz>) boş sözler; kara söz: mukaddime, önsöz; sözünen tındı: sustu; attıñ sözün kılat: at hakkında konuşuyor, at hakkında anlatıyor; sözdön çık-: emirleri yerine getirmemek; sözünön çıkpaymın: onun dediği gibi yapıyorum; sözdön kal-: dilden kalmak,dilsiz olmak; söz baylaş-: , sözleşmek, karşılıkça söz vermek;cok söz: yok söz, manasız söz; koysoñçu cok sözdü: bırak şu yok sözü.;sözmö – söz: kelimesi kelimesine,harfiyen; söz cügürtüp catat: müzakere ediliyor;sözüm söz: benim sözüm sağlamdır,ciddi vadediyorum; sözgö ak-: değerli, dikkataalınabilir saymak ( insan hakkında); sözüm eki bolboyt: sözümü değiştirmiyorum; sözünö kibre: onun sözüne kulak asma, dediklerine kapılma; söz tiygiz-: paylamak, azarlamak; keler keter söz: yahut kelgen söz: söylenilmesi gerekli, lazım olan söz; keler söz kelin aytat ats.: lüzümlu sözü gelin bile söyliyebilir; sözgö caraşa söz aytpasa, sözdün atası ölöt ats.: söze karşı münasip sözle cevap vermezse, sözün babası ölür (sözün hatırı kalır); müçölömö söz: gram. başarıcı kelime; başarıluuçu söz: gram. değişebilen söz; başkaruuçu söz: gram. başarılan söz; başarıluuçu söz: gram. başarılan söz; kömök söz: gram. yardımcı kelime; karatma söz: gram.hitap; toluk söz: gram. tam yahut müstakil manalı kelime; tuurandı söz: gram. taklitlik kelime; manalaş söz: gram. müradif; söz özgörtküç calğoo: gram. kelimeyi değiştiren ek; 2. davayı halletmek, hüküm vermek hakkı; aydınlığa kelgen böz arzan, astıña kelgen söz arzan: ats. Ayağına gelen bez ucuz, söylenmesine müsaade edilen söz kolaydır. sözdö- =süylö-. sözdük sözlük, luğat kitabı. sözdü : eki sözdü: sözünde durmıyan, yalancı; eki södüü oñubu? folk.:iki sözlü (yalancı) hayır görür mü hiç? sözmör söz ustası, beliğ. sözsüz itirazsız. sımartakiata r. sparta oyunları (olimpiyat gibi). spetsialist r uzman. spırapke kon. = spravka. spirt r. spirto spiska (r. <>) liste, müfreda cetveli. sport r. Spor. sportsmen . r. sporcu. spravka r. malümat, ilmühaber. stacı = staj; kandidat satıcısı: namzetlik staj. stahanovçu ; (rusça< tir; M.) starşi r. üst (rütbe itibariyle), amir; starşi komandir: en kıdemli komutan; starşi leytenant: üsteğmen start r. start (spor terimi. statya r. madde, bent (bk.)makale (ed.). stipendiya r. burs (mektepte talebeye verilen harçlık). stapa r. kağıt topu. sterelke (r. ) saat sterelkesi: saat akrebi. student r. talebe ( yüksek tedrisat). studiya r. atelye subağay müstatil, söbü, uzunca. subay yavrusuz ( hayvanlar hakkında); subay cılkı ( yahut subaylar): içinde taylar yavrular bulunmıyan hergele (sürü); subay saltañ barabız: biz büyükler çocukları almadan gideceğiz. subyekt r. şahis suflyor r. suflör suğalak haris,doymaz, obur. suğaktan- haris olmak (yemek hususunda). suğar 1. içirmek, sulamak; 2. tavlama demiri, çeliği); kumğa suğar-: kuma batırarak tavlamak. suğarıl- iska ve irva edilmek suğarıluu işs. Suğarıl-‘dan suğarma sulanmış (ıska ve irva edilmiş); sugarma cer: sulanan, iska ve irva edilen toprak. suğart- sulamıya bırakmak yahut zorlamak. suğaruu 1. sulama, su verme; 2. tavlama (demiri, çeliği). suğat 1. hayvanlara su içirilen yer; 2. sulama ,iska ve irva; suğat malı: sulama zamanı; 3. tavlama ( kızgın madeni suya batırarak soğutma). suğatçı sulayan. suğum 1. koyu ormanla örtülen (ve mutat olduğu üzere otlak vazifesini gören) dağdaki basık mahal; 2.mec. kon. bir suğum et miktarı ( bir parçayahut bir avuç). suğun- büyük yiyecek parçasını ağzına koymak; yutmak; suğunup iy-: büyük bir parçayı birden yutuvermek. suğunuu işs. Suğun-‘dan. suk 1. kıskanç; hasetçi; 2. kıskançlık, haset. sukan f.: sukanı uçup kalıptır: ölüm halindedir. sukar (r. ) gevrek, peksimet. sukna = süknö. suksur 1. aras tadorna denilen ördek (kara ördeği); 2. mergus mergenser denilen iri ördek. suktan- imrenerek bakmak; hırs ve haset uyandırmak. suktandır- = suktant-. suktant- imrendirmek, haset uyandırmak. suktanuu haset, imrenme, hayranlık. suktuk hırs, haset. sula- 1. uzamak, uzanmak, uzanmak, uzanıp yatmak. yan gelmek, yayılmak; 2. mec. takattan düşmek, kuvvetten düşmek; 3. mec. hareketten kalmak, ölmek. sulat 1. devirmek, yere sermek, yaymak, 2. mec. bitap düşürmek; 3.mec öldürmek. sulk : sulk cat-: büsbütün hareketsiz yatmak; çağan atar sulk catat: yorulmuş atlar hareketsiz yatıyorlar. sulkuy- :sulkuyup cat- = sulk cat-(bk. sulk). sulp halis, mahlut olmıyan; sulp et: lop (kemiksiz) et. sultan a. hükümdar, sultan. sulu I, yulaf; kara sulu: yabani yulaf.\n\n\nII, güzel; sulu sulu emes, süygön sulu ats.: güzel görünür. suluula- bezemek, süslemek, güzelleştirmek. suluulan bezenmek. suluulat- et. Suluula-‘dan. sululuk güzellik. sumbat = sımbat. sumbattuu = sımbattuu. sumsay- ciddi.vakur bir tavır takınmak; sumsayğan sulu: vakur dilber. sumsayuu işs. Sumsay-‘dan. sumtur- samtır sözünün tekidir. sun- uzatmak sunmak; kol sun-: el uzatmak. sunal- 1. uzanmak, suanlıp cat-: yan gelip yatmak, serilmek (yatmak) yayılıp yatmak; 2. uzun boylu ve endamlı olmak. sunalıñkı bir parça çekilmiş hafifçe uzamış. sunaly- uzatmak (diyelim, ayakları) sunaltıp ayaklarını uzatarak. sundak- uzamak, ( uzun olmak), uzun sürmek; oorosu sundağıp ketti: hastalığı uzadı. sundur- öne doğru uzatmak; bir hedefi gözlemek. sundurğuç : moyun sundurğuç: boyun iğmiş, muti. sunduy- kas katın olmak (uzamış çekilmiş durumda). sunduyt- et. Sunduy-‘dan; betine bir ak nemeni caap, sunduytup, mınday alıp koyuptur: (ölünün) yüzünü beyaz bir şeyle örterek, kas katı olmuş halde bir yana çekti suñula- it. sun-‘dan. sunul- uzatılmak, sunulmak. sunuñkura- bir parça çekmek; hafifçe uzatmak. sunuş I, teklif, sunma. sunuş- II, müş. sun-‘dan. sunuu uzatma; sunma. sunuuçu teklif edici, sunucu. sunuuluu sunulmuş; sunuuluu kol: uzatılmış el. sup I, = surp.\n\n\nII, bu hecesiyle başlıyan kelimelere takviye için katılır;sup sur: büsbütün boz; suluu: çok güzel. supa a. tañ supası: şafak; tañ supası bilingende: şafak sökerken; tañ supası carıktay: şafak ziyası gibi. supat a. sıfat, hassa; işi supatı cok onda) insan sıfatı yok. supra =supura. supsak mayasız (tuzsuz) , tatsız; supsak carma: tatsız tutsuz carma(bk.); sözü supsak: sözü tatsız. rabıtasız. supu a: supu sandık a. = tañ supası (bk. supa). supura a. hamur için sergi ( ki, sepilenmiş olan koyun ve keçi derisinden yapılır). sur I1. gök kır (at donu); sur at: gök kır at; sur kulak bk. kulak I, 1; 2. kır; sur bulut: kurşuni renkli bulutlar; sur kişi: benizi toprak renginde olan adam; kara sur: kara yağız (insan hakkında).\n\n\nII: sur, sal-: mağrurca ve hasmane bakmak;surun salıp turat: mağrur bakışla bakyorı.\n\n\nIII, ruh, can; suru kaçtı: ödü koptu: korktu; suru kaçıp kubarıp: folk. Korktu ve benzi attı. sura- 1. sormak; rica ermek; 2. hükmünü yürütmek, idare etmek. suraançak suraak, sırnaşık. suraba (destanda) pala, kılıç; murundarın karasañ, murasanın kabınday: folk. burunlarına bakarsan, kılıcın kını gibidir. surak sorgu, tahkikat. surakçı 1. sorgucu, sorgu hakimi; 2. hükümdar, hüküm farma; 3. dn. munkir nekir. surakkana k-f. mahkeme, sorgu yeri. sural- sorulmak,sorguya çekilmek, rica edilmek. suralış- müş.sural’dan. suarluu işs. sural-‘dan. suraaluuçu sorguya çekilen, soruşturulan, suçlu. surama : surama kat: post restant. suramcalda- = suramcıl-. suramçı I, sorgu. suramçı- II, soruşturmak. suramçıla- soruşturmak; bir çok yerlerde ricalarda bulunmak. suran- ricada bulunmak, müsaade istemek, inceden inceye sormak, dilenmek; dem alışka suranat: mezuniyet almak için ricada bulunuyor. surançı : surançı sakal: bataklıkta çürümüş ot köklerinden bir çeşididir. surañ karañ sözünün kekidir. suranıç rica. suranıl- sorulmak; tömönkü adres menen bildirüülörü suranıtat: aşağıdaki adrese haber verilmesi rica olunuyor. suranuu rica, iltimas, şefaat, uğraşma. suraş- biri birini soruşturmak, biri birinin sıhhatini sormak. suraştır- soruşturmak. surat- et. sura-‘dan; suratpay ayttı:sordurmadan kendiliğinden söyledi; at suratı ciberdi: at rica ederek gönderdi. surayıl hilkat garibesi, korkunç şey. surça kül rengi (at donu). surdan- korkunç bir çehre göstermek, tehevvüre gelmek, (hiddetten) yüzü sararmak. surdant- et. Surdan-‘dan. surğult bozumtrak kır rengine çalan; surğult tart-: boza çalmak. surlan- = surdan-. surma 1. sürme; surma tart-: sürme çekmek; 2. atın suratına, yakmak suretiyle, vurulan damga (karş. bışañ II, tamğa) ; 3.üst göz tabağındaki güzel bükümler. surmanluu 1. sürmeli; surmaluu köz:1) sürme çekilmiş göz; 2)ü üst göz tabağında güzel bükümleri bulunan göz; 2. suratında yakmak suretiyle vurulan damgası bulunan; surmaluu at: bu gibi bir damgası bulunan at. surnay f. zurna,flavta, flüt. surnayçı flavtacı. surnayla- flavta çalmak. surnaylat- et. Surnayla-‘dan. suroçnıy (r. ) müstacel, acele. suroo soruştuma, sorgu ,sorma, talep; suroo sal-: soruşturmak; çiyki buyum suroosu: ham maddeler talebi. surooluu sualli, istifhamlı; suroolu süylöm: gram. İstifham cümlesi. surp f. kaba kalikot (kumaş). sus f. sukuti, abus, akşi yüzlü, kapalı tabiatlı, muzlim, sus çöl: muzlim sahra, çöl; ireñi sus kişi: muzlim çehreli adam; sus tarta tüştü: kaşlarını çattı, somurttu; sabırı sus bk. sabır I. sustay- düşünceli, somurtkan ve sukuti olmak; sustayıp kara-: hazin ve somurtarak bakmak. sutka = sötkö. suu I, 1. su, nehir; cemiş suusu: meyva suyu; kaşka suu: duru, beraak su; kara suu: yer altı sulariyle beslenen çay; sarı suu: 1) süt kesildikten sonra kalan suyu; 2) pisliklere karıştırılan su; cügörünün sarı suusun aldı: (< yüreğinin sarı suyunu aldı>) fena surette korkuttu; sudan kal: sulanmadan kalmak; pakta bir suudan kalıp oturat: pamuk bir defa sulanmadan kaldı; buuday eki suu içti: buğday iki kere sulandı; suu alğan: su basmış, su götürmüş; suuğa al-: (ölüyü) yıkamak; bir suunun eli: bir ırmak vadisinin halkı; aynı çayın kıyısında yaşıyan ahali;meni suu kıldı: o bana çektirdi (bitap bıraktı); suu boldum: canım çıktı (ıstıraptan bitkin hale geldim); oozunan kara suu keldi: fena halde acıktı; suu cürök: yüreksiz, korkak; kıtay tilin suuday bılet: çin dilini su gibi biliyor; suu salık: su vergisi; bel suu: meni; 2. yaş, nemli; suu ciğaç: (yaş) yeşil ağaç; suu kir: ıslak çamaşır; 3. tav; temirdin tasuusun bilgen usta: demirin tavından anlıyan usta: mahir demirci. suu- II, soğumak; kızuu iştin ayağı suuğança: ihtiraslar sükun bulunca, gerginlik kalkınca. suuçu 1. sulayıcı; 2,iska ve irva işleriyle uğraşan; 3. = murap I. sunçul 1. iyi yüzen, yüzücü, suda yüzen (kuş hakkında); suuçul kara yahut suuçul çımçık: karabatak (ördek): 2.geçit yeri arayan kılavuz; karoolu dürbü salbasın, suçuldar keçüü çalbasın: folk. Nöbetçiler dürbünle bakmasınlar, kılavuzlar su geçidi aramasınlar. suuğarek gözleri açık duran kör. suuk 1. soğuk; suuk ce-: soğuğa katlanmak; kün suuk: hava soğuk turmuştun ısık suuğun tatkan suuk: dehşetli ayaz. soğuk; turmuştun ısık suuğun tatkan: hayatın acısını, rahatını görmüş geçirmiş, hayatın değişikliklerine katlanmış; apiyim uu bolot; mında tamaklı küçtöp içpese, kişi suuğuna tegerenip cığılıp kalat: afyon zehirlidir; eğer burada (haşhaş toplarken) insan karnını iyice doyurmazsa, başı dönerek yere seriliyor; 2. çirkin; nahoş; suuk söz: nahoş haber; türü suuk: çehresi nahoş;öngü suuk; yüzü çirkin; suuk kol:pis (temiz olmıyan) el; elge suuk körsöt: halka birisini fena göstermek; birisine karşı nefretini tahrik eylemek; 3. bk.ısılık 2. suuktuk 1. soğuluk; 2. bk. ısılık 2. suula- ıslatmak. suulan- ıslanmak. suulaş aynı nehir kıyılarında bulunan (köyler) ; ottoş-suulaş: aynı jöyün ahalisi. suulat- et. Suula-‘dan. suuluk 1. gem; 2. havlı; 3.yağmurluk (giyim). suuluu sulanan; iska ve irva edilebilen; suulu cer: sulanan toprak;suuluu buuday: sulanan buğday. suun- soğumak; denesi bir ısıp, birsuunat: vucudu kah kızıyor, kah soğuyor. suur I, dağ sıçanı. suur- II,çekip çıkarmak, yolmak, sürükleyip çıkarmak. suuray kuuray sözünün tekidir. suurma 1. çekip çıkarılabilen; 2. kad. bıçak suurt- st. Suur- II den. suurul- sürükleyip çıkarılmak; kökünden koparılmak; suurulğan yahut koldon suurulğan: çevik, atik, ele avuca sığmıyan: çattan suurulğan at: ateşin at. suusa- susmak. suusağıç sık sık susayan ve çok içen. sunsar zardava. suusat- susatmak. suusun 1. susama; 2. = susunduk. suusunduk içecek (harareti teskin etmeye mahsus olan nesne). suuş- biri birinden soğumak; biri birini sevmez olmak. suut I, soğutma, dinlendirme (atı). suut- II, soğutmak; at suut-: atı idman ettirmek, koşulara hazırlamak için atı inceltmek; izin suutpay: izini soğutmadan. suy : suy cığıl-: pek fazla yorulmak, kuvvetten düşmek, bitap düşmek, bitkin bir hale gelmek; suy cık-: kuvvetten düşürmek, bitkin bir hale komak. suyambu çin, bir nevi bez. suykay- 1. kırıtmak, nazlanmak; 2.süzülerek yürümek; 3. ciddi, vakur bir tavır takınmak. suysal I, saç örgüsünü uzatmak için ona karıştırarak, siyah yünden örülen şeritler. suysal- II, kırıtarak yürümek; suysala bas-: işve yaparak yürümek. suysalma = suysal I. suyuk 1, sıyık mayi; 2. seyrek ( koyu değil); suyuk sakal: (kadın hakkında) hafif meşrep, (at hakkında) başı boş dolaşan; eteği suyuk (Rad.) = ayağı suyuk. suyul- 1. cıvıklanmak; 2. seyrekleşmek (kuyuluğu bitmek); ak sakalı suyulğan folk. beyaz sakalı seyrekleşmiş. suz I. = sus; sabırsız bk. sabır I. çekmek, kepçelemek.;kırman suz-: harman yerinden savrulmuş, ayıklanmış hububatı toplamak suzdan- somurtmak, surat asmak. suzğu büyük tahta kepçe. sübö = süböö. süböö yalancı kaburga;sübööñdü kötör: bir parça canlan, şenlen. süknö (r. ) çuha. sükünt = sekunda. süküt a.sükut, susma, sözsüzlük. süldör cisim, ten, beden. süldörsüz cismani olmıyan. sülgü (yüz) havlusu. sülküldö- mevzun ve seri hareketler yapmak; süzülerek gitmek (iyi yorga hakkında) ; sülkükdöğön corğo: mevzun ve yumşak yürüyüşle yürüyen yorga; 2. bazı azalarını güzel ve kırıtarak oynatmak. sülküldöt- et. sülküldö-‘den. sülöñkü ( rad.,V) nahif, ince. sülöösün vaşak. sülük sülük. sümbö harbi ( çakmaklı ve kapsüllü tüfeğin ağızdan doldurup fişeği bastırmaya yarayan demir çubuk; M.). sümbölö- harbi ile doldurmak. sümbölöö harbi ile doldurma. süñgü- saplanmak; ayza süñgüdü: mızrak saplandı; şaardı közdöy süñgüdü: şehre doğru istikamet aldı. süñgüt- et. süñgü-‘den. sünnöt a. dn. hitan, sünnet. sür I. heybet; heybwetli ve kurumlu görünüş, azamet, kurum, kurulma; sürü bar kişi: heybetli ve kendisine karşı başkalarının ihtiramını telkin eden çehreye malik olan adam.\n\n\nII. açık havada kurutulmuş (et. balık); sür et: açık havada kurutulmuş et. sür- III. 1. sürtmek, rendelemek (rende, planya ile), kazılmak; 2.ileri hareket ettirmek; hüküm sürmek; dooron sür-: yahut door sür,: hüküm sürmek; tañ sürgöndö: şafak sökerken; ömür sürmek, var olmak, yaşamak. sürdö- sıkılmak,mahcup olmak, şaşırmak, afallamak. sürdön- (manaca) = sürdö-. sürdönt- et. sürdö-‘den. sürdöön kütlevi hareket. akın (bir kütlenin boşanıp akyığı zaman). sürdük- sürçmek ( ayakları sürüklerken); sürdügüp barıp, cığıldı: ayağı sürçtü ( ve bir müddet sürüklendikten sonra) düştü; at sürdügüp barıp uzununan tüştü; at sürdügüp barıp uzununan tüştü: atın ayağı sürçtü ve düşerek yere serildi. sürdür- et. sür III’ten. sürdüü 1. heybetli; korkunç; 2. kurumlu, azametli. sürgü rende. sürgüç = sürgü. sürgülö- et. sürgülö-‘den. sürgün 1. sürme, sürgün körsöt-: nefiy etme; sürgün körsöt-: sürmek; sürgün kör-: şürülmek, memleketten çıkarılmak; 2. iyi damızlık (erkek hayvanlar hakkında). sürmö sürme; oğma sürme darı : sürmek, oğmak için kullanılan ilaç, vücudun dış yanından kullanılan ilaç. sürnöt = sünnöt; sürnöttöy bolğon: suratsız. sürnöttö- =sünnöttö-. sürö I, a. dn. sure ( kurandan bir fasıl ).\n\n\nII, koşu atlarının koşarken varıp duracakları yer, finiş.\n\n\nIII, 1. koşu atını finişe doğru çekmek; 2. = sürömölö-. sürök I, işs. sürömölö-‘den sürön harp narası; sürön sal-: harp narası atmak, harbe davet etmek. süröö 1.işs. sürö III’ten; çalpı süröö yahut köpçülük süröösü: umumi römörkör; 2. hipodrom (at meydanı); 3. = süröön. süröön ( koşan ata bir yardım olmak üzere) koşularda yabancı bir atı katmak. süröönçü 1. koşanatın finş’e varması yardım eden: 2., bağırmalar çağırmalarla teşvik eden ve kuvvet vermeye çalışan. süröt I, a. resim, tasvir, portre, tablo, timsal; tez süröttö; çabucak hızlıca, tezelden; aktivdüü süröttö: aktif tarzda; süröt tart-: tersim etmek, resim çıkarmak. sürot II, et. sürö III’den. sürotçu ressam; fotğrafçı. süröttö- tasvir etlemek, tersim etmek, resimlerle bezemek. süröttöl- tersim, tasvir edilmek, resimlerle donatmak. süröttöö tersim, tasvir. süröttür- et. süröt- II,’den. süröttüü resimli. süröttü işs. süröt- II’den. sürsü- 1. açık havada kurutulmak(et,balık hakkında); 2. mec. uzun zaman yatıp kalmak. sürsüt- 1. açık havada kurutmak (eti, balığı); 2. mec.uzun zaman yatmaya bırakmak. sürsütül- açık havada kurulmak (et, balık hakkında). sürt- sürtmek közgö sürtörgö cok: göze sürmek için bile yok (aşırı kıt). sürtül- pas. sürt-‘ten; közö sürtülgöndöy boldu: göze sürülecek gibi (kıt) oldu. sürük =sürök I. sürül- pas. sür.- III’ ten; tañ sürüldü: şafak söktü. sürült- et. sürül-‘den. sürün- memleketten sürülmek; sürgünde sürünmek. sürüş- müş. sür, III’ten. sürüü memleketten çıkarma; nefiy etme. süsönök =süzöögön. süt . süt; süt teep ketti: memeleri şişti ( çocuk emziren kadının); ene sütü: ana sütü; emçegim sütün ak kılam: mememin sütü seni affetmez ( anne nankör oğluna böyle söyler); ene sütübüz oozubuzğa tatıdı: burnumuzdan geldi; bışkan süttöy caktırat: gayet seviyor (harf.: sıcak süt gibi seviyor); süttön ak: gayet ak: hiçbir kusursuz; ay süttöy carık: ay süt gibi aydın. sütçülük süt ekonomisi, sütçülük. sütker sütkör, k-f (Cenubi Kırgızlıkta) sütlü (hayvan hakkında); sütkör uy: sütlü (cok süt veren) inek. sütkor a-f. muharabacı. sütkorçuluk = sütkorduk. sütkoduk muharabacılık. sütköl bolluk, feyiz, bereket (ör. bk. mayköl). süttükön sütlüğen (euphorbia). süttüü sütlü (hayvan). süy- I, 1. sevmek; 2. öpmek; betten süy-: yanaktan öpmek; 3. okşamak; karğa süyöt balasın < appağım> dep ats. : karğa dahi yavrusunu diye sever.\n\n\nII, toplayıp bağlamak (atın kuyrugunu, yelesini, perçemini). süydür- et. süy- I, II’ den. süygöndük : özün süygöndük: kendini beğenmiş: hotkâm, hotbin. süygünçük sempati. süygünçüktüü = sevimli, şirin, güzel, sempatik, sevilen. süygünçülüktüü = süygünçüktüü. sükö- sürmek, sürtmek; baldı naña süyködü: ekmeğe bal sürdü. süykön- 1. sürtünmek, ilişmek; 2. kendine sürmek, bir şey sürünmek, pudra sürmek. süykönüü işs. süykön-‘den. süykümdüü hoş; süykümdüü cel: hoş rüzgâr. süykümsüz çirkin, sevimsiz, görünüşü hâhoş. süykümsüzdük süykümsüz’ den mücerret isimdir. süylö- söylemek. süylöm gram. cümle; bolumduu süylöm: olumlu cümle; birikme süylöm: katışık cümle; koşmo süylöm: katmerli cümle; baş süylöm: baş cümle; bağınıñkı süylöm: mütemmim cümle; atooç süylöm: isimleri içine alan cümle; etiş süylöm: fiiliye cümle; coktuk cümle: menfi cümle; öksük süylöm: eksik süylöm: faili (suje’si) bulunan cümle; süylömdün bir türdüü müçölörü: cümlenin aynı cinsten öğeleri. süylön- 1. paylamak, azarlamak; almağa süylöndü: o, beni payladı: 2. sayıklamak, kendi kendine söylenmek; özünün özü süylönö berdi: kendi kendine söylendi. süylönt- et. süylön-‘den. süylönül- pas. süylön-‘den. süylönüü . işs. süylön’den. süylöö . söyleme, söz, söylev. süylöök çok söyliyen, geveze. süylöş- konuşmak, sohbet etmek. süylöştür- et. süylöş-‘ten. süylöşüü 1. konuşma; sohbet; 2.müzakereler, görüşmeler. süylöt- söylemeye bırakmak yahut zorlamak. süymölçök cevfi sadır kemiklerinden birinin adıdır. süyö- dayanmak, desteklemek, tutmak (müzaheret etmek). süyömöldö- yardım etmek (tutmak); müzaheret, muavenet etmek. süyömöldöö işs. süyömöldö-‘den. süyön- dayanmak, söykenmek, yaslanmak. süyönç dayangaç, destek. süyöö dayama, muzaheret. süyöölüü dayanmış olan, desteklenmiş olan. süyrö- sürüklemek, yerde çekerek götürmek. süyröl- sürüklenmek, yerde çekilmek. süyrölmö sürüklenen. süyrölt- et. süyröl-‘den; etegin süyröltüp: eteklerini (yerde) sürükliyerek. süyröndü sürünen (gayet yavaş yürüyen), geri kalan. süyröñ sürüklenen, süyröñ çapan: uzun etekli kaftan. süyröñdö- eteklerini sürükliyerek yürümek. süyröñdöt- et. süyröñdö-‘den; kağazga süyröñdötüp bir demeni cazıp koydu: kağıt üzerine bir şeyler karaladı. süyröö işs. süyrö-‘den. süyröt- sürükletmek. süyrötkü 1. bir taşıt (pulluk için); 2. mec. (insan hakkında) hiçbir işe yaramıyan, elinden hiçbir iş gelmiyen. süyröttür- et. süyröt-‘den. süyrötül- sürükletilmek. süyrötüñkürö- hafifçe sürüklemek. süyrü uzunca, müstatil, mahruti; syrü caak: uzun yüzlü. süyrülö- uzunca, mustatil, mahrutî yapmak; uzunca, mahrutî şekil vermek. süyrülöö uzunca, mahrutî şekil verme. süyrülöt- et. süyrülö-‘den. süyül-I . sevilmek. süyül-II pas. süy II’den ; cal-kuyruğu süyülüp çubatuudan ötkön bayge atı: yelesi – kuyruğu toplanıp bağlanmış ve çubatuu boyunca geçirilmiş (bk. çubatuu) koşu atı. süyült- et. süyül- II’den. süyün- sevinmek. süyünçü sevinçli haber getirene verilen hediye, müjde, muştuluk. süyüngöndük sevinmelik; süyüngöndüktön: sevinçten, sevinmeklikten. süyünt- sevindirmek; sürögümdü süyüntüü: kalbimi sevindirdi. süyünüç sevinç. süyünüçtüü sevinçli, sevinç getiren; süyünüçtüü kabar: sevinçli haber. süyüş- sevişmek. süyüü sevme, muhabbet. süz- 1. süsmek, tos vurmak: 2. yüzmek; suudan süzüp ketti: suda yüzüp gitti; 3.süzmek: sözgeçten geçirmek; 4.sepetle balık avlamak; 5. köz süz-: kırıtarak, umut vererek gözü yarı kapamak; kunacın közün sözsö, buka cibin üzöt ats.: dana göziyle süzerse, boğa ipini koparıyor. süzdür- et. süz-‘den; at menen suuğa süzdürdüm: atı suda yüzdürerek geçtim; muzoo kezeginen süzdürüp, korkup kalıptır: gençliğinden beri korkutulmuş ve şimdi de hep korkuyor. süzgüç 1. (karş. tarak) iki yanından sık olan tarak; 2. balık avlama ağı. süzmö I, at koşumundaki yassı, uzunca,madenî süsler.\n\n\nII, peynir. süzök yahut süzök ooruu: sürekli (müzmin) hastalık. süzöktö- müzmin hastalıktan ıstırap çekmek; köptön beri süzöktöp cüröt: coktan beri rahatsızdır. süzöögön tos vurmayı sven (hayvan). süzül- I, delik – deşik olmak.\n\n\nII,güzel ve sâkin bir çehreli olmak (insanın gülmediği ve ağzını açmadığı zaman); süzülüp uktap catat: sâkin bir halde uyuyor. süzüş- müş. süz-‘den. süzüştür- et. süzüş-‘ten. süzüü işs. süz-‘den; süzüü kanattarı: balık kanatları. svarşik r. tek. kaynakçı. svodka r. hulâsa, icmal. syezd r. kongre. şaa I, f.şah ; şaa müyüz: büyük boynuzlar; kızıl kaşka şaa müyüz ögüz: akıtmalı ve büyük boynuzlu al öküz.\n\n\nII: şaası kelbey kaldı: gücü yetmedi, muvaffak olmadı. şaabat a. srk. meni. şaabay : şaabayı suudu: maneviyatı kırıldı, ruhu söndü; gayreti eksildi, gevşedi. şaala- kışkırtmak şaalar (karş. şaa I) : döö şaalar: tanınmış şahsiyetler, ileri gelenler. şaan söököt sözünün tekidir. şaani : şaanisine keltirip kıldı: ustalıkla, iyice yaptı. şaar f. şehir; şaarça: şehirli, şehirlice, şaarça bıçak es. şehir bıçağı (el işi, evde yapılmış olmayan); şaar tegeregindegi: şehir civarındaki. şaarat = işarat. şaarça kücük şehir, kasaba; cumuşçular şaarçası: işçiler kasabası. şaardık : şehirli; şaardık sovet: şehir sovyeti (şurası). şabdalı f. şeftali. şabır 1. hışırtı, hışıltı; 2. bataklIk yerlerde biten ufak kamş, saz; 3. kad. kamış. şabıra- hışırdamak, takırdamak. şabırat- et. şabıra – ‘dan. şabırluu ufak kamışlar biten yer. şabinis = şovinist. şadı ( daha fazla: koldun şadısı): elin parmakları. şadıluu ( ek hakkında) uzun parmaklı. şagalak = şakmar. şagıl 1. moloz, kırma taş; şagıl bolboy, zoo bolboyt ats. molozsuz kaya olamaz; 2. kad. taş. şağıra- çınlmak; tınlamak; şağırağan akça: çınlayan sikke, akçe, madenî para. şağırak- çınlıyan, tınlıyan (maden hakkında). şağrat- et. şağıra – ‘dan; tişterin şağırata kağıp: dişlerini şiddetle gıcırdatarak. şagom bk. arş. şahmat r. satranç. şahmatçı satranççı. şahta r. maden kuyusu. şahtyor r. maden kuyusunda çalışan işçi. şak I, f. dal, kücük dal; karagayşak: ağaçlar; duşmandıñ şağı sındı: düşmanın maneviyatı kırıldı, gayreti söndü; balanın şağın sındırıp koyduñ: ( üzerinde kabaca bağırmakla).\n\n\nII, boza yapmak için kullanılan dövülmüş darı.\n\n\nIII: başına şak dey tüştü: başına < şak> ederek, bir nesne düştü; oyuma şak etti: birden – bire aklıma geldi; alakanın şak koydu (hayret, esef, keder beldeği olmak üzere) eleyelarını birbirine vurdu:, şak şak: şaklamayı taklit ve hikâyesidir.\n\n\nIV= şaa I. şaka baka III sözünün tekididir. şakap f. suyu bir yana çekmek için açılan ark (kanal). şakar 1. nebatat külünden çıkarılan alkali; 2. güherçile, potas; şordu şakarday kaynatıp taştayt: son dereceye kadar kızdırıyor (hırslanıdırıyor), kendinden geçecek hale koyuyor. şakek halka. şakel 1. = kaşek 1; 2.tuzduñ şakeli: tuz mahlûlünün kirli posası. şakelde- 1. (at hakkında) yemi seçerek ve artıklar bırakarak yemek; 2. (insan hakkında) bir lokmayı kapmak ve onu yiyip bitirmeden atmak ve başka bir lokmayı almak. şakılda- 1. çağlamak, cuşu huruşa gelmek, kaynamak; şakıldap kayna - : fıkır fıkır kaynamak; tişi şakıldayt: dişi gıcırdıyor; eşik şakıldadı: kapıya vuruldu; şakıldagan bala: çabuk iş gören çoçuk; 2. gevezelik etmek, çok söylemek; şakıldağan katındı kız bergende körörmün ats.: gevezelik eden karıyı kızını kocaya verdiğinde görürüz. şakıldak 1. (değirmen) çakıldağı; 2. kara şakıldak: Aqila melanaetus denilen kartal. şakıldat- et. şakılda-‘ dan; tiş şakıldat-: dişleri gıcırdatmak; şakıldatıp saba_: dövmek, pataklamak. şakıldatuu işs. şakıldat-‘dan. şakıy baş ağrısı, yarım baş ağrısı (migraine) ; şakıyı karmap oturat: baş ağrısı tutmuş. şakirt f. es. çırak (başlıca zanaat sasahasında) , şakirt. şakmar koyunun kuyruğu altında pislikten uyuşan yün. şakmarla- çamur parçalariyle örtülmek (başlıca, hayvanlar hakkında). şakşak 1. cebire (kırık kemikleri yahut alıcı kuşun kırılmış yeleklerini tutturmaya mahsus sargı tahtası); 2, (kösteği gagalanmasına mani olmak için alıcı kuşun boynuna giydirilen) çubuk saçak; 3.koldun şakşağı: parmakların boğumları. şakşakta- çamur parçalariyle örtülmek; idiş şakşaktap kir boluptur: kap kaçak üzerinde çamur parçaları kurumuş. şaktı =şahta. şaktor =şahtyor. şal I, f. 1. felç,mefluç; 2. aciz; gevşek; 3. erkeklik gücü olmayan, impotent.\n\n\nII: şal tögün: saf yalan, tam bir masal; köl şal tüşüp (yahut bolup) terdedi: kan-ter içinde kaldı. şala I, bitkin; aylıñ ala bolso, eki atıñ şala ats.: köyünde kavga, niza olursa iki atın kuvvetten düşer; şala kulak: kulakları sallanan (at). şala- II, bir işi çabuk, özenle ve verimli bir tarzda yapmak. şalaakı = şalakı şalak =şalakı. şalakı sünepe, pasaklı, avare. şalakılık avarelik, pasaklılık. şalakta- 1. hızlıca ve canlıca koşmak; 2. boşta gezmek. şalaktık = şalakılık. şalañ 1. (öküz eğerinde) kuskun; 2.paldım; 3.mec. mıymıntı. şalañda- (öküze) kuskun geçirmek. şalañtay burunun iki deliği arasındaki ince kemik (vomer). şalay- takattan düşerek sallanmak (mes. kırılmış aza hakkında); eki köz ketti alayıp, eki but ketti şalayıp folk. gözler karardı, bacaklar takattan düşüp sallanıyor. şalbaa bataklı çayır; otun yüksek ve sık bittiği rutubetli mahal. şalbırt : ala şalbırt: yer yer karın erimesinden hasıl olan açıklık; ala şalbırt : yer yer karın erimesinden hasıl olan açıkların peydah olduğu mevsim, ilkbaharın başlangıcı. şalça halıdan teğelti, çul (keçeden astarı olmayan); halı. şaldaakı f. (kadınlar hakkında): beceriksiz,iş bilmez, hiçbir şeye yaramaz. şaldap f.: kök şaldap: mestlerin ökçesine konulan yeşil deri parçası. şalday- bitkin bir halde bulunmak, gevşemek, kuvvetten düşmek. şaldayt- kuvvetten düşürmek, felce uğratmak. şaldaytuu işs. şalday-‘dan. şaldır : şaldır- küldür: çıngırdayan, gürültü yapan; patırtı. şaldırak çocuk kamçısı; şaldırak çöp: ıtır çiçeği (pelargonium). şaldırçak çıngırdayan, çıngırakları bulunan. şalı I, f. kabuklu pirinç çeltik.\n\n\nII: kök şalı: çizme başlarındaki nakışlar.\n\n\nIII, f. şalı cooluk: kadınların omuzlarına attıkları örtü: şal. şalıla- :kök şalıla tüşüp terdedi: adamakıllı terledi: kan-ter içinde kaldı. şalka : akla- şalıla-: çizme başına nakışlar yapmak. şalkay- gevşemek; gayreti sönmek. şalkı boş (gevşek), gevşek doldurulmuş; şalkı buuma bk. buuma; kök şalkı: küçük bir kuş adı; aklı _ şalkı: büsbütün, gevşemiş olan ; aklı- şalkı mas közü: bulanmış mest gözleri. şakılda gevşemek. şalp : ıslak yere, suya basmaktan hasıl olan sesi taklittir; şalp et-: suya basmaktan <şalp> sesi çıkarmak. şalpañ sarkık, sallanan, şalpañ kulak:1) sarkık kulaklı; 2) (Destanda) bir nevi tüfek; 3) = kulakçın. şalpar (rusça adı olan bir kırmızı pamuklu kumaş: M.). şalpay- sallanmak, sarkmak; kulağı şalpayıp turat: kulağı sarkıyor. şalpayt- et. şalpay-‘dan; kulak şal payt_: kulakları sarkıtmak. şalpaytış- müş. şalpaty-‘tan. şalpı I: şalpısı boş yahut şalpısı boşop kalıptır: sölpük, gevşek, gayretsiz. şalpı- II sövüş sözleri kullanarak, patavatsız konuşmak; oozuna kelkendi şalpıy beret: 1) ağzına ne gelirse, onu söylüyor; saçma sapan söylemekten çekinmiyor; 2) edebe aykırı sözler söylüyor. şalpılda- 1. sallanmak, çırpınmak; 2. çamura veya suya basıldığında <şap> diye ses çıkmak. şalpıldama (basıldığ zaman <şap> diye bir ses çıkarmaya müsait olan). şalpın : şalpınıp turat: at kulağını sarkıtarak, başını ara-sıra sallıyor. şalpıy- sölpümek. şalpıyt- gevşemek; bitap bir hale komak; eegin şalpıytıp ürgülöp turdu: (at) alt dudağını sarkıtıp, uyuklayıp durdu. şalpıytuu işs. şalpıyt-‘tan. şaltak kir,pislik. şaltakta- pisletmek, kirletmek. şaltaktat- et. şaltakta-‘dan. şaltaktoo pisletme,kirletme. şaltay baltay I sözünün tekidir. şalturuk avanak, mıymıntı. şam I, a. lamba, mum; şam kulak: sivri kulaklı (at hakkında).\n\n\nII: şam-şum et-: hafif tertip yemek yemek.\n\n\nIII: emine şamı kaldı: büsbütün rezil oldu.\n\n\nIV, a.: şam namazı yahut namazı şam: akşam namazı (dır, ki sayıca günlük namazların dördüncüsüdür). şamal a. ruzgâr, yel. şamala = şamana; kulağı şamaladay =şam kulak (bk. şam I). şamalda- havalanmak, hava almak , ruzgârda kalmak. (bu manayla «şam» kelimesi, müellifin dediği gibi, arağça değil’ farsçadır (mütercim) şamaldat- havalandırmak, ruzgâra tutmak; şamaldatıp kel- mec. olmadık şeyler, masal anlatmak. şamana a-f. kandil, mum, meş’ale, şamdagay çevik, haraketlerinde sür’atli olan, atik. şamdagaylık sür’at’ atiklik, çeviklik. şamdak : şamdaktay bol-: tam hazır bir durumda bulunmak. şamıyan f. çırpı, şiş (boyonduruğun bir parçası). şamşar f. pala kılıç, şimşir; altı kulaç ak şamşar folk. altı kulaçlık beyaz kılıç. şamşarduu pala ile silâhlanmış olan. şamsay- yıkık ve yamık manzara arzetmek. şamsum = şam-şum (bk. şam II). şañ çin. 1. azamet, ihtişam,methü sena; şañ berdi: övdü; şañga ayt:olmayan şeyle övünmek; şañ sal bağırmak (karakuş hakkında); ; 2. kılık, karaltı; eles- bulas şañ körüp folk: müphem bir karaltı görerek; 3. serap. şañdan- şanlı olmak, önemli, muhteşem bir şekle girmek. şañduu muhteşem, şanlı, önemli, azametli, meşhur; tuuğan ceribizdiñ şañduu şumkarları: yurdumuzun şanlı doğanları. şañıya çin. nahiye müdürü: aksakal (şarkî Türkistan’ın müslüman ahali ile meskûn olan mahallerinde) şañk : şañk etip kül-: etrafı çınlayarak gülmek; şañk-şañk: karakuşun bağırması; şañk- şañk: gürültü, patırtı, yaygara. şağnkılda- = şañsı-; şañkıldağan ün: acı ses. şañkıra- çınlamak, şıngırdamak. şañkırat- et. şañkıra-‘dan. şañsı- 1. ötmek (ilkbaharda karakuş hakkında; karş. kilekte-); 2. mec şañşıp süylö-: güzel ve mevzun konuşmak. şankr r. frengi yarası, şankr,:cumşak şankr: yumuşak frengi yarası. şansı r. şans. şsp I, f. piyade kasaturası. şap II, kağıt oynarken nakdî ceza şlkillerinden biridir; şap ketti: 1) oyuna başlama işareti; 2) < ben pas> ( oyun adıdır); şap al - : parmaklarla ele vurmak (ceza işareti); elge şap şap bolup ketpesin: halka yayılmasın!\n\n\nIII: şap etip: ansızın, şıp diye, dakkasında; şap ete tüştü: ansızın düştü; şap diye düştü. şapa f.: şapa- şup yahut şapa-şupa: çabucak; çeviklikle; şapa şup işke kirdi: çabucak işe girişti, gelir gelmez hemen işe başladı. şapalak 1. el çırpma, alkışlama:, 2. şapalak kamçı bk. kamçı; 3. çifte (iki namlılı tüfek). şapalakta- ıslak yere yahut irkilip duran suya <şap> ederek basmak. şapar : şapar teep cat: haz duymak, zevk almak şapat = şapkat; şaytan şapatına ketti: cehennem oldu- gitti; onu habis ruhlar bilmem nereye götürdü; şaytan şapatı bolso: çapanoğlu çıkmazsa. şapılda- çene çalmak ( çok ve boşuna konuşmak). şapıldak geveze, çenesi düşük. şapıldat- et. şapılda-‘dan. şapkat a. şafkat, merhamry, iyilik. şapke r. kalpak, kasket. şapşap = şap-şap (bk. şap II). şapşı- alt- üst etmek, karıştırmak. şar I, r. küre, top: cer şarı: yer küresi; carım şar: yarım küre.\n\n\nII, 1. hızlı, çağlayan akıntı; suu şar ağıp atat: su ( bir engelle karşılaşmadan) hızlıca akıyor; suununşarı menen talaşıp: suyun şiddetli akıntısiyle mücadele ederek; eldin şarı menen men de kirip kettim. kalabalığa uyarak ben de giriverdim; şar kuyup ciber: birden; birdenbire,: 2. gürleme (nehrin çağlaması); 3. engelsiz duraklamadan, maniasız; attangan colum şar folk. yolum muvaffakiyetli olursa;şar cürdük: duraklamadan yürüdük; şar kişi mec. açık sözlü, doğru adam; 4.iş yerinden müsaaade almaksızın sıvışma. şara : şara tilik: koyunun kulağında uzunca bir yarık şeklindeki damga: im, mim. şaraat a. dn. şariat. şarat çatırdı ve patlamayı taklittir; şarak şarak yahut şarak şurak: patlama, gürleme, patırtı, takırtı. şarakta- çatırdatmak, patlatmak, gürletmek; şakardatıp kılıç asıñan:şakırtatarak kılıç kuşandılar. şaraktatuu çatırdatma, gürletme. şaraktoo çatırdama, gürleme. şarap a. şarap, alkollü içki,: arak-şarap: 1) hernevi alkollü içkiler; 2) mec. ayyaşlık. şarapat a. esalet, şerafet. şaraptatuu 1. asîl; 2. mukaddes. şardaan = şar II. şardan I= şar II; eldin kur şardanında gana cürüp kalğan: halkın birden akın etmesi yüzünden ancak hareket etti; yalnız başlarına uyarak harekete geçti. şardan- II, azim ve cesaretle hareket etmek. şardana f.: bu kılganın elge şardana bolup keliptir: senin bu yaptığın halk arasında faş olmuş. şardanuu işs. şardan – II’den. şarıda- 1. çağlamak, kaynayarak akmak; şarıldap suu turat: su şarıl şarıl akıyor; 2. mec. tanılmak, şöhreti her tarafta işitilmek. şarıldat- et. şarılda-‘dan. şarlıdatuu işs. şarıldat_’dan. şarıldoo şarıldama; hızlı akıntı. şarıp a. mukaddes, şerif; kelem şarıp bk. kalem. şarıyat = şaraat. şark burk sözünün tekidir. şarkan burkan sözünün tekidir. şarkılda- = şarılda-. şakırama 1. çağlayan; 2. kad. su. şakırarak çağlama (diyelim, bir şelâlenin yahut dalgalı nehrin çağlaması). şarkıratma şelâle. şarp I, aphte denilen hayvan hastalığı.\n\n\nII, şiddetli ve keskin vuruşu taklittir,: şarp-şarp etip kelip, köl tolkunu carğa soğulat: gölün dalgaları siddetle sarp kıyıya çarpıyordu. şarpılda- şiddetle vıcık-vıcık etmek su hakkında); şiddetle hışırdamak sık bitmiş ot hakkında). şarpıldak 1. deriden cebe; 2.eyer tepindirikleri; 3. ağaçtan kocakarı pabucu; 4. dalgaların şiddetle çarptığı yer; şapıldak köl: dalgalı göl ( dür, ki orada dalgalar kıyılara şiddetle çarpıyor). şarpıldat- et. şarpıda_’dan. şarpıldatuu işs. şarpıldat-‘tan. şarpıldoo 1. suyun şiddetle ses çıkarması; 2.sık bitmiş otun şiddetle hışıltı yapması. şart I, a. şart; şart belgiler: bir manayı ifade eden alâmetler,: şart bağınıñkı gram.: tabi şartı cümle.\n\n\nII, keskin hareketli taklittir; şart-:tüy-: sıkı bağlamak, düğümlemek; şart ur:- şiddetle vurmak, çalmak,: şart tura kaldı:sur’atla ayağa kalktı; şart-şart çert_: kuvvetle fiske vurmak; tlllere kuvvetle vurmak. şarta f.: şarta-şurt çabucak, acelelikle. şartılda- 1. çatırdamak; 2. bir kişi çabuk ve çevikliklikle yapmak; atka şartıldap min-: ata çabucak ve hızla binmek. şartıldat- et. şartılda_’dan. şarttandır- : şart koşmak. şarttandrruu : şart koşma. şarttuu : şartlı, maşrut; şartuu süylöm gram.: cümleyi şartiye. şaş- 1. ivmek, acele etmek; 2.şaşmak afallamak,: akıldan şaş-: şaşalamak afallamak; şaşırmak; şaşıp_ buşup yahut şaşıp- şuşup: 1) acelikle; 2) şaşırarak. şaşılış 1. acelelik; şaşılış buyruk: müstacel emir,: 2. apışma, şaşalayış. şaşılıştık . acelelik’ şaşır bir odun adıdır. şaşike = şaşke. şaşkalakta- 1. telaş etmek; 2. afallamak. şaşkalaktat- et. şaşkalakta-‘dan. şaşkalaktoo 1. acele; 2.şaşkınlık, telâş. şaşkalan- = şaşkalakta_. şaşkalañ 1. acele telâş; 2. şaşkınlık, velvele. şaşkalañduu 1. eceleli, teleşlı; 2. dalgalı; şaşkalañduu kün bolso folk.: dalgalı, rahatsız zamanlar hulûl ederse. şaşandık 1. acelelik; 2.şaşkınlık;şaşkandıktan: şaşkınlık yüzünden. şaşke f. sabahın geç zamanı; uluu şaşke yahut çoñ şaşke: öğleden biraz evvelki vakit. şaşkelik güneş doğduğu dakikadan şeşke (bk.) ye kadar kadar olan zamanda yürütülecek mesafe. şaşma sabırsız, aceleci. şaşmala- acele etmek,: teleş etmek. şaştı : şaştısı ketti: telaş etmek. şaştıñ kelet: insan sıkılıyor, şaşkınlık geliyor. şaştır- 1. acele ettirmek; 2. şaşırtmak. şaştıruu işs. şaş-‘tan. şaşuu 1. acele etme; 2. şaşalama. şat f. sevinmiş, şen, halinden memnun; kapası cok, şat cüröt: tasası yok, memnun geziyor. şatala = şatrak. şatı 1. el merdiveni; 2.havutta, ( deve semerinde enine olan ağaç) ; 3. çiyne (bk.)’nin okları. şatıbar balçık, beyaz çamur (!). şatır şatır _ şutur: çatırtı, patırtı. şatıra I: şatıra- şatman kül-: şen bir gülüşle gülmek şatıra- II: çatırdamak. şatıraş- müş. şatıra, II’den; şatıraşıp külüp ciberişti: kahkaha veşenlikle gülüştüler. şatırat- et. şatıra- II’dln; kün şatıratıp caap turat: yağmur oldukça şiddetli yağıyor. şatman f. sevinmiş, şadman, şen,: şatıra- şatman, bk. şatıra I. şatmandık sevinç, şenlik. şatrak sıvık pislik (gait), ishal. şatrakta- ishali olmak. şattan- sevinmek. şattandır- sevindirmek. şattandıruu işs. şattandır-‘dan. şattık sevinç. şattuu sevinçli. şay 1. pekiyi, muhteşem,: 2.kuvvet; kudret,: şayı boşodu: pek kuvvetten düştü; ölüm halinde; kaçuuğa şayım kelbedi: kaçamadım, kaçmaay kuvvetim yetişmedi; şay mandar şayı: tesisat hazırdır, muntazındır; şayı çok cigit: gevşek, kuvvetsiz, hiçbir işe yaramaayan delikalı; şayma-şay: 1) kuvvetçe denk, kuvvete karşı kuvvet, 2) tam intizam içinde, herşey yerinde; şayı ketip, karğan çal folk.: kuvvetten düşmüş olan ihtiyar; şayımdı caman ketirdi folk..: o, bana büyük bir rahatsızlık getirdi. şaybır : şaybır corğo = col corğo (bk. corğo). şaydoot 1. (göç esnasında) sırtına hafif yükletilmiş olan ve başkalarının önünde giden yük hayvanı; şaydoot küç: tam bir intizam içinde yürüyen göç (kafile); 2. faal, aktif; şaydoot top es.faal zümre, hücum kolu. şaydootton- kendine çeki- düzen vermek, gayrete gemek. şaydoottuk faaliyt, aktiflik, gayret; şaydoottuk menen: büyük gayretle. şayı f. (rusça sözile anlatılan ve yapıln bir nevi kumaş; M.) şayık a. şeyh, ruhanî şahsiyet. şayır şen ve şatır, neşeli, canlı; şayir bolboy, er bolboyt ats.: şen olmayan yiğit olmaz. şayırlan- şen-şatır ve canlı olmak. şayırlanuu işs. şayıran-’dan. şayırlık şen ve şatırlık, canlılık. şayke (r. <şayka>) güruh, şebek, çete. şaykeleñ muzip, muzur, rahat durmaz. şaykeleñden- muziplik etmek, çapkınlık etmek. şaykeş f. mütenasip, mütenazır, yoluna konmuş, iyi tsanzim ldilmiş, uygun. şayla- seçmek, intihap etmek. şaylaluu tam hazır ve muntazam durumda bulunan. şaylan- seçilmek, intihap edilmek; konferentsiyağa saylañan delegattar: konferansa seçilmiş olan murahhassar; tört şaylañan azamat: dört seçme yiğit. şaylanma seçme, slçilmiş. şaylanmalık seçmelik. şaylanuu işs. şayan-‘dan. şaylaş- hep beraber seçmek. şaylat- et. şayla-‘dan. şayloo seçimler.: şayloo komissiyası: seçim komisyonu; kayra şayloo: yeniden seçim; calpı, teñ cana tike şayloo: genel, denk ve vasıtasız seçim. şayluu her şeyle temin edilmiş ve her şeyi muntazam olan kimse. şayman tesisat teçhidat, lavazım, malzeme,: öndürüş şaymandarı: istihsal üretim tesisatı; bodu yahut şaymanı ketti: kuvvetten düştü; kaçuuğa şaymanı kelgen cok: kaçmak elinden gelmedi (kaçamadı. şaymanda- 1. tesis etmek; 2. süslemek (bezemek, donatmak). şaymandan- teçhiz edilmek; silâhlandırılmak. şaymandat- et. şaymanda-‘dan. şaymandoo tesisat kurma, teçhisat tedarik etmek; süs ve ziynet gereçlerile teçhiz etmeç şaytan a. şeytan, cin; şaytan bassın!: cin vursun!; men kagamın şaytanın! folk. ben onun cininikovarım. şaytanda- taşkınlık etmek. şaytandık şeytanet, kurnazlık, sokulganlık. şaytanduu huzuru yahut hareketi başkalarına felâket getiren adam. şeer (rad., V). askerî müfreze. şeetay çin. şarkî Türkistanda Çin memurlarından biri. şef r. önder şef. şlftik şeflik. şek a. yahut şek-şıba 1.şüphe, şüphelenme; şek cok: şüphe yok, şüphesiz; meniñ şegim senden: senden senden şüphe ediyorum; şek ur-: şüphe etmek; al senden şek şurat: o senden şüphe ediyor; şek urbay cep aldım: şüphelenmeden yedim; şek keltir- yahut şek al-: şüphelenmek; sözünön şek albadı: sözlerinden süphe etmedi; şek al_dır- yahut şek bilgiz-: şüphe uyandırmak; şek aldırbasan süylöyt: şüphe uyandırmaksızın söylüyor,: oşondon şek kılgan cerim bir: bundan şüpheleniyorum; şekşıbasın bilgen kişi barbı!: şüphesi olan kimse varmıdır!; 2. mec. karındaki çocuk (yalnız bu manayla şek denir). şeker a. şeker; kum şeker: toz şeker. şekildi = şekildüü. şekildüü (kendi başına kullanılmaz) gibi, müşabih,: ay şekildüü: 1) ay gibi; 2)mec. dilber. şekirt = şakirt. şeksi- şüphe etmek,şüphe ile muamele etmek, tereddüt etmek. şeksiz şüphesiz. şekşi- = şeksi-. şekten- şyphelenmek; şüphe etmek. şektendir- şüphe uyandırma. şektenüü şüphe, şüphelenme. şektüü şüpheli (kendisinden şüphe edilwen kimse), meşkûk; şektüü kişi: şüpheli adam. şen- =işen-. şep = şeftik. şer f. 1. tatlı bir içeçek, şerbet; şeker- şerbet: tatlılar; 2. alkollü içkiler. şerden- köpürmek (aşırı hiddetlenmek), korkunç, kudurmuş bir şekil almak. şerdent- et. şerden-den. şereñke = şiriñke. şerik a. ortak, şerik. şerikteş I, bir şirkette hissedar. şerikteş- II, şirket kurarak bireşmek, bir işi ortaklık temeli üzerine yapmak; şerikteşip işte-: şirket halinde iş görmek. şeriktik şirket; karız şeriktiği: kredi şirketi; öndürüş şeriktiği: üretim veya istihsal şirketi. şerine = şerne. şermende f. mahcup edilmiş, rezil olunmuş, hayasız, utanmaz; şermende kıl-: terzil etmek. şermendeçilik rezalet kepazelik. şerne bir birliktir, ki üveylerindenher biri sıra ile ötekilerine ziyafet çeker (ziyafetin kendisi de şerne tesmiye olunur); üy şerne: bu da aynı şekilde olan bir birliktir, fakat buna iştirak edenlerden her biri eti evine götürür; şerne ce-:şernede yemek. şert a.1. = şart I; 2. ant. şertte- şart koşmak bir şeyi mecburî kılmak. şertteş- sözleşmek, bir şart üzerine mutabık kalmak. şertteşüü işs. şertteş-‘ten. şerttöö şart koşma. şerttüü şarıltı, şarta bağlı oan. şeyit a. dn. şehit. şeyşembi . f. salı; kara şeyşmbi: betbaht meş’um gün. kara gün şeyşep f. yatak çarşafı; şeyşep can ğırt_: 1) yatak çarşafını yenilemek; 2) mec. tekrar evlenmek; şeyşebi bekidi: idrarı tutuldu. şıba I, a. = şıpa II.\n\n\nII, a. şek sözünün tekidir. ştıba- III, sürmek, sıvamak. şıbağa hisse, pay (herhangi bir şeyde). şıbağaluu hisseli, hisseye malik olan. şıbak I, kır pelini (ot).\n\n\nII, sıva; şıbak şıba_: sıva yapmak. şıbakçı sıvacı. şıban- sıvanılmak. şıbat- et. şıba-, III’ten. şıbır fısıltı, fısıldama, hışıltı; şıbır şıbırcel soğulat: ruzgâr hışıltı yapıyor; kulağıña şıbır aytayın: senin kulağına fısıldayım; kübür-şıbır yahut şıbır- kübür: fısıldaşma, fiskos. şıbıra- 1. fısıldamak, kulaktan kulağa konuşmak; 2. hışıldamak. şıbıraş- 1. fısıldamak; 2. hışıldamak. şıbırat- et. şıbıra-‘dan. şırçı 1. fis-kosu seven; 2. es. suflör (tiyatroda). şıbırğa- fısıldamak, kısık sesle konuşmak. şıbırğak 1. hışıldayan,: 2.sepeleyen (yağışlar, başlıca yağmur ve bulgur hakkında) ; şıbırğak öşörgö aylandı: sepeleyen yağmur sağanağa çevirdi. şıbırğakta- 1. hışıldamak; 2. sepelemek; kün şıbırğaktap caap turat: yağmur sepeliyor. şıbırğaktat- et. şıbırğakta-‘dan. şıbırla- =şıbıra-. şıbırlat = şıbırat-. şıbırsız gürültüsüz, hışırtısız, sessizce. şıbırtta- hışırdatmak. hışıldamak. şıbış fısıltı; şıbış ber-: fısildeyivermek; şırp etken şıbış cok: çıt yok, hiçbir ses- seda yok. şıboo ayaktan gelen ter kokusu. şıdır şıdıra-, doğruca; sağa-sola sapmadan; engelsz ve duraklamadan; şıdır ele ötüp kettim: engelsiz geçip gittim; şıdır oku-: duraklamak_ sızın okuma; şıdır col: doğru ve düz yol; kele sala şıdır kirip ketüügö batalbadı: gelince hemen hemen girmiye cesaret edemedi; burulbay şıdıra keldim: hiçbir yere sapmadan ve duraklamadan geldim. şırğay : kara şırğay, sarı şığay: turp kömürü nevileri. şığır a. 1. şiir; 2.harp seferi şarkısı. şık I, 1. talih, saadet, muvaffakiyet; 2.teyamül; 3.istidat. kabiliyet; eldin satı aluuçuluk şığı: halkın satınalma kabiliyeti.\n\n\nII: şık-şık: öküzü. ineği, buzağıyı keskin için kullanılan nida. şıka- sıkıştırmak, sım-sıkı tıkmak; tamakka şıka: tıka-basa yemek; köp şıkabasañçı, cegençe ceyt: fazla zorlama, yiyebildiği kadar yesin; şıkay toldu: ağzına kadar doldu; tepeleme doldu; aşuuğa şıkay (yahut şıkap) barıp konduk: tam geçidin üzerine varıp geceledik. şıkaala- gizlice bakmak, kenardan bakmak, göz koymak, hedef edinmek. şıkaalat- et. şıkaala-‘dan. şıkaaloo gizlice bakmak, göz ucile bakmak. şıkal- şıkışmak. sım-sıkı doldurulmak; el üygö şıkalıp kaldı: halk eve tepeleme doldu. şıkıbal 1. itibar. hürmet; 2.saadet, talih. şıkıbalduu 1.nüfuzlu. muteber, muhterem; 2.mes’ut. şıkılduu gibi. şıkılıkta- kıs-kıs gülmek ( kızlar hakkında). şıkıra- tepeleme dolu olmak, pek çok olmak. şıkıray- argın- yorgun, cansız ve meraksız bir bakışla bakmak. şıkıt sol elle tutulan aşık; şıkıtım köönümçö: oymarken söylenilen bir cümle (bk. tör); şıkıt bolo albayt: (başkasınınkinden) hayır çıkmaz. şıkoo : anı bay manaptadın şıkoo boyunça kılğan: bunu bayların ve manapların baskısı altında yapmıştır. şıkşıloor şakak kemiğinin kualğa yakın kısmı. şıktan- heyecana gelmek, canlanmak. şıktandır- heyecana getirmek. canlandırmak. şıktandırıl- heyecana getirilmek; canlandırılmak. şıktandıruu işs. şıktandır-‘dan. şıktandıruuçu ilham verici, canlandırıcı. şıktanuu heyecana gelme, canlanma. şıktuu 1.yatgın hevesli; 2.kabiliyetli. şıktuuluk 1. yatkınlık, teyamül; 2.istidat, kabiliyet. şıldıñ : şaka, alay; şıldıñ bol-: alaya duçar olamak, maskara olamak; şıldıñ kıl = şıldıñda. şıldıñçıl şakacı ,alaycı. şıldıñda- alaya almak. şıldıñdaş- müş. şıldıñda’-dan. şıldıñdoo alay etme, eğlenme. şıldıñkor k-f. alaycı, şakacı güldürücü şeyler söyliyen şıldıñkorok = şıldıñkor. şıldır 1. şarıldama, hışıldama şarıldayan, hışıldayan; şıldır-şıldır: şarıl-şarıl; şıldır içeği: midenin hazmetmeyişi; şıldır sorpo: al. yavan çorba; 2. kad. demirci. şıldıra- şarıldamak, hışıldamak, hışırdamak;: arıktağı suu şıldırayt: arktaki su şarıldıyor. şıldırak çıngırak. şıldırama 1. şarıldayan, hışıldayan; 2.komuz’la çalınan bir melodinin adıdır (bk. komuz). şıldırat- et. şıldıra-‘dan. şıldırkan tütün kutusunun alt kısmındaki bir küçük halkadır, ki aly tıpayı açmaya yarar. şılğan- çeşitlere ayrılmış, seçilmiş; tefrik, tetkik edilmiş olmak. şılı- 1. yüzmek, soymak, kemiklerden eti ayırmak,: 2. çaprazlamasına kesmek. şılın- müş. şılı_’dan; eki iyni şılıñanday salıñkı emes, ança da dığdayıp kötürülüp turbay: omuzları iğıi değil. ancak o kadar kalkık da değildir. şılk oynayan, sallanan.: sılk etip tüştü: beklenilmeksizin ve hızlıca düştü; şılk etme tar. bir silahın adı. şılkılda- 1. aynamak, sallanmak (diyelnm, iyi çakılmamış olan at na’lı hakkında); uzun şıkıldagan kerebet: uzun, gevşemiş karyola; 2.gevşemek, sölpümek.: şılkıldap uykusu kelip olturat: fena halde uykusu gelmiş oturuyor. şılkıldak boşamış, gevşemiş; sabı şılkıldak mokok kerki: sapı oynanayan kör keser. şılkıldat- et. şılkılda_’dan. şılkıy- gayet gevşemiş bir durumda bulunmak: cesaretini kaybetmek; şılkayıp cat-: serilerek yatmak. şılp :şılp et_: bütün ağırlığile düşmek; ıslak bir yere, su birikintisine basmak. şılpılda- “şıl-şılp” gibi bir ses çıkarmak (diyelim, çizme içine geçen su hakkında). şılpıldak şılp_şılp gibi bir ses çıkaran. şılta- bahane bulmak, baştan savmaya çalışmak,: başıña şıltaba!: başağrısını bahane etme! şıltaş- müş. şılta-‘dan. şıltoo bahane, sebep,vesile, taallül (yalandan bahanelerle bir işten kaçınma); şıltoosu menen: bahanesiyle. şıltoolo- bahaneler bulmak ve taallül etmek; birbirine şıltoolop catışat: (kabahatı, işi) birbirine yükletiyorlar. şıltoosuz taallül etmeden, savsalamadan. şıluun . 1. çevik atik (başlıca, hayvan gövdesini çabucak parçalayan kimse hakkında; 2. başkalarının sırtından geçinen. şım pantolon, şalvar. şimal a. srk. şimal, kuzey. şımalan- 1. kolları sıvamak; 2. mec. ciddiyetle, azimle girişmek; şımalana katış: faal bir surette iştirak etmek. şamalant- et. şamalan-, dan. şımalanuu işs. şamalan-‘dan. şıman- = şımalan-. şımant- = şımalant-. şımdakçan- gömleğinin eteği pantalona sokulmuş olduğu halde. şımdan- gömleği pantalona sokmak. şınaa kama (takoz). şınaala- kama çakmak. şınaalat- et.sınaala-‘dan. şınaalo işs. şınaala-‘dan. şınaarda- = şınaarla-. şınaarla- 1. yanaşmak, peşini bırakmadan takip etmek; 2.sokulmak. şıñır : şıñğır et-: çınlamak; madenî ses çıkarmak, tınlamak. şıñk : şıñk-şınk kül-: kahkaha ile gülmek. şıñkıldaş- müş. şıñkılda-‘dan. şıñkıy- ince, endamlı, yiğit tavırlı olmak; şınökıyğan ciğit: yiğit tavırlı delikanlı (ince ve zayıf olmak şartiyle). şıp çeviklikle,: hızlıca; kolun şıp etip tartıp aldı: elini çabucak çekip aldı; şıp koyup çığıp ketti: derhal çıktı-gitti; kelgender attarınan şıp-şıp tüşö kalıştı: gelenler çabıçak atlarından indiler. şıpa 1 = şıp; ordunanşıp turdu: yerindren sıçrayıp kalktı.\n\n\nII, a. şifa; şıpa tap-: şifa bulmak; hastalıktan iyi olmak. şıpılda- 1. ıslık sesi çıkarmak (diyelim, siddetli havada oynatılan çubuk hakkında); 2. hızlıca ve çevik hareket etmek, sür’atle hareket etmek iş görmek; şıpıldap uç-: hızlı uçmak; şıpıldap bas-: ayaklarını sürükliyerek basmak; sıpıldap süylö-: homurdanarak söylemek. şıpıldak hamarat, titiz. şıpıldat- et. şıpılda-‘dan; şıpıldatıp saba-: şiddetle dövmek (diyelim, yaş çubuklarla). şıpınış- müş. şıpışın-‘dan. şıpır I, yalancı. şıpır- II, 1. süpürmek, küremek, temizlemek, oğmak; 2.kabuğunu soymak; eyer şıpırıp taşta- (at üzerinden) eğerini almak. şıpırğı yapraklı dallardan yapılan süpürge. şıpırğıç süpürücü. şıpırğıla- süpürüp çıkarmak. şıpırıl- 1. süpürülmek, temizlenmek; 2.kabuğu soyulmak, yüzülmek,: 3.şıpırılğan: çaresâz, kurnaz; sokulgan, girgin. şıpırındı süprüntü, çörçöp. şıpırt- et. şıpır-‘dan; atımdın başınan cügönün şpırtıp ciberdim: atımın başından oyanını çaldırdım; kalıptı şıpırt-: yalan söylemek, masal anlatmak, olmadık şeyler söylemek. şıpıruu süpürme. şıpka- 1. dibine kadar içmek; 2. şıpkayı: dibine kadar, tas-tamam; şıpkay baarın kıramın folk.: hiç birini bırakmadan yok edeceğim. şıpşın- dudaklarını şapırdatmak ( sık-sık hayret,memnuniyetsizlik beğenmeme teessüf alâmetli olmak üzere şıptay sıkışmış (dar giyim içinde). şır : şır ayda-: çabuk ve doğruca sürmek. şıraalçın aremisiadracunculus denilen pelin. şıralğa avcının avladığı şeylerden veıdiği hediye; şıralğa, baatır!: av ola, babayiğit! (avdan dönmekte olana verilen selâmdır ve aynı zamanda hediyeye de telmih vardır.) şırañkana . f. bir şey satanın tarafından verilen hediye, bahşiş. şırbık cılız, sıska. şırbıñda- hareketlerile kuru, zayıf adamı andırmak. şırbıy- kuru ve arık bir görünüşte bulunmak. şırda- bir kenarı diğer bir kenarla birleştirerek nakış yapmak. şırdak “tekimat” denilen ve nakışlarla bezenmiş olan keçe. şıdamal = şırdak. şırğalañ buzla karıştırılan mayi (bu mayiin kendisi de donmaya başladığı zaman); şırğalañ suu: buzlu su. şırğıy budaksız, ince ve taze çam; ince, uzun ve kuru küknar. şırı- teyellemek, katlayıp dikmek. şırık = şırğıy. şırıkta- I, şakırdamak.\n\n\nII1.tütsülemek (sahte tabib tedavi usüllerinden),: 2. mec. burnunu kırmak, kibirini gidermek. şırıl- pas.şırı-‘dan. şırılda çatırdamak, hışırdamak, şarıldamak. şırıldañ at çobanlarının şarkısı. şırp : şırp etken can cok cok: hiçbir hayat eseri yok; şırp etken tobuş cok: tam bir sükûn, çıt yok. şırpıda- 1. “şırp-şırp” gibi bir ses çıkarmak (su hakkında) .:2.hışırdamak (sık ot hakkında). şırt . hışırdamayı taklittir; şırt etken şıbış cok: çıt yok. şırtılda- hışırdamak; şırtıldap ötüp ketti: hızla geçip gitti. şırtıldat- et. şırtılda-‘dan. şıruu işs. şırı-‘dan. şıtır kıtırtı, hışıltı. şıtıra- kıtırdamak, hışıldamak. şıtırat- et. şıtıra-‘dan. şıybılçak 1. çift tırnaklı hayvanlar ayağının bakay (bk.) ile arasındaki kısmı; 2.çift hayvan tırnağının teki. şıyğar- kendisine tevdi edilen bir işi başkasına tevdi eylemek: bu işti sağa şıyğardık: (bize tevdi edilmiş olan) işi biz sana devrettik. şıyk şekil kıyafet, görünüş (yalnız menfi anlamda) ; şıykı ketip kalıptır: insan kılığı kalmamış; 16-ncı cılı zamandın şıykı caman bolğon: 1916 senesinde zamanlar çok ağır olmuştu; şıykı buzuk: 1) kurnaz, kalleş 2) bir fenalık düşünüyor. şıykı = şıykı; şıykısı kaçıp kalıptır,: çehresi fenadır. şıykır = sıykır. şıykurduu = sıykırduu. şıykırlık menftuniyet; sihre çarpma; şıykırlıktın kayırmağına ilingendey : “sihir oltasına takılmış gibi”: sihirlenmiş, büyülenmiş gibi. şıymılçak = şıbılçak. şıypalakta- kuyruk sallamak. şıypalañtat- et. şıypalakta –‘ dan; kuyruk sallamak. şıypalañda- = şıypalakta-. şıypalañdat- = şıpalaktat-. şıypan- kuyruğunu sallamak (sinekleri kovan at hakkında); kuyruğun şıypanıp: kuyruğunu sallayıp. şıypançaak sık-sık kuyruğunu sallayan. şıypañ böcekleri kovmak için at kuyruğundan yapılan yelpaze. şıypant- et. şıypan-‘dan; kuyruğun şıypantıp: kuyruğunu sallayarak. şıypır = sıypır. şıypırla = sıypırla-. şıyrak 1. baldır, baldırın çift kemiklerinin büyüğü (tibia) ; mıltıktın şıyrağı: tüfek desteği, sehpası; 2. es. gûya koyunları kurtlardan koruyan ve duman deliğine takılan muska. şıyraktuu (tüfek hakkında): sehpalı, desteğe konmuş olan. şibege bız (kunduracı aleti); buka şibege: bir çeşit bız. şibeñde- 1. çevik ve canlı olmak (hayvanlar hakkında; 2. sokulgan olmak (insan hakkında). şiber 1. herhangi bir yüksek, sık ot; 2.delice buğday. şibiş = şvits. şiktir sokak kadını, hafif meşrep ka- dın. şilbi hanımeli (loniceral). şile- yerinde oynatmak, küremek; tebeteydi çekeğe şilep koyup: kal- pağı alnına indirerek; arcakka şi- lep taştaçı: (bütün bunları) bir parça ileriye at!; akçanı şilep ele alıp atat: parayı adeta kürekle alı- yor çok kazanıyor); karağa-şilep: sövüp sayarak şileen arifane uısuliyle yapılan ziya- feterden bir çeşididir, şölen; şile. en ce-: bu gibi bir ziyafette ikram edilmek yahut ona iştirak etmek. şilekey salya; şilekey çuurult: salya akıtmak; şilekey alış-: ebedî dostluk hakkında anlaşmak (harfiyen.: salya mübadele etmek); uy şilekey: deniz üzümü ağacı, ephedra vulgaris. şilekeyle- tükürüklemek, tükürük sürmek. şilekeylet- et. şikeyle-, den. şilemey = şilekey. şilmeyle . = şilekeyle-. şilen- şile-'den; şilenip berildi: büyük miktarda verildi. silendi rüzgârın tesiriyle peyda olan toprak yığını, suların getirdiği top. rak yığını, sulann getirdiği toprak birikintisi. şili boyun damarı; ayıldnığ silisinde: köyün ötesinde; şilinde arı koy-: enselemek suretiyle koğmak. silige r. paldım (koşuma ait). şilte- 1. sallamak, baş sallamak; ka- lam şilte-: kalem sallamak çabuk yazmak); but şilte-: ağır yürümek, ayaklarını sürüklemek; kılıç şilte: kılıç sallamak, kılıçla vurmak, kılıç çamak; 2. hafiyelik, iftira ve müzevirlik etmek, jurnal etmek. şiltel- mut. şilte-'den. şilteme : şilteme çak gram.: işaret zamiri. şilti : kök şilti bk. kök II 2, şiltisin tügöt- yahut şiltisin kurut-: canına okumak; şiltimdi kuruttu yahut şiltimdi tügöttü: canıma okudu. şiltöö işs. şilte-'den. şimek 1. sübek (beşikte yatan çocuğun bacakları arasına konulan ve idrar akmasına yarayan küçük boru) ; 2. üst değirmen taşını çeviren zıvanaya değirmen çarkını bağla- yan mil; eldeğirmenin üst taşını döndüren zıvana. şimeñden- = şibeñde.'den. Şimin- emmek; kan şimingen: kan içen (hunhar). şimir I: şimir kuuray bk. şimüür. şimir- II. nefes almadan içmek,, bir ayak kıraızdı tmbastan şimirip iydi: bir çanak kımızı nefes almadan içiverdi. şimiril- pas. şimir- II'den, şaaktarı şimirilgen: yanakları çökmüş. şimirt- et. şimir. II'den. şimirüü işs. şimir- II'den. şimşi- koklamak (köpek hakkında); koklayıp izini bulmak. şimşile . = şimşi-, simşit- et. şimşi-'den. şimüür yahut şimir kuuray: strumaria veya leontodon autumnalis denilen bitki. şinel r. kaput (asker kaputu). şipte- gizlice sıvışmak. şire If. 1. şurup, çorbanın üstüne çıkan yağ tabakası, tatlı usare, şekerlilik, 2. tat, çeşni.\n\n\n. II. 1. kaynamak (demir ve çelik hakkında): 2. dolmak (diyelim, çukurların tipi zamanında karla dolması gibi); butuma tiken ek şi-rep (yahut şirelip) kaldı: bacağıma, birçok diken battı; koydun cünü-nö kum şirep kaldı: koyun yününe pek çok kum dolmuş. şirel- pas. şire.. ıı'den; kegi cürögü-no şirele herdi: -kini kalbinde birikti; daha ör. bk. şire ıı. şirelüü tadı hoş lezzetli; kebiñ tattı\n\n\nfolk.: sözün hoş ve tatlı. şirendi 1. rüzgârın etkisiyle yığılmış ve sertleşmiş olan kar; 2. maden boku (cüruf). şireñke r kibrit; şireñke tart-: kibrit çakmak. şireş- 1. yapışmak, bitişmek; 2. kay- naşmak (maden hakkında). şiret- et. şire- ıı'den; temir şiret-: kaynatmak (demiri, madeni). şirge 1. tayın suratına giydirilen ve onun meme emmesine mani olan burunsalık; 2. tırpanın sırtı (k.ik.) şirgelüü 1. burunsalıklı (tay hakkında) 2. sırtlı (tırpan hakkında). şiri sepilenmemiş ve tütsülenmiş o-lan sığır derişidir ki kap-kacak (başlıca saba) yapmak için kullanılır, (bk. saba); şiri idiş: tüsülenmiş olan deriden yapı-an kap, deri kap; şiridey kara: zift gibi siyah. şiirin f. tatlı; şirin söz: hoş tatlı söz. şiröö 1. işs. şire- II 'den; 2. maden to-tozu; altın menen kümüştün şiröö. sünön bütköndöy folk.: altınla gümüş tozundan yaradılmış gibi. şiş 1. ocağın tör (bk.) e bakan tarafında çakılmış kazıklardır, ki bunlar üzerinde sergileri, giyimleri v.s. ateşe düşmekten koruyan değnek bulunur; 2. sivri uçlu herhangi bir şey; 3. arabanın dingil çivisi; şiş. tin uçuna çığardıñar anı: siz onu büsbütün hırpaladınız; şiş kebek: şiş kebabı; canı şiştin uçunda ele: hayatı tehlikede idi; şişi tolğon: "şişi dolmuş" (birçok fenalıklar yapan ve cezadan yakayı kurtaramıyacak olan adam hakkında böyle söylerler); daha ör. bk. say VII. şişek ikinci yaşına basan idiş edilmiş koç. şişi- şişmek. şişik şiş, yumru; şişik basıp kalıptır: şiş kaplamış. şişit- et. şişi-'den. şiştik sivri uçlu çıkıntı, arpacık (tüfekte, tabancada). şlapa r. şapka. şlem r. miğfer. şodoıığdo- boyu uzun olarak ve sivrilip duran şekilde gözükmek. şodoñdoo işs. şodoñdo.'dan. şodoñdot- et. şodoñdo-'dan. şodoy- 1. çıplaklaşmak; 2. tek basına sivrilip çıkık durmak. şofer r. şoför. sok f. şuh, muzip. şokton- şuhluk etmek, muziplik eylemek. şoktuk şuhluk, muziplik. şoktuu = şok. şol = oşo. şolobay polobay sözünün tekidir. şolokto- hıçkırmak; şoloktop ıyla-: hıçkırıklarla ağlamak. şoloktoo hıçkırma. şoloktot- et. şolokto-'dan. şolpu (daha doğrusu çolpu); kızların saç örgüsüne takılan zinetler. şoñşoğay (sivri ucile) çıkık duran. şoñşoy- yukanya doğru sivrilip durmak, sivri ueile sivrilip çıkık dur., mak; krrğızdın şoñşoyğon boz üy-lörü: kırgızın sivri tepeli boz keçe evleri; şoñşoyup dağı bir eki boz uy köründü: daha bir-iki sivrilip duran boz uy gözüktü; uluğan it-tey şoñşoyup folk.: uluyan köpeğin göğdesi gibi sivrilip duruyor. şontip = oşontüp. şoodura- (rad.) 1. şıngırdamak; 2. mağrur bir tavırla gezinmek. şookum f. 1. gürültü; özöndüñ şoo- kumıu, karağay, kaymğdm şuudu-ru: nehrin «gürültüsü, çamların, huş ağaçlarının hışırtısı; 2. haber, salık; 3, alâmet. şookumda ., gürültü yapmak. şookumdat- gurultuyu mucip olmak. şookumsuz gürültüsüz, sessiz. şoola a. şu'le; kündüñ şoolası: güneşin şulesi, şuaı; şoolası çok mec.: kabiliyetsiz.\n\n\nII, f. etli pirinç lapası, aydınlanmak. şoolalan- aydınlanmak. şoolldo . = şuulda. şoona deve yününden kaim iplik. şooşak 1. bir sert -bataklık otunun adı; 2. parmak; on şooşağı: on parmağı; 3. pençe, el. şoot ., 1. sözü başka bir konuya çevirmek, başka tarafa çekmek; oyuña şoot: şakaya çevirmek; 2. baha. ne bulmak; 3. azarlamak; iğneli imalarda bulunmak. sootuu 1. başka bir yana, başka bir konuya çevirmk; 2. tevbih, sitem, serzeniş. şopoy . = şodoy-. şopur = şofer. şor I, tuzlak yer, çorak; mec. felâket; körböğönü kör boldu, içpege-ni sor boldu folk.: her türlü felâket ve mihnetlere katlandı (harfiyen görmediği yalnız kabir oldu, yemediği yalnız çorak oldu); sor mañday: talihsiz, betbaht; soru kattı: felâket çarptı; soru arılbağan: kaygılar ve mahrumiyetler yükü altında foukınan; kör kılıp, sor kılıp: her türlü çarelere usullere baş vurarak; sorumdu kaynatpa!; rahatımı kaçırma, beni kızdırma!; şorduñ soru usul!: asıl felâketin büyüğü budur!\n\n\nII: şor-şor uurta: (bir mayii) ağzı şapırdatarak içmek. şordo ., tuzlak yeri yalamak (hayvan hakkında). şordon- : felâkete, kazaya çarpmak. şordot : al-abalın şordottuu: onoan felâketine sebep oldu. şorduu betbaht, talihsiz. şorğolo- sicim gibi akmak. şorğoloo sicim gibi akma. şorgolot- et. şorgolo-'dan. şorgolotım işs. şorgolot-'tan. şorkura- ağzını şapırdatmak. şorkurat- et. şorkura-,dan; şorkuratıp iç-: şapırdatarak içmek. şoro gözdeki sıvık irin (gözyaşile ka-rışık olan irin); şoro köz: 1) irin yapan göz; 2) gözleri irinli olan kimse. şorolon- irin yapmak (gözler hakkında) ; yaş akmak; şorolonup ıy-layt: acı-acı ağlıyor. şorolont- It. şorolon-'dan; közün şo- rolontup lylayt: acı-acı ağlıyor. şoarolonuu işs. şorolon-'dan. şorpulda- şapırdatmak (içen deve hakkında). şorulda- şarıl şarıl dökülmek. şoruldat-, çır-çır gibi bir ses çıkarmak (diyelim, inek sağarken); şoruldatıp saa-: gerdele düşen sütün ses çıkaracağı şekilde sağmak; şoruldatıp iç-: ağzını şapırdatarak içmek. şoruldoo şarıltı, çağlama. şosse r. şose. şovinisçil = şovinist. şovinisçilik = şovinizm. şovinist r. şoven (yurtseverlikte mubalağa ve aşırı taassup gösteren kimse). şovinizm r. şovinizm. şoykon muziplik; bir soy kondu baştağam turat: bir rezalet çıkarmaya hazırlanıyor. şoykonduu muzip, belâlı takılgan; oozu şoykonduu! diline hâkim olmayan (konuşmasile bir tatsızlık çıkmasına sebep olabilecek kimse). şoypokto . = şoypolokto-. şoypolokto- 1. yaltaklanmak, yaranmaya çalışarak telâş etmek; 2. hile yapmak. şökölö es. kadınlara mahsus, mahrutî şekilde olan ve başa giyilecek şey. şölbürö- sarkmak (diyelim, arık adamin üstündeki bol giyim). şölpöy- sürüklenmek (uzun elbise. hakkında). şölpöyt- et. şölpöy-'den; eteğin şölpöytüp: eteklerini sürükliyerek. şölpüy- = şölpöy-. şöököt a.: şaan şöököt: debdebe, ih- tişam (şan ve şevket). şöököttö- yahut şaan- şöököt1%: tezyin etmek; muhteşem bir kılık vermek. şpion r. casus. şpionaj r. casusluk. şpiyan = şpion. şpor r. mahmuz. ştab r. kurmay, karargâh. ştamp r. ıstampa, damga. ştarap = ştaraf. ştat r. memurlar kadrosu. ştempel r. damga, mühür. ştik r. süngü. ştrap r. para cezası; ştraf tart-: para cezasına çarpmak, para cezası ödemek. şturma r. hücum. şturmaçı hücum müfrezesi mensubu. şu = şuu I şuduñda . = şodoñdo-. şuduñdat- = şodoñdot-. şuk (Rad.) koyu, sık. şukşurul- kanatlarını kısarak aşağıya doğru atılmak (nitekim avına şiddetle atılan yırtıcı kuş böyle ya- pıyor.) şum kurnaz, hilekâr. şumbul çin. (Destanda) çin idarî memurlarından biri. şumduk 1. kurnazlık, dolandırıcılık hayasızlık; 2. olmadık şeyler, masal; bir künü şumduk ukpasa, kulak dülöy bolot ats.: kulak bir gün yeni haber duymazsa, sağırlaşır. şumduktuu heyecan uyandırıcı san- sasyonel, ihtimali olmayan, hayret verici: şumduktuu sözdü aytpa!: masal anlatma! şümğuya orobanchaceae fasilesinden bir bitki, süpürge otu. şumkar sungur (kuş); küygkö şunu kar: türkistan sungurdu. şumpay- alçak namussuz, açıkgöz,, dalavereci, şumuray = şum. şuñkuy- = sivrilip durmak. şuñşuğuy = şoñşogoy; şuñşuğuy tebetey: sivri tepeli kalpak. şuñşuy = şoñşoy. şurak şarak sözünün tekidir. şurkut 1. = şurkuya; 2. muzip, küstah. şurkuttuk = şurkuyalık. şurkuya es. hafif .meşrep kadın. şurkuyalık es. hafif meşreplik (kadın hakkında). şurt şarta sözünün tekidir. şuru mercan, mercan gerdanlık. şurulda- şarıldamak. şuruldat ., et. şurulda-'dan. şuştuy kama veya diğer bir sivri uçlu nesne seklinde bulunmak; şuştuygan sakal: kama seklindeki sakal. şuştuyt- et. şuştuy.'dan. şuttuu r. şakacı, neşeli, keyfli kimse- şutur şatır sözünün tekidir. şuu I: cip.şuu yahut cip-suular: her-nevi iplikler-ipler.\n\n\nII. fısıltıyı, burundan sık-sık nefes alırken çıkan sesi taklittir; murdiun şuu-şuu tartıp kaldı: burnundan sık-sık nefes aldı; kempir katun şuu üşkürüp ciberdi: koca. karı şiddetle ve yüksek sesle nefes alıverdi; cürögüm şuu etti (yahut şuu dey tuştu): (korkudan) yüreğim burkuldu, fena halde korktum. şuudur 1. hışırtı, hışıltı (ör. gk. sookum); 2. mırıltı. şuudura ., hışırdamak. şuudurak hışıldayan, hışırdayan. şuudurat- et. şuudura-'dan. şuudurla . = şuudura-. şuudurlat- et. şuudurla-'dan. şuulda ., hışıltı yapmak (rüzgâr ve ağaçlar hakkında); hışırdamak; terekter şuuldayt: kavaklar hışıldıyor; şuuldap uç.: hışıltı ile uçmak; cürögüm suuldadı: (korkudan) kalbim durdu; fena halde korktum. şuuldat- . gürültüyü, hışırtıyı mucip olmak. şuuldatış- muş. şuuldat-'tan. şuuldoo gürültü (rüzgârın), hışıltı. şuumıya = şumguya. şüdüñdö- . uf ak-uf ak-adımlar atarak hızlı yürümek (başlıca, öküz, inek hakkında). şüdüñdöt- et. şüdüñdö-'den; oopa-zm şüdüñdötüp cügürtüp: öküzünü dört nala koşturarak. şüdüñgüt çabuk yürüyen, hızlı giden (öküz hakkında). şügür — şükür. şügürdük = şükürçülük. şügürlük = şükürçülük. şük 1. sözsüzlük, sessizlik; şük otur!: rahat otur !; 2. ebediyen; nihaî olarak. şüküldüü — şekildüü. şükür . a. şükür; kuday.-ğa şükür: allaha şükür. şükürçülük şükretme; şükürçülük keltir- (Allaha) şükretmek. şümşük = şumpay. şiimüröy- büzülmek, somurtmak, surat asmak; kunu kaçıp, sümüröyö kaldım benzi atarak somurttu. şümüröyt- . et. sümüröy.'den. şümüröyüü işs. şümüröy-'den. şüttüü atılgan, gayretli, enerjik. şüüdrüm . süüdrüm. f. çiğ. şüüşün 1. gereği gibi kızartılmamış, haşlanmamış olan etteki kan; 2. kad. kan. şüy- örmek, düğümleyip bağlamak (saçı, kuyruğu); attın kâkülün şüy, (koşu için) atın perçemini örerek bağlamak; attın kuyruğun şüy-: atın kuyruğunun (yukarı kısmını) bağlamak. şüyül- pas, şüy-'den; çal kuyruğu şüyülgen: yelesi, kuyruğu demet şeklinde bağlanmış. şüyülüü demet şeklinde bağlanmış (yele kuyruk perçem hakkında). şvits r. isviçre cinsi inek. taa I, aşığın alçı'ya (bk.) karşıt olan yanı.\n\n\nII= tay I taaeeñ bk. tay I taacı = tacı. taacım a., hürmet tazim; taacım kıl-: hürmet etmek, tazim eylemek. taala a., yüce (Allahın sıfatıdır). taalay a., talih, kısmet; taalayıma cazılğan: benim kısmetimmiş. taalayluu mesut;; taalayluu baldarıbız: mes'ut çocuklarımız (daha ör. bk. tabarik). taalaysız talihsiz, uğursuz, beceriksiz. taalaysızdık talihsizlik, uğursuzluk, aksilik. taalim a., taalim al-: talim görmek taamay düz, doğru, açık, vazıh; taamay col: doğru ve düz yol; taamay ayt-: dosdoğru, dürüst söylemek; taamay tiydi: tam hedefe değdi; taamay çeçilgen masele: vazıh surette halledilmiş mesele; taay.taamay: doğruca; taamay kırk cıl boldu ele folk. tam kırk yıl geçti. taamp ger. tam-III’ten. taan I, yahut çökö taan: alaca karga Lâtince adı colaeus olan bir çeşit kargadır, m.); ak tumşuk taan: alp dağlan alaca kargası; ak mo-yun taan: bayağı alaca karga; kızıl tumşuk taan: Lâtince adı pyrroco-rax olan karga; sarı tumşuk çökö taan: ingiliz alaca kargası.\n\n\nII: al maa taan: o bana aitir; adam taam takır çok, malğa katır can eken folk.: insan kılığı yok, hayvana benziyor. taana yahut uu taana bir zehirli otun ismidir. taandık aidiyet, mülkiyet; bul maa taandık at: bu, bana ait attır; ta- andrk kurandısı: gram. mülkiyet affiksi; taandık ayruuçu gram. mülkiyet attribut'si. taam- tanımak; itiraf etmek. taanıgıs tanımıyacak; tanımaz; taanığıs bolaıp özgörgön: tanınmıyamıyacak derecede değişmiş. taanığsız = taanığıs. taanıl tanılmak, itiraf edilmek. taanıldır- et. taanıl-'dan. taamınal alâmetli işaretli, bildik, ta- nıdık; taanımal üygö keldi: tamdık eve geldi. taanış I, tanıdık. taanış- II, birisiyle tanışmak, birşey hakkında malûmat almak. taanıştık tanışiklık taanıştır aşinalandırmak. tanıştırmak. taanıştırı I-, pas. taanıştır-'dan. taanışuu tanışma, aşina olma, muarefe. taanıt- tanıtmak; bul kişilerge seni taanıtkan men elem: bu adamlara seni ben tanıtmıştım; babañdı ta. anıtamî: ben sana babanı tanıtırım.; eyerdin kaşın taanıttı bk. kaş 1,2. taamtuu işs. taanıt-'dan. taanuu tanıma, itiraf, ilân (ikrar). taanuuluu tanıdık, tanınmış, bildik. taap ger. tap. VIIden. taar l. dağarcık, torba; 2. kajba yünlü kumaş. taarat — daarat. taarı- biçmek, testere ile biçmek (amudı veya boyuna olarak): ok cürögün taarıp öttü: kurşun kalbi delip geçti. taarıl- pas. taarı.'dan. taarın- darılmak; çok sözgö taarınat ehemmiyetsiz sözden darılıyor. taarınçak alıngan, çabuk darılan; kañanda taarınçak bolot ats. kocayan adam çabuk darılıyor. taarınçılık darılma, alınganlık. taarındı talaş. taarınıç = taarmçılık. taarınt- et. taarm-'dan. taarıntuu işs. taarıntjtan. taasır = taasir. taasırdüü = taasirdüü taasir a. 1. intiba; 2. tesir, etki; taasir çöyrösü: nüfuz bölgesi. taasirdüü l intiba veren; 2. tesirli, etkili. taasirlen- 1. intiba almak. 2. müteessir olmak, bir şeyim tesirini duymak. taasirlent ., et. taasiren-'den. taat a. itiaat boyun iğme (Allaha itaat); taat-iybadat: (Allaha) itaat, ibadet. taazım = taacım. taba I, başkasının felâketine sevinme; duşmaña taba, dosko külkü bolbo!: ats. düşmanı sevindirme, dostlar güldürme!; tabası kandı: birisinin belâ ve musibtini görerek svindi.\n\n\nII, tava, küçük tava. tabaağan 1. hazır cevap olan, çare bulan; 2. tedarik etmesini bilen (çok tedarik eden). tabak I, tahta çanak; ak tabak: mineli, emayye çanak; tabak tart-: sofraya yemek vermek, sunmak; tabağın özünö tartaibız yahut öz tabağın özünö tarttırabız: mec. ay. nı şeyle mukabele deceğiz; ala tabak bk. ala 2.\n\n\nII, yaprak (kâğıt); tabaka; basma tabak: tab. matbu kâğıt tabakası, forma. tabakta- : tabaktap: tabak-tasbak (almak, dökmek; dağıtmak, sunmak); tabaktap tart-: tabaklarla vermek, sunmak; kazanasın eline bölüp bergen tabaktap folk.: haznesini halka cömertlikle (harfiyen.: tabaklarla) dağıttı. tabaktaş kazan ortağı. tabala- başkasının felâketine sevinmek. tabaloo başkasının felâketine sevinme. taban = aça 2. tabar kon. 1. zr tovar; 2. bir nevi kumaş. tabarak = tabarik. tabarduu kon. = tovarduu. tabarduuluk kon. — tovarduuluk. tabarış r. kon. arkadaş, «yoldaş». tabarik a. mukaddes, mübarek, u-ğurlu; taalayluu taksir kedeykan, tabarik sizdin kebiñiz folk.: mesut kedeykan, söylediniz sözünüz mükemmeldir. tabarsık sidik kovuğu. tabel cetvel. tabii- bulunmak; tabılğan akıl: gayet makul, tabılğa 1. herhangi bir ele geçirilen şey (hediye kazanç, ganimet ve başkaları) 2. dostları yahut akrabaları ziyaret sırasında alman armağan; 3. bukunan şey. bulungu. tabılği . Lâtince adı spiraea olan bir ağaç . tabıluu işs. tabıl-'dan. tabın ., tapmak; tapınmak. tabınuu tapma, tapınma. tabip a. tabip,. mutatabbip. tabış I= dabış; tabış-tubuş bk. tubuş ; bir taibiştân: bir ağızdan.\n\n\nII, 1. buluş; tabış atooç grajn. akkuzatif ; 2. kazanç. tabış-III . 1. hep beraber bulmak; 2.hep birlikte kazanmak; 3. anlaşmak, barışmak tabışker k-f. iyi kazanan (tedarik etmesini, kazanmasını bilen) tabışmak bilmece. tabışmaktuu bilmecelik, muamma; tabışmaktuu sır: bir muamma olan sır. tabışta- seslenmek, batırmak. tabıştan- ., ses çıkarmak; tabıştağan çel: uluyan rüzgâr. tabıştır- 1. buluşturmak; 2. barıştırmak. tabışuu 1. buluşma; 2. barışma. tabıt l, a. ölü taşımak için sedye; 2. tabut.\n\n\nII, antreneman, temrin, talim; tabıtı katuu: talime gelmiyen, talim ve terbiyesi güç olan; tabıtına keltir-: talim ve terbiyesini yerine getirmek; atımdı, kaışumdu tabıtına keltir tim: atımın ve alıcı kuşumun antrenemanı tamdır. tabıyğat a. tabiat; tabıygat tanuu: tabiatı tetkik. tabıyğı a. tabiî; tabiyğı baylıktar: tabiî servetler. tabiyğat = tabıygat. tabitsa r. “tablitsa": cedvel. tabuu 1. bulma, meydana çıkarma; oylop tabuu: ihtira, icat; 2. kazanç, oylop tabuu: ihtira, icat; 3. kazanç, çalışmak suretiyle edjoıen nesne. tabuucu 1. bulucu;; oylop tabuuçu: ihtira eden, icat eden; 2. çalışıp kazanan taca- (karş. cada-) nefret hissetmek; ay tıp oturup, tacadım: söylemekten bıktım. tacaal . a. 1. deccâl; tacaal çığar mezgidi: 1) tacaal'ın çıktığı zaman; 2) mec. halkın başına gelen "felâket ve musibet günleri; 3. korkunç şey, gaddar.. tacaaldık gaddarlık. tacat- et. taca-'dan. tacı f. 1. taç, çelenk; 2. ibik tacıdar . f. taç giymiş; başına iklil komjuş olan. tacırıyba a-.-tatbikat, tecrübe. tacırıybala ., tecrübe etmek, tatbikatını yapmak tacrıybaluu tecrübeli. tacırıypa = tacırıyba. taciriyba = tacırıyba tacoor (Rad), rakı saklamak için kullanılan deri tulum. tağa . dayı. tağdır a. takdir, kader, kısmt alın yazısı; teskerl tağdır; ters takdir; tağdırı bir uuç boldu: içinden çıkılmaz bir duruma düştü, helak yakasına geldi. tağın ., takınmak; bermet menen şurunu ayabay boyğo tağınıp: folk. birçok boncuklar ve gerdanlıklar takınarak; kılıçıñardı tağmıp, atıñarğa mingile: folk. kılıçlarınızı takınarak atlara bininiz!; orden tağın.: nişan takınmak. tağınış- muş. tağın-'dan; tağınıştı kılıçtı folk.: kılçları kusandılar. tağınt et. tağm-'dan. tağınuu işs. tağın-'dan. tak ı, f. 1. dürüst, derli toplu, muayyen; tak künü bugün: tam bugün; tak tüştö keldim: tam öğle zamanında geldim; Talastıñ tak boyunda: tam talaş kıyısında tili tak; dürüst ve açık ifade etmesini bilen; tak ayt: dosdoğru, açıkça söylemek; tak esep yahut talana tak esep: tam hesap; alasa beresege tak: alacak-verecek hususunda dikkatlidir; tapa tak= tapatak; tak bölüüçü mat.: tam, eksiksiz bölücü (kasım) 2. tek (çift olmıyan), biricik; cuppu tak? tek mi, çift mi? (oyun); tak öt-: hayatı yalnız (evlenmeksizin) geçirmek; tak san mat.: tek sayı.\n\n\nII, f. taht; altın tak: altın taht; tağınan tayğıldı, bk. tayğıl-.\n\n\nIIIf. yara izi, benek, leke; ak tak: onulan yaranın yerinde beyaz leke; cürökkö (yahut köñülgö) tak sal.: incitmek, müteessir eylemek; köngülünö tak salba folk: onu incitme, gönlünü kırma.\n\n\nIV: ak etkende tak etet: büyük sabırsızlıkla bekliyor; tak kat: dona kalmak, büsbütün dinmek; tak kattım, tak kattım: guguk kuşunun sesini taklittir, ki güya yazın bu kuş otların kuruyacağından haber veriyormuş; tak kötör- 1) (bir ağırlğı) yakarıya kolay ve çabuk kaldırmak; 2) mec. ifratla ve müba- lâğa ile övmek; tak sekir-: birden bire sıçramak; tak katır-: hiç bir şey vermemek, boş elle çevirmek; tak tuk: takırtı; tak teke. bk. teke 1.\n\n\nV, 1. takmak, asmak; orden tak .: nişan takmak; ükü tak-: (kalpağa) baykuş yahut puhu tüyünden süs takmak; topçu tak-: düğme takmak; 2. calğan material tak-: birisine yalan, kirletici mevad isnat etmek.\n\n\nVI, f. tüp (bk.)’ten bir parça yukarı eleçek (bk.) üzerine sarılmış olan bez parçası.\n\n\n! VII. at üzerine bağırış = koş IV. ancak bu bir tek at için kullanılır; tak- tak: at ayak patırtısını taklit, tir. taka l 1. nal (at ve ona benzer hay. vanların tırnaklarına vurulan demir); taka kak-: nal takmak, nal vurmak; 2. ökçe\n\n\nII, top (başayı denilen kumaş topu. bk. başayı)\n\n\nIII: taka. tak-tak: ölçülü takırtıyı (mes. vagon tekerlekleri takırtısı) taklittir. taka- IV, sımsıkı yaklaştırmak, ya. naştırmak; tamğa taka-: duvara yanaştırmak. takaat = takat. takal sımsıkı yanaşmak, dayanmak. takala- nal vurmak, nallamak; attı takalasa eşek butun kötöröt ats. at nallanırken eşek bacağını kal rır; eşek takala- yahut çoçko taka-la-: boşta gezmek, işsiz dolaşmak; tiliñîdi takalaba: saçmalama, boşuna övünme; meni takalap ketti: beni kafese koyup gitti, dolandırdı. takalat- et. takalardan; men baldaığa takalatıp iydim: çocuklar beni kafese koydular, çocukların tuzağına düştüm. takalatuu işs. takalardan. takaloo nallama, nal vurma. takaluu I, 1. naili; 2. mec. at; takaluudan tay kalbay keldi, tayluudan tay ak kalbay keldi: nallıdan tay geri kamadı, taylıdan da değnek geri kalmadı" (büyük küçük, derecesine, mevkiine bakmaksızın herkes geldi).\n\n\nişs. takal'dan takana : kam takanasız yahut kam takanası çok: gamsız, kaygısız ke- dersiz. takanasız bk. takana. takanç = takançik. takançık kendisine dayanılabilen nesne: dayanak. takancıkta .. dayamak; takançıktap bas-: bir ayakla yere adamakıllı basarak, ötekisinin ucunu hafifçe yere dokundurarak, sekerek yürümek (topallamak); butun takançıktap basa albadı: acıyan ayağına hafifçe dayandı ve yürüyemedi. takat a. sabır, tahammül, takat ber -; baskıya karşı komak, dayanmak, mukavemet etmek. takay- sımsıkı, çok yakın, israrla takay işte-r özenle (sebatlılıkla) çalışmak; işençilikti foolşevikterçe takay iştöö menen aktoonu özünün milde ti dep esepteyt: özenle çalışmak suretiyle itimadı hakketmeyi kendisinin bir borcu sayıyor; planların takay turup turmuşka aşınp kelişken: kendi plânlarını onlar ısrarla tatbik ettiler; takay otur-: sıkışarak oturmak; munu takay oturğan kişi kılat: bunu yalnız üzerinde özenle duran adam yapabilir. takay IIyahut eşektin takayı, sıpa. takdır = tağdır. takı- bıktırmak, takılmak, sırnaşmak; takıp ele surap kaldı: sualler ve soruşturmalarla canımı çıkardu takıbaa a. dn. perhizkârlık, takva muttaki. Takıbaala- Allahdan korku ve takva göstererek, .günahtan sakınarak bir iş yapmak. takıbaalık dn. takva, günahtan sakinlik, zühüt. talakta- I. acele ettirmek; 2. zorlamak ısrar etmek. takıl- sıkışık vaziyette, son derecede müşkülât içinde bulunmak; çöptön takıl-: kuruot ihtiyacı içinde bulun- mak. takılda- takırtı yapmak; takıldap ele süylöyt: beyhude yere çene çalıyor. takıldat- I. takırtı çıkartmak; 2. ağız: şapırdatmak;- takıldatı sor-: ağız şapırdatarak emmek; takıldatıp çatta-, bk. çatta 3. takım dizin iç yanı; takımğa bas— üzengi kayışı altına koyarak kıstırmak, (atlı hakkında); kuu takım: kurnaz,, sokulgan.. takımda- 1. yakından takip etmek, geri kalmadan kovalamak; 2. peşi. ni bırakmamak, takılmak, kusur aramak. takımdaş- muş. takımda’dan. takır 1. çıplak, bitkisiz, otsuz; takır baş: matruş kafa, saçsız baş; 2. çıplak arazi, ot bitmiyen balçıklı toprak; 3. katiyen, büsbütün (menfi cümlede); takır kaltırbay cedi: hiç bir şey bırakmadan yedi; takır çok :katiyen yok; hiçbir şey yok; bizdiñ ölkabüzdö cumuşsuzduk takır çok: bizim memleketimizde işsizik katiyen yoktur. takıray- bitksiz kalmak, çıplak olmak. takırayt- bitkiden mahrum etmek, çıplak bir hale komak; baş takırayt-: matruş kafayı teşhir etmek. takırçak çıplak; tap takırçak: çır il çıplak, ter temiz olarak. takıya a. takke; kep takıya: kadınların eleçek (bk.) altından giydikleri beyaz takke; takıya saydı: kırgiz gençliğinin düğün oyunlarından biridir ( bu oyun sırasında gelinin takkesi değnekle düşürülürdü). takıyaluu 1. takkeli; takke giymiş; 2. mec. olgun kız. takkıç takıntı, takılan nesne; töbögö takkıç yahut eleçek takkıç: pamuktan yapılan, kumaşa sarılan ve eleçek’e (bk.) konulan küçük kürecik. takma takılmış, iğreti; takma çaç: takma saç, iğreti saç örgüsü. takmaktak = takma-tak bk. tak I, l. takmaza komuz için (bk.) bir melodinin adıdır. takmazala- istihza karışık paylamak, azaralmak (çok iyi, âlâ, bunun nasıl ya unuttururum 'ben sana; bakalım bu nasıl oluyormuş ve s. gibi). takool 1. kuvvet, gayret, enerji; 2- takviye, istinat, destek; değenime köngün dep, takool bölüp bergin, dep folk: benim sözlerime uy diyerek, bana destek ol,.diyerek. taksir a. es. efendi (kendisiyle konu. sulan kimseye tevcih edilen hürmet sözüdür). taksız I, lekesiz, lekelenmemiş olan.\n\n\nII, muayyen ve kat'î olmıyan. taksızdık muayyen ve dürüst olmamaklık. takşal 1. aynı eda (nota) üzeride kalmak (ses hakkında); 2. alışmak; itiyat edinmek, meleke kesbetmek: 3. sağlamlaşmak. takşalış ., muş. takşal-'dan. takşi dem çekmek (öten kuş hakkında). taksit- et. takşı-'dan. takta I= tak I. taktaII f. 1. tahta, kereste; kara takta: kara tahta; kızıl takta: kırmızı tahta; buuday takta boldu: buğday denk olarak yükseldi (başak çıkarmak üzere iken); 2. iki parçadan dikilmiş ve gocuk yapmak için hazırlanmış olan deri. takta- III, muayyeniyet vermek, ince ve noktası noktasına hesap yapmak; alasabereseñdi taktap cürgün;: alacak verecek hesaplarında temiz ol. taktala- bir şeyi bir şey üzerine sıra ile koymak. taktaş- hesaplaşmak. taktaşuu hesaplaşma; muayyeniyet verme. taktay = takta II. taklayla- tahta ile örtmek yahut süslemek; üstü astın taktaylap salğan uy: tavanı ve dabanı tahtalardan olan ev. taktaylan- tahta ile örtülmek yahut süslemek. taktaylat et. taktayla-'dan. taktı = tak II; azimkandıñ taktısı folk.: azimhanın tahtı. taktık muayyeniyet, muşahhasiyet; cüzdön bîr taktığı menen mat.: yüzde bir nisbetinde dürüstlük ile; cüzdön bir taktıktan kemi menen mat.: yüzde bir nisbetinden eksik dürüstlük ile; sözdön bir taktıktan artığı menen mat. yüzde bir nisbetinden daha fazla dürüstlük ile. taktır- et. tak-V'ten. taktika r tabiye. taktikaluu taktlı. ölçülü. takuur işs. takı-'dan. tal I, 1. badem söğüdü, söğüt, kürek söğüdü; kırcın tal. 'bilek tal, ecki t al: söğüdün nevileridir; sen anı tal karmaba: sen onu kendisine imtisal edilecek bir örnek sayma!; mac-rum tal: salkım söğüt; 2. çubuk, ince çubuk; 3. tane (uzunca şekilde olan şeyler hakkında); bir tal şi-reñke: bir tanekibrit.\n\n\nII: tapa tal = tapatal.\n\n\nIII, yahut talı-, 1. donakalmak, yumuşak (uzuv hakında), bayılmak; kolıum talıdı: elim uyuştu;; közü talıytı: gözü yoruluyor; ölö-tala yahut ölgön.talğanda yahutöldüm- taldım değende bk. öl- II; 2. sar'adan muzdarip olmak. tala- soymak, yağma etmek. talaa 1. step. kır, sahra; ay talaa: çöl: kuu talaa: kuru sahra, çöl; pakta talaası: pamuk tarlası; talaağa ket- mec.: boşun, faydasız yere kaybol- mak; bizde emgek talaaağa ket. pey t: bizde emek boşuna kaybolup gitmez; kur talaanı süylöyt: boş ve faydasız sözler söylüyor; közünün caşı on talaa bölüp ıylap turat: iki gözü iki çeşme; talaada kalsañda: ne pahasına olursa-olsun; talaada kalsañ da; taap ber: nerede bulursan- bul; 2. vadi; alay talaası: alay vadisi; 3. tebeteydiñ talaası: kalpak dikmeye yarayan kumaş parçaları. talaala- : kan talaalap ağıp turğan: kan çeşme gibi aktı. talaalan- . havaya savrulmak, boşuna mahvolmk. talaalık . sahravî. sahralık. talan yağma, talan; talaaña tüşkön mal: yağma ile elde edilen hayvanlar, yağma mal; taaan-çaçın yahut talaan- bülün: nehbü garet; talaan sal-: yağma ettirmek. talak a. 1. boşama (nikâhı kaldırma bozma);kızı talak: mırdar, pis; 2. reddetme; ;kızı talak kuu maldı, talak kılıp taştaybı: folk. kahrolası servetten vazgeçer mi. hiç.; talak kılıp butumdu, taştap kıtay curtümdü folk. putlarımdan vazgeçerek, Çin yurdumu terkederek. talakay = talakey. talakey yağma, çapul; kan talakey: birçeşit aşık oyunudur. talam = talap; senin talamıñdı talaşam: senin menfaatlarını müdafaa ediyorum. talaman : talamandın tal tüşündö .= tapatal tüştö (bk. tapatal). talamay yağma (kan talakey oyunun safhalarından biridir, bk. ta-lagey). talan- yağma edilmek, soyulmak. talant- r. istidat, deha talantuu aşırı istidatlı. talanttuuluk aşırı istidat sahibi olmaklık. talanuu yağma edilme, soyulma. talap a. temayül, talep, iddia. talapker a.f. arzu eden, temayül e-den, iddiada bulunan, talip olan. talaptan- talebi olmak, tamayülü olmak, arzusu omak, iddida bulunmak. talaptaş aynı şeyi istiyenler, aynı maksada doğru yürüyenler. talaptuu arzulu, talepli, istekli. talaş l kavga niza; eç kimdiñ talaşı çok: kimse itiraz etmiyor; küz-talaş maalı ats. güz-mücadele (kışlık geçimini sağlamak için uğraşma) çağıdır; talaş- tartış kavga ve niza\n\n\n., II münakaşa etmek, münazaa etmek, itiraz etmek, iddiada bu- lunmak; can talaş bk. can II; namısmğdı talaşam: senin şerefini, namusunu müdafaa ediyorum. talaşsız kavgasız, münazaasız, nizalı olmıyan; talaşsız nerse: nizalı olmıyan nesne. talaştır- et. talaş- h'den; çoku talaş-tıra berip kaldı: kafa tepesine bir iki defa indirdi (şiddetle vurdu); can talaştır bk. can II. talaşuu işs. talaş- ıfden; can talaşu-u: 1) ölümle mücadele, ihtizar, can çekişme; 2) mec. umutsuzca (nev- midane) gayret sarfetme. talat- yağma ettirmek; çöbön malğa talattı: otunu hayvanlara çiğnetti; talatıp kpydıu' eline altmış töö se- bimdi: folk. çeyizim olan altmış deveyi halka yağma ettirdi. talatuu ; işs. talat-'dan. talay = dalay. talda- 1. ayrı ayrı dallara ayırmak; 2. dikkatla seçmek, ayırtlamakr çeşitlemek; 3 tahlil etmek; taldap kara-: ayrı ayrı bakmak, inceden inceye tetkiki etmek. taldat- et. talda-'dan. taldırmaç : taldırmaç kızıl: sıhhat pembeliği (yanaklarda). taldoo 1. ayrı ayrı dallara, demetlere ayırma; 2. çeşiteme, tasnif; 3. tahlil etme. talğak 1. aş yerme (gebe kadınlarda); 2. hırçınlık, hoppalık; 3. mec. şiddetli arzu; şiddetle arzulayan. tali . = tal III talığuu 1. yorulma, uyuşukluk; 2. uyuklama, pinekleme. talık- yorulmak, takattan düşmek, bitkin bir hale gelmek; talıpkastan: yorulmaksızın. talıkşı- sölpümek, yorulmak. talıkşıt- et. talıkşı-'dan; uyku talik. şıtıp turat: uyku basıyor. talımsı- 1. donmak, hassasiyetini kaybetmek; talımsıp çat-: hareketsiz yatmak; 2. mec. kırıtmak (naz- lanmak); talımsığan: kırıtmasını seven. talıt- yormak; köz taht-: gözleri yormak; taman talıt.: tabanı yormak. talıtuu işs. talıt-'dan. talimsi- = talımsı-. takla- havanda dövemek, ufalamak, param-parça etlemek, tahrip etmek. taklan- ufalamak, dövülmek, param parça olmak. talkalanış işs. talkalan-'dan. taklalaş- müş. talkala-'dan. talkalat- et. talkala-'dan. talkaloo işs. talkala-'dan. talkan kavut; may talkan: yağlı kavut; taş talkanı çıktı: param parça oldu; taş- talkanın çığar yahut taşın talkan kıl-: kınp parça parça etmek; oozuna talkan kuyup mec.: ağzına kavut almış gibi (konuşmuyor). talkanda- 1. kavuta çevirerek; 2. kırıp parça parça etlemek. talkuu 1. deriyi ezip yumuşatmak için kullanıln tokmk; 2. mec. müzakere, mevzuu işleme, münakaşa; talkuua sal-: 1) deriyi tokmakla dövmek; 2) mec. müzakereye koymak; talkuu iretinde: müzakere usulü ile, münakaşa usulü ile. talkımla- 1. deriyi yumuşatmak; 2. müzakere etmek, bir konuyu gereği gibi işlemek, münakaşa etmek. talkuulan- pas. talkujuda-'dan. talkuuloo 1. deriyi yumuşatma: 2. müzakere, işleme. talma sar'a; talması karmağan: 1) sar'ay a tutulmuş, 2) mec. taşkınlık ağrıyor. talmalan- 1. saradan mudarip olmak; 2. mec.taşkınlık etmek, kudurmak. talmoorsu- bütkön boyum talmoorsup turat: bütün vücudum sızlıyor } ağrıyor. talon r. bono, talon. taloo yağma, talan. talooçuluk yağmagerlik. taloolon- kısmen kızarmak, pembe- leşmek; beti kızarıp taloolonup turat: yüzü yer yer kusardı; kün taloolonup kızarıp çıktı: güneş kırmızı şualar saçarak doğdu. taloon I, talan, yağma, çapul, saldı, rış;; taloon koy-: saldırmak; yağma etmek.\n\n\nII— talon. taloonçu yağmacı. talootuu kocaman bir efsanevî sert kanatlı böceğin adıdır. talp : talp etek: (kadın hakkında) hafif meşrep, bozuk. talpağay yayvan, basık; murdunun ucu talpağay: burnun ucu basıktır. talpak I. yün veya pamuk atarken sergi vazifesini gören, kurutulmuş tay derisi; talpağın taşka caydı mec.: onu soyup soğana çevirdi ve son nefesi kesilecek hale koydu; talpağı taşka cayıldı mec.: tarumar edilmiştir (pabucu dama atılmıştır); 2. biçimsiz. talpakta- 1. hacimsiz şekilde gezmek; 2. meç- kaygısız, halinden memnun olmak. talpañ biçimsiz, hantajl talpañda . = talpakta-. talpasa = dalbasa. talpüdat- et. talpılda-'dan. talpın- 1. çırpınmak, kurtulmıya ça- lışmak; kuş talpınat: (bağlanmış) kuş uçmak istiyerek çırpmıyor; talpmıp cañıdan basıp kele catkan bala: yeni yürümeye başlıyan çocuk; 2. ileriye atılmak; yeltenmek. talpınıl- pas. talpın.'dan; 'kanca talpınılğan menen da...: ne kadar çırpınılsa çırpınılsın... talpmş- muş. talpın-'dan. talpınt- et. talpın-'dan. talpınuu işs. talpın.'dan. taltak paytak, gerilerek ve bacakları açarak gezen. taltakta- 1. çarpık bacaklı kimsenin yürüyüşiyle yürümek; 2. mec. nazlanmak, kırıtarak şımarıklık göste- rerek istemek (rica etmek). taltaktaş- muş. taltakta-'dan. taltañ = taltak; erke-taltañ: fazla incelerek, rahata alışmış; erke taltañ sıdırım yahut erke taltañ çel: lâtif ruzgââr. taltañda- = taltakta-. taltay- ayaklarını açarak gerilip oturmak. taltayınkıra- hafifçe gerilmek. taluu donma, uyuşma (el, ayak hakkında.), baygınlık; taluu cer: hassas yer (öyle bir yerdir, ki oraya vurmak vücudun bir kısmının duygusuzlanmasını veya baygınlığı (mucip olur). tam I, (balçıktan, kerpiçten yapılan) duvar; tam uy: daimî (portatif olmıyan) mesken, ev (balçık sıvalı, kârgir ve s. gibi); cer-suu, tam taş: arazi ve meskân; teşik tam: (rad.) örekenin balçıktan yapılan yuvarlak başı.\n\n\nII: tam tam yahut tam tüm: (he. nüz yürümeye başlıyan çocuğun) korkak adımlan; tam tüm bas-: korka korka atılan adımlar (küçük çocuk hakkında). tam- III(girundifi taamp'tır) „ damlamak.\n\n\nIV, tutuşmak, yanmak; ot tama elek: ateş henüz tutuşmadı (odun daha ateş almadı). tamak 1. yiyecek; tamak iç-: ,gıda almak, yemek; bugün tamak içtiñ-bi?: bugün yemek yedin mi? ta-mak-aş önör çayları: erzak sanayi-i müesseseleri; 2. gırtlak;; tamak boo: hamut sırımı (bağı); ay tamak: beyaz gerdanlı (güzel kadının sıfatlarından biridir); kıl tamak: ince boyunlu; aram tamak: başkalarına yük olan, çalışmadan yiyen; tamak kır-: kesik kesik ok. sürmek; kaz tamak: geranium (bitki); çar tamak: guşa (hastalık). tamaksoo . obur, boğazına düşkün (bütün düşüncesi yiyeceğe yöneltilmiş olan kimse). tamaktan- birparça yemek; gıda almak, doymak, gereği gibi karın doyurmak. tamaktandır yedirmek içirmek tama a. l .herkes, hepsi; 2. tamam, son. tamamat a. tamamiyle, büsbütün, herkes, hepsi. taman 1. taban (ayağın ve ayakkabının); kara taman kon. es. baldırı çıplak; it taman: köpek pençesi (mimarî tezyinatın bir çeşididir); tamam cerge tiybet: 1) tabanı yere değmiyor (gayet hızlı koşuyor); 2) asın derecede seviniyor; çel taman: rahat oturmayan adam; taman tındır-: ayakları dinlendirmek; tamanıbızdı tındırbayt: bizi rahat bırakmıyor (daima şuraya buraya gönderiyor); tamaña ur- av.: alıcı kuşu avın peşine salıvermek; sarı taman = sartaman; 2. üzenginin dibi; altın taman üzöngü folk.: altın dipli üzengi tamanda- 1. tabanla koşmak, (mes bir ucuna basarak, öteki ucunu çekmek için taban altına koymak); bacakların arasını açarak, tabanlariyle dayanmak; 2. ötük tamanda-: çizmeye taban, pençe vurmak. taınandal- mut. tamanda.'dan. tamaşa a. l. zevk, eğlence, hoşlanarak bakılacak şey; tamaşaa bat.: tam olarak zevk almak; tamaşa kıl-: temaşa etmek; tañ tamaşa kaldır- taaccübü mucip olmak, hayrete düşürmek; 2. şaka; tama-şañdı koy-: şakanı bırak.; tamaşa kep: lâtife, ciddî olmıyan sohbet; tamaşası çok: şakası yak, ciddî tamaşçıl ., 1. eğlenceli temaşaları seven kimse; 2. şakacı; şen adam. tamaşakor a-f. eğlenceleri seven kimse. tamaşaköy a-f. şen, lâtifeci kimse. tamaşala ., 1. zevk duyarak bakmak; 2. alaya almak, eğlenmek, tamaşalaş- hep beraber şaka etmek, şakalaşmak. tamaşalat- et. tamaşala-'dan. tamaşluu alâka uyandırıcı, eğlenceli, can sıkmaz. tamçıloo damlama. tamçalat- et. tamçda-'dan; köz caşın tamçılatıp: gözyaşlarını damlata. rak. tameki tütün; tameki tart-: tütün içmek. tamekeçi 1. tütün içen; 2. tütün yetiştiren. tamekiçilik tütüncülük; tamğa 1. atın sağrısına yakmak suretiyle vurulan damga; tamğa ur* yahut tamğa bas-: damga vurmak yahut damga basmak; t aşka tamğa baskanday r çok vazııh, pek açık; 2: işaret, harf; arap tamğa: arap alfabesi; tınış tamğalan: noktalama (nokta, virgül ve buna benzer işaretler) ; koşuu tamğası mat.: zait işareti; teñdik tamğası mat.: mü- savi işareti. tamğala ., damgalamak,, damga vurmak. tamğalat- et. tamğala-'dan. tamğaloo damgalama, damga vurma. tamğaluu damgalı, imli, işaretli; bir tamğaluu san: mat. tek haneli sayı; eki tamğaiuaı san mat: iki haneli sayı. tamıl- mut. tam- IV'ten; öçüp ketip tamılıp, ölüp ketip tirilip folk.: söndü ve tutaştu, öldü ve dirildi. tamılçi- 1. kızarmak, pembeleşmek (şiddetli ısıdan yahut şaraptan); kımız içip tamılçıp: kımız içerek ve kızararak; 2. tam bir uyuşukluk ve rehavet dımımunda bulunmak (mes., çokça kımız içtikten sonra). tamır 1. kök; tamir cay-: kök salmak; tamir kırk- 1) kökünü kesmek, kökünden yok etmek; 2) tedip etmek: 2. kan daman; nabız; tamir karma- yahut tamir kör-: nabzı yoklamak; nabız tepmesine göre, hastalığı teşhis eylemek; tamir kar- mat.: nabzı yoklatmak; 3. dost, ahbap, dünür; soök-taanır; hısım ve dostlar. tamırcı nabza göre hastalığı teşhir eden mütetebbip; kıl tamırçı: usta tamırçı. tamırçılık tamirci (bk.) mesleği tamırla- : söök-tarmralp ketti: hısım akrabalarına (misfirliğe) gitti. tamırlaş- (armağanlar verişmek suretiyle) ahbap olmak. tamız I, a. sıcak, sıcaklık.\n\n\nII, damlatmak; düşmandın çırağına may tamız- mec. düşmanın değirmenine su akıtmak (harf.: düşmanın çırağına yağ damlatmak); oozğo suu tamız (ölüm halinde olan kimsenin) ağzına su damlatmak (tâki ıstırabı hafiflesin); oozuna suu tamızıp kaldı mec.: son dakikaları yaşıyor.\n\n\nIII, tutuşturmak, yakmak; öşkön ottu tamızdıñ, ölgön candı tirgizdiñ fok.: sönmüş olan ateşi (yeniden) tutuşturdun, ölen canı dirilttin. tamızğı I, damlatma aygıtı, pipet, damlalık.\n\n\nII, ateş tutuşturmaya yarayan nesne (çıra, yonga, talaş ve s. gibi). tamızğılık = tamızğı II. tampañda ., biçimsizce hareket etmek. tampay- biçimsizce şişman omak. tamsil a. kısa, hikmetli söz, kinayeli söz. tamşan- 1. bir şeyin tadına -bakarken yahut hayert ederek dilini şakırdatmak ve dudaklarını şapır* datmak; 2. hoş bir şeyi hatırlamak; 3. taaccüp etmek. tamşandır tamşant-, et. tamşandan. tanışanuu 1. bir şeyin tadına bakarken yahut taaccüp ederek dili şaklatma ve dudakları şapırdatma; 2. hoş bir şeyi hatırlama; 3. taaccup etme. tamtañ : tamtañ bas- = tamtañda.. tamtañda- 1. korka korka basarak yürümek, düşe kalka gezmek (çocuk hakkında); 2. mec. fakir düşmek. tamtañdat- et. tamtañda-'dan. tamtay- fakirce ve örselenmiş kılıkta bulunmak; tamtayğan:'büsbütün fakir. tamtık tamtığı çıkkan yahut tamtığı ketken: yırtlmış, pare-pare olmuş, örselenmiş; kiyiminde tamtık çok yahut kiyiminin tamtığı ketken yahut tayda tamtık çok: giyimi büsbütün parçalanmış, yırtık pırtık olmuş; betinde tamtık çok: yüzünde sağlam yeri kalmamış (tırmalanmış, yaralanmış); tamtıgına çeyin: son ipliğine kadar. tamtıksız adamakıllı yırtılmş, pare pare olmuş, örselenmiş. tan- inkâr etmek, kendine ait olduğunu veya kendisinin yaptığını tanımamak, imtina etmek; anı tanbayım: onu inkâr etmiyorum; mu. nü eç kim tana albayt: bunu kimse inkâr edemez; esten tan: histen mahrum olmak,'bayılmak; kişi başkanı tansa da, tokoçtu tanbayt:-insanı herşey bıktırıyorsa da, ekmek bıktırmıyor; etti tanıp kettim: etten nefret etmeye başladım, etten bıktım; akıldan tan-: aklını oynatmak. tana dana (iki yaşına basmış genç inek). tanaca küçük dana. tanap a. 1. ip, bağ, nâkil tel; 2. bir satıh ölçüsüdür, ki aşağı yukarı 1/6 hektara muadildir. tanaptaş müşterek bağlayıcı tellere malik olan. tanazar a.: tanazar albayt: on paralık kıymet vermiyor, yüksekten, küçümseyerek bakıyor. tanda- seçmek, iyisini ayırıp almak. tandalma = tandamal; tandalma pakta: yüksek evsaflı (seçme) pamuk. tandamal seçme. tandamaluu seçilmiş, seçme. tandat- et. tanda-,dan. tandır Ia. çörek ve börek pişirmek için soba, fırın. tandır- II, et. tan-'dan; akıldan tandır»: aklını oynatacak dereceye götürmek. tandoo seçme, ayırtlama. tañ I, şafak, tan; tañ attı: şafak söktü; tañ ağardı yahut tañ kılaydı yahut tañ sürdü: şafak söktü; tañ ağarıp atkanda yahut tañ sarğarıp atkanda: şafak sökerken; atar tañdın astman: şafak sökmeden biraz önce; tañ erteñ: sabah erkenden; tañ aşır yahut tañga aşır: (atı) sabalıa kadar yemsiz bırakmak suretiyle mukavemete hazırlamak; tañ künü: hergün; tañ atpay: sabaha kadar (şafak sökmeden önce); tañ attır yahut tañ atır-: geceyi sabaha kadar geçir mek; tañda künü bk. tañda.\n\n\nII, 1. taaccüp, hayret; tañ kal -yahut añ tañ kal-: hayret etmek taaccüp etmek, şaşa kalmak; tañ kauluuçu iş: şaşılacak iş; tañ kaldır-: hayerti mucip olmak, hayrete düşürmek; tañ- tamaşa bk. tamaşa 1; 2. bilmiyorum, kim bilsin (sualin cevabıdır); al kelet beken?. tañ!: gelecek mi, acaba? -kim bilir!\n\n\nIII, kuyruk altındaki beyaz leke, benek (bazı hayvanlarda bulunur) ; bököndün tañınday, bk. bökön.\n\n\nIV: tañ bolğon söz: hayide (çiğnenmiş, bayağı, harcıalem) olmuş söz veya tabir; tañ bolğon kız: evde kalan kız; tañı çıkkan ötuk: örslenmiş çizme. tañ- V, bağlamak. tañat = tañ at (bk. tang I). tañattır- = tañ attır (bk. tañ I). tanda yahut tañda künü: yarın. tañdan- taaccüp etmek, hayret etmek şaşa kalmak. tañdandır- taaccübü mucip olmak, hayrete düşürmek; birdi kurbant-ti; birdi tañdandırdı: (bu) birisini sevindirdi, birisini de hayrete düşürdü. tañdanış ., muş. tañdan-'dan. tañdanuu taaccüp, hayret. tañday 1. (daha doğrusu üstüñkü tañday) damak; 2. (daha doğrusu: astmğkı tañday) dilaltı sülük-çügü ile birlikte dilaltı; kaz tañday: 1) civan perçemi: achillea millefolium; 2) birçeşit mimarî tezyiinatın adı. tañdayla- (Rad.) söylemek, demek. tañdaylaş- 1. mütenazır (syımimet-rique) ve güzel olmak (mimarî tezyinat hakkında); tañday laçkan sayma: güzel işleme (nakış); 2. uyuşmak, mutabık kalmak, konuşmak (ör. bk. mañdaylaş); 3. db. hanekileşmek , damaklılaşmak (sesler hakkında). tañdaylaştır- 1. (mimarî tezyinatı) mütenazır yapmak; 2. db. hânekl leştirmek. tañdaylaştıruu 1. mütenazır yapma; 2. db. hanekileştîrme. tañdaylaşuu işs. tañdaylaş-,tan. tañdı : tañdı künü: hergün. tañğak bağ, demet, tutam. tañğalarlık (tañ kalarlık), hayreti mıucip olan, taaccübü mucip olan. tañğalt- = tañdandır-; aalamdı but tañğaltıp, avanın colun salışkan folk.: (tayyareciler) alemi hayretler içinde bırakarak hava yolu açtılar. tañğıç yol (sefer) kayışları. tañık bağ (deste). tañıl- 1. bağlanmak; 2. tabi olmak. tañılçak . bağ. deste, tutam. tañıluu bağlanmış; kolu butuñ tañıluu folk.: elin ayağın bağlıdır. tañırakay ucu yukarıya çevrilmiş ve kanatları geniş olan burnuna malik olan. tañırık : tañınk murun: kanatları kabarık olan burun. tañırka- taaccüp etmek, hayret et mek; tañırakap karap kaldı: hayretle baka kaldı. tañırkat- hayreti, taaccübü mucip olmak. tañış bağ, ip; bosoğo tañışı: kapı pervazını (baş bosogo) kerege (bk.)'ye bağlıyan ip. tañk = tank. tañkığıy ucu yukarıya kıvrılmış kanatları geniş olan (burun). tañsık 1. taaccuuba değer, nadir olan; mağa bul tañsık emes: bu beni hayrete düşürecek şey değil; 2. şiddetlle arzu edilen; şiddetle arzu eden; tañsık emesmin: pek o kadar arzulu değilim. tañşı- muhtelif şekillere girmek; türlü türlü ahenklere dökülmek (ses, şada hakkında). tangşış- müş. tağşı-'dan. tañtıñda . = tantı-. tañuu 1. işs. tañ-V'ten; küyöö tañuu: bir düğün adetidir, ki şundan ibarettir: genç kadınlar güveyi -bağlarlar, o ise, onlara para vermek suretiyle kurtulmıya mecburdur; 2. bağ, köstek, bukağı; kolun çeçip tañuudan folk.: elinin bağlarını çözerek. tank r. tank (harp aletlerinden). tanka tanki = tank. tanker r. tankı idare eden. tank süren.. tansa r. dans. tantı- çene çalmak, boşa sözler soylemek. tantık 1. söyleyişte kusur (çocuklarda olduuğ gibi, bazı sesleri gereği gibi telâffuz edememek); 2. boş sözler (ör. bk. çalçık); 3. herze söy-myen. tantıktık boş söz, dırlanma. tantır Kırğızçağa tantır- muntur: kırgızca çetrefil konuşuyor. tantra- = tantı-; tantırap oozuna kelgendi süylöyt: saçma sapan şeyler söylüyor tantıt- şaşırtmak. tanuu sözünden, vadinden cyama, inkâr etme. tap I, sınıf (muayyen bir içtimaî ta- baka); tap sayasatı: sınf politikasi; tap colu: muayyen bir içtimaî sınıfın menfaatlarını güderek tutulan yol; tap karakılığı: sınıf î uyanıklık; tap ciktelişi: sınıfı tabakalara ayrılma taazzi; sen maa ele tapsmğ: sen yalnız bana denksin, sen yalnız benimle boy ölçüşebilirsin.\n\n\nII. zaman, an, uşul tapta: şu zamanda, bu anda; aşık bölüp tös-tükkö, tozup turğan tabı eken folk.: (kadının) töştüğe aşık olarak, (onu) beklediği dakika idi.\n\n\nIII, f. 1. sıcak, ılık; ottun tabına kızıp turğan kıskaç: ateşin sıcağında kızan maşa; 2. kuvvet, sıhhat; tabı çok: rahatsızdır, kendini fena- hissediyor.\n\n\nIV: tap ber- yahut tap koy-: vurmak için el kaldırmak; tap cıldır-bay alamın senden: senden almadıkça tek bir adım atmaya bile müsaade etmiyeceğim; tap ibilgizbey yahut tap aldırbay: sezdirmeden, gizlice.\n\n\nV, idman; tabına kelgen: idman görmüş, tavında; eti tabınan tömöndöp ketken: (koşu atı hakkın- da) lüzumlundan fazla arıklamış; kıl tabında: tam tavında, tam lüzumlu idmanı görmüş (ne arık, ne de semiz).\n\n\nVI(Rad.), orta, ortaca, şöyle böyle; tap ettü ( Rad.): oldukça zayii\n\n\nVII, ta hecesiyle başlıyan sözlere takviye için katılır: tap-taze: tertemiz; tap takır: dümdüz (pü- rüzsüz) . tap- VIII(girundifi taap'tır), 1. bulmak, ele geçirmek; taap ay t-: akıllıca ve ciddî söylemek; bir ayda kanca tabat?: ayda ne kadar kazanıyor?; tapkan taşığanıbız: bütün kazancımız; tapkan mal: kazanlan mülk; içimen tap kişi bk. iç I; teşik tap;: deliği bul; (kazanın deliğini su sızdıran yerini bul da, onu tıka; kazanda su sızdığında, onu su ile doldururlar ve içine bir parça kavut atarlar: akan su kavutu deliğe çeker, ve delik te bu suretle kapanır); 2. bala tap: çocuk do- ğurmak; uul taptı: oğlan doğurdu; 3. (bilmeceyi) halletmek. tapa ta hecesiyle başlıyan sözlere taviye için katılır;; tapa tal = ta-patal; tapa tak = tapatak; tapa takta = tapatakta. tapan I= taman; töö tapan: baharın ilk günlerinde açan bir beyaz çiçek; üç tapan: çocukların bir çeşit aşık oyununun adıdır.\n\n\nII, apan sözünün tekidir,\n\n\nIII, 1. hem alçı'sı (bk.), hem taa'sı (bk.) aşınmış olan aşıktır„ ki daima 'kâh alçı yanile, kâh taa yanile durur; 2. meç çevik, kurnaz, hazırcevap, çaresaz; alçı, taañdı cep koyğon tapan ekenseiñ: kurnazarm elebaşısı imişsin; sen her zaman sudan kuru çıkmanın yolunu buluyorsun. tapança f. 1. talbanca, revolver; 2. birçeşit pide adıdır. tapındık çeviklik, atikliklik, kurnazlık. tapatak noktası notasına, vazıhan, açık; tapatak acırat-: vazıh olarak ayırmak (sınırlarını tayin etmek). tapatakta- : tapataktap = tapatak tapatal : tapatal tüştö: güpegündüz. tapçı idmancı, antrenör. tapçıl sınıf yöününden eksiksiz, sın-fî, kendi sınfına sadık olan; tapçıl tarbıya: sınfî terbiye. tapıl apıl sözünün tekidir. tapır : tapır tapır: şiddetli ayak patır- tısını taklittir. tapkıç 1. hazırcevap, çaresâz; 2. atik ve aramalarda usta. tapkıççıldık hazırcevaplık, çare-sâzlık. tappat a. dn. Kur'anın III (yüz onbi-rin) ci faslının (sûresinin) birinci kelimesidir, (ki bu sûreyi geçerken talebe hocaya bir tabak et getirirdi) . tapsır a. dn. Kur'an tefsiri. tapsız sınıfsız; tapsiz koom: sınıfsız topluluk, cemiyet. tapsızdık sınıfsızlık. tapsır- teslimi etmek, tevdi eylemek. elden ele vermek. tapşırık emir, buyruk. tapşırıl- teslim edilmek, tevdi olunmak, devrolunmak. tapşmluu işs. tapşırıl-'dan. tapşırma teslim, vazife; katuu tapşırma: vazife; tapşırma ber-: vazife yüklemek. tapşıruu 1. teslim, tevdi, vazife verme; 2. elden ele teslim, devretme; et teslim etme.\n\n\n: et teslim etme. tapşıruuçu teslim eden. tapta- antrenman yaptırmak; bür-kütün tülkü etine taptağan: karakuşunu, tilki eti yedirmek suretiyle antreneman yaptırmış; çay tapta-: (süt ve yatğ ile tertûyelemek sure- tiyle) çay hazırlamak; ketmen tap-ta: kazmayı bilemek; dalısın tapta-dı: (işini tasvip ederek) omuzlarını sıvazladı. taptak : taptak ırğı yahut taptak se-kir-: kesik kesik sıçramak; taptak kötör: hızlı hareket yaparak birden bire kaldırmak. taptal-, idman edilmek; antrenemangörmek. taptama kazanda pişirilen pide. taptan-, 1. kendi için antreneman yapmak; külük atın taptanıp folk.: kendi için koşu atını antreneman ederek; 2. tedhizatlı olmak. taptat-, et. tapta-'dan. taptık, sınıflık; taptık sezim: sınfî duygu. taptır- buldurmak (ör. bk. dayın). taptış a. teftiş. taptışta- teftiş etmek. taptuu : eti taptuurak: eti pek o kadar yağlı değil; taptuu ele malı bar : bir miktar hayvanı var. tar dar; tar cer: 1) dar yer; 2) mec. zor vaziyet, haller, müşkül daki-(ka; içi tar: hasis, cimri; terisi tar: çahu-k kızan çabuk sinirlenen. tara- 1. taramak; 2. (rad.) tarlada sürgü sürmek; tırmıkla çalışmak; 3. her tarafa dağılmak; 4. yayılmak. taraançı 1. serçe; 2. tarançı (yedisu ve iü havzası uygurlarının inkılâptan evvelki adı). tarak bir yandan yahut her iki yandan dişleri seyrek olan tarak (krş. süzgüç); tarak bas: andoropogon halepensis, bromos secalinus (bitki). taakta- gürlemek, takırtı yapmak. taraktat- gürültü, takırtı .çıkarmak. taral- 1. taranmak; 2. dağılmak, ya- yılmak. taralğı üzengi kayışı. taram : taram taram: yollar, iplikler, şeritler şeklinde dağılan; her yana dağılan. tarama dallanma, birçok kişinin muhtelif yollara sapması. taramış adalenin ucu, veter; karışkırdın taramışın otko saluu yahut karşkırdın taramşın otko tütötüü (halk inanışı): kurdun veterini ateşe yakma (bu, güya, hırsızın, veterin ateşte kıvrıması gibi kıvrılmasını mucip oluyormuş). taran I, taran (debagata yarayan bir köktür). taran- II, taranmak; şaşın taranıp saçını tarayıp. tarançı = taraançı. tarap a. taraf; tarabınan: onun tarafından. taraptar a-f. taraftar. taraptaş = taraptar. taraş muş. tara-'dan. taraşa f. sülün yavrusun (kanatlanarak uçmıya başladığı çağda). tarat- 1. tarattırmak, 2. dağıtmak, tevzi etmek. taratıl- dağıtılmak. taratış- muş. tarat-tan. taratut a. çalışma, uğraşma, meşgul olma; tam saldıruğa taratut kılıp atam: ev yapmak için uğraşıoy-rum. taratuu dağıtma. taratuuçu dağıtıcı, yayıcı. taraz şişman olmıyan, mütenasip vücutlu. taraza f. terazi; taraza cildiz: mizan topyıldızı; taraza tapkın; iyilik gör! tarbağay ayrılmış (açılmış), apışık, tarabay- açılmak, apışmak. tarbayt- et. tarbay'dan; kolun tarbaytıp: kollarını açarak. tarbaza = drabaza. tarbıya a. terbiye. tarbıyaçı terbiyeci, mürebbi. tarbıyala- terbiyeleınek, terbiye etmek. tarbıyalan- terbiyelenmek, terbiye edilmek. tarbıyalat- et. tarbıyala-'dan. tarbıyaloo terbiye etme. tarbıyaluu terbiyeli. tarbız karpuz. tarbiya = tarbıya. tarçılık darlık, sıkışıklık. tardık darlık; iç tardıgı: hasislik. tarğıl kara yolları bulunan kızıl (inek, öküz rengi). tarı- (manaca) tarıl-; terisi tarıp ketken: derisi daralmış (çabuk kızıyor, çabuk sinirleniyor). tarık I, a. târih; tabıyğat tariki: tarihi tabiî; madanıyat tariki: medeniyet tarihi.\n\n\nII, hasis, cimri.\n\n\nIII, 1. sıkıntı, zorluk hissetmek; 2. kuvvetten düşmek, gevşemek. tarıkçı tarihçi, müverrih. tarıkı a. târihî; tarıkı kün: tarihî gün. tanktık hasislik. tarıl- 1. daralmak, kısılmak, dar ve sıkışk olmak; 2. hasis olmak. tanlt- daraltmak. tarın = taarm tarıt- = tarılt-. tarilke r. tabak. tariz a. nevi, çeşit, kılık, şekil,, tarz. Tarizdüü benziyen, -gibi. tark çatırtıyı, kesik ve keskin sesi taklittir. tarka- ayrılmak, saçılmak, dağılmak; bulut tarkadı: bulut dağıldı; ması tarkadı: ayıldı. tarkaş- müş. tarka-'dan; cay caylarına tarkaştı: yerli yerine dağıldılar. tarkat- dağıtmak, üleştirmek, yaymak; tarkatıp ciberüü: dağıtma. tarkılda- 1. ağır basmak; 2. mec. çene çalmak, sağma sapan şeyler söylemek. tarkıldak karatavuk (Turdus); boz tarkıldak, ala tarkıldak: karatavuğun nevileridir. tarlan yahut boz tarlan yahut tarlan boz: kır (at donu). tarmak şube, kol, dal. tarmal 1. kıvırcık; 2. kıvrımlı; ıbük- lümlü. tarnıaldan- kıvrılmak, kıvırcıklanmak. taroo 1. işs, tara “-“ dan; 2. dal budak salma. tarp ölü cesedin kalıntıları, leş; co-roluu çerde tarp kalbas ats.: com kuşunun buunduğu yerde leş kalmaz; ala tarp: eskimiş, örselenmiş, yırtık pırtık nesneler. tarpağay : tarpağay murun: kanatları geniş olan 'basık burun. tarpañ yürüyüşü kötü olan at. tarpañda- ağır ve biçimsizce hareket etmek, yürümek. tarpı- ön ayağile vurmak (deve hakknda); cer tarpı-: ayağile toprağı kazmak, (yabani hayvan hakktnda). Tars ! takırtı; tars et-: şiddetli takırtı yapmak; tars-tars yahut tarsa-tars: çatırtı; tars kat: dona kalmak. tarsa bk. tars. tarsay- = tasıray-: üylögön karınday tarsayıp turat: şişirilmiş işkembe gibi kabarmış. tarsılda- takırtı? gürültü yapmak (mes. tüfekten ateş edilirken). tarsıldak 1. cırcır denilen tahta alet, kaynana zırıltısı (oyuncak); kulaktıñ tarsaldağı: kulak zarı; 2. çatırtı; tarsıldakka al-: yaylım eteş (başlıca makineli veya adî tüfek ateşi) altına almak. tarsıldaş- muş. tarsılda-'dan. tarsıldat- çatırdatmak; tarsıldatıp ur-: şiddetlice vurmak, pataklamak. tart- 1. çekmek, sürüklemek; caa tart-: kirişi çekmek, yaydan atmak;, tart arabañdı mec.: çek a-râbanı; defol; başına tartsa ayağına, ayağına tartsa, başına cetpeyt ats.: başına çekerse, ayağına yetişmiyor, ayağına çekerse, başına yetişmiyor; at calin tartıp mingende 1) (ata), yelesine tutunup bindiğinde; 2) mec. (oğlan hakkında) bir parça büyüdüğünde; cip tart-: ip çekmek; tuzak tart-: tuzak kurmak; katar tart-: sıraya dizilmek; oñ közüm tartıp tarat: sağ gözüm seğiriyor; sür ö t tart-: tersim eylemek; fotoğraf çıkarmak; cay aylan ayaktap, küzgö tartkan u- bak: yaz günlerinin sonlarına doğru geliyor ve güzün yaklaşmakta olduğuı seziliyordu; şireñke tart-: kibrit çakmak; sırların tartıp kör sırlarını anlamaya bak; (sırlanını bir yokla,); tartıp al-: çekip almak; baş tart-: bk. baş ı; 2. sofraya yemek çekmek, yemek sunmak; aş tart- yahut tabak tart-: yemek çekmek, sofraya yemek sunmak; çapan çap, at tarttı: hırka ve at sundu (yahut bunları bir ceza olanak üzere ödedi); 3. mec. iğdiş etmek (hayalarını çıkarmak); seni tartıp taştağanbı?: sen hadım mısın yoksa?: sen erkek değil misin yoksa?; 4. tartmak (teraziye çekmek); tarazaa tart-: terazi ile tartmak; 5. (üflemek suretiyle ça- lınan musiki aletini) çalmak; coor tart-: düdük ve kaval çalmak; garmon tart-: akordeon çalmak; 6. öğütmek; tegirmenge barıp, un tartıp keldim: değirmene gittim ve un öğüttüm; 7. hareket etmek, yönelmek; coldon burulup, bizdi karay tarttı: yoldan saparak, ibize doğru yöneldi; 8. tütün içmek yahut tütünü ağza atmak; tameki tart-: tütün içmek; boporoz tart-: cigara içmek; asmay tart-: enfiye çekmek (dudak ardına, dil altına atmak); 9. sürmek, yapıştırmak (mes.. yakıyı); köö tart-: kunum sürmek; köö tartkay betime tanığa saldı: 1) yü- zümü, kurum sürmüş gibi. lekeledi; 2) mec. beni terzil etti; 10. muayyen bir renge girmek, muayyen bir kılık, şekil almak; sarğılt tart-: sarıya çalmak; kuba tart-: ağarmak; beyaza çalmak; kutoalcın tart -: bir parça ağarmak; ırkılcın tart-: şüphe ve tereddüt içinde bulunmak; kirgil tart-: bir parça kirlenmek, bulanmak; afoa keçke salkın tartıp turdu: akşama doğru hava birparça soğudu; kara kök tartıp: koyu maviye çalarak; seyrek tartıp kaldı: seyrekleşti; kıyın tart-: güçleşmek, - müşkül bir duruma girmek, fenalık hissetmek (hasta hakkında); ceñil tart-: hafiflik hissetmek; cımcırt tart-: sükut etmek; 11. katlanmak, yaşamak (baştan geçirmek); azap tart-: azap çekmek; ayıp tart-: para cezası ö-demek, para cezasına çarpmak; 12. birisine çekmek (benzemek); enesine tartkanbı,, atasınabı?: anasına mı çekmiş, babasına mı? Semetey) atası manastı tarıp baatır bolot: (Semetey) babası manasa çekerek, bahadır olacak; 13. (geçmiş zaman yahut hal zaman girundifi şeklinde ve önce gelen ablatifla birlikte)., den;... dan itibaren; altıncıdan tartıp, on cetinçi sentyabrege deyre: 6 eylülden 17 eylüle kadar; bir nece top cıldardan beri tarta: bir kaç yıllardan beri;... mından arı tarta: bundan böyle bugünden itibaren; oktyaibrden tartıp: ilkteşrinden beri; bir metreden tartıp beş metreye çeyin: bir metre- den beş metreye kadar; 14. arak tart-: rakı yapmak (başlıca, evde iptidaî usullerle). tartağay uzun bacaklı, ince uzun kimse. tartak = tartağay. tartakta- = tartalañda-. tartaktat- = tartalaniğdat-. tartalakta- = tartalañda-. tartalaktat- = tartalasğdat-. tartalañda- : biçimsizce hareket etmek, yürümek (ince ve uzun boylu kimse hakkında) tartalañdat- et. tartalañda -’ dan. tartañ = tartağay. tartañda- = tartalañda- . tartañdat- = tartalañdat- . tartar su tavuğu (Crex Pratensis) ; suu tartar: Rallus (kuş) . tartay- kuru ve uzun kılıkta bulunmak, uzamak, sivrilip yukarıya doğru çıkık durmak; tartayıp birin- serin terek öskön: şurada burada kavaklar sivrilip duruyordu. tartıl- pas. tart- ’dan; suu tartılıp kalıptır: su çekilmiş; tabak üç künü tartıldı: aşlar üç gün çekildi (ziyafet üç gün sürdü) ; sotko tartıl- : mahkemeye celbedilmek; et tartıldı: et sofraya verildi; kerney surnay tartılıp folk. : kerney ( bk. ) , zurna çalındı. tartılış- müş. tartıl- , dan; cazağa tartılışat: mes’ ûl olacaklardır. tartım (krş. tart ) : bir tartım asmay: bir defa çekilecek kadar enfiye; bir tartm buuday: bir miktar buğday ( değirmen susağına dökülebilcek kadar buğday ) ; tartımı cakşı: iyi evsafa malik olan; iyi neticeler veren; bıyıl maldıñ tartımı cakşı: bu sene hayvanlar iyidir (iyi beslenilmiştir, eksilişi yoktur ve s. ) çöptün tartımı cakşı: otlar iyidir; tartımı cok: iyi evsafı olmıyan, iyi neticeler vermiyen; tartımı cok cigit: iyi sıfatları olmıyan delikanlı. tartın- 1. kendi üzerine çekmek; ötük tartın- : çizmeleri çekmek (giymek) ; cılkının cılğıy terisin köçügünö tartınıp folk. : sepilenmemiş at derisini altına serdi; 2. iştiraktan imtina etmek, iştirak etmemek- çekinmek, sıyrılmak; uşunday iygiliktii işke kişi tartınıp kalabı? : bu gibi iyi bir işten insan imtina eder mi; 3. sıkılmak; tartınbay yahut tartınbastan: çeknmeden, korkmadan, cesaretle; tim ele bet aldınça kep aytıp, tartınbay handan süylödü folk. : aslâ çekinmeden, cesaretle hanın yüzüne söyledi. tartınçaak yedekte iyi yürümeyen, direnen ve ileri gitmiyen. tartış I, 1. işs. tart- ’ tan; arkan tartış: gençliğin ve büyük erkeklerin grup ha- linde urgan çekişme oyunu; 2. kapışma; tap tartışı: içtimaî sınıflar arasındaki mücadele; talaş- tartış, bk. talaş I; kitep tartış bolup turat: kitablar kapışılıyor, kitap yetişmiyor; tamaktıñ tartışınan: yiyecek kıtlığından. tartış- II, çekişmek. tartıştık aşırı derecede kıtlık, kifayetsizlik; üy tartştığı: mesken buhranı. tartıştır- et. tartış- II’ den. tartip a. sıra, nizam, kaide, tertip, intizam, disiplin, sistem; içki tartip: iç nizam, dahil düzene ait kaideler; öndürüş tertibi: üretim disiplini; emgek tartibi: emek disiplini; ün tartibi: ruzname; tartipke sal- : tanzim etmek, yoluna komak, sistemleştirmek; tartipke kel- : tertiplenmek, muntazam bir şekle gelmek sistemleşmek; tartipke çakır- : usul ve kaidelere riayet etmek için davet etmek. tartipte- tanzim eylemek, yoluna komak, tertiplemek, sistemleştirmek. tartiptel- tanzim edilmek, yoluna konmak, sistemleşmek, tertiplenmek. tartiptüü tertipli, muntazam, sistemli; Kızıl Armiyadan küçtüü. tertiptüü armiya cok: Kızıl Ordudan daha kuvvetli, daha disiplinli başka bir ordu yoktur. tartiptüülük intizam, sistemlilik. tartkı : üstöldüñ tartkısı: masanın çekmecesi. tartkıç : caa tartkıç nişancı. tartkın cezir, suyun çekilmesi. tartkınçak 1. ileri gitmek istemiyerek direnen kimse; 2. dik kafa, direngen. tartkınçakta- 1. ileri gitmek istemiyerek direnmek; 2. inat etmek. tartkınçık 1. = tartkınçak; 2. sürünceme, uzatma (meseleyi, işi) . tartkınçıkta- tartkınçakta- . tartma 1. çekmece (mes. , masa, dolap ve s. gözü) ; 2. kendine çeken yahut kendisinden geçiren; kün tatrtma: güneş şualarını geçiren; kara nesre ötö ele kün tartma bolot: kara şeyler güneşi (güneşin şualarını) geçirmeye son derece müsaittirler; 3. kadın « sarığı » nı (eleçek’ i) üst taraftan tutturmaya yarıyan kumaş şeritleri (dir, ki bunlar birden dörde kadar olurlar) ; 4. ker tartma: dik kafalı. tartmakta- işi uzatmak: sallamak, sürüncemede bırakmak. tarttır- et. tart-’ tan; kerney, surnay tarttırıp folk. : kerney (bk.) ve zurna çaldırarak. tarttırmay : aran tarttırmay. bk. arkan. tarttıruu işs. tart-’tan; sot coobuna tarttıruu: mahkemeye celbetme. tartuu 1. işs. tart-’tan; coopko tartuu: sorguya çekmek; 2. es. takdime hediye (daha ziyade âmire rüşvet kabilinden sunulan şey) ; 3. bir keyif verici maddeyi içmek; tameki tartuu: tütün içme; nasıbay tartuu: tütünü ağza atma. tartuuçu : işten baş tartuuçu: işten imtina eden, işten kaçan. taruu darı, yarması. tasıl = tazıl. tasır = ayak patırtısı. tasırakay şişkin, kabarık. tasırañda- hareketlerinde şişkine, kabarığa benzemek. tasırañdat- et. tasırañda-’ dan. tasıray- şişmek, abarmak; başı tasırayıp turat: (matruş kafası) dikilip duruyor; közü tasıraya tüştü: (hiddetten) gözü faltaşı gibi açıldı. tasırayt- şişirmek, kabartmak. tasırla- şiddetli ayak patırtısı çıkarmak. tasırlat- et. tasırla-’ dan; tasırlatıp çapkan tabıştar: koşanların ayak patırtısının sesi. taskak link (at yürüyüşü) ; taskak urup bara catışat: link yürüyüşle yarışmak. taskakta- link yürüyüşle yürüme. taskaktaş- müş. taskakta- ’ dan; taskaktaşıp carış: link yürüyüşle yarışmak. taskaktat- link yürüyüşle yürütmek. taskaktuu link yürüyen. tasma (kayış) şerit; tasma bel: 1) ince, zarif bel; 2) zarif, endamlı (kadın) . tasmal f. havlı. tastar yahut tastar cip: tündük’ ten (bk. tündük 3) baş bosoğo’ ya (bk. bosoğo) doğru uzanan ip. tasatrluu 1. tastarlı (bk. tastar) ; 2. mec. evli kadın. tastay- düm düz, pürüzsüz; tastayğan kız: vekarlı kız; tastayğan suluu kız alıp folk. : ağırbaşlı, temkinli bir kızla evlenerek; tastayıp karap turat: hiç şaşırmadan, çekinmeden bakıp duruyor. tastorkon f. sofra örtüsü. tastorkonduk 1. sofra örtüsü yapılacak olan kumaş; 2. sofra örtüsü üzerine konulan (yiyecek ve içecek) . taş 1. taş; kök taş: kibrititi nuhas; göztaşı; aki taş: kireç, kireç taşı; ottuk taş: çakmak taşı; asıl taş: kıymetli taş, tabi renk taşıyan taş; taş köpüröö: taş köprü; tegirmen taş; değirmen taşı; sözünün tübündö taşı bar: sözünde bir düzmelik var, bir hile ile konuşuyor; tilegi taş kabat: umutlar kırılacak mukavemet görecek; oozuña taş; yahut taş kapkır. söv. : ağzına taş tıkansın; koluñan kara taş kelbeyt: hiçbir iş yapamaz, hiçbir işe kabiliyeti yoktur; akçası tursun. kara taşı da cok: parası nerede. kara taşı bile yok; tayakçan taş kılabı? : sopa ile müsellâh olan ne yapabilir? ; dañkı taş carğan: geniş şöhrete maliktir. şöhreti afakı tutmuş; dañkı taş carıp dubaña ketti: birçok milletler arasında meşhur oldu, tanında; cay taş (halk inanışı) : güya koyun işkembesinde bulunan ve yağmur yağdırma hassasına malik olan küçük taş; tam- taş bk. tam I ; taş öbök bk. öbök; dambır taş, bk. dambır taş kordo bk. kordo I ; taş salışmay: bir oyunun adıdır; taş, salışmay oynoşup folk. : taş salışmay oynoşup folk. : taş salışmay oynayıp; taş calak. bk. calak I; 2. çeki taşı; taşı öödö kulap turat mec. : işleri mükemmel gidiyor; 3. paytak, dama taşı, satranç taşı; 4. yumurtalık (anat.) taşak haya torbası (hayalarla birlikte) . taşbaka kaplumabağa. taşbarañ k-f. tar. taşlama, recim (bir ceza şeklidir) . taşı- I, kıyılarında çıkmak, taşmak, kenarlarından taşmak; süt taşıp ketti: süt taştı; taşığan darıya: 1) taşmış ırmak; 2) dalgalı, köpüren ırmak.\n\n\nII, taşımak bir yerden diğer bir yere geçirme; bir satırdan o bir satıra geçirmek (yazıda) ; tapkantaşığanım: bütün bulduğum, bütün kazandığım, bütün kazancım; söz taşı- : (gizlice) haberler nakletme (hoş görmemek edasiyle söylenir) . taşığıç = taşuuçu; kat taşığıçı: mektup dağıtan, kavas. taşıl- I, koşul- I sözünün tekidir.\n\n\nIImut. taşı- II’ den. taşımal satırdan satıra geçirme işareti (yazıda). taşımalda- azar azar taşımak; taşımaldap köç- : eşyaları azar azar tamak suretiyle tedricî surette göç etmek. taşın- taşımak (eşyalarını taşımak) ; ilgerki cayıtınan taşınıp, kıştakka barıp koñon: eski otlağından eşyalarını taşıyarak, kışlağa yerleşmiş; tayınıp- taşnıp, bk. tayın- . taşınış- müş. taşın-’ dan. taşınuu işs. taşın-’ dan. taşırka- ayaklarını zedelemek: takasız at ayağınan taşırkayt: nalsız at ayağını zedeliyor. taşırkat- et. taşırka-’ dan; atın taşırkaktap salıptır: atının ayağını aksattı (ayağını zedeledi) . taşıt taşımak. taşıtış- müş. taşıt-’ tan. taşıtuu işs. taşıt-’ tan. taşkın su baskını, met, taşkın sel: feyezan. taşkında- kıyılarından çıkmak; kenarında taşarak dökülmek. taşkından- (manaca) = taşkında. taşkındat- et. taşkında-’ dan. taşta- I, 1. atmak; iş taşta- : grev yapmak; 2. yardımcı fiil rolünde iy- (bk. iy V) ve ciber- (bk.) fiilerine yakındır; 3. = cazda- I; cazıp iye taştadım: az kaldı yazacaktı; kıyayamattıñ kıstoosun körüp kala taştadıñ; ötüñ çığıp oozuñdan, ölüp kala taştadıñ folk. : az kaldı, cehennem azabına katlanacaktın, ağzından ödün akacak ve canın çıkacak bir duruma yaklaşmıştın; Elemandın sırttanı uçup kete taştadı folk. : Eleman’ ın yiğiti az kalsın uçacaktı.\n\n\nII, taşlardan ayıklamak; taruu taşta- : darıyı taşlardan ayıklamak. taştak taşlı yer, taşlık. taştal- atılmak. taştandı 1. döküntü; süprüntü; 2. sokağa atılan çocuk. taştandık atılmış, terkedilmiş. taştat et. taşta- I, II’den. taştattır- . et. taştat-’ tan. taştoo 1. atma, fırlatma; iş taştoo: grev; 2. terketme. taştuu taşlı. taşuu I, kıyılarından çıkma, taşma.\n\n\nII, taşıma (sırtta veye hayvan üzerinde) . taşuuçu taşıyan, muvezzi; kat taşuuçu: posta muvezzii; gazete taşuuçu: gazete muvezzii. tat- yemek, tadına bakmak; tamaktın daamın tatıp kör- : yiyeceğin tadına bak. tataal 1. ıstıraplı, güç; tataal col: geçilmesi güç olan berbat yol; 2. mürekkep tataal etiş: mürekkep fiil. tatar- : kızarat- tatarat: (hiddeten) kâh kızarıyor, kâh bozarıyor, hırslanıyor, kendinden geçiyor; emine kızarıp- tatarasıñ? : neden bunca hırslanarak kendinden geçiyorsun? tatay korku, dehşet ifade eden nida (başlıca kadınlar arasında) ; o, tatay; vay başıma gelenler. tatayla- tatay (bk.) diye bağırmak; fena halde korkmak. tataylat- tatay (bk.) diye bağırtmak, dehşet salmak; korkutmak. tatı- tada malik olmak, tadını vermek; tatığan kımız: tadı bozulmuş olan kımız; toyğondo toktunun eti topura tatyat ats. : insan tokken kuzu eti bile toprak tadı veriyor; sorponun tuzu tatıdı: çorbanın tuzu iyidir; şirin tatı- : tatlı olmak; ceke calğız eki kişige tatıdım: tek başıma iki kişiye muvaffakıyetle karşı koydum; tatıbay turğan üy: tatsız ev (iyi evsaftan mahrum olan ev) . tatık 1. tat; 2. liyakat. tatıksız tatsız; tatıksız turmuş: tatsız hayat. tatım : bir tatım tuz: tek bir yemeğe konulabilcek kadar tuz. tatınakay 1. küçücük ve musanna şey, zarif; tatınakay kol: nârin el; 2. hoş; tatınakay kalbar: iyi, hoş haber. tatır- tattırmak; daam tatırbay, kuup saldı: hiçbir şey tattırmadan koğdu. tatıran korkunç şey, ucube. tatış- müş. tat-’ tan; tuz tatış, bk. tuz. tatıt- tatlamak, tat vermek; tuz tatıt- : (yemeğe) tuz komak (harf. : tuz tadı katmak) . tatkan- dadanmak; bir kün menin üyümdö baloo cep, tatkanıp kalıptır: bir gün benim evimde pilâv yemişti, ondan beri benim evime dadandı. tatkant- . et. tatan-’ dan. tatkanuu işs. tatkan-’ dan. tattı = tatuu. tattılık tatlılık, tat. tattır- tadına baktırmak, tattırmak. tattuu tatlı, hoş. tatuu I, barışlık münasebetlerde bulunan, dostça; tatuubuz: dostuz, biz aramızda barış içinde yaşıyoruz.\n\n\nII, tatma, lezzetine bakma. tatuulaş- barışmak, dostlaşmak. tatuulaştır- barıştırmak, dostlaştırmak. tatuulaşuu barışma. tatuuluk barışlık, dostça münasebetler; tatuuluk menen tur- : barış içinde yaşamak. tay I, ana tarafından akrabalık; tay ece: ananın hemşiresi (ister büyük, ister küçük olsun) ; tay ene: ana tarafından nine, büyük anne, : taaceñe (tay ceñe yerine) ananın büyük kadın akrabasıdır yahut ananın büyük erkek akrabasının karışı; tay bas: inatçı, söz dinlemez (başlıca kadınlar hakkında) ; tay ekesi soğulup kaldı mec. büsbütün kırıştı, aşırı derecede buruştu.\n\n\nII, 1. bir yaşında olan iri hayvan; tay buka: ikinci yaşına basmış olan tosun; 2. iki yaşına basmış olan tay; tay taka = tay tuyak 2 (bk. tuyak 3) ; tay- tuylak: her hangi bir tay; 3. okşama sözüdür; erke tayım: sevgilim.\n\n\nIII: tay-tay; yeni yürümeğe başlayan çocuğa teşvik nidasıdır; taytayla = taytayla. tay- IV, 1. kaymak; 2. mec. eksilmeye yüz tutmak; coldon tay- : yoldan çıkmak; aldan tay- yahut karundan tay- : kuvvetten düşmek; andan mal taydı: o, servetini kaybetti; ölör ögüz baltadan taybayt ats. : ölmeye mahkûm olan öküz baltadan korkmaz; özüñ barıp sura, öñdü körsö, cüz tayat: kendin bizzat giderek iste. senin yüzünü görürse sıkılır ve reddedemez. taya- dayanmak; kün beşimge tayap kalğan kez ele: gün öğleye yaklaşmıştı; aşuunu tayap barıp konduk: geçide ulaşarak geceledik. tayak 1. değnek, baston asa; tayak ce- : dayak yemek dövülmek; tayak cegiz- : işi dayağa kadar götürmek; añgeme muzoo emizer muzoo tayak cegizer ats. : sohbet (lakırdıya dalmak) buzağıya anasını emmek imkânı verir, bu hal ise, senin dayak yemene sebep olabilir; kara tayak es. al. münevverler zümresi; 2. kapı çerçivesinin uzun (amudî duran) süvesi; bosoğo- tayak bk. bosoğo. tayake = tay ake (bk. tay I). tayakta- dayakla dövmek, pataklamak. tayaktat- et, tayakta-’ dan. tayaktoo işs. tayakta-’ dan. tayan- daynamak; tayaktarın tayanıp: değneklerine (asalarına) dayanarak; too tayan- yahut töş tayan- : dağa çıkmak; too tayanıp kaç- : dağlara kaçmak; dağların arkasına saklanarak kaçmak; böyrök tayan- , bk. böyrök; toboğo tayan- bk. tobo. tayanç dayanç, istinat. tayandır- dayandırmak. tayanış- müş. tayan-’ dan. tayant- et. tayan-’ dan; töş tayant- yahut too tayant- : dağa çıkmaya zorlamak; maldı töş tayanıp cay! : hayvanları otlatmak için bir parça yukarılara çıkar! ; böyrök tayant- bk. böyrök; toboğo tayant- bk. tobo. tayanuu dayanma. tayda tamtık sözünün tekidir. taydır et. tay- IV’ ten. taydırmak çükö (bk.) oyununun adıdır. tayene = tay ene (bk. tay I). tayğak ayak kaydıran; taygak col. ayak kaydıran yol. tayğalan- kaymak, ayak kaymak. tayğalant- et. tayğalan-’ dan. tayğalanuuu kayma, kayış. tayğan tazı. tayğıl- kaymak, ayak kaymak; taktasınan (yahut tağınan yahut takınan) tayğılı mec. : hâkimiyetten mahrum oldu. tayğılt- et. tayğıl- ’ dan; köz tayğılt- : parlaklıgiyle gözü kamaştırmak; sın tayğılt- : herhangi bir tenkidi kaldırmak (ona dayanmak) . tayı- dn. kurban vermek; azır tayı (ölünün ruhuna) kurban vermek; cer- suu tayı: yer-su tanrısına kurban vermek (bk. cer 1) ; tük tayıbayt: hiçbir şeye kulak asmıyor; ona hiçbir türlü nasihat tesir etmiyor; taybas: anlaşmaya gelmiyen; albardan tayığan bk. albar. tayım I, buyum sözünün tekidir.\n\n\nII: caza tayım: tesadüfen yanlışlıkla. tayın- tapmak; tayınıp- taşınıp: yalvararak- yakararak. tayınuu tapma, tapınma. tayış- ’ münazaaya tutuşmak. münakaşaya girişmek, itiraz etmek, kabul etmek istememek. tayışuu münazaa. münakaşa. tayıt- et. tayı-’ dan. tayız sığ (derin olmayan) . tayızdık sığlık (derin olmamaklık) . taykel bir çocuk oyununun adıdır. taykı kısa (hav, tüy hakkında) ; cünü taykı: kısa tüylü; kolu taykı: kolları kısadır (gücü yetmez, elinden gelmiyor) ; tumuşugu taykı: talihsiz. betbaht; cürögü taykı: korkak; bilimi taykı: bilgisi kıt, malûmatı noksan olan; ırısı taykı: talihsiz. muvaffak olamıyor: aklı taykı: akılı kıt (ahmakça) . tayla- : tay tayla = taytayla. taylak . iki yaşına girmiş olan puduk (deve yavrusu) . taylaş- : teñ taylaş- : kendini daha kötü saymayıp, ötekisini öne geçirmemek. tayma . hep kayan. sebatsız; koldon tayma: elden kayan. tayman- kuşkulanmak, korkmak, mütereddit olmak; taymanbastan çekinmeden. taymaş- . 1. direnmek; 2. güreşmek, mücadele etmek, boy ölçüşmek, olanca kuvvetini sarfetmek; teñ taymaştı: kuvvetçe denk oldukları anlaşıldı, güreşte birbirinden aşağı kalmadılar. taymaşuu 1. direngelik, israr; 2. kuvvetleri germe, gayret etme. tayoo destek; mağa tayoo otur! : bana yakın otur! taypa I, muslin; taypa cooluk: muslin başörtüsü.\n\n\nII, geniş, yaygın.\n\n\nIII, a. soy, kabile, taife. taypak = taypañ. taypala- bilmemezlikten gelmek, numara yapmak. taypalat- doğruca dememek, dürüst cevap vermemek, kaçamak yola sapmak, savsaklamak. taypañ . 1. yayvan, yassı, : 2. dağ yaylası. taypı a. zümre, grup, kütle, kalabalık. tayrak = tayrang; tayrak ur- = tayrañda- . tayrakta = tayrañda- . tayraktat = tayrañdat- . tayraktoo = tayrañdoo. tayralakta- = tayrañda- . tayrañ : tayrañ ur- = tayrañda- . tayrañda- 1. kıç atmak (deve hakkında) ; 2. mec. fazla serbestlik göstermek. tayrañdat- et. tayrañda-’ dan. tayrañdoo işs. tayrañda-’ dan. taysal- 1. bir yana sapmak, : 2. mec. tereddütle hareket etmek. taysalda- kaçamak yola sapmak. doğru- dürüst söylemekten çekinmek. taysaldat- et. taysalda-’ dan; sözün taysaldattı: sözü başka konuya çekiverdi. doğru - dürüst cevap vermekten çekindi. taysaldoo işs. taysalda-’ dan. taytak eğri bacaklı adam, paytak. taytakta- eğri bacaklı kimsenin yürüyüşile yürümek. taytaktat- et. taytakta-’ dan. taytaktoo eğri bacaklı adamın yürüyüşile yürüme. taytañ = taytak; taytañ - taytañ etip bas- : biçimsizce ve korka – korka basmak. taytañda- = taytakta- . taytañdat- = taytaktat- . taytayla- 1. çocuğu yürümeye alıştırmak için elinden tutarak yardım etmek: 2. mec. bakmak, beslemek, büyütmek. taytyalaş at başı beraber gitmek (ne geri kalmak, ne de ileri gitmek) ; eköö taytaylaş bolup kirdi: ikisi birden, aynı zamanda girdiler. tayuu işs. tay- IV’ ten. taz I, kel (hastalık) . kel adam; taz ardansa. börk alat ats. : kel hiddetlenirse kalpağını çıkarır (ve kafasını gösterir) ; taz kara = tazkara\n\n\nII, leğen (kap) . taza f. temiz, pâk: tap – taza: ter temiz. tazala- temizlemek. tazalğıç temizleme aygıtı: egin tazalağıç maşina: hububat ayıklıyan makine. tazalan- temizlenmek. tazalanuu temizlenme; üröön tazalanuuğa tiyiş: hububat ayıklanmalı. tazalat- et. tazala-’ dan. tazalık temizlik. tazaloo temizleme, ayıklama. tazart- temizlemek. tazartıl- temizlenmek. tazartılış- temizleme. tazartu temizleme, ayıklama. tazı f. = tayğan. tazıl kızıl I sözünün tekidir. tazım = taacım. tazkara siyah cuuru bk. kuşu, siyah griffon kuşu. te = tee. teart r. tiyatro; teatrğa koy- : Sahneye koymak, sahnede oynamak. tebeele- = tebele- . tebeelen- = tebelen- . tebeeleş- = tebeleş- . tebele- 1. çiğnemek; at tebelep ketti: at çiğnedi; 2. hububatını ayırmak için başakları çiğnemek. tebelen- ayağa dolanmak; oy, kurğur! emne tebelenesiñ? üygö kir! : vay, yaramaz ne ayağa dolanıp duruyorsun? eve gir! tebeleş- müş. tebele-’ den. tebelet- et. tebele-’ den; kee biröö cığılğan eldi atı menen tebeletip ketti: düşen bazı kimseleri atlariyle çiğneyip geçtiler. tebetay = tebetey. tebetey = kalpak. tebil- tekme yemek. tebindi otu hayvanlar tarafından çiğnenmiş olan mahal. tebirçile- ayak altında çiğnemek (mes. çimeni) . tebiş- müş. tep- II’ den. tebüü tepme, tekme atma. tecemel : tecemel bala: sun’ î usullerle beslenen çocuk. tee işte, öteki, işte orada: , tee tigi (yahut tee tetigi yahut tee bereki) cerde: tâ öteki yerde, tâ orada. teecik 1. ağlayık (çocuk hakkında); 2. anlaşmıya gelmiyen, dik kafalı, geçimsiz. teek 1. bir küçük değnektir, ki bununla küçük tayın boynuna çıkta (bk.) sıkıştırılır; 2. kapı sürgüsü. teekte- teek (bk.) yardımiyle sıkıştırmak; kol teekte- : kolu burup bağlamak. teele- = teyle- ; malın teeleyt: hayvanları toplıyor (onarı muntazam bir şekle koyuyor) . teeme = tema. teep tep- II’ den gerundif. tege : mal- tege: hayvan, hernevi hayvan. tegele = degele. tegerek muhit, daire; şaar tegeregindegi: şehir yöresindeki şehir civarındaki; tegerek baş: yabanî havuç. tegerekte- kuşatmak, etrafında dolaşmak. tegerekteş- bir şeyi hep beraber kuşatmak, bir şeyin çevresinde hep birlikte durmak. tegerektet- et. tegerekte-’ den. tegerektöö kuşatma; imperialçıl mamleketterdin tegerektöönde bolup turabız: emperyalist devletlerle kuşatımış bir vaziyetteyiz. tegeren- yuvarlanmak, dönmek. tegerent- yuvarlamak, döndürmek. tegerenüü yuvarlanma dönme, devir. tegeret- yuvarlamak, döndürmek, çevirmek. tegeretüü yuvarlama, döndürme, çevirme, devir. tegi 1. katiyen büsbütün (menfi cümlede) ; tegi carabayt: büsbütün yaramıyor; 2. takviye için kullanılan kelimedir; tegi sen süylöböçö! : söyleme, Allah aşkına! ; çıkçı tegi! ; çık rica ederim! ; tegi aytkanıñ kelsin! : senin dediğin yerine gelsin! tegin I, 1. bedeva, meccanî; ekseñ egin içersiñ tegin ats. : ekin ekersen, bedeva yersin; tegininen: bedava; 2. boşuna, boş yere.\n\n\nII: egin tegin: hernevi hububat ve bitkiler. tegiriç eni 10-12 verşok (bir varşok arşının 16- da biri kadar bir uzunluk ölçüsüdür, M.) tan ibaret olan bir dokuma kilimidir, ki keçe evin içinde uuk’ un (bk. uuk I) büklümünün (matto’ sunun) bir parça altından geçer; tegiriç şım: bu gibi kumaştan dikilen şalvar. tegirmen değirmen; tegirmen tart- : deiğrmende hububat övütmek; tegirmen taş: değirmen taşı. tegirmençi değirmenci. tegirmençilik değirmenci mevkii yahut mesleği. tegiz 1. düz; tegiz col: düz yol 2. müsavi, denk; baarı tegiz keldi hepsi geldiler. tegizçildik müsavat. tegizçilik = tegizçildik. tegizde- düzlemek, tesviye etmek. tegizdel- düzeltilmek, tesviye edilmek. tegizdik seviye; madanıy tegizdik: medeniyet seviyesi. tegizdöö düzeltme, tesviye bir seviyeye getirme. tehnik r. teknisyien. tehnika r. teknik; tehnika ösümdüktörü: sınaî bitkiler. tehnikalık teknikî, fennî. tehnikum r. fen mektebi. tek I, 1. alt, aşağı; 2. temel; 3. zemin: sahre, tekevvün: formation; 4. menşe (içtimaî) ; tek sostavı: içtimaî teşekkül; tek cağınan cet element: içtimaî yönden yabancı olan unsur; ata tegi yahut tek cay yahut sade tek: içtimaî menşe; ata tegin caşırıp: içtimaî menşeini gizliyerek; ata teginen beri manap: (babadan evlâda intikal etmek suretiyle) irsî manap.\n\n\nII, 1. sükûnetle, rahatça tek tur. : rahat dur, sus; tek cür: kendini sâkin, rahat mütevazi tutmak; 2. boşuna; tek turğuça tegin işte; ats. : boş durmaktan bedava olsa da çalış! tekbir a. ululama (Allahı) tekçe (obada) kumaştan yapılan asma raf, raf. tekçey- küçücük ve zarif olmak. tekçeyt- et. tekçey- ’ dan; tekçeyte baylañan böktörünçök: derli toplu bağlanmış çıkın. teke I, 1. (enenmemiş) teke ; too teke: yabanî teke, dağ tekesi; sokur teke bir oyunun adıdır; tak teke: 1) bir oyun ismidir; 2) iplik üzerindeki palyaço (çocuk oyuncağı) ; tekeñdi soyğon kim bar? : senin tekeni kım kesti (ne sumurtuyorsun, kızıyorsun, küsüyorsun? ) ; küzgü teke cıttanat: son bahar tekesi gibi fena kokuyor; teke mañday: tam karşıda; kız teke: 1) (halk inanışı) hakikî cinsini saklamak ve düşman ruhları aldatmak için kız elbisesi giydirilmiş oğlan; 2) hünsa; teke sarğıl: kızıl saçlı; 2. Kırgız halk takviminde bir ayın adıdır.\n\n\nII= takı- . tekeber a. 1. kibir, grur, kurum; 2. müşkülpesentlik, güçbeğenirlik. tekeberdüü 1. kibirli, kurumlu; 2. müşkülpesent, güçbeğenir. tekeçe bir yaşında olan erkek oğlak. tekeçer 1. üçüncü yaşına basmış olan teke; 2. tek husyalı teke (iğdiş etme ameliyesinin muvaffak olmamasından dolayı) . tekey : koy tekey: Anemone ranunculoides (ot) ; cılkı tekey: (bir otun adıdır) . tekireñ dört nala koşma, dörtleme, sekerek yürümek (meş. ayaklarına köstek vurulmuş at hakkında) ; tebireñ- taskak menen bara atabız: kâh dört nala koşturarak kâh link yürüyüşle gidiyoruz; tekireñim tügöndü: bıktırdı. kabak tadı vermeye başladı. tekireñde- dörtnal koşmak. sekerek koşmak. tekireñdeş- müş. tekireñde-’ den. tekireuñdet- dörtnala koşturmak , sekerek koşturmak. tekireñdetüü işs. teireñdet- ’ ten. tekireñdöö dörtnala. sekerek koşma. tekis = teket. tekke boşuna, beyhude; tekke ket- : boşuna gitmek. helâk olmak: kur tekke: büsbütün boşuna. büsbütün faydasız yere; tekke berseñ, albaym: bedava versen dahi almıyacağım. temkat f. : tekmat kur: tokalı kuşak. kemer. teknik = tehnik. teknike = tehnika. teknikelik = tehnikalık. tekniköm = tehnikum. teköör 1. (horoz) mahmızı: 2. (yırtıcı kuşlarda) art tırnak: 3. pençeleme. teköörlöş- 1. biri birini mahmızlarla vurmak ( horozlar hakkında ) ; 2. mec. tutuşma, dövüşmek. teköörlöşüü işs. teköörlöş- ’ ten. teksiz 1. soysuz; 2. es. adî, tanınmamış aileden neşet eden: kara halktan çıkmış olan. tekst r. metin. tekşer- 1. tetkik etmek (davayi) , tahkikat yapmak teftiş etmek; 2. tetkik etmek, araştırmak. tekşeril- 1. görülmek, teftiş edilmek (iş hakkında) ; 2. tetkik edilmek, araştırılmak. tekşerilüü işs. tekşeril-’ den. tekşert- et. tekşer-’ den. tekşerüü 1. görme (işi) , tetkik, etme tahkikat yapma, teftiş etme, yoklama; tekşerüü komissiyası: teftiş komisyonu; partiye dokumenttrin tekşerüü: Parti vesikalarını yoklama; 2. tetkik. tekşerüüçü 1. tahkiat yapan. müfettiş; 2. tetik eden. tekşi müsavi, denk, baştan başa; tamamiyle; baarı tekşi: hepsi baştan başa. hepsi tamamiyle. tekşöö = tekşerüü. tekte- yahut tegin tekte: (birisinin) menşeini araştırmak. tektir tepe. tümsek. yükseklik. tektirçe tepecik. küçük tümsek. tektüü asîl. tetüülük esalet. tel yabancı annenin yanına terkedilen genç hayvan; eki enege tel kozu: iki anayı emen kuzu. telçi- ilk adımları atmak, yürümeye başlamak (çocuk, yavru hakkında) bala telçip basıp kaldı: çocuk yürümeye başladı; kozu telçigende köçöbüz: kuzular yürümeye başladığında göçeceğiz. telçik = telçi- . telçiş- müş. telçi-’ den. telçit- yürümeye başlamak için yardım etmek (çocuğa, hayvan yavrusuna) . telçitüü işs. telçit-’ ten. telefon r. telefon. telefonistka r. telefoncu kız. telegey 1. muhit, dolay telegeyi tegiz yahut telegeyi teñiz yahut telegeyi teñ: her şeyi uygun gidiyor; hiçbir düşüncesi yok; 2. = telbegey; temir kiygen coobu dep. telegey kiygen kızbı dep folk. : bu, demir giymiş düşman değil mi? bu, keçe şapka giymiş kız değil mi? telegeylüü şümûllü. cihanşümûl. telegraf r. telgraf. telegrafist r. telgrafçı. telegramma r. telgraf, telyazı. telek : ala telek: karın erimesi neticesinde açılan toprak, yer yer bu gibi açıklıkları çok bulunan yer; cer beti ala telek bolup kaldı: yer yüzü ala teleklerle kapandı. teli I. 1. bu bir hastalıktır, ki bunun neticesinde göğde iğrilir ( başlıca atlarda) ; teli coru çaldıbı. emine boldung Maaniker? folk. : sana ne oldu Maniker (at) yoksa teli hastalığiyle mi hastalandın? ; 2. deli, aklını oynatmış;3. = temteñ. teli- II. hayvan yavrusunu başka bir anneye katmak. telilüü kuduz illetiyle musap omak (at hakkında) . telin- 1. yalvarmak; 2. tabi bir durumda bulunmak. telki 1. dağ tekesinin dişisi; 2. parça. hisse; altıdan bir telki: altıda biri. telmeç almaç sözünün tekidir. telmir- imrenmek intizarla bakmak. telmire = temir- . telmiriş- müş. telmir-’ den. telmirüü işs. telmir-’ den. telpegey bir çeşit geniş kenarlı keçe şapka. telpey- 1. = selpey- I ; 2. sarkmak, asılı halde sallanıp durmak; aldıñkı eegi telpeyip folk. : alt çenesi sarkarak. telpeyt- at. telpey-’ den. telpik üstü başı yırtık pırtık olan, perişan kıyafetli. teltek altek sözünün tekidir. teltirekte- ayakları dolanarak yürümek (pek fazla yorulmuş veya sarhoş adam hakkında) . tektirektöö işs. teltirekte-’ den. tema r. mevzu. tematika r. muayyen bir konu gurupu. tembr . r. perde (ses) . teme = tema. temene çuvaldız. temgek leke, işaret, im, benek. temegekte- . iz bırakmak. leke yapmak. temgil 1. benek; 2. benekli; temgil kök: benekli kır (at donlarından) . temin I: temin aydoo- : ekinlerin üzerinden hayvan sürmek süretiyle tanelerini ayırmak (harmancı ortada durarak, sıraya dizilmiş hayvanları sürer) . temin- II, 1. (atlı hakkında) : atı sürmek için ayaklariyle onun böğürlerine vurmak, tepinmek; atın öpköğö teminip: ayaklarıyla atının büğürlerini döverek (atlı hakkında) ; 2. mec. ileri gitmeye cehdetmek. temindir- et. temin- II’ den; temindirbey ırğağan folk.: mahmuzla- maksızın koşan (at) . temingi üzengi kayışının aşağı kısmı. teminiş- müş. temin- II’ den. teminöör eğer tepindirikleri. temir demir; bez temir- : trpanın tepesini pekiten demir parçası; temir-tezek bk. tezek 3; çiy temir : işlenmemiş demir parçası, çiğ demir. temirgen = tegirmen. temirötkü yahut temiretki : (tendeki) ekzema, temriye. temirten 1. elişi olan Kırgız bıçağı: 2. kazan kazımak için kullanılan aşınmış ve körleşmiş adî bıçak; 3. hernevi hurda demir. temp r. tempo. temperatura r. suhunet. ısı. temsele- elyardımiyle yürümek, emin olmaksızın korka korka gitmek, gayet yavaş yürümek. temteñ atlarda kuduz illeti. temteñde- 1. temteñ (bk.) illetiyle hastalanmak: 2. sendelemek, sallanarak yürümek, korka korka basarak gitmek. temteñdet- et. temteñde-’ den. temtengdetüü işs. temteñdet-’ ten. temtey = temteñde- 2; temteyip calğız kele cattım ele: tek başıma hazîn bir tavırla ağır ağır yürüdüm. temtire- = tentire- . ten f. beden. cisim; can-ten menen kiriş- : canla başla girişmek; bir işe özenle , gayretle, ciddiyetle başlamak; mağa ten: (bu) bana aittir; moynuna ten albay koydu: üstüne amaldı; albadım, dep, ten albadı: inkâr ederek, almadı diyor. tene f. beden, ten. teñ 1. denk; teñ şayloo: denk, müsavi seçimler; teñ carım: tam yarı; eki at teñ keldi: iki at (koşuda) aynı zamanda geldiler; teñ emes denk değil; teñi cok: dengi yok, eşi bulunmıyan; başkalardı teñine albayt: başkaları adam yerine koymuyor; teñme- teñ: denk olarak, aynı hisleri taşıyarak; meniñ teñim: benim yaşıtım, benim arkadaşım; 2. yarı; teñinen köp: yarıdan fazla; kozunuñ teñ pulu: kuzu değerinin yarısı; 3. karı kocadan biri, koca, karı, yavuklu, nişanlı ( delikanlı ve kız ) ; 4. hepsi; mecmuu; törtöö teñ: dördü birden; barı teñ: hepsi; hepsi birden; törtööbüz teñ: dördümüz birden. teñçil müsavata. adalete meyyâl olan. teñçilik müsavat, hukuk müsavatı. teñde- denk etmek, müvazeneli bir şekile koymak; kadırıñ tabar katın al, teñdep otun al folk. : kadrını bilecek karı al, hayvan üzerine odunu denkleştirerek yükle. teñdel- denk olmak, bir sıraya gelmek. teñdeme denkleştirme. teñdeş I, denk, müsavi. teñdeş- II, müş. tende-’ den; sen ağa teñdeşpe: sen onunla denk olma. teñdeşsiz eşsiz. misli bulunmıyan. teñdeştik denklik, müsavat; teñdeştik salmak: izafî sıklet. teñdeştir- denkleştirmek, bir seviyeye koymak. teñdet- bir hizaya koymak. teñdik 1. denklik, hukuk müsavatı; 2. es. yemin ederek şehadet, başkasının şehadetinin doğruluğunu tasdik ederek edilen yemin; kaalağan cerden teñdik alsın: benim şehadetimin doğruluğunu yahut suçsuzluğunu tasdik etmek için istediği adamı çağırsın (karş. can sal- : can II maddesinde) ; eyesi teñdikke könsö da, uuru könbeyt ats. : (çalınan) eşyanın sahibi ant içmeye muvafakat ediyorsa da, hırsız muvafakat etmiyor. teñdiksizdik denksizlik, müsavatsızlık. teñdöö 1. denkleştirme; 2. mat. muadele. teñdüü denkli, eşi bulunan, müsavi; özü teñdüü adam: kendisi gibi adam, kendisine denk gelen adam. teñe- denkleştirmek, müsavi kılmak; uzunu kırk metr teñegen: boyu kırk metreye muadil olan. teñel- denk gelmek, müsavi olmak; mağa teñelbe! : sen benimle boy ölçüşme! balağa teneğlbe! çocukça hareket etme! teñelt- denkleştirmek. teñeş- boy ölçüşmek. teñeştir 1. denkleştirmek, müsavi kılmak; 2. (uzunluk ve boy hususunda) mukayese etmek, karşılaştırmak. teñeştirüü 1. denkleştirme; 2. karşılaştırma, mükayese. teñet- et. teñe- ’ den. teñge 1. (Şimalî Kırgızlıkta) ruble. 2. (Şimalî Kırgızlıkta) bir ruble yahut 50 kapik kıymetinde olan gümüş sikke ; 3. (Cenubî Kırgızlıkta) 20 kapik; 4. çeç teñge: kadın saç örgüsüne takılan gümüş ( daha ziyade gümüş paradan olan ) zinet; 5. teñge çöp: bir çeşit yonca ( Medicago lupulina) . teñgeel denk, müsavi, boy ölçüşebilen,rekabete muktedir olan. teñirekey sivrilip duran. teñireñde- 1. hareketlerinde burun ucu yukarıya çevrilmiş olan kimseye benzemek; 2. mec. fena saldırmak. teñirey- ucu yukarıya doğru çevrilmiş olmak (burun hakkında) teñiri Tanrı. teñirsi- aşırı derecede caka satmak. teñiz I, deniz.\n\n\nII, iyi arkadaşlık edebilen, uysal (insan hakkında) ; telegeyi teñiz. bk. telegey. teñke = teñge. teñkey- kalın karınlı ve yürürken kıçını oynatır olmak. teñsel- mevzun ve ağır bir surette sallanmak; bir parça sallanmak. teñseldir- et. teñsel-’ den. teñselgiç saat rakkası. teñselt- mevzûn ve ağır bir surette sallamak; bir yandan o bir yana sallamak. tenseltüü işs. tenselt-’ ten. teñselüü mevzun ve ağır sallanma. teñsin- kendini denk, müsavi saymak. teñşer- = tekşer- . teñşeril- = tekşeril- . teñşerüü = tekşerüü. teñtayla- : teñtaylap aytış- : biri birinden geri kalmıyarak münakaşe etmek. teñtaylaş- müş. teñtayla-’ dan; tentayğlaşıp turat: (kuvvetçe ve biribirine karşı muamele v.s. itibariyle) biri birinden geri kalmıyorlar. biri birine denktirler. teñtuş 1. denk, müsavi; 2. yaşıt, çocukluk arkadaşı. teni- = tenti- . tentek 1. şuh, oynak, muzip; 2. delice. tentekten- şuhluk, yaramazlık etmek. tentektik 1. yaramazlık, şuhluk, muziplik; tentektik kılba! : yaramazlık etme! muziplik etme: 2. kaçıklık (şuur bozukluğu) . tenti- başı boş gezmek. serserice dolaşmak. yurdundan, kendi halkından ayrılıp gitmek; sen kayda tentip cürdüñ? sen nerelerde dolaştın? ; tentip tentip: serserice dolaşarak. tentimiş serseri. tentire- = tenti- . tentit- et. tenti-’ den. tentüü başı boş dolaşma. serserice gezme. teoriya r. nazariye. teoriyaçı nazariyatçı. tep I, te hecesiyle başlıyan kelimelere takviye için katılır; tep-tegerek: yuşyuvarlak; teptegiz: dümdüz.\n\n\nII, ( gerundifi teep’ tir ) tepmek. çifte atmak. ayakla vurmak; ayakla dürtmek; muz tep- : buz üzerinde kaymak (demiryakla, yani paten ile yahut düzce ayakla) ; kandıñ tepkeni: nabız tepmesi; selkinçek tep- : salıncakta sallanmak. tepçi- tegellemek; mık menen tepçip saldı: çivi ile tutturdu; suunu tepçip keç- : suyu sığ yerlerini bularak seçerek geçmek; terip- tepçip: derleyip toplayıp, teferruatına kadar dikkat ederek: terip- tepçip ayt- : mufassal bur surette inceden inceye söylemek, anlatmak. tepe = tepI; tepe-teñ yahut tep tepeteñ: büsbütün denk; tepe-tegiz: dümdüz; dünüyönü tepe- tegiz kıldırıp: dünyayı dolaşarak. tepek mantar. tepeñde- sık sık mahmuzlamak (atlı hakkında) . tepeñdet- et. tepeñde-’ den. tepeñdöö işs. tepeñde-’ den. tepeteñ = tepe- teñ (bk tepe ) . tepey- öne doğru çıkmak; çıkık durmak (küçük nesne hakkında) ; eki toonuñ arasındağı tepeygen alaçık: iki dağın arasında sivrilip duran kulübe. tepeyt- et. tepey-’ den arğımağın kekeytip, kök kepiçin tepeytip, colğo cürüp kalsın. de folk. : söyleyin ona, atını kızdırarak, mavi pabuçunu giyerek yola çıksın. tepireñde- hareket etmek (küçük ve sıska hakkında) . tepirey = tepey. tepke . tepkek, mus. keman köprüsü. tepki . tekme. tepme: tepki ce- : 1) tekme yemek; 2) mec. hakaretlere ve cebirlere maruz kalmak; tepkinin aldına al- : tekme atmak suretiyle dövmek; tepkiye cer: kısa mesafe, yakın (harf. : tekme atılacak kadar yakın yer ) . tepkiç 1. basamak; 2. merdiven; 3. ustalıkla ve şiddetlice tekme atmasını bilen; iyi kapan (alıcı kuş hakkında). tepkile- tekme atmak. tepmek dövmek. tepkilet- et. tepkile-’ den. tepkilöö işs. tepkile-’ den. tepse- 1. ayaklar altına almak çiğnemek, ezmek. at tepsegen: at çiğnemiş; araba tepsegen it: arabanın ezdiği köpek: 2. mec. zulmetmek; balçıktay tepse- : fena zulmetmek. tepseen = tepsöörün. tepsel- 1. ayak altında çiğnenme; tepselgen tema: çiğnenmiş konu; 2. mec. zulmedilmek. tepsendi = tepsöörün. tepset- et. tepse-’ den; çöptü malğa tepsetip ciberdi: hayvanlara otu çiğnemeye müsaade etti. tepsetil- müt. tepset-’ ten. tepsöörün : eliñ tepsöörünü: insanların gezdiği yer; tepsööründö kalğan: (kalabalığın. atlıların) ayakları altında çiğnendi kaldı. tepşi oymak suretiyle yapılmış küçük ağaç tekne. ter I, ter; kara terge tüş- : ter dökerek bitap düşme; seni kara ter kısıp turabı? : neden bunca üzülüyorsun? ne zorun var? ; aram ter. bk. aram; at teri kaypayt: uğraşmasına değmez; ter al- : atı yarışlara hazırlamak. ter- II, dermek toplamak; onun ter: odun toplamak; pakta ter- : pamuk dermek. terbey arbay sözünün tekidir. terçil çok terliyen. terde- terlemek; at calı köldöp terdegiçe tappadım: neticesiz araştırmalarla canım çıktı. terdel terlemek. terdeme humai racia. terdet- et. terde-’ den. terdetüü işs. terdet-’ ten. terdik teğelti; kuu terdik: at kullanmasını bilmiyen kimse. terdikte- teğelti sermek; cabdık salıp tertiktep folk. : teğelti sererek ve eğerliyerek. terdir- derletmek, toplatmak. terdirüü . derletme. terdöö terleme. terebel yahut tere bel: etraf. terek kavak; bay terek: titrek kavak: kara terek: karakavak; ak terek: akçakavak. tereñ . derin. tereñde- derinleşmek. tereñdet- derinleştirmek. tereñdetüü işs. tereñdet-’ ten. tereñdik derinlik. tereñdöö . işs. tereñde-’ den. tereze . f. pencere. terge- 1. tahkiat yapmak; bakmak, tetkik etmek (bir işi) ; 2. es. (kadınlar hakkında) ( o kadın için yasak olan) bir kelime yerine başkasını kullanmak. tergööçü sorgu hâkimi. teri deri; terisi tr. bk. tarı- : teri tersek. bk. tersek. teriçi 1. derici 2. es. deri ticareti yapan. terigüü incitme. tahkir. terik- gücenmek. teriktir- et. terik-’ ten. teril- derlenmek, toplanmak. terim . derleme, toplama, pakta terimi: pamuk toplaması; birinci terim pakta: birinci devşirmenin pamuğu. terimçi I. toplayıcı (mes. pamuğu) .\n\n\nII. örülmüş koşum takımları yapan saraç; koş aydağan eginçi, kamçı örüüçü terimçi folk. : çift süren çiftçi, kamçı ören saraç. teris = ters. terisken bir otun adıdır. teriş- müş. ter- II’ den. teriştir- soruşturmak, bütün tafsilâtiyle sormak. terki : arkı- terki, bk. arkı. terme derme. termeçik ufak-tefek yakacak (yonga çalı çırpı ve s.) . termel- deprenmek, sallanmak, dalgalanmak. termele it. ter- II’ den ; çöp termele- : (hayvanlar hakkında) otu koparmak. termet- depretmek, sallamak, dalgalandırmak. termetli- pas. termet-’ ten. termetüü depretme, sallama. termin r. terim, ıstılâh. terminologiya r. terminoloji. territoriya r. toprak, arazi. terror r. tedhiş. terrorçu tedhişçi. terrorduk tedhişe ait, teröre müteallik. ters aksine, içi dışa çevrilmiş; ters ket- : tersayak; ter eles: serap; ters bağıngkı gram. : tâbi ilzamî cümle. tersayak dik kafalı, inatçı. tersayaktık dik kafalılık, inatçılık. tersek : teri-tersek : hernevi deri, her çeşit ham deriler; arsak-tersek, bk. arsak. terseldey : tegele keptin terseldeyi oşo ğo: konuşmanın özü asıl bundan ibarettir. terşi karşı sözünün tekidir. terüü derleme, toplama; pakta terüü: pamuk derlemesi, toplaması. tes : tes talaş: kendi hissesini istemek, (bir şey hususunda) iddiada bulunmak. tesbe = tespe. tesirey- göz dikmek, dikkatle bakmak. tesireyüü işs. tesirey-’ den. teske- 1. yoklamak, incelemek (şu veya bu işi) ; 2. tanzim etmek, idare etmek. teksel- müt. teske-’ den. teskeri aksi tarafa; aksi; teskeri bata: bethahlık, betdua; teskeri tip: ed. menfi tip. teskerilen- yüz çevirmek; ters tarafa dönmek. teskerilet- ters tarafa çevirme, döndürmek. teskeriletüü ters tarafa çevirme, döndürme. teskeş- müş. teske-’ den. teskey güneş görmeyen gölgeli yer, mañday teskey, bk. mañday. tesköö 1. yoklama; 2. yoluna koma, tanzim etme. teskööçü bir işi tertip ve tanzim eden. tespe a. tesbih; tespe tart- : tesbih çekmek. teste f. deste, tutam (ekin biçenin avucuna topladığı ekin ve s. tutamıdır, ki bunları toplayıp, sonradan demet şeklinde bağlarlar; bir kaç testeden bir tane ekin demeti çıkar) . testeer = destiyer. testele- teste şeklinde toplamak (bk. teste ). testelen- teste (bk.) şeklinde toplanmak. testelöö teste şeklinde toplama (bk. teste) . teş- delmek, deşmek; ok teşe tiydi: kurşun delerek geçti; teşe tekşır- : inceden inceye tetkik etmek; teşe tikte, bk. tikte 2; közün teşip karayt: intizar vaziyetinde bakıyor. teşe I= kerki.\n\n\nII, bir arazi ölçüsü (1,09 hektar kadar) . teşik delik, delinmiş. teşil- pas. teş-’ ten; karay berip közüm teşildi: bakmaktan gözüm delindi. teşkiç demir delmek için dört kenarlı çelik zımba. teşkile- mükerreren delmek, birkaç defa yahut birkaç yerden delik açmak. teştir- et. teş-’ ten. teşüü delme, delik açma. tete müsavi; küçü mağa tete: güç yönünden bana denktir; caña tete: (o da) adamdır, (onun da) canı vardır. teteleş kuvvetçe denk, musavi. tetigi işte öteki; tetigi üydö: öteki evde; tetiginde: işte orda; tetiginden: işte oradan. tetik 1. üzerinde bir şeyin döndüğü mil, mihver; 2. menteşe mili; 3. mekanizma 4. es. cihaz, organ (hakimiyet teşkilâtı, kurumu) ; tömönkü tetikte: aşağı cihaz, aşağı organlar (kurumlar) ; keñeş tetikteri: Sovyet kurumları; 5. hamarat, anlayışlı, çevik; köönü tetik: canlı; tişim ketik bolso da, köönüm tetik: ats. dişim gedik olsa, da, gönlüm canlıdır, gençtir: tetik ündüü: db. hanekileşmeye müstait olan sesli (voyel) . tetir = tetiri. tetiri bilâkis, tersine. tetiriklik terslik; işterinin tetirigin körsötömün: işlerinin ters gittiğini göstereceğim. tetirinçe bilâkis, aksine. teyle- 1. tamamlamak, tanzim etmek; cumuştu teylep koyup barayın: işi bitireyim de öyle gideyim; 2. hizmet etmek; bakmak; mal teyle- : hayvanlara bakmak (onları intizama koymak) . teylöö 1. bitirme, tamamlama, yoluna koyma; 2. bakma, hizmetini görme; zayım karmooçulardı ülgülüü teylöö: ellerinde istikraz tahvilleri bulunanlara örneklik bir tarzda hizmet etme. teytey- biçimsiz, hantal olmak biçimsizce yürümek. tez I, kerege (bk.) ve uuk (bk. uuk I ) yapmak için kullanılan aygıt, doğrultma aleti; tezge sal- : 1) tez’ e koyma; 2) mec. sıkıştırmak (dersini verme) .\n\n\nII, f. seri, çabuk, tez; tezinen: tezelden; tezinen çara körbösö: tezelden çarası görülmezse; köp bergenden, tez bergen: ats. çok vermekten çabuk vermek yeğdir. tezdet- tacil etmek. tezdetil- tacil edilmek. tezdetüü tacil etme. tezdik sür’ at, çabukluk, tezlik. tezek 1. at tersi; mağa karağanda, al tezek terip kalat: benimle yarışa çıktığında tezek derip kalır (o, benimle boy ölçüşemez) ; 2. tezek (yakacak) ; 3. temir-tezek: her nevi demir; demir emtya. tezis r. tez. tıbır : tıbır-tıbır camgir tibirayt: tikir tıkır yağmur yağıyor. tıbıra- tepinmek, çırpınmak (ağlayan çocuk hakkında) ; ayak patırtısı çıkarmak, daha bk. tıbır. tıbırat- et. tıbıra- ’ dan. tıbırçıla- = tıbıra- . tıbırçılat- = tıbırat; butun tıbirçaltip: ayaklariyle tepinerek. tıbış ses, seda; sozulma tıbış: db. uzayan ses; kıska tıbış: db. kısa ses: tıbış tüşüşü: db. sesin düşmesi. tıbıt 1. tiftik; 2. = çöbögö. tığılı- tıkılmak, sokulmak; cürük oozğo tığılağanda: mec. sıkışık bir zamanda. tığılış itiş-kakış, izdiham. tığın I, tıkaç, mantar, tıpa. tığın- II, mut. tık- II’ den; (kendine) tıkamak, tıkmak; çapandı başıña tığın! : kaftanı baş altına koy! : baş ayağıña tığınıp atasıñ: (giyimi) hem baş altına, hem ayak altına sermişsin. tığınçık = tığın I. tığında- tıkamak, sıkı kapatmak. tığındat- et. tığında-’ dan. tığındoo tıkama, sım sıkı kapatma. tığırçık kısa boylu, sağlam ve tıknaz (insan ve hayvan hakkında) . tığız . 1. sağlam. sık. gergin. dar; tığız baylanış: sıkı rabıta sıkı temas; tığız baylanışkan: sıkı bağlanmışlar; sıkı temasta bulunanlar 2. acele, müstacel; tığız buyruk: sıkı emir, müstacel buyruk; tığız cumuş: müstacel iş. tığızdık 1. sıklık, darlık; 2. müstaceliyat. tığuu tıkma, sokma, tıkama. tık I: tık ele turup kaldı: şıp diye duruverdi; tık tık etken = tıkıldağan (bk. tıkılda-) ; tık-tık cötöl- : kesik kesik öksürmek.\n\n\nII. tıkmak, tıkamak, sokmak. tıkan derli toplu, çevik. tıkandık derli topluluk, dikkat. meharet. tıkçığıy bünyesi kuvvetli olan tıknaz. tıkçıñda- hareketlerinde tıknaza benzemek. tıkçıñdat- zorla tıkmak. tıkçıy- küçük, şişmanca, sık. tıknaz olmak (insan hakkında) . tıkılda- kesik kesik ve sık sık takırtı yapmak; tıkıldap cötölüp atat: kesik kesik ve sık sık öksürüyor; tıkıldağan: aceleci. tıkıldat- et. tıkılda-’ dan; eşikti tıkıldattı: kapıyı vurdu ( sık sık ve kesik kesik) . tıkır 1. kıtırtı, kıtırdama; 2. olağanüstü, müstacel; tıkır buyruk: müstacel emir; tıkır cumuş: müstacel iş. tıkırla- . hızlandırmak, süratlendirmek. tıkırlat- . hızlandırmak hususunda israr etmek, direnerek istemek; alasasın tıkırlatıp turat: alacağının acele ödenmesini istiyor. alacağının ödenmesi hususunda israr ediyor, sıkıştırıyor. tıkıy- kısa biçimde olmak, kısa olmak. tıkıyıt- et. tıkıy-’ dan; attı tıkıyta koyuptur: atı kısa bağlamıştır; sakalın tıkıytıp kırkıp koyğon: sakalını kısa (derli toplu) kırpmış. tıkıyuu . işs. tıkıy- dan. tıl r. as. cephegerisi. tım I: tım-tırs= tımtırs, tım- tırakay =tımtırakay. tım- II= içinen tımıp: içinde saklayarak. tımısın = tımızın. tımızın yavaşça, sessizce ihtiyatla, sezdirmeden, gizlice, etekaltından tımızın bol- : susmak, ağızdan tek bir kelime bile kaçırmamak, nefesini kısmak; tımızın süyünüp kaldı: içinden sevindi; tımızın coldor menen: gizli yollardan. tımızındık sözsüzlük. sır; tımızındıkta kalıp kele catat: iş bir sır olarak kalıyor. ifşa edilmiyor. tımpıy I, susma oyunu. tımpıy- II, tam bir sükûtu muhafaza etmek. susmak, tek bir kelime bile ağızdan kaçırmamak; tımpıyıp, unçukpay kaldı: sustu, ağzını kapadı; tımpıyıp ooz açpay cüröt: susarak ağzını açmadan geziyor. tımpıyuu işs. tımpıy-’ dan. tımtırakay her biri bir yana dağılarak; tımtırakay çıktı: (panik içinde) her biri bir tarafa dağıldılar: kiyimdin tımtırakayın çığardı: bütün giyimi eskitip parça parça etti. tımtırs sükûnet (sessizlik) . ara. kısa fasıla; dülöy tımtırs: tam sessizlik. çıt yok. tın I, 1. nefes; 2. dinlenme. fasıla. teneffüs. tın- II, dinlenmek, tevakkuf etmek, rahat etmek; eki tınıp keldim: yolda iki defa dinlendim; tındım kıl- : yok etmek; cooçuluğu bar bolso. tındım kılıp salayın folk. : düşmanlığı varsa, ben onu yok ederim. tınar 1. kuş 1 (bk.) nevilerinden biri; 2. destek, dayanak, umut; ezilbey kantem, Bököy, men: elimdin ketti tınarı folk. : nasıl üzülmeyim, Bököy, halkım dayanağını kaybetti. tınç rahat. sâkin. sükûnet; tınçımdı aldı: rahatımı kaçırdı; tüdüñ tınçın alıp: gecenin sükûnetini bozarak. tınçı- 1. rahat etmek, sükûnet bulmak, sütliman olmak; 2. (et hakkında) bir parça bozulmak. tınçıt- 1. teskin etmek, sütliman haline komak; 2. (et hakkında) bir parça bozmak; etti tınçıtıp ceyli: eti bir parça eskitip yiyelim. tınçıtuu = tındıruu; özün özü tınçıtuu: kendi kendini teskin etme. tınçıtal- . dinmek rahat etmek, sükûnet bulmak. tınçtık sükûnet, rahatlık, huzur; ötügüñ tar bolso. üydün tınçtığınan ne payda! ats. çizmen dar olursa, evin rahatından sana ne fayda! tındım . bk. tın II. tındır- et. tın- II’ den işin tındır: işlerine bak da aralarını bul! tındıruu teskin. tıñ 1. canlı. çevik. dinç. sağlam, dayanıklı, kudretli; tıñırak cür! : (kanburunu çıkarmadan, gevşemeden) bir parça canlıca yürü! ; öz canına tıñ: ihtiyaç hissetmeksizin yaşıyor; tıñ ookat kılıp turam: başkalarından daha fena, daha aşağı yaşamıyorum; atım tıñ, cürböy kala elek: atım daha canlıdır, yorulmamıştır; kiyim başı tıñ: üst başı fena değil (oldukça iyi giyinmiş). tıñ- II, dinlenmek, hastalıktan iyileşmek, kendine gelmek, canlanmak. tıñçı 1. gizlice söz dinleyen, gözcü, hafiye. câsus; 2. folk. : basiretli, ilerisini gören. tıñçılık câsusluk. tıñda pekitmek, tanzim etmek, kiyimiñdi tıñdap al! : giyimine çeki düzen ver. zarurî olan elbise tedarik et! tıñduu = tıñ I. tıñduusun- kendini başkalarından kuvvetli, daha mahir saymak. tıñğılık rehin, teminat. tıñğılıktuu müsterih, memnun. tıñı- kuvvetlenmek, iyileşmek, düzelmek. tıñıt- et. tıñı-’ dan. tıñkılda- çığlıkla gülmek. tıñkıldat- et. tıñkılda-’ dan. tıñkıldoo çığlıklı gülüş. tıñkıy- kangallanmak, küçük, lâkin şişman olmak; tıñkıyıp ukta- : bacakları bükmek suretiyle uyumak (başlıca. kadınlar hakkında) . tıñşa- dinlemek, kulak vermek, gizlice dinlemek. tıñşoo dinleme, gizlice kulak verme. tâınıç = tınç. tınıççılık rahatlık, rahat ve sâkin zamanlar, refah, bolluk. tınıçtal- = tınçtal. tınıçtık = tınçtık. tınığuu sükûnet bulma, dinlenme; tınığuu üyü: dinlenme evi. tınık- sükûn bulmak, dinlenmek hastalıktan iyileşmek; tığınıp kele atasıñbı? : artık iyileşiyorsun, değil mi? kendini daha rahat hissediyorsun, değil mi? tınım 1. soluma (bir nefes alma ve verme) ; tınım ubakıt ötkön soñ: birkaç lahzadan sonra; 2. sükûnet bulma, istirahat, huzur; tınım tap- : rahatlanmak; kündüz tınım, tündö uyku bilbeyt: gündüz rahat, gece uyku görmüyor; 3. sükûn, fasıla, pause; 4. teneffüs. tınımsız duraksız, durmaksızın, fasılasız, arasız, nefes almaksızın; tınımsız iş cuması: fasılasız iş haftası. tınımsızdık tevakkufsuzluk, fasılasızlık. tınış I, 1. soluma; 2. ara, pause: tınış belgisi: noktalama işareti. tınış- II, müş. tın II’ den. tınoo 1. solurken çıkarılan buğu yahut hava; 2. sükûnet, rahatlık. tıntık 1. küçük (insan hakkında) ; 2. küçük ve basık burunlu. tıntıy- 1. küçük olmak (insan hakkında) ; 2. küçük ve basık burunlu olmak. tıp I, tı hecesiyle başlayan sözlere takviye için katılır (ör. bk. tırmak) .\n\n\nII: tıp ele oltura kalasıñ, cürsöñçü! : tıp diye oturuveriyorsun; yürüsene! tıpıldaş- şıp şıp etmek; camğırdın tamçıları tıpıldap cerge tüştü: yağmur damlaları şıp şıp yere düştüler. tıpıldat- et. tıpılda-’ dan; tıpıldata baskan kaçırlar: ufak ufak adımlarla yürüyen katırlar. tıpılıs r. kon. Tiflis bezi (bir nevi kaba bez) . tıpın 1. kepek: başımda tıpın emes, mee: kafamdaki kepek değil, beyindir; 2. tıpın cün: kuş tüyü. tıpır tıyın II ve ıpır sözlerinin tekidir. tır : tırday cıñalaç: çırıl çıplak. tırakay tım tırakay = tımtırakay. tırakayla- her yana dağılarak kaçmak, koşmak. tırakata- şataretli olmak, şen ve şuh bir surette yürümek, kıç atmak, tıraktap kül- : büyük bir şevk ve şataretle gülmek. tırambay kon. = tramvay. tırañda- ateş almak, alevlenmek, sövüp sayarak üzerine saldırmak, hiddetten kendini zaptedememek. tırañdat- et. tırañda- . tıray- apışmak, ayaklarını ve kollarını açmak; tırayıp catıp kaldı: bacaklarını ve kollarını açarak yahut bacaklarını ve kollarını kaldırarak yatıverdi. tırayke = tırıyke. tırayt- et. tıray-’ dan. tırbalañda- kendini zorlamak, elinden gelmiyecek işlere teşebbüs etmek (zayıf ve kurumuş insan hakkında) . tırbalañdat- et. tırbalañda-’ dan. tırbığıy küçük ve zayıf, kurukemik (adam) . tırbıñda- = tırtañda- . tırbıy- küçük ve arık olmak; tırbıyğan = tıbığıy. tırcıñda- = ırcıñda- . tırçı I: tırçı arkan: çiyne (bk.) için kullanılan ip. tırçı- II, alınmak, hırslanmak, kızmak. tırçıy- = tıçı- II; kabağı tırçıya cazdap turat: kaşların çatarak gibi. hırslanacak gibi duruyor. tırday bk. tır. tırık bıçak, kılıç ve benzerlerinin yaptığı yaranın izi. tırılda- çatırdamak, gürlemek, tıkırdamak (makineli tüfek hakkında). tırış I, kırışık, buruşuk (sıfat olarak) ; közdörünün adına bir az tırış kirgen: gözlerinin altında bir parça buruşukluklar peyda olmuş. tırış- II, 1. büzülmek, kırışmak; 2. mec. çalışmak, çabalamak. tırışış- müş. tırış- II’ den. tırıştık çalışkanlık, gayret. tırıştır et. tırış- II’ den; kol tırıştır- : kolları burmak. tırışuu çalıma, çabalama. tırıyke r. kon. 1. triko; 2. yünlü (kumaş) . tırkıra- = dırkıra- . tırma kaşımak, tırmalamak. tırmak 1. tırnak, pençe; tırmaktay yahut tıptırmaktay: küçük, tırnak kadar; tıp- tırmaktay bala: küçücük çocuk; kan tırmak: hunhar, kana susamış, yırtıcı; capa tırmak: hepsi birlikte, toptan, kütle halinde; cez tırmak (harfiyen: bakır pençe) = cez tumşuk (bk. tumşuk I) ; karğa tırmak: Kırgız tezyinatından bir çeşididir; 2. = tırmook. tırmakça (gramerde) tırnak işareti. tırmaktuu 1. pençeli; 2. mec. yırtıcı hayvan; barmaktuular batabı? tırmaktuular tiyebi? folk. : parmaklılar batıyor mu? pençeliler dokunuyor mu? (insanlar cür’ et edebilir mi, yırtıcı hayvanlar ilişebilir mi? ) tırmala- 1. tırmalamak, kaşımak; ser tırmala- : tarla sürgüsü geçirmek; 2. tırmanmak. tırmalañdat- et. tırmalañda-’ dan. tırmalañdoo tırmanma. tırmanıp yukarı çıkma. tırmalat- et. tırmala-’ dan. tırmaloo tırmalama, kaşıma. tırman- kaşınmak (kendi kendini kaşımak) . tırmanış- müş. tırman-’ dan. tırmat- et. tırma-’ dan. tırmış- çabalamak, olanca gayreti sarfetmek. ileriye atılmaya çalışmak. tırmıştık çabalama, gayret sarfetme. tırmışuu çabalama, cehdetme, ileriye atılmaya çalışma. tırmoo I, tırmalama, kaşıma.\n\n\nII, tırmık. tırmook tarla sürgüsü. tırp I: tırp et- : kımıldamak; tırp eterge küçü (yahut darmanı) cok: kımıldayacak hali yok.\n\n\nII: tırp kalbadı: hiçbir şeyi kalmadı; tırpın çığarbay (yahut kaltrbay) coğottu: izini bile bırakmaksızın imha etti. tırpıra- çırpınmak, titremek; tırpırap ıyla- : titreyerek ağlamak. tırpırat . et. tırpıra-’ dan. tırs çatırtı, kıtırtı, gıcırtı; tırs-tırs bas- : gıcırtı çıkararak yürümek: tırs ettirip çert- : ses çokarmak suretiyle fiske vurmak; tırs etken can cok: çıt yok; tım-tırs =tımtırs. tırsılda- çatırdamak, kıtırdamak. tırsıldat- et. tırsılda-’ dan; tırsıldatıp bastır- : hızlı gitmek (başlıca, tay üzerinde) . tırsıy . kabarık ve gergin olmak (mes. çok yemiş çocuğun karnı yahut iyi dolmuş tane hakkında) : şişmek. tırtañda- . 1. hareketlerinde zayıfa benzemek; 2. mec. boşuna çabalamak; elinden gelmiyeceği belli olan iş için uğraşmak (başlıca, zayıf ve kurumuş adam hakkında) . tırtañdat- . boşuna, elinden gelmiyecek ve faydasız iş ile uğraşmaya zorlamak; arık atıñdı tırtañdatıp çappa: arık atını boşuna sürme, koşturma! tırtay- arık, kurumuş görünmek; tırtayğan arık at: zayıf, kurumuş at. tırtayt- et. tırtay-’ dan. tırtık 1. çiçek bozuğu; beti tırtık: yüzü çiçekten bozulmuş kimse; 2. = tırık. tısıray- = tırsıy- . tış dış; tışta: dışarıda; tışka: dışarıya; tış kiyim: dış elbise. tışkarı 1. dışarı; 2. dış taraf; 3. evde dış taraf (yani erkekler kısmı; Özbek, Tacik yahut Uygur evlerinde) . tışkartın dışarıdan. tışkı dış taraftaki. haricî; Tışkı işter el komissariatı: Dış işler Halk komiserliği (Hariciye Vekâleti) ; tışkı sooda: dış (haricî) ticaret. tışta- dışlamak (zarf. gömlek geçirmek) . kapakla kaplamak; kitep tışta- : kitap ciltlemek; çapan tışta- : çapana yüz geçirmek. tıştal- pas. tışta-’ dan; barkıt menen tıştağan: kadife ile kaplanmış (meş. gocuk. kürk elbise v. s. ) . tıştat- et. tışta-’ dan; tışın buulum tıştatıp folk. : kürke buulum’ dan (bk. ) yüz geçirterek. tıştattır- et. tıştat-’ dan. tıştattırğız- = tıştattır. tıştattuu işs. tıştat-’ tan. tıt I= tut I.\n\n\nII, yonga; tıt-mıtın çığardı: perişan etti; taş üstünde taş bırakmadı. tıt- III, ditmek, atmak. perişan etmek; el, boorun tıtıp. külüp kaldı halk gülmekten katıldı. tıtakay = kan talakey (bk. talakay) : tıtakayğa tüştü: o herkesin hücumuna uğramış. tıtala- tırmalamak. tıtalan- . pas. tıtala-’ dan. tıtık yırtık, örselenmiş; tıtık çapanduu: perişan kıyafetli. tıtır tıtır-patır yahut tıtır-tatır yahut tıtır çatır yahut tıtır çıtır: çatırtı-patırtı. tıtıra- takırdamak, gürültü yapmak, çatırdamak; pulemyottor tıtırayt: makineli tüfekler takırdıyorlar. tıtış- müş. tıt- III’ den. tıtkı üzerine varma; elden tıtkı cep kelgen: onu herkes cebrediyordu. onu herkes tahkir ediyordu ( başlıca. sözle). tıtkın = tıtakay. tıtmalaş- = tıtış- . tıttır- et. tıt- III’ den; butun tikenge tıttırdı: bacağını dikene yırttırdı; tonun tıttırıp, tokmok cep çıktı: onu patakladılar ve kürkünü yırttılar. tıy- menetmek, tutmak; közüñ oorsa koluñdu tıy, içiñ oorsa, tamagıñdı tıy! : ats. gözün ağırırsa, elini tut (gözlerini oğma!) , karnın ağırırsa, boğazını tut (çok yeme!) . tıyala . r. kon. ( «dyelo» ) iş; emine tıyalañ bar yahut tıyalañ emine? : sana ne? tıyanak fezleke, sonuç, netice; ayıptoo tıyanağı: ithamname; sözünün tıyanağı cok: sözünün rabıtası yok; şöyleki ondan bir netice çıkarmak kabil değil. tıyanaktuu tahkik edilmiş, sağlam (güvenilebilen) ; tıyanaktuu kabar: güvenilebilen, tahkik edilmiş olan haber; tıyanaktuu türdö: kat’ î şekilde. tıydır- et. tıy-’ dan. tıyıl- menedilmek; coopsuzduk tyılsın: mes’ uliyetsizliğe son vermeli; içi tıyıldı: iç sürmesi (ameli) durdu. tıyılış imtina (kendi kendine menetme) , kendini zaptetme; camandıktan tıyılış: fenalıktan, kötü hareketlerden imtina. tıyılt- et. tıyıl-’ dan. tıyılıuu işs. tıyıl-’ dan. tıyın I, yahut tıyın çıçkan: sıncap.\n\n\nII, kopik (para: rublenin yüzde biri) , cez tıyın (yahut düzce tıyın) : bakır para, bakır sikke; tıyın tıpır: para pul; sokur tyında da keregi cok: «kör paraya bile lüzumu yok» : on paraya bile almam; tıyın çöp: bot. çayır yoncası. tıyındık kapiklik; eki tıyındık: iki kapiklik. tıykı ıykı sözünün tekidir. tıyl = tıl. tıypıl : tıp tıypıl talap ketti: soyup soğana çevirdi. tıytakta- inat etmek, direnmek, müşkülât çıkarmak. tıytañda- = tırtañda- . tıytay- = tırtay- . tıytık . kuvvet: tıytığım kurudu yahut tıytığım tügöndü: büsbütün kuvvetten düştüm; tıytığı kalğan cok: hiçbir şey (damlası, parçası bile) kalmadı. tıytıy- alınmak, mugber olmak. tıyuu . menetme. yasak; tıyuusal- menetmek, hükmünü kaldırmak. tız tız et- : yakmak sancımak (diyelim şiddetli ağrıdan, bir hamızî maddeden ve s. ) ; sol közüm tız ete tüştü: sol gözüm hafifçe sancı yaptı. tızılda- 1. ıslık çalmak, zırıldamak, yaygara etmek; 2. mec. hızlı hare ket etmek. atı şiddetle koşturmak; tızıldap cügür- : hızlı koşmak; 3. şiddetlice ağırmak; içim tızıldap, küyüp atat: 1) içim dayanılmaz derecede yanıyor; 2) mec. dayanılmaz derecede âr, keder ve pişmanlık duyuyorum. tızıldat- et. tızılda-’ dan; menin koluma tızıldatıp birdemsi çığıp kele catat: elime, yakıcı bir ağrı veren bir şey çıkıyor. tızıldatuu işs. tızıldat-’ tan. tızıldoo işs. tızılda-’ dan. tibirtki bir dil hastalığının adıdır. tigi öteki; tigi ce bul masele: şu veya bu mesele; tiginisi: onlardan ötekisi; tigindeyse: işte orada; tigi cay: mec. öteki dünya (ahret) ; tigi caylık dos bolup : folk. ahretlik dost olarak. tigil I= tigi. tigil- II, 1. dikilmek, nasbedilmek 2. dikilmek (iğne ve iplikle) ; 3. aşırı derecede dikkatle bakmak; tigilip kara- yahut tigile kara- : dikkatle bakmak: göz dikmek. tiginçe 1. filânça; mınçası mında, tiginçesi anda barat: onlardan filân mikdarı buraya, filân mikdarı da oraya yünelecektir; 2. öteki gibi. tigindey öteki gibi; tigindeyde: ötede. tigine işte orada; tigine-tigine: işte-işte, bakın-bakın! tigint- böyle yapmak, tigintip: böylece. tigiş I, dikiş; dikiş yeri. tigiş- II, müş. tik III’ ten. tigüü 1. dikme (rekzetme, dikine koyma) ; 2. dikiş; tigüü fabrikası: dikiş fabrikası. tik I, r. bir çeşit keten bezi (tokbez) .\n\n\nII, dik, amûdî: tik tıldıy: aşağıya doğru dik; conu şorğolop tik ıldıy tüştü: coru kuşu kanatlarını kısarak, aşağıya doğru atıldı; közü tik: dik küstah gözlü; tik aykındooç gram. : mef’ ul (complement direct) . tik- III, 1. dikmek (rekzetmek) ; köz tik- : göz dikmek (dimdik gözü ayırmadan bakmak) ; üy tik- : keçe evi kurmak; 2. dikmek (iğne, iplik ile) ; 3. (Cenubî Kırgızlık’ ta) kökü ile beraber dikmek. tikçigit patlak gözlü. tikçiñde- = tikireñde. tikçiy- = tikirey- . tike I. amuden, şakulî tarzda, doğruca; tike şayloo bir dereceli seçim; tike kara- : dik bakmak; bitine karay albayt: yüzüne doğruca bakamıyor; tikesinen turat: dim-dik duruyor; tikeñden turgun! : dik dur!\n\n\nII, 1. (menfi ibarede) aslâ, katiyen, büsbütün; 2. (bu manayla daha ziyade bir tike yahut birtike) bir parça, azacık; bir tikesi: onlardan az bir kısmı (yahut bazıları) . tike- III, dikmek, köz tike- : göz dikmek, gözü ayırmadan bakmak. tikelen- dim-dik, dikilip durmak. tiken diken (nebat; ak baş tiken: bir nevi dikenli bitki; töö tiken: deve dikeni, Circium, Carduus; mık tiken yahut temir tiken: Tribulus terrester otu. tikendüü dikeni mebzul veya dikenle örtülü olan; tikendüü cer: dikeni çok olan yer. tikenek diken; tikenekke bölöp saboo (yahut tayaktoo) tar. gayet ağır ve ıstıraplı cismanî cazaların bir çeşididir. tikenetüü dikenli. tikiled- canlıca hareket etmek; ti kildegen: tetik, atik . tikireñde- gözlerin faltaşı gibi açarak, hiddetle saldırmak. tikirey- 1. dim-dik durmak, örper- mek; tikireygen uzun kaş: uzun örpermiş kaşlar 2. dik-dik bakmak, dikkatle bakmak. tikireyiş- müş. tikirey-‘ den. tikireyt- dim-dik koymak; kulak kabartmak. tikiy- = tikirey-. tikiyiş = tikireyiş-. tikiyt = tikireyt-; kulağın karışkırday tikiytken ağrımak: kurt gibi dik kulaklı olan at. tikşe (Rad.. V), dikiş yeri. tikte- 1. dim-dik koymak. dikmek; tiktep tura kaldı: dim-dik durdu; 2. dim-dik; asmandı tikeyt: göğe, yuarıya bakıyor: teşe tikte: delercesine dim-dik bakmak. tiktir et. tik- III’ten; ötük tiktir-: çizme diktirmek, ısmarlamak; bak tiktir-: bahçe diktirmek; üy tiktir-: ev kurdurmak. tiktiril- pas. tiktir-‘den altımış üy tiktirilet:atmış tane oba kurulacak. til I, 1. dil; uñku tilder: cezrî diler; calğanma tilder: iltisakî diller; Sam tilderi: samî diller; Yafas tilderi: Yafesî diller; ene til: ana dili: önör aldı- kızıl til ats.. en yüksek hüner belagattir (tildir) *) ; til al-: söz dinlemek; söze kulak asmak; aytkan tildi albayt: söylenen sözü dinlemiyor; til algıç yahut til alçak: söz dinleyen, anlaşmaya gelen; tilime könbödü: sözümü dinlemedi, sözlerime muvafakat etmedi;tili oozuna cukpayt: gayet çabuk, hızlı konuşuyor; til suut-: bir parça teskin etmek: tili çığıp kele catat: (çocuğun) dili açılmaya başladı; til azar: söz dinlemiyen: kuş tilindey: küçücük (diyelim, kumaş parçası); kuş tilindey kat: kuşun dili kadar küçücük mektup; tilin tartpay süylödü folk. cesaretle, çekinmeden söyledi 2. sövme hakaret; til uk-: sövmeyi dinlemek. (sözle) hakarete uğramak; mağa tili tiydi: bana sövüp-saydı; 3. haber, sağlık; 4. as. düşmanının halerini söyletmek için tutulan esir, haberci. istihbaratçı; til al- yahut til sura-: malûmat almak, soruşturmak; tildi karmap alalı. tilden tildi suraylı folk.: dil yakalayalım ve ondan gerekli malûmatı alalım; 5. matbu organ (fikir yayan); 6. dilim,parça; 7. ağız tanburasının dili. til- II. dilmek taktay til- tahtayı testere ile biçmek; apiyim til- (tarlada) haşhaş toplamak. tilde I. sövmek, sövüp- saymak. tilde- II: börü tildep (mızark hak kında): iyice sivrilterek. bileyerek (harfiyen: kurt dili şekli verecek) . tildeş- biri-birini sövmek sövüş mek. tildeşüü sövüşme. tildir et. til-‘ II’den. tildüü 1. dilli; bal dildüü: tatlı dilli catık tildü bk. catık I: 2. belîğ, söz ustası. tile- dilemek. istemek; duşmanlığa ölüm tilegençe. özüñö ömür tile ats.: düşmana ölüm dilemektense. kendine ömür dile! (düşmanın kendiliginden helâk olacağını umma da, onunla mücadeleye hazırlan!) kayır tile-: dinleme. tilek dilek. arzu, niyet,maksat; tilegim:arzum. benim emelim; aktilek: 1) temiz iyi niyet; 2)hayır- hah; tilegiñe cet-: muradına er! tilegi koluna tiydi: istediği yerine geldi; tilekterin taşka tiydirdi: umutlarını dağıttı. tilekteş fikirdeş, hayirhah. mütesa- nit; tilekteşter toptoru sis.: hayır-hahlar grupu. tilekteşlik fikir birliği. hayırhahlık. muvafakat. dayanışma. tesanüt. tilemçi = tilençi tilen- 1. arzu etmek. cehdetmek; 2.dilenmek; 3. iltimas etmek. tilençi dilenci. boyuna bir şeyler isteyen. tilenüü 1. arzu. dilek 2. dilenme ; 3. iltimas. tilet- istetmek. istemelerini beklemek. arzu uyandırmak; kayır tilet-: dilenci durumuna düşürmek. tilgiç . 1. afyon haşhaşını kesmek için kullanılan bıçak; 2. sapan demiri. tilik 1. kesik. kesilen yer ; 2. kulağı yarmak suretiyle yapılan damğa, im. tilim 1. dilme; apiyim tilimi: (tarlada) afyon toplama; 2. dilim tiliş I işs. til- II’ den; apiyim tiliş: (tarlada) afyon toplama. tiliş- I müş. til- II’den tileke parça; tilke-tilke: parça parça edilmiş; tilke kagaz: kâğıt parçası. tilme 1. dilim şeklinde kesilmiş; tilme taş: birçok tabakalardan teşekkül eden kaya; 2. kasık nahiyesi bezlerinin iltihabı. lymphadenit. tilmeç dilmaç. Tercüman. tilmer 1. gûya kuş dilinden anlayan adam; 2. belîğ. söz ustası. tilöö dilek.arzu. tilsim a. tılsım, büyü, sihirbazlık; tilsim kıl-: büyü yapmak. tilsiz dilsiz. dili olmayan; tilsiz coo mec .: su. tilsizdik dilsizlik; tilsizlik kıl-: söylemek imkânından mahrum olmak. tilüü dilim- dilim kesme. tilüülüü kesik. yarık. tim 1. sükût. sükûnet; sözsüzlük; tim otur-rahat oturmak; tim cat-:rahat yatmak; tim koy-: rahat bırakmak, iltifatsız bırakmak, kendi haline terketmek; iş tim-tim bolot: iş örtbas edilecek; 2. sebepsiz. boşuna; tim ele keldim: hiç bir maksadım olmadan geldim. tiñse (Destanda) (çin memurlarının) kalpakalrındaki kürecik. yumru. tint- taharriyat yapmak: araştırmak. tinte . (Destanda) bıçak. hançer. tintil- üzeri araştırılmak; hakkında tahkikat yapılmak. tinttir araştırmaya. tahkikat yapmaya emretmek. tintüü araştırma yapma. taharriyat, tahkikat; tintüü bölümü: cürümleri araştırma şubesi. tintüüçü taharriyat yapan, tahkikat nyapan. tip r. tip. cins. tipe : tepe-tik: dim-dik. dik duran. tirac = tiraj. tiraj r. çekiliş. akçanı kaytaruu tirajı: amorti tirajı. tirajduu : köp tirajduu: çok tirajlı. tirçilik = tiriçilik. tirdik = tirilik. tire- dayamak, diremek; asman tiregen too: tepesi göklere çıkan dağ. tirel- yükselmek, dayanmak. tires = trest. tireş- . dayanışmak (mes. Birbirine tezyik eden pehlivanlar hakkınkında). tireştir- müş. tireş-‘ten. tiret- et. tire-‘den. tirgiz- . diriltmek. öldükten sonra diriltmek. tirgizüü . diriltme. öldükten sonra tekrar diriltme. tiri . = tirüü; 2. tiride çok: müstesna. nâdir. ileri gelen; tiri ukmuştuu: eğlenceli. can sıkmayan, taacuba değer: tiri ukmuştuu kişi: fettan adam; tiri ukmuşuu kabar: heyecan uyandırıcı haber. tiriçilik . hayat, dirim. yaşama. yaşamak için lâzım olan şeyleri kazanma; üy tiriçiliği: ev işleri; balıktın tiriçiliği suu menen ats. balığın hayatı su iledir. tiril . dirilmek. öldükten sonra te rar hayat bulmak. tirilik . hayat, dirim; tiriliktin küçü birlikte ats.: hayatın kuvveti birliktedir. tirilt- . et. tiril-‘den. tirilüü dirilme; öldükten sonra yeniden hayat bulma. tirke- 1. takmak; 2. tescil etmek, kaydetmek; kinegene tirke- yahut depterge tirke-: kitaba. deftere. kayıt defterine kaydetmek. tirkel- pas. tirke-‘den. tirket- et. tirke-‘den. tirkire- = dirkire. tirköö 1. takma; 2. tescil. kayıt. tirmey- dikkatla bakmak; tirmeyip ele uktaybay otura beret: gözünü dört açarak bakıyor ve uyumuyor. tiröö 1. dayama; 2. (arabada) arka çatal, kırlangıç ağaçları. tirööç destek. tirsek . 1. Ruptura tendinis Achilis; 2. (gözde) arpacık. tirsiy- = tırsıy. tirüü diri (karş. tiri) tirüüçülük = tiriçilik. tirüülöttür- diri-diriye yemek. tirüülöy diri-diriye. diri halde; tirüülöy kömülgön: diri-diriye gömülmüş. tirüülük hayat, dirim. tis ! geri baş! (ata bağırıştır). tiser- geriye basmak (at hakkında); ürkünçök attay tiserip: ürkek at gibi geri basarak. tisirey- = tırsıy- tiskiç = tizgiç. tiş . diş; kaşka tiş yahut mañday tiş: ön dişler (incisivas); kan tiş: hunhar: tişin eti: diş etleri; tişi batbayt: dişi batmıyor ( gücü yetmiyor); tişi çıktı: dişleri çıktı; tişi çıkan balağa çaynap bergen aş bolboyt ats. dişi çıkmış çocuğa çiğ- neyip verilen yiyecek gıda olamaz; nat tiş: kesme kerpeteni. tişe- . süt dişlerini dökmek; at tişedi: (genç) at dişlerini döktü tişte- 1. ısırmak, dişlemek; barma tişt:1) parmak ısırmak; 2) mec.: pışma olmak, nedamet göstermek; istegen tişteyt ats.: çalışan yer; iştebegen tiştebeyt: çalışmıyan yemez; 2. (dişlerle) ısırılmış tezyinat yapmak (başlıca, kumaştan yüzü olmayan kürke ve deri şalvara). tişteek . ısırgan. tiştegile- . ara-sıra ısırmak. tiştem : bir tiştem et: bir lokma et (bir ısırımda koparılan parça). tişten- : 1. dişleri sıkmak; 2. mec.hırslanmak, ateş püskürtmek. tiştet- ısırtmak, dişletmek. tiştetüü . işs. tiştet-‘ten. tiştik- . sıkılmış olmak (dişleler hakkında). tiştöö . ısırma, ısırıp koparma. titin- tereddüt etmek, korkmak, şaşırmak; titinip. kiyimin çeçe albay folk.: şaşırıp giyimini çıkaramıyor; titinbey: 1) azimle. cesaret-le. atılganlıkla; titinbey barıp sayıştı folk.: cesaretle savaşa tutuştu; titinbey coop kaytardı: cesaretle cevap verdi; 2) tiksinmeden. iğrenmeden; titinbey ele bakanı karmap aldı: iğrenmeden kurbağayı eliyle aldı. tirtire- titremek. titireş- müş. titire-‘ den. titiret- . titretmek. sarsmak. tirtiretüü işs. titiret-‘ten. titirken- iğrenmek, tikisnmek. titirkenüü işs. titirken-‘den. titiröö titreme, titreyiş; cer titiröö: zelzele. tiy- . 1. değmek, dokunmak, düşmek(hissesine isabet etmek); kol tiy-bes mülk: el ilişmiyen mülk; tiybe!: ilişme! it (mışık) tiyip ketti: köpek (kedi) yaladı; it tiygen süt: köpeğin yaladığı süt; maa beş som tiydi: benim hisseme beş ruble düştü; ooz tiy-tadına bakmak, tatmak; gazete öz ubağın ola tiyet: gazete vaktı- zamanında alınıyor.ele geçiyor; kereği tiyer: lâzım olur; sağa biröö tiydibi? sana birisi ilişti mi; seni birisi incitti mi? kol tiybeyt: el değmiyor, vakit yok; kol tiygende: el değdiği zaman, müsait bir fırsatta; tiye ket- yahut tiye öt-: (mahsus gelmek suretiyle değil de, yol düşerken) uğramak; tiyip etme sınçı: üstün körü tenkitçi, erge tiy-: kocaya varmak; aldım. tiydimeden başkası bütkön: nbütün ön hazırlıklar tamam; caña tiy-: canına okumak; kököygö tiy-: bk. kököy; cürökkö tiy- bk. cürök; 2. hucum etmek; çılkı tiy-: atlara hücum etmek; anan adırdan cılkı tiyemin: folk.: sonra dağ yamacında ben atlar sürmeye atılıyorum; uyğa sayğak tiydi: ineklere öküzsineği musallat oldu.tiyak, öteki taraf. öteki; tiyakısı: öetik tarafı, onlardan ötekisi; tiyakka: ona, oraya. tiydir- = tiygiz; darı tiydir-, bk. darı. tiyeşe 1. temas. ilişme. münasebet, munuñ sağa da ilişiği var; tiyeşesinçe: uygunça, uygun bir tarzda; 2. (birisine isabet etmesi gerekli olan) hisse. tiygiz 1. et. tiy-‘den; cardım tiygiz yahut kol kabış tiygiz-: yardım etmek; payda tiygiz-: fayda getirmek; yardımda bulunmak; kol tiygiz-: fırsat bulmak, münasip bir zaman seçmek; daam ooz tiygiz-:tadına bakmak; bayda tiygiz-: fayda dokundurmak. faydalı olmak;akımdı tiygiz!: hissemi. Hakkımı ver!; 2. sözle iğnelemek alay etmek; söz tiygiz- bk. söz. tiygiziş- . müş. tiygiz-‘den. tiygizüü . işs. tiygiz-‘den. tiyimdüü kârlı, kazançlı. tiyir (Rad). = tiygiz-. tiyiş I, lâzım; zarurî; berüü tiyiş: vermek lâzım; baruu tiyiş: gitmek lâzım; tiyişbiz : mecburuz. Bize lâzımdır. tiyiş- II. müş. tiy-‘ den. tiyiştüü . lüzumlu, zarurî; tiyiştüü daracada: lâzım olan derecede. tiyüü işs. tiy-‘den. tiz dizmek; katar tiz-: sıraya dizmek. Saf saf dizmek; sözdük tiz- sözlük düzmek. tizdet- : töö tizdet-: devenin dizi bükülen ön ayağını boynuna bağlamak; uuk tizdet-: bir uuk’u (bk.uuk) öteki uuk’a “tizgiç cip” (bk. tizgiç) vasıtasiyle bağlamak. tizdir- et. tiz-‘den :tizme tizdir-: liste düzdürmek. tize diz; tize kap: dizlik; tize kuçaktap: ellerini kavuşturarak (har- fiyen: dizlerini kucaklayarak); tize cılıt mec.: genç kadınla evlenmek (yaşlı erkek hakkında). tizele- . diz üstünde durmak; dizle basmak, ezmek; sıñar tizelep oltur-: bir tek diz üzerine oturmak; (yani dizi bükülmüş olan bir bacağını altına alarak, ötekisini dik tutarak oturmak). tizelet- diz çöktürmek. dizleri üzerine bastırmak. tizgiç yahut tizgiç cip: dizmek, sıraya dizmek için hizmet eden nesne; uuk tizgiç: uuk (bk.)’un büklümünün üstünden geçen ince şerit. tizgin 1. dizgin, terbiye (arabaya koşulan atın uzun dizgini); tizginin tartuu kerek: ipimi bir parça çekmek lâzım; curt tizginin ber: yurt idaresini vermek; 2. Kırgız dokuma tezgâhının bir kısmıdır (arıs pekiten ipliktir): 3. es. dümen. tizginde- dizginden tutmak, dizgini kapmak. tizgindeş- birinin atlarının dizginlerini tutmak (atlılar hakkında). tizil- dizilmek. sıralanmak. tizilt- et. tizil-‘den. tizilüü işs. tizil-’den. tizim 1. dizim, sıra; söz tizimi gram.: söz düzülüşü; 2. liste; içki tartip tizimi: iç intizam kaideleri. tiziş- hep beraber sıraya dizilmek. tizme 1. dizme. dizilmiş, sıralanmış. saf; 2. liste. tizmeçi liste düzen. tizmek 1. sıra; 2. liste, cetvel. tizmekte- dizmek; sıralamak. tizmektel- dizilmek, sıralanmak. tizmektöö işs. tizmekte-‘den. tizmele- listeye ithal etmek. sıra ile kaydetmek. tizmelen- listeye kaydedilmek. sıra ile kaydedilmek. tizüü . dizme, sıraya dizme; masele tizüü: mesele düzme; plan tizüü plân tanzim etme. tobo a. pışmanlık. nedamet. töbe; tobo ketli-: töbe etmek; tobo kıldım: 1) töbe ediyorum; 2) şaşılacak şey!; tobosuna tayanıp kılıptır: gururu kırılmış, “yelkenleri suya indirmiş”; tobosuna tayant- burnunu kırmak (kibrini gidermek) tobokel a. tevekkül; tobokel. barayın!: ne olur- ne olmaz gideyim! tobokelçil tevekkülle iş görmeyi seven adam. toborsu- kurumak. toborsuğansı- hafifçe kurumak; cer urğabay ele, toborsuğansıp kalıptır: yer büsbütün kurumamış da. birparça kurumuş. toborsut- et. toborsu-‘dan. tobot- = toot-, tobur obur II sözünün tekidir. toburçak 1. iyi ve iri at, savaş atı; 2. karağaydın toburçağı: çam kozalağı. tobuş = dobuş. toçka . r. nokta; toçka koy-: nokta koymak; radio toçkası: radyo noktası. toçke = toçka. toğo- . 1.saymak. hesabına saymak, mahsup etmek; mıktı küyöö catkanın kalıñğa toğoyt ats. es.: zengon damat (kız yanında) gecelemesini kalına mahsup ediyor; 2. şu veya bu şeye güvenmek; 3. ay toğodu: av ürkör’e yaklaştı (bk.ürkör: ayın seyrindeki safhalardan biri). toğolo- yuvarlamak. toğolok 1. yuvarlak. ala toğolok = ala toğonok (bk. togonok). 2. tar. bilye, kürecik (seçimler zamanında kullanılan): 3. isimsiz. anonim. toğolon- . yuvarlanmak. toğolot- . yuvarlanmaya zorlamak. yuvarlatmak. toğolotmo = sekirtme. toğolotuu işs. toğolot-‘tan. toğonçor torun çocuğu. kız tarafından torunun kızı. toğonok : ala toğonok: küçük saksagan kuşu Lanius. toğoo 1. = töñölük; 2. zincirin halkası. toğool 1. yanlaşma. çarpışma; 2. ayla ürkör’ün (bk.) birbirinden uzakta ve birbirinin karşısında bulundukları çağ; beş toğool : ilbahar ayının adıdır: beş toğool bolboy, bel çeçpeyt ats. beş toğool olmadan kuşak çözülmez (hafif elbiseye geçilmez). toğooluu halkaları bulunan. halkalı; otuz toğooluu çınçır: otuz hakalı zincir. toğoş- karşı-karşıya çarpışmak. tokuşmak. mübareze etmek. toğot- (karş. toot-) dikkat ettirmek. iltifata lâyık görmek; kün murun kültügöndör kıştı toğotkon cok: vaktı-zamanında hazırlık görenler için kış korkunç değildi. toğuz 1. dokuz; 2. tar. dokuzluk (dokuz baş hayvandan ibaret hediye yahut ceza ); töö baştağan toğuz: başında: bir deve bulunan dokuzluk; töö baştağan toğuzdan alıñ bergen: başında deve bulunan dokuzluktan mihir vermiş; at baştağan toğuz: başında bir at bulunan dokuzluk. toğuzda- (karş. toğuz 2); toğuzdap: dokuzar-dokuzar, dokuzardan; toguzday ayıp bergen: dokuzar baş hayvanla ceza ödemiş. toğuzduk . dokuzluk. toğuzunçu . dokuzuncu. tok 1. tok (aç olmayan): 2. vaktı hali yerinde olan ; tok turmuş: mü reffeh hayat; özünö tok: orta halli olarak yaşıyor. tokmok tokmak. kaldırım tokmağı; kol tokmok: küçük tokmak; küçük kaldırım tokmağı. tokmokto- dayak atmak pataklamak. tokmoktoo . işs. tokmokto-‘dan. tokmoktoş müş. tokmokto-‘dan. tokmoktot- t. tokmokto-‘dan. toko : toko- naalat yahut tokonalat: ânet, şiddetli tevbin; biröönün toko- naalatına kalbasın!: herhangi bir kimsenin tevbih ve lânetine çarpmasın. tokoç . ekmek; kömkörmö tokoç: mayalı hamurdan yapılan ve kazanda pişirilen kalın pide; cupka tokoç: ince bazlama; capkan tokoç:küçük, kalın bazlama (bunu kazanın iç tarafına yapıştırırlar ve korları kazanla örtmek suretiyle pişirirler); kattama tokoç: sütte. yumurta ile yoğurulan hamurdan yapılan ve üzeri nakışlı çörek; kuy- mak tokoç: kaygana; bölkö tokoç:kömöçtön’de (bk.)pişirilen ekmek, mayalı ekmek; çoymo tokoç: irnevi gevrek ve yağlı hamur işi; ay tokoç: yağda kızartılan yufka; tokoç bet mec. yuvarlak yüzlü; oğuz tokoç dn. Buharanın hâmisi lan Behaeddinin ruhuna tesadduk edilen dokuz tane küçük ek-mek. tooçton- kangallaşmak. tokol 1. boynuzsuz 2. es. ikinci karı;tokol eleçek. bk. eleçek. tokolduk . es. ikinci karı vazyieti ; tokoldukka al-: ikinci karı olarak almak. tokonalat bk. too. tokooru- . dinlemek, sükûnet kasbetmek (mes. ağrı hakkında). tokoorut- . et.: tokooru-‘dan; tokoorutup süylö-: teskin edici ve kandırıcı tarzda söylemek; bu meseleni ömönkküdöy tokooruttu: bu meseleyi aşağıdaki gibi (teskin edici ir tarzda ) izah etti. tokoorutuu işs. tokooru-‘dan. tokoy orman. fondalık. çalılık. tokoylo- . ormanda dolaşmak. ormanda kalmak. tokoyluu ormanla örtülmüş. ormanlı; tokoyluu cer añsız bolbos ats.:ormanlı yer yabanî hayvansız olmaz. tokson . doksan. tokto- durmak. kesilmek. dinmek.duraklamak;; toktoğon koy: büyük yaşını-başını almış) koyun; toktoğon bee: aygır kabul etmiş olan kısrak. totkol- . 1. durma; emi madaniyat kuruluşu maselelerine toktoloyun: şimdi medenî kuruluş meseleleriüzerinde duracağım; 2. akıllanmak. ağır başlı olmak. toktoluş- . hep beraber dinmek, durmak. toktoluu müsavi, kıymetçe denk olan; baları kalpaktın kaymal töögö toktoluu folk.: kalpağın değeri bir genç devenin kıymetine muadildir. toktom karar; toktom çığar- yahut toktom kıl-: karar çıkarmak. Karar vermek; toktom kılındı: karar verildi. tokton- . durmak. duraklamak. kendini tutmak; toktono albay: kendini durduramıyarak. toktonol- (toktono-al); kendini durdurabilmek. toktoo 1. durma;arağa toktoo kılbastan. çalğızıñ cetip kalıptır folk. yolda duraklamadan senin biricik oğlun gelmiştir: 2.mutedil tabiatlı, mütevazi. ciddi. makul aklı başında olan; akşan zeyrek. Toktoo bolo turğan bala : bu çocuk zeki ve ciddî adam olur; 3. rahat-rahat, acele etmeksizin. toktoosuz durmadan. duraklamadan. gecikdirmeksizin, derhal. hemen. totoş- hep birlikte durmak. toktot I, duraklama. toktot- IIdurdurmak, kesmek;uğranın toktotu: vurmayı durdurdu. toktotul- durdurulmak. toktotuş- müş. toktot- II’den; keñeş toktotuşup: sözleşerek. toktotuu durdurma. toktu henüz doğurmayan genç koyun. toklu. toku- 1.dokumak; 2. eyerlemek: at toku-: atı eğerlemek; conuñğa taş tokurmun! canına okurum! tokul- pas. toku-‘dan; karşı adlımda sar ala turğan eken tokulup folk.: önümde srı-benekli (at) eyerlenmiş halde duruyordu. tokulda- boğuk takırtı çıkarmak (mes. bir ağaç nesneyle diğer bir ağaç nesneye vururken). tokuldat- et. tokulda-‘dan. tokulğa eyer takımı. tokum 1. teğelti, eğre 2. süvari takımı; eer tokum: eğer bütün takımlariyle birlikte. tokuma dokuma. tokumdu : eer tokumdu: eyerlenmiş. tokun- 1. kendi için eyerlemek; at tokun-: atı kendi için eğerlemek; teke sañıl tulpardı emi Töştük tokundu folk.: işte Töştük al yürük atı eyerledi; 2. mandaş tokun-, bk. mandaş. tokunt- et. tokun-‘dan; at tokunttum: kendim için at eyerlettim. tokuş- 1. hep beraber dokumak 2. hep birlikte eyerlemek. tokut- 1.dokutmak; 2. eyerletmek; cerde kaşka corğonu asem menen tokutup folk.: akıtmalı al yorga batı mükellef bir surette eyereterek. tokuttur- et. tokut-‘tan. tokutuu . işs. tokut-‘tan. tokuu dokuma (işi) ; toku fabrikası: mensucat fabrikası. tokuuçu çulha. mensucatçı dokumacı. tokuuçuluk dokumacılık. tokuur : at tokuurbu? mec. oğlan mı? (yeni doğan çocuğun cinsi hakkında sualdir); at tokuur emes kırk cılkı mec.: oğlan değil, kızdır (harfiyen: at eğerleyici değil.kırk attır). tol- . dolmak. olgunlaşmak; suuğa toldu: su ile doldu: tolup tuğran kız: olgun, gelinlik kız; bıyıl on ekige tolot: bu sene oniki yaşını dolduruyor; beş butka toldu: beş pud çekti; çımcık semirip, bat- maña tolbot ats.: serçe semirmekte batman çekmez (bk. batman 1); köñülgö tol-, bk. köñül; közüm tolo körbödüm, kuçağım tolo süybödüm folk.: kana- kana görmedim, geregi gibi kucağıma alarak sevmedim. tolğo- burmak çevirmek döndürmek, musiki aleti kulağını burmak. tolğok doğum sancıları. tolgon- 1. dönmek burulmak, kıvrılmak; 2. okşamak, mülâyemet göstermek. tolğoo 1. kıvrılma, çevirme; ker tolğoo: bir melodinin adıdır;2. burmak için kullanılan aygıt; 3. = tolğok; tolğoosu cetken mec.: geciktirilemez, mübrem günlük mesele, aktüel. tolğot- 1. et. tolğo-‘dan; 2. doğum sancılarından ıstırap çekmek; tol- ğotup catkanda: doğum sancıları geçirirken. tolku- dalgalanmak; suu tolkuyt-: su dalgalanıyor. tolkuma dalgalı; tolkuma sızık:dalgalı çizgi. tolkun dalga. tolkunda- = tolku-. tolkundan- dalgalar yükseltmek, dalgalarla örtülmek dalgalanmak. tolkunduu dalgalarla kaplanmış olan, dalgaları olan. tolkunt- dalgalar yapmak, dalgalandırmak. tolkut- et. tolku-‘dan. tolmoç dolgun, dolgun yüzlü, şişman kimse. tolo dolu. toloğoy 1. dizle topuk kemiği arasında bacağın iç yanı; 2. dağın karlı tepesiyle işlenmiş (sürülmüş)kısmının arası; 3. tologoy boyu = tulku boyu (bk. boy). tolorsuk çükö (bk.) ile şıyrak (bk.) ‘ı birleştiren kemikçik. tolto bıçağı sapına pekiten halkacık yahut tokacık; cüröktün toltosu:şiryani ehberin, kalple birleştiği yer; cüröğümdün toltosu: sevgiliciğim. toltoluu toltu’su (bk.) bulunan: tol toluu cürök: kalbin sıfatıdır. toltur- 1. doldurmak; üydün içi toltura el:. obanın içi insan dolu; 2. yerine getirmek; tilek toltur-: arzuyu yerine getirmek. tolturt- et. toltur-‘dan. tolturul- 1. doldurulmak 2. yerine getirilmek. tolturuş- 1. hep birlikte doldurmak; 2. hep beraber yerine getirmek. tolturuu- 1. doldurma 2. yerine getirme. tolu dolu; tolu ay: dolun ay; tolubuz: hepimiz. toluk dolu, tamamile; plandı toluk onundattık: plânı yerine getirdik; bişke toluk aştı: tam oarak tatbik edildi; büt cana toluk boydon bütün ve tam olarak; toluk ukuktuu bökül: tam salahiyetli vekil; toluk emes orto mektep: tam öğretimli olmıyan orta mektep: toluksüylöm gram.: tam cümle. tolukşu- tam kuvvetinde, tam özünde bulunmak. tolukşut- et. tolukşu-‘dan . tolukşuu- işs. tolukşu-‘dan. tolukta- 1. doldurmak (tamamlamak. ikmal etmek); 2. yerine getirmek; 3. doldurmak; toluktap ayt-: tam olarak anlatmak. toluktağıç gram. mef’ûl; sebep toluktagıç: cümlede sebep ifade eden kelime; maksat toluktagıç: cümlede maksat ifade eden söz. toluktal- 1. yerine getirmek; 2. doldurulmak, ikmal edimek. toluktoo 1. doldurma, ikmal etme; 2. yerine getirme. toluktur- ikmal etmek. tolukturuu ikmal etme-. tolumduu : közgö tolumduu: görünüşü hoş, nazarı okşayan. toluş- hep beraber olmak. toluu işs. tol-‘dan. tom r. cilt. tomat r. domates. tomayak baldırı çıplak; itke mingen tomayaktar: köpeğe binmiş baldırı çıplaklar. tomayaktık son derece fakirlik, züğürtlük. tomkor- = tomur. tomkorul- = tomurul. tomocnay r. kon. 1. gümrük dairesi; 2. gümrük dairesinde çalışan memur. tomolu- yuvarlamak; yukarıdan aşağıya doğru yuvarlamak. tomolok 1. toparlak, küre; 2. top, parça; bir tomolok et: bir parçacık et. tomolon- yuvarlanmak; yukarıdan aşağıya doğru yuvarlanmak; tomoloñon bala mec.: küçük çocuk; toksondoğu can kalbay, tomoloñon baladan takır kalbay büp bütün uşul toyğo çıyıldı folk.: doksan yaşında olan ihtiyarlarla küçük çocukların kâffesi bu şölene toplandılar. tomolonuş- beraber yuvarlanmak. tomolot- et. tomolo-‘dan; sayıpsıñ tübün ön kektüü kişiñdi folk.: öteden beri düşmanın olan adamı kargı ile öyle vurdun , ki o, yuvarlanıp düştü. tomoo güç hal ile gözüken iz; colduñ tomosu: eski bir yolun izi. tomoolo- hayalmeyal hatırlamak. tomooloğonsu- .:eles-bulas tomooloğonsuym: sanki düşte imiş gibi hayalmeyal hatırıyorum. tomor bir bitkinin kökünün adıdır, ki bu kökten açık sarı bir boya yapılır. tomp : tomp etip tüştü: pat diye düştü. tompok 1. tombul; tompok bet: kalın suratlı; 2. kabarık, muhaddep. tompoktuk 1. tombulluk; 2. kabarıklık, muhaddeplik. tompoñ : tompoñ et-: pat diye düşmek. tompoñdo- ağır ve biçimsiz yürümek. tompoy sığır hayvanının aşığı; tompoy ooz: kaln dudaklı ağız. tompulda- : tompuldağan celiş: biçimsiz, çirkin link yürüyüş. tompuldat- et. tompulda-‘dan; tompuldatıp celdir-: biçimsiz ve çir kin link yürüyüşle gitmek. tomsor- yüzde hiddet ve gazap eseri belirmek, somurtmak, surat asmak, muzlim bir çehre ile gözükmek; tomsorup açuusu keldi: aşırı derecede kızdı hiddetlendi. tomsort- sumurtmaya zorlamak, kızdırmak, kederlendirmek; tomsortup taştap ketti: beni müteessir ederek ve kaygı içinde bırakıp gitti. tomuğuu işs. tomuk- II’den. tomuk I, 1. dizkapağı; tomuk eti tolğon: sağlam ve erkeklik çağına ermiş (insan hakkında); tomaok etiñ tolo elek, torolğon künüñ bolo elek folk.: sen henüz pekimedin, senin erkeklik çağın henüz gelmedi; tomuk eti tolğonço folk.: erkeklik çağına erinceye kadar; tomuk katmay: “lades” oynunu anran oyundur; 2. beygir ayağının köstek yeri; koyun tomuk: bir çalının adıdır. tomuk- II, soğuktan şişmek (ten hakkında), pek fazla üşümek. tomuktur- et. tomuk- II’den. tomur- kökü ile çıkarmak (ağacı, çimi) ; çım tomur-: çimden kesek kesmek. tomurt- köküyle çıkarmak (ağacı). tomurul- köküyle çıkarılmak. tomuyt- vurarak kabartmak; men anı tomuyta muştadım: ben onu vücudunda şişler peyda oluncıya kadar dövdüm; al cağılıp, başıntomuytup aldı: düştü ve kafasını şişirdi. ton I, kürk, geniş yakalı gocuk; çolok ton: kısa çocuk; özüñe karapton bıçap! kendine göre hükmetme yalnız kendini düşünme!; balanın tonu (krş. çöp 2) son, döl eşi, çocuk yatağı.\n\n\nII= tonna. tonduk kürklük malzeme; tonduk teri: kürklük deri. tonduu 1. kürklü, kürk sahibi; ak tonduu mec. : zengin (harfiyen: be- yaz kürklü) ; calañ tondu mec.: züğürt; 2. iyi giyinmiş şık giyinmiş; aş attuunuku . toy tonduunuku ats. es.: yoğ aşı atlıya ait olup, düğün- de iyi giyinmiş olana aittir (yanioralarda yalnız onlara hürmet edilir. toñ I. 1. don, soğuk, donmuş; 2. çiğ, ham; toñ alma: ham elma ; toñ moyunduk: hantallık, çolpalık; müynözü toñ: dikkafalı. toñ- II, donmak, üşümek; soğuktan katılaşmak; murutuna muz toñ- du: bıyığına buz peyda oldu. toñdur- dondurmak. toñdurma 1. dondurulmuş; toñdurma kımız bk. kımız; 2. ilkbaharda ekmek üzere güzün sürülen toprak; toñdurma köp tüşüm beret: güzün sürülen toprak çok mahsul veriyor; toñdurma aydoo:güzün toprak sürme. toñğolok donmuş; toñğolok tezek: donmuş tezek; kara toñğolok: eri- dikten sonra tekrar şiddetli ayazın neticesinde varlığa gelen don. toñkoçuk taklak; toñkoçuk at-: taklak atmak; başı menen toñko- çu attı: başı ile taklak attı. toñkoçukta- 1. = toñkoçuk at- (bk. toñkoçuk) ; 2. (hayvanlar hakkında) burnunu toprağa sokarak ve kıçını yukarı kaldırarak aşağiya doğru kaymak. toñkoñdo- baş aşağı, kıç yukarı yürümek. tonkoñdot- baş aşağı kıç yukarı yürütmek. tongkoñdotuu işs toñkoñdottan. toñkoy- kıçını yukarı kaldırarak iğilip durmak; dizleri üzerinde durarak; ellerle yere dayanrak başla yere kadar iğilmek; toñkoyup çığıl-: baş aşağı, bacaklar yukarı düşmek. toñkoymo bir yana iğrilmiş olan, yamık. toñkoytur- et. tongkoy-‘dan. tongkoyturuu- işs. tongkoytur-‘dan. tongkoyuu işs. tnoğkoy-‘dan. tongkuldak ağaçkakan (kuş). toñtoosun nâhoş, menfûr; közgö toñtoosun körünöt: göze nâhoş görünüyor; kulakka toñtoosun uğulat: dinlemesi nefret uyandırıyor. toñurañsa- hareketlerinde şişmana bezemek (mes. emekliyen gürbüz, çıplak çocuk hakkında ). tonna r. tonilâto, ton.. tono- 1. soymak (yağma etmek); 2. çıplak bırakmak. tonol- pas. tono-‘dan tonoo yağma , soyma. tonot- et. tono-‘dan. tonotuu işs. tonot-‘tan. too dağ; too tayan, bk. tayan; teşken too yahut teşik too: tonel; canar too: yanar dağ; opoldun toosuñay: dağ gibi kocaman, muazzam. tooba = tobo. tooçul dağları seven. toodak toy kuşu. otis tarda; corğo toodak: ufak toy kuşu. toodakçı toykuşu avcısı; toodakçı toru ala: Falco Feregrinus denilen doğan nevilerinden biridir. toodok = toodak. took 1. tavuk; 2. on iki senelik hayvan devri takviminde onuncu yılın adıdır. tooluu dağlı, dağlık; tooluu cer karsız bolbos ats.: dağlık yer karsız olmaz. toom 1. uzatkandın coldoştukka toomu çok ats.: yolcuyu geçirenler yoldaş sayılmazlar; toğuz coldun toomu: yolların kavuşak yeri. Dokuz yol ağzı; sokur toom bildim: bir parça farkına vardım gibi; calgızattın sokur toom colu: çok az beliren patika, keçiyolu; 2. es. Başka şekil, şık, bir kitabın nüshaları arasındaki tehâlüf. toomat töhmet. toomduu düğüm noktası, kavuşak yeri. toop a. dn. tavaf. toorak kara kavak. toorat a. Tevrat. tooru I, ordo (bk. ordo 3) oyunun safhalarından biridir. tooru- II, gözetlemek, keşifle uğraşmak, bir şeyin etrafında dolaşmak, gözle nişan almak (mes. aşık oynarken vurmak için); tündö ayıldı uuru toorudu : geceleyin hırsız köyü şöyle bir yokladı;bödönönü toorup çaap aldık: bıldırcını birkaç defa kuşatarka vurduk; sen meni köp tooruba!: seni benim başımı fazla ağırtma; ayıktıñbı, can boorum, toorugan kesel-oorudan. folk.: seni rahatsız eden hastalktan iyileştin mi, can-ciğerim! tooruk r. 1. mezat; 2. mezat tertip etmek suretiyle satış; malıñ tooruk bolot: emlâkin mezatta satılacak; tooruk kılıp sat-: mezat tertip etmek suretiyle satmak. toorul- gözetlenmiş, kuşatılmış olmak. toorunkay sığır hayvanları hastalığının adıdır. tooruş- bibirini takip etmek. birbirinin hareketin dikkatle gözetlemek ( mes. güreşe hazırlanan boğalar hakkında); balbandar ortoğo tooruştu: pehlivanlar meydana çıktıla, birbirne göz attılar. toos a. tavus kuşu. tooş ses. toot- (karş. toğot-): meni tootpoy koydu: o beni adam yerine koy- muyor, o bana asla iltifat etmiyor;sözün tootpoy koydu: sözüne kulak asmadı, sözünü dinlemedi; caşbalanı al tootmok bele, özüñ bar: küçük çocuğun sözünü dinler mi hiç. sen kendin git!; kişini tootup uyalıp da koyboyt: insanlardan zerre kadar utanmıyor; aylımdı tootpoy aralap, bu kelişi caman, dep folk.: benim köyümde korkmadan dolaşması- çok kötüdür. tootpostuk ihmal. top I. küre, top; top tep-: fubol oynamak; top segmenti mat..: kürevî segment.\n\n\nII. top (silâh); top at-: top atmak.\n\n\nIII, boza süzerken kalan posa.\n\n\nIVzümre, küme, yığın, toplantı; şaydoot top, bk. şaydoot 2; bir top künü: mühimce bir zaman çok vakit; bir topton kiyin: bir müddet sonra; al menden bir top ulu da, çoñ da: o. benden oldukça yaşlıda büyük de; bir top arı barğanımda: hayli ileri gittiğimde; bir top söz bulup ötsö kerek: birçok lâf geçmiş olsa gerekir; balam bar dep maktanba, topto biröö cok bolso ats.: eğer çocuklarından hiçbiri halk toplatısına iştirak etmezse, çocuğun var diye övünme!\n\n\nV, to hecesile başlayan sözlere takviye için katılır: top- toluk.: tepeleme dolu, dopdolu. topçu I, topçu.\n\n\nII. düğme; müyüz topçu: kemik düğme; sedep topçu: sedef düğme.: keregenin topçusu: kerege (bk.) ‘nin değneklerinin birleştiği bnoktalarda onları birbirine pekitmeye yarayan sırım düğümü; topçu baş Cnicus benedictus otu; bostanlarda biten Carduus-Cirsiumotu. topçula- düğmelemek. topçulan- düğmelenmek. topçuluk (karş. közönök): düğmeleri iliklemek için) giyim üzerine dikilen ilmik. topli = tupli. topo I: topo tonop: soyup-soğana çevirerek.\n\n\nII= topurak. topol = tokol I; tüpöksüz toopl nayza alıp folk.: kısa ve gündersiz mızrağı alarak. topoloñ 1. bir koyun salgın hastalığının adıdır; 2. karışıklık. panik, isyan, kargaşalık; topolañun tozduru: darma-dağınık etti. Tarumar eyledi; çañ -topoloñ kıl-: tam karışıklık meydana getrimek. Her şeyi alt-üst etmek. topoloñçu âsi. baş kaldıran. topoloñdo- telâş etmek, paniğe kapılmak. topoloñdot- telâşa vermek. Panik yaratmak. topon I. 1. toz;boztopon: boz toz; 2. kepek; oor topon; (başakların kaba parçalariyle birlikte) iri kepek.\n\n\nII. f. 1. tufan; 2. (Tevratta anlatılan) bütün yer yüzünü kaplamış olan tufan. topondo- (kalburla elerken) kepeği, çöpü atmak; oor topondo-: iri kepeği, iri çöpü bir yana atmak. topoñdo- kâh iğilerek kâh doğrularak, hızlı yürümek. topor 1. baldıeı çıplak; 2. kötü at, lagar. topos = topoz. topot helâk; toyuñ menen topot tüş! folk.: düğününle cehememe bgit!; toyğo barbay, topot bol! folk.: düğüne gitme de canın cehenneme gitsin! topoy hafifçe yukarıya doğru çıkık durmak; topoyğon too: küçük ve bkayasız dağ, topoyğon bala: küçü- bcük çocuk. topoz 1. Çin mandası. kaytaz; 2.mec. bkalın kafalı; 3. mec. kaba biçimsiz. topto- 1. yığın şeklinde yığmak, kü- bme şeklinde toplamak, 2. grup yapmak. toplamak, toplayıp tamamlamak, koleksiyon yapmak. toptol- pas. topto-‘dan; ürön toptolsun! tohumlar toplanmalı!! toptom icmal. düstur, kanunlar mecmuası. külliyat. toptomo es. antoloji, seçme edebî parçalar mecmuası. kitabı. topton- 1. toplanmak,yığın şeklinde yığılmak. küme şeklinde toplanmak; 2. gurup gurup toplanmak. toptont- et. topton-‘dan. toptoo 1. toplamak. yığmak; ürön toptoo: hububat toplama.hububatı anbara dökme; 2. guruplar halin-de toplama. birleştirme. Toplayıp tamamlama. toptoş- guruplar halinde birleşmek. gruplar teşkil etmek. toptuu toplu. takım halinde olan. topu . f. takke. topuk (Rad.. V) = tomuk I. topulda- şakırdayan boğuk ses çıkarmak; töönün korğulu cerge topuldap tüştö: devenin tezeği yere şakırtı ile düşüyor. topuldat- et.topulda-‘dan. topur : topur-topur: bir çok ayak patırtısının taklidi. topura- 1. rahatsızlanarak hareket etmek; rahat durmayıp yeri çiğnemek (mes. heyecan içinde bulunan kalabalık hakkında); 2. bir yığın veya küme halinde toplanmak. topurak 1. toprak; topurak sal- (kabre, ölü ile vedalaşmak üzere) toprak atmak; son vazifeyi ödemek; topurak salıp keleli: gidelim son borcumuzu ödeyelim; topuraktan tışkarı bolsok mec.: sağ olursak 2. arazi, toprak; Kırgızstan respulikası topurağında: Kırgızıstan cumhuriyeti topraklarında. topurat- et. topura-‘dan; maldı topuratıp aydayt: hayvanları öyle sürüyor ki, ayak patırtısı çıkıyor. topurla- = topura-. topuyçe = topu. tor ağ, tor; takya tor: tuzak. tordo- 1. ipliği tura ve çile yapmak; btopçuluk tordo-: ilmikler yapmak; 2. ağ kurmak. tordol- örselenmek, delik-deşik olmak. tordomo ağ şeklinde olan. torğo- (karş. toro) engel olmak, yolu kapatmak, alıkoymak; söz torğo-: sözü kesmek; sözümdü torğobo: sözümü kesme; söylememe mani olma!; torğoy çalma: çelme atma (güreşte). torğol- mut. torğo-‘dan. torğoo yolu kapatma, engel, mania. torgoy tarla kuşu; col torgoy: dağlarda yaşayan tarlakuşu; moldo torgoy. sopu torğoy: tarlakuşunun çeşitleridir. torgun bir çeşit ipekli kumaş. torko bir çeşit ipekli umaş; torko ele: ipek elek; kıl torko: bir ipekli kumaşın adı. torlo- = tordo-. toro- (arş. torğo) mani olmak, alı- komak; col-: yolu kesmek, yolu kapatmak; toroy çal-: (güreşirken) çelme takmak; adımdı tobobo: bana mani olma, bana engel olma!; aldınan toroy çaptım: yolunu keserek koşturdum. torol- erkeklik çağına ermek, büyümek; toğuz caşta toroldum; folk. dokuz yaşında kendimi büyümüş hissettim; daha ör. bk. tomuk I.torom, (karş. toom): toğuz coldun toromu: dokuz yol ağzı; yolların kavuştuğu yer. düğüm noktası. toromol set engel, mania, dolambaç; dolaşık yol. toroo = torğoo. toropoy domuz yavrusu; toropoyun toz kılıp folk.: tarumar ederek; her yana püskürterek. toroy- yan gelip yatmak, bir yana yatarak uzanmak (hayvanlar hakkında). toroyt- et. toroy-‘dan; attan toroyto çaptım: öyle vurdum’ki o, attan yuvarlandı. torpok yahut tay torpok: ikinci ya- şına basmış olan tosun; torpoktun meesin ceptirminbi?: deli miyim ben? deli yok burada; buka cokto torpok biy ats. koyunun bulunmadığı yerde keçiye Abdürrahman çelebi derler (harfiyen.; buganın bulunmadığında tosun hâkimlik eder). tors ses talididir; tors ettire çaptı: (atlı) hızlı koşturdu. torsoğoy şişko (tombul adam). torsoñdo- = torsoy-. torsoy- kabarmak, şişmek. torsuk tulum. torsun çatıdaki kirişler. toru doru; arça toru; toru et: sertleşmiş, (kuvvetlenmiş) adale (olgun adamda); toru etke kel- yahut toru etke tol-: erkeklik çağına ermek. bedence kuvvetlenmek, çocukluktan çıkmak. toruk I= tooruk. toruk- II, yorulmak, dermansız düşmek (başlıca maneviyatı kırılmış adam hakk.), kederlenmek. toruu (Rad, V) ilâveten, ilâve olarak. toruul (Rad, V), tırıs yürüyüşü süratli olan at. tos- = toz- IV; tostum!: (kâğıt oynarken) ortada duran paranı hepsini oynamaya razı olduğunu bildiren kelime. toskoğoy muhaddep, kabarık, şişkin. toskok undan ibaret toz (mes. değirmende). toskool mania, engel. toskoolduk = toskool; toskoolduk kılat: engel çıkarıyor. Mümanaat gösteriyor. tosmo = tozmo. tosto patlak gözlü. tostongdo- = tostoy-. tostoy- 1. kabarık. şişkin olmak; 2. mec. aşırı kızgınlıkla üzerine atilmak. tostur- I. et. tos-‘tan.\n\n\nII= tozdur-. tosul- = tozul-. tosuray- 1. kabarmak, şişmek; 2. şişmanca, tombul olmak; tosurayıp kiyin-: tombul gözükür gibi giyin- mek; tosurayğan bala: tombul çocuk; tosurayğan köökör: küçük ve derli toplu tulum. totu f. papagan; totu kuştay kooz: papagan gibi güzel, sülün gibi dilber: totu cünü menen. bulbul ünü menen ats.: papagan tüyü ile, bülbül, sesi ile (meşhurdur). totuk kararmak, esmerlenmek; güneşte yanmak (yüz hakkında). tovar r. ik. mal, emtaa. tovarduu ik. mallı, metalı, emtaalık. tovarduuluk ilk. emtaalı olmaklık. toy I, zyafet, işret, düğün şöleni; şenlik; toy-soy: hernevi ziyafet-şölen; kız toyu: düğün ziyafeti; uul toyu es. sünnet düğünü; toyğo toy ulansın!: ziyafet ardınca ziyafet olsun! ziyafetler boyuna devam etsin! (ziyafette hazır bulunanların iyi dileğidir); toy cedir-: ziyafet vermek; emi kaçan bizge toy cediresiñ!: ne zaman bize ziyafet bçekeceksin!; toygon barsañ, toyup bar ats.: ziyafete giderken tok karınla git! toy- II. doymak, bıkmak; etke toydum: ete doydum; senden toydum: senden bıktım; toy soy-: düğün veya ziyafet için hayvan kesmek. toydur- doyurmak. bıktırmak. toyduruu doyurma. toyğus doymaz; köz toyğus körköm: görüp doyulamıyacak derecede güzel. toyğuz- = toydur-. toyğuzuu = toyduruu. toylo- cümbüş etmek. ziyafetten- ziyafete dolaşmak; ayıl sayıldap, toytoylop: avullarda dolaşarak ziyafetlerde ağılanarak; it üyüñdü toylop: atpasın: (sakın) köpek evinde bir şeyler yapmasın (bir şeyler yemesin!). toylondur- evlendirmek. toypoñ : toypoñ cügür: (çocuklar hakkında) tıpış tıpış koşmak. toypoñdo- neşeli ve canlı hareketlerde bulunmak. toypoñdos- müş. toypoñdo-‘dan; baldar toypoñdoşup oynop atışat: çocuklar büyük bir hararetle oynuyorlar. toytoy- örselenmek ve iğrilmek (mes. ayakkabı hakkında). toytoyt- et. toytoy-‘dan. toyun- doymak, karın doyurmak; arık semirer, aç toyunar ats.: zayıf semirir acın karnı doyar; köönü toyundu: tatmin edildi. toyundur- doyurmak, yedirmek. toyunt- yedirmek, beslemek; akçan kursak toyunttum, arık eleñ semirttim folk.: aç karnı doyurdum, sen zayıftın, (seni) semirttim. toyunuu- işs. toyun-‘dan. toyuş- hep birlikte doymak. toyut gıda, aş, yem; tülkü toyut boldum: safrayı bastırdım, nefsimi körlettim; çala toyut boldu: yarım-yamalak doydu; toyut çöptörü: yemlik bitkiler; toyut koru: yem ihtiyadı; maldıñ toyutu: hayvan otlağı, hayvan yemi. toyuttandır- yedirmek, beslemek. toyuttadurıl- pas. toyuttadır-‘dan. toz II, 1. toz; topoloñun toz kıldı: tozbuz etti, tarumar etti; topoloñu toz boldu: (korkudan) çil yavrusu gibi dağıldılar; 2. un tozu. toz- III, 1. dağılıp toz olmak; azıptozup ketti: her yana dağılıp gittiler; 2. büsbütün eskimek, örselenmek (elbise hakkında).\n\n\nIV. 1. yolu kapatmak; tozup çık-: karşıya çıkmak; konok toz- misafir (konuk) kabul etmek; 2. beklemek, intizar etmek; 3. tutmak; murduñdu toz! Burnunu öne doğru uzat! (oyunda; daha ör. bk. tos); bala toz: çocuğu oturak üzerinde tutmak. tozdur- 1. toz halinde komak; 2. büsbütün eskitmek, yıpratmak (elbiseyi). tozğool = toskool. tozğunçu tar. (işlek yollar üzerindeki) kolcu, tutkavul. tozmo (karş. tos. toz IV) yolu kapatan. karşıya gelen; tozmo suu: bentle durdurulmuş su; tozmo suuday memiregen keç: durgun (hafiyen. setle kapatılmış) su gibi sâkin gece. tozmoçu- yolu kesen, yoldan geçenleri durduran. muhafaza eden. tozmolo- yolu kesmek. yoldan geçenleri durdurmak. alıkoymak. tozmoloo yolu kesme, yoldan geçenleri durdurma, alıkoyma. tozoğo : tozoğo toñse (Rad.): Çin memurlarının kalpaklarındaki boncuk. tozok I. 1. cehennem; 2. mec. azap, ıstırap; azap-tozok: tahammül edilmez azap; seni tabuu-tiriniñ tozoğu: seni bulmak—hayatın azabıdır (seni bulmak aşırı derecede güçtür); tozok tart-: azap çekmek; toburçak minbey, cöölöylü, tozok tartıp, cönöylü folk.: yürük atlara binmiyeceğiz azap çekerek yaya gideceğiz. tozokto- azaplamak. azap vermek. tozoktol- azaplanmak, ıstırap çekmek. tozoktoo işs. tozokto-‘dan. tozoku k-f. cehennemlik, cehennemde oturan. tozong : tozoñ-tozoñ çañ çıkat (rad., V): muram-buram toz yükseliyor. tozoon : arka tozoon es. 1) kocasının köyüne gittiğinde gelinin yolunu kesme; 2) bu sırada kurtulma bedeli olmak üzere verilen hediye. tozuk eskime, örselenme; alda kaçan tozuğu cetip, kepiçtin tarpı catat: çoktan eskimiş pabuçun parçaları yatıyor. tozul- pas.. toz- IV-‘ten;tozulağn tor: kurulmuş ağ. töbö 1. tepe; 2. zirve töbösü kökkö cetip kaldı: tepesi göğe erdi (gayet sevindi; saadetin en yüksek derecesine çıktı); töböm menen cer (yahut kuduk) azsam da. taap berem: tepemle toprak kazsam dahi bulup vereceğim (ne pahasına olursa-olsun, bulacağım); 3. kalpağın tepesi. töböl . 1. (hayvanın aınındaki) yıldız, akıtma; 2. tepe; biylööçü töböl: rical, idare başında bulunanlar, (üst tabaka). töbölöş- dövüşmek. tepeleşmek. töböt I= döböt.\n\n\nII= topot. töcügür (kadınlar hakkında) evinde oturmayan (boyuna dışarıda gezen, dolaşan). tögörök (karş. tegerek): 1. tögöröktün tört burçu: dünyanın dört ciheti. bütün dünya; tögöröktün tört burçun kıdırdı: yer küresinin dört köşesini dolaştı (her yere gitmiş); tögöröktün tört burçun tört kurçağan malım bar folk.: o kadar çok hayvanlarım vardır. ki onlar yer küresini dört kere kuşatabilirler; 2. tögörök koy: beşinci yaşına basmış olan enenmiş koç. tögöröktö- = tegerekte-. tögül- dökülmek (mavi,hububat gibi şeyler kabından veya yerinden çıkıp akmak) üyüñdö sütüñ tögülsö. taladamuzooñ emip kelet ats.: felâketler hep birden geliyor (harfiyen.: evde sütün dökülürse, kırda buzağın anasının sütünü emmiş olur). abiyiri tögüldü bk. abiyir 1. kuyruk-calı tögülgön at: uzun kuyruklu ve bol yeleli at; tögülgön sakal: uzun sakal kaba sakal. tögült- et. tögül-‘den; közünön caşın tögültüp: gözyaşlarını dökerek. tögün yalan; çınbı.tögünbö?: doğru mu. yalan mı!; tögün cerden ört çıkmak bele? ats.: ateşsiz duman olmaz. tögündöö yalanlama. tekzip. tögüü dökme. döküş; nalog töğüü: (aynî) vergiyi ödeme; egin tögüü 1) ekini anbara dökme; 2) ekini hükûmete teslim etme; tögüü punktu: ekin teslim etme yeri. töh!. vah! (teessüf ifadesi için kullanılır). tök- dökmek; nalog tök-: (aynî) vergiyi ödemek; akça tök-: para yatırmak; tökpey-çaçpay aytıp keldi: (işitiğini yahut kendisini tevdi edileni) dökmeden- saçmadan gelip söyledi; caan tögü turat: yağmur dökülüyor. şiddeti yağmur yağıyor;karın tök-: içini çıkarmak, temizlemek. tokmö : tökmö akın: irticalen şiir söyliyen şâir; tökmö ırçı: irticalci ozan. tökmölüü : tömölüü zamana: değişken, kararsız zamanlar. tökö- kaba-saba işlemek, üstünkörü dövmek (demiri). tökök kaba-saba yapılmış olan, işlenmemiş. tökör sakat, topal, malûl. töktür- et. tök-‘ten. töktürüü işs. töktür-‘den. töl 1. döl; tölü yahut tölüsü: dölü; tölü menen kança malıñ bar?: bu yıl dölü ile birlikte ne kadar hayvanın var?; töl ençilep çığar-: hayvan dölünden (oğluna) hisse ayırmak; 2. töl at gram.: has isim. töldöö işs. töldö-‘den. töldöt- . et. töldö-‘den; uşak töldöt-: dedikodu yapmak, dedikodu yaymak. töldötüü işs. töldöt-‘ten; erte töldöy turğan koylordu töldötüü tacrıy bası cürgüzülüp olturat: koyunları erken kuzulatma tecrübesi yapılıyor. tölgö es. falaçma; 41 tane taşla fal açma (üçer taşın bir arya serilmesi muvaffakıyetten haber verir); tölgö sal- yahut tölgö tart-:fal açmak. fala bakmak (balıca. sefere çıkarken) ; tölgösü üçtön. tülösü tüştön: her yerde ve her hususta muvaffak oluyor. tölgöçü . falcı. tölö I. kulübe. tölö- IIödemek. tölön- ödenmek. tölöngüt tar. hanın uşağı. tölöö ödeme, tediye; kirişi tölöösü: duhuliye. giriş ücreti; kayğırba, ata. kayğırba-kayğı tölöö bolobu: folk.:üzülme. baba, üzülme, kederden fayda çıkmaz. tölöösüz bedava. meccânen. tölöt- ödetmek. tölöttür- et. tölöt-‘ten. tölötüü ödetme. tömön aşağı, aşağıya; tömöntön: aşağıdan . tömöndö- aşağıya doğru yürümek. hareket etmek.alçalmak. tedenni etmek; tömöndöp ak-: aşağıya doğru akmak. tömöndöt- et. tömöndö-‘den. tömöndöttür- et. tömöndöt-‘ten. tömönkü alttaki, aşağıda bulunan; tömönkünü bildiret: aşağıdakini bidiiryor; tömönkülör aytılğan: aşağıdakiler söylenilmiştir. tömöntön bk. tömön. tömpöy- kabarmak. şişmek (her hangi bir küçük nesne hakkında). tömpöyt- et. tömpöy-‘den. tömpöyüü . işs. tömpöy-‘den. töndür- yoluna koymak, yöneltmek. töñ (Rad., V) = döñ. töñkör- devirmek, altını üste çevirmek. töñkörül- devrilmek. alatı üste gelmek. töñkörüş devrim. inkılâp mânasında da kullanılıyordu. töñölük halka, yüzük. töö deve; bee deseñ, töögö ketet ats. ben ne söylüyorum, tamburum ne çalıyır (harfiyen.: sen kısrak dersin. o deveye gider); tööñ (tösü, fakat tööm değil) ak tuudu: işlerin (yahut işleri) mükemmel gidiyor. işlerin tıkırında; ak töönüñ kardı carıldı: iyilik rahmet gibi yağdı; töödöy mildet: gayet büyük vazife, muazzam iş; töö bastı: (bir oyundur); töö bastıdan aman:genel karışıklıktan mutazarrır olmadı; töö çeçken tar.: yere çıkılan kısa kazığa bağlanmış olan deveyi çıplak kadına çözdür- mekten ibaret olan, kabile dere-beylerinin bir eğlencesidir, deve, onu böylece çözen kadına verilirdi; töö çeçkendey kıl-: rezil etmek, kepaze etmek; töö kuş: devekuşu; töö kuyruk, bk. kuyruk 1; töö uy- ğak, bk. uyğak; töö tiken, bk. tiken. töökeç k-f. deveci, devekeş (deve ile yük taşıyan mekkâreci). töölük gece ve gündüz , 24 saat. töömantek töömetek, çocuk oyunlarındaki cezaların bir şeklidir (cezaya mahkûm olan oyuncunun başına dirsek konur, sonra kuvvetle basılarak geri çekilir, ki bunun neticesinde yumruğun art kısmı şiddete kafaya düşer). töönö- sivri şeyle delmek, şişlemek, (toplu iğneyle) raptetmek, inelemek. töönögüç 1. çengelli iğne; 2. süs iğnesi, broş. töp I, 1. kaideye uygun, doğru, gerçek, muhakkak. nihâî surette; töp süylö-: doğru kaideye uygun söylemek; töp emes: yaramaz, muvafık olmayan. uymıyan; 2. namuslu, dürüst (adam); töp cigit : namuslu delikanlı.\n\n\nII: töp etip tüştü: töp sesi çıkararak düştü (hafif bir nesne hakkında). töpö : töpö başı: bir topluluğun (aile şebeke v.s.) büyüğü, başı; bir üydün töpö başı: evin büyüğü. töptö- bir işi iyi ve dikkatle yapmak; tögörötö çaldı ele. töptöy körüp aldı ele folk.: etrafı tetkik etti, her şeyi dikkatle baktı; tört tülük maldın barısına töptöp cıyıp aldı ele folk.: bütün hayvanları özenle topladı. tör 1. obanın giremecine karşı olan yer, başköşe; tör ağa es.: reis (toplantı başkanı) ; tör ağalık es. riyaset; atasının törün taanıp alar!: ala cağı olsun!; tördön atmay: bir oyunun adıdır; 2. yüksek dağ otlağı, yayla; ısık körböy, tördö öskön; şamaldap salınbelde öskön folk.: dağlarda sıcak görmeden büyümüş; rüzgârda, serin dağ geçidinde büyümüş. törağa = tör ağa (bk. tör: I). törağalık = tör ağalık (bk. tör I). törçül (karş. tör) 1. başköşe heveslisi; 2. db. Kırgızca sözlerin sonlarında bulunmayan c. d, ğ. g sesleri ve harfleri böyle tesmiye olunuyorlardı. törkülö = törkündö-. törkün . zevcenin akrabaları; törkün tözün: zevcenin hısım-akrabası.. törkündö- akrabasının yahut babasının evine gitmek (evli kadın hakkında). törkündöt- et. törkündö-‘den; katının törkündötüp cibergen: karısını balasının evine göndermiş. törkünsöök babasının evini sık-sık ziyaret etmesini seven (evli kadın hakkında). törkünsü- evli kadının hısım- akrabasına münasebette bulunması gibi münasebetlerde bulunmak; caman katın çıkkan cerin törkünsüyt ats.: kötü karı kocasının ailesine karşı. kendi ailesine gibi muamele eder (yani kendisi bir misafir imiş gibi hareket eder). törö I, 1. efendi. devlet memuru, rifat sahibi, derebeyi; törölörçö: bey gibi, bürokratça: 2. es. bürokrat. törö- II, doğurmak; eneñ erkek törögöndöy: (sen öyle memnunsun ki) sanki annen erkek çocuk doğurmuş. töröçül es. bürokart. töröçülük 1. beylik, bey tavırları; 2. es. bürokratizm. törölö- törö gibi muamele veya hareket etmek (bk. törö I). törölöş- bürökratlaşma. törölük. beylik. bey tavırları. töröön eröön sözünün tekidir. törösü- beylik taslamak, azamet satmak. töröt doum, doğurma; töröt üyü: doğum evi. törsögöy = torsoğoy. törsöñdö- = torsoñdo. törsöy = torsoy. tört dört. törtkül 1. dört köşeli. murabba: buruş törtkül mat.: bozuk murabba: 2. kale. hisar; törtkülün tört kat uruptur folk.: kendisine dört sıra kale inşa etti.: 3. şehir yeri (eski bir meskun mahallin haberleri); buzulğan eski törtküldöy atañdın şaar-kalası folk. babanın şehri bir harabeye benziyor. törtöö dört tane. törtültük (karş. ekiltik) dört adet yerine geçen. törtülük dörtlük. törtünçü dördüncü. töş 1. göğüs. döş; calañ töş: yaman, şiddetli; töş carı: bir metre kadar uzunluk ölçüsü (uzatılmış kolun parmak uçlarından göğüsün yarısına kadar); 2. dağın eteğinden birparça yukarı kısmı; yamaçın aşağı kısmı; töş tayan, bk. tayan. töşö- döşemek, sermek; taş töşö-: taş döşemek (mes.. sokağa); may töşö mec.: kandırmaya çalışmak. töşök, yatak; töşök cañırt-: 1) yatağı yenilemek; 2) mec. tekrar evlenmek; töşök salar es.: yeni evlilere yatak düzmek mukabilinde verilen hediye; töşök talaş: toprağa adamakıllı gömülen ipi çekip çıkarmak (bir düğün adetidir); töşök tart-: yatakta yatmak (hasta hakkında); hastalanmak; bir ay töşök tartıp cattım: bir ay yatakta kaldım (hasta yattım). töşöl- 1. döşelmek, serilmek (teğelti hakkında) taş töşölgön köçö: taş döşelmiş sokak; 2. meleke kesbetmek; töşölgön cazuuçu: tecrübeli muharrir töşölgön corğo: çok koşarak meleke kesbetmiş olan yorga. töşön- bir nesneyi, döşek, sergi olarak kullanmak. töşönçü döşek: yatak; töşöngön töşönçüñ barbı?: serecek bir şeyin var mı? töşönçü-orunçu bk. orunçu. tötö doğru, düz; tötö col: doğru yol; tötö bar-: doğru. kestirme gitmek. tötögö kırmızı ve beyaz keçe parçalarından dikilen, obanın dış tarafından tuurduk (bk. tuurduk I) ile üzük’ün (bk. üzük I) birleştiği yerin birparça yukarısından geçerek. obayı kuşatan şerit şeklindeki süs; tötögö baştık es.: beyaz ve kırmızı keçe parçalarından küçük torbalar şeklinde dikilen ve obaya uuk (bk.)’ların uçlarına asılan tezyinat. tötölö- doğru yönde hareket etmek; tötölöp ayt-: uzatmadan söylemek doğru söylemek. tötön hayranlık ve taaccup ifade eden kelimedir; tötön cakşı: gayet iyi; tötön oşondoy kılsa eken!: böyle yaparsa ne iyi olurdu!; tötön alardın kiçinekey baldarın kötsöñ!: sen onların küçük çocuklarını görseydin (ne şeker şeylerdi onlar)!. tötöp teselli. avunma, rahatlanma; köñülgö tötöp emespi? kalbe ferahlık değil midir?; anı köönümö tötöp kılıp alıp cürömün: kalbimde onun hakkında çok iyi hatıralar taşıyorum. tözün törkün sözünün tekidir. traktor r. traktör. traktorlo- traktörle çalışmak. tratorloşturuu traktörleştirme tramvay r. tramvay. transkriptsiya r.transkripsiyon. transport r. nakliyat. transportir r. minkale. transporttuk r. nakliyata ait; transporttuk bölüm: nakliyat şubesi. trap r. gemilere girmek ve çıkarmak için kullanılan iskele veya merdiven. trapetsiya r. jimnastik trapezi. trest r. tröst. trevoga r. as. tehlike işareti. alârm. tribuna r. kürsü. tseh r. lonca. tsentner . r. kental (50 veya 100 kilo) tsentr r. merkez. tsentralizm r. merkeziyet. tsenzura . r. sansür. tsilindr r. silindir. tsirk r. canbazhane. tsirkul r. pergel. tsirkulyar r. tamim. tsitata r. başka bir eserden naklolunan cümle. tsitatta- bir müellifin sözlerini nakletmek. tuayt ! tut şunu! (köpeği kışkırtma). tubağan sık-sık (her sene) doğuran, doğurgan, velûd (başlıca, kısrak hakkında) , çok yumurtlıyan (tavuk hakkında). tubar I, bir nevi Çin ipeği; tubardan tuumu cayıltıp folk.: ipek bayrağımı açarak.\n\n\nII, doğurabilecek çağına gelmiş hayvan dişisi. tubasa öz (kardeş) , hilkî, fıtrî; tubasat il: ana dili; tubasa öñ; tabiî renk tabiî görünüş (manzara); sandardın tubasa ireti mat.: sayıların tabiî sırası. tuberkulyoz r. verem hastalığı. tubuş : tabış-tubuş: bağırtı, gürültü- patırtı. tucerke r. kon. yakası kapalı ceket. tuğurtakta- = tugurukta-. tuğurukta- tumar yapmak. katlamak; tuguruktap kiyiz koy-.: keçeyi katlayıp koymak. tuğuruktal- mut. tuğurukta-‘dan. tuk : tak-tuk; taktuk; tuk et-: uyuklamak; ımızganmak. tukaba = dukaba. tukul ( herhangi bir) kör uçlu nesne. tukulcu = tukulcura-. tukulcura- büsbütün kuvvetten düşmek, takattan düşmek, büsbütün mafrum olmak; 16-nçı cılı kırğız kiyimden tugulçuradı: 16-cı (1916) senede Kırgızlar giyimsiz kaldılar. tukum tohum, hububat. zürriyet, nesil, soy, kabile, cins; tukum kuu: miras olarak almak (evsafı, beldekleri, hastalığı); tukum kuuğan: hilkî, irsî; tukum kuuğan ooru: irsî hastalık. tukumçulduk irsîlik. tukumda- türemek çoğalmak. tuumdaş soydaş kökteş, akraba; tukumdaş tilder: akraba diller. tukumdoo türeme, çoğalma; tukumdoo müçölörü: türeme, çoğalma uzuvları. tukumduk 1. damızlık, döl ve maya için bırokılan; 2. türeme organları; tukumduğu küçsüz: ademi iktidardan muzdarip, çocuk doğurmak istidadından mahrum. tukumduu : asıl tukumduu: temiz soydan olan, haliskan. tukur yahut tukur at: iş atı, adî, fakat sağlam ve dayanıklı at. tukur- II, 1. kışkırtmak; itti tukur-: köpeği kışkırtmak; 2. koro tukur-: ağılı beklerken ara-sıra seslenmek; korooğo tukurup koy-: ağılın etrafında arasıra seslen, bağır1; 3. tahrik etmek, kışkırtmak. tukuruk 1. kışkırtma; 2. (geceleyin) ağılın etrafında seslenme, bağırma; 3. tahrik etme. tul 1. es. ölen kocasının tasviri (resmi) olup, karı-koca yatağının üzerinde asılırdı (ki bu tasvirin altı-na oturup, kocası için sağu sağar-dı); 2. kocası için yas, mâtem; tul-katın (karş. cesir): dul kadın (kocası öldükten sonra bir seneye kadar); tula oltur- yahut tul sokta- ölen kocası için ağlamak (sagu sağma); beş kökül caşım tul boldu folk.: nişanlım öldü. tula = tulku; tula boy: bütünü, hepisi tamamiyle. tulañ stipa otu nevilerinden biridir (karş. ködöö). tuldan- 1. tasalanmak (ölen koca için); tuldanıp canıñ kıynaba! folk.: kederlenip canına ıstırap verme!; 2. yaslı bir şekle girme (karş. tul 1); ak üyüm kızıl tuldandı, mendey alğanı, ıylap, tul kaldı folk.: ak obamda yaş tasviri (resmi) vardır, ben, onun karısı, dul kaldım. tuldat- dul bırakmak (karıyı). tulduu (kocası için) mâtemli. tulğa sacayak; taş tulğa: taşlardan yapılmış olan ocak. tulku hep, bütün, tamamile, hacim; tulku boy: bütünü tamamiyle, hacim, bütün vücut, bünye; tulku boyum ooruyt: bütün vücudum ağrıyor. tulkuboy = tulku boy (bk. tulku). tulpar 1.mit. kanatlı at; 2. savaş atı, yürük at. tulparlık savaş atı, yürük at sıfatı. tultuk = bultuk. tultuy- = bultuy; tultuyup. Bököy olturat folk.: Bögöy surat asarak oturuyor. tulu = tulku. tulup tulum şeklinde yüzülen buzağı derisi. tum . tam II sözünün tekidir. tumak . bir nevi kulaklı kalpak. tuman . sis; çöö tuman: dağlar üstünde görünen bulutlar; sasık tuman: dağ üzerinde takılı kalan bulut; çöö tumanday: saman altından su yürüten (insan). tumandal- sislenmek. sisle örtülmek. tumanduu sisli. sisle kaplanmış olan. tumar muska tumçuk- nefes kısılmak. tumçuktur- et. tumçuk-‘tan. tumçula- tıkamak, kapatmak; murun tumçula-: burun tıkamak. tumçulan- mut. tumçula-‘dan. tumoo yahut sasık tumoo: nezle, tumağı, soğuk alğınlık, girip. tumoolo- yahut sasık tumoolo = tumooro-. tumooro- nezle olmak. tumsak hareket etmek, atta gezmek adetini bozmak, bunları yapamaz olmak; (hareketten, atta gezmekten) çar-çabuk yorulan. tumşuk 1. gaga, hayvan suratı, hayvan burunu; hortum; balta tumşuk: gagası kalın ve kısa filorcin kuşu: Coccothrautes; kem tumşuk yahut tumşuğu kaykı mec. talihsiz, betbaht; suuk tumşuk: kepaze olmuş, terzil edilmiş; rüsva olmuş; betnam olmuş; koçkor tumşuk: muhaddep burun muhaddep burunlu; cez tumşuk mit. pençeleri ve burnu madenî olan kocakarı kılığında bir cinî varlıktır; it tumşuğuna suu cetkende süzöt ats.: köpek burnuna su dayandığı zaman yüzmeye başlar; tumşuğuna suu cetti: son derece müşkülât içindedir; 2. oyanın (gemin) burna gelen kısmı; 3. coğ. burun. tumuray- somurtmak, surat asmak; insanlardan kaçıñan ve münzevi bulunmak. tun I. yahut tun bala: ilk çocuk; tun uulum: ilk oğlum. tun- II, 1. dinmek; 2. temiz ve şeffâf olmak, durulmak; suu başınan tu- tan ats.: su kaynağından temizlenir; 3. memnun ve mahzuz olmak, tatmin edilmek; tuna kara-: memnuniyetle, tatmin edilerek bakmak; kımızğa tunduk: kımıza kandık: bol bol kımız içtik; 2. asğırlaşlaşmak: kulak tuñan çuu: kulağı sağırlaştıran gürültü partırtı. tuna : tuna ket- yahut tuna çök-: helâk olmak; boşu boşuna mahvolmak; tuna çögöyün yahut tuubay tuna çögöyün folk.: (eğer öyle olursa) doğduğum saat kahrolsun!; tuudurbay tuna çöksöñçü! folk.: zürriyetin kesilsin!; tuubay tuna çögö kal! tirüü cürböy, ölö kal! folk.: keşke doğmasaydın! keşke yaşamayıp ölseydin!; tuna çökkön sov.: değersiz (insan hakkında). tunar- 1. kararmak, karanlık olmak, karanlık basmak; 2. kör olmak. tunarık sisli ufuk. tunarıkta- bozarmak; bulanmak; közü bir az tunarıktap kaldı: 1) gözleri bir parça karardı, 2) gözleri fena bulanık görüyor. tunart- et. tunar-‘dan. tuncur . Astur palubarius denilen atmacanın dişisi (ki değerce tuyğun- dan (bk.). sonra ikinci derecede gelir). tuncura- 1. tam bir rahat ve sükûn içinde bulunmak; 2. kederli, abûs ve düşünceli olmak. tuncurañkı : andan da tuncurañkı oyğo çumup: daha derin düşünceye dalarak. tuncurat- et. tuncura-‘dan. tuncuroo 1. tam bir rahat ve sükûn durumu; 2. düşüncelilik durumu. tundur- 1. şeffâf ve temiz yapmak, dinlendirmek durultmak (diyelim, suyu); 2. memnun ve mahzuz etmek; susun berip tundurdu: içecek verdi ve memnun etti; 3. sağırlaştırmak, sersemleştirmek; on eskiden örgön buldursun, çapsa kulak tundursun folk.: on iki srırımdan örülmüş kamçı, ki onunla vurulduu zaman insanın kulağını sağırlaştırıyor; 4. saka tundur- vurmak için kullanılan aşığı kurşunla doldurmak (şöyleki kurşun dışarıya çıkık durmasın). tundurma yahut tundurma saka: kurşunla doldurulan (ve kurşunu dışarıya çıkık durmayan) vuruş aşığı. tuñ- : tañıp-tuñup: pek sıkı bağ lıyarak. tuñgak meme emen hayvan yavrusunun tezeği, meme emen çocuğun gaiti. tuñğuç = tun I; tuulup öskön tuñğunç cer folk.: doğduğum ve büyüdüğüm yer (vatan). tuñğur añğır sözünün tekidir. tuñğuyuk uçurum. tuñuç = tun I. tunuk şeffâf. saf, duru; tunuk suu: duru saf su; tunuk küzgü, temiz (iyi) ayna. tunuke f. safha biçiminde olan demir saç. tunukele- saçla kaplamak. tunukelüü saçla örtülü; tunukelüü üy: çatısı saçla kaplanmış olan ev. tup yahut tupa, tu hecesile başlayan sözlere katılan takviyedir-: tup-tuura. yahut tupa-tuura yahut tupadan- tuura: dos-doğru. tupa tupadan. bk. tup. tupli r. terlik. tur . 1. ayakta durmak. ayağa kalkmak; men erte turdum: ben erken kalktım; bul tura tursun: şimdilik bunu bırakalım da (başka işle meşgul olalım); tura tur!: dur, bir parça ekle!; bilip turup, caşırat: bildiği halde saklıyor; örüp turup, körbödüm deyt: gördüğü halde görmedim diyor; muzari sık olarak turamın, turasıñ, turat şekilleri yerine: turumun, turusuñ, turu şekillerinde bulunmaktadır (bk. catırı cat- ııı, 5 maddesinde), 2. bulunmak, ikamet etmek, oturmak(yaşamak); sen karakoldo turasıñ: sen karakolda oturuyorsun; 3. değmek (değerinde olmak) kança turat: değri nedir? kaça!; turğan narkı: maliyet fiyatı; 4. hizmette bulunmak, ücretle çalışmak; bayğa tuğran: zenginin yanında çalışmış; 5. (önde gelen ğanı şekille yahut datif kılığındaki iş ismi ile) niyet edilmek; hemen hemen vukua gelmek veya getirmek üzere bulunmak ; kün caağanı turat: yağmur yağacak gibi duruyor, neredeyse yağmur yağacak; ketkeni turat: gitmek üzere bulunuyor; bergeni turat: vermek niyetindedir, şimdi verecek; ceñesi turat ketüügö folk: yengesi (bk. ceñe) gitmeye hazırlanıyor; 6. (mak, sun yahut gay şekillerinde) yalnız o değil, hatta…; mınday tursun: şöyle dursun… yalnız o değil hatta…; külküm gelmek turğay, uyaldım: gülmek nerde, utandım; al, işti oñomok tursun, arkta keltirgen: işi düzeltmek şöyle dursun, büsbütün berbat etmiş; el taramak dursun, öböyüp catat: halk dağıtmak şöyle dursun, çoğaltmaktadır; almak turğay körbögön: almak şöyle dursun, görmemiş bile; al turğay yahut al turmak yahut al tursun: şöyle dursun…; 7. turbaybı!: bu değil mi; işte bu ya!; kelgen turbaybı! işte o geldi ya! kırgızca süylöyt turbaybı!: kırgızca konuşmuyor mu!: kırgızca konuşuyor ya; bala boydon turbaysıñbı!: sen küçük bir çocuksun ya!; 8. eki turbay bir beken-: bunlar iki türlü nesne olmayıp, aynı şeyler mi sanıyorsun!; 9. tura artık; bulu bar tura: parası var ya!; kelgen tura: geldi ya; 10. lakayıt kalmak; kantip tursun!: nasıl lakayit kalsın!; 11. barıp turğan: en mükemmel ; ala (bk. ör. cer ı); 12. yardımcı fiil sıfatıyla işin sürekliliğini ve devamını gösterir: sözülüp turat: uzayıp çekiliyor (mes. lastik); cey turalı: şimdilik yiyelim; elip tur: bazan uğra (bunu adet edin!); uyku geip turat: uykum geliyor; 13. teşekkül etmek; beş kişiden turğan komissiya: beş kişiden teşekkül eden komisyon. tura ı, atın tırnağının alt tarafı. çatalı; turadan tügöndü: ayakları sakat oldu (yürük at hakkında) turadan tügönbögön tulpar yorulmaz yürük at.\n\n\nıı, bk. tur 9. turak ikamet yeri, durak, konulan yer; turağı cok: duracak, sığınacak yeri bulunmayan; turak üstölü: adres bürosu. turaksız devamsız, sebatsız, karasız, değişen sık sık değişen; turaksız çonduk mat.: değişken kemiyet. turasızdık devamsızlık, kararsızlık. turakta- yaşamak, oturmak ikamet etmek. turaktuu sarsılmaz, sabit muhkem: turaktuu çoğnduk mat.: devamlı hacim, değişmez kemiyet, sabıte; turaktuu okuu kitebi: okullar için kabul edilen tek ders kitabı. turaktuuluk sarsılmazlık, sebat, sağlamlık, muhkemlik. turala- (arş. turaı): mık turalap keti: çivi kemiğe battı (atı nallarken). turatur bir parça bekle! biraz sabret! turbat a. türbe. turbin r. türbin. turdur- et. tur-‘dan. turğun daimi olarak oturan, ikamet eden. mukim; turğun kapital: sabit sermaye. turğuz- 1. dikmek (rekzeylemek); 2. kaldırmak, uyandırmak. turğuzdur- et. turğuz-‘dan; töşöktörünön turğuzdurup: yataklarından kaldırarak. turğuzul- 1. konulmak; dikilmek (nasbedilmek); tapsız sotsialistik koomdun sonun üyü bizdin köz aldıbızda tuğuzulup catat: mükemmel sınıfsız sosyalist cemiyeti binası bizim gözümüzün önünde dikilmektedir; 2. aldırılmak, uyandırılmak. turğuzuluu işs. turguzul-‘dan. turğuzuu işs. turğuz-‘dan. turist r. turist, seyyah. turk kesilmiş ve derisi yüzülmüş hayvan gövdesi; buttun turku yahut buttun turkusu: ayağın, tabanın uzunluğu. turku = turk. turman 1. (bu manayla daha ziyade eer turman), bütün takımlariyle birlikte eyer, bütün, tam süvari takımı; 2. gereçler, ev eşyası, tesisat; boz üynün turmanı: keçe evin ahşap kısmı, obanın kafesi. turmuş yaşayış, hayat (tarzı). turna = turuna. turnabay kon. folk. dürbün, mikroskop; turnabay sal-: dürbünle bakmak. turneps r. şalgım turpu denilen yer turpu. turnir r. turnua. turpak = topurak. turpat görünüş, şekil, biçim, çehre. turpattaş 1. (birisiyle, bir şeyle) aynı biçimde olan; 2. db homonyme. tursuğuy = bursuğuy. tursuy- = bursuy-. turu bk. tur 1. turuksuz devamsız, sebatsız, kararsız. sallanan mütereddit. turuktuu 1. daimi surette yaşayan (ikamet eden); 2. sabit, muhkem, direngen, sağlam, musir, devamlı, inatlı. turuktuuluk sebat, devam,sağlamlık, israr, mukavemet, dayanma, dayanıklık; tap turuktuuluğu: sınfi mukavemet; bolşeviklik turuktuuluk: bolşevik sebatı, mukavemeti. turum ayak, kaide, destek. turumduu daimi, sabit, sağlam, metin. turumduuluk devam, sebat, sağlamlık, muhkemlik. turumtay falco vespertinus denilen doğan; turumtay tiygen taraançıday: doğanın hücumuna çarpan serçeler gibi (dağıldılar). turuna turna (kuş). turupke r. pipo. turuş ı, işs. tur-‘dan; cürüş-turuş = cürüm turum (bk. cürüm). turuş- ıı, müş. tur-‘dan. turuştuk mukavemet, sebat, dayanma; turuştuk ber -: sebat göstermek, karşı komak, dayanmak. turuuçu ikamet eden, yaşayan (oturan), sakin. tuş 1. karşı yanda bulunan mahal; tuşumdağı: karşımdaki; tuş bol-: karşılaşmak, tesadüf etmek; tuş kelgen. karşısına çıkan, herhangi bir rast gelen; tüşüñ tuş kelsin!: ruyan uygun gelsin!; tuş kıl-: karşılaşmaya zorlamak; bugün mağa caman cerden tuş keldi: bugün benim işlerim yürümüyor, bugün beni hep muvaffakiyetsizlikler takip ediyor; tuş kiyiz, bk. kiyiz; 2. yön istikamet; kaysı tuşta?: hangi yönde; tuş-tuşunan duşman menen kurçalıp kalğan: her yandan düşmanla kuşatılmış; tuş tarapka: her yana tuş keldi cakka kete berişet: atlara binerek, herkes bir yana gitti; 3. zaman,an,fırsat; bizdin tuşubuzda: bizim zamanımızda; tak oşo tuşta: tam bu zamanda, tam o dakkada; ar nerse öz tuşunda kımbat: her işin zamanı var, her şey zamanında kıymetli; tulpar-tuşunda, külük- künündö ats.: savaş atı bir hadise zamanında işe yaradığı halde; yürük at her zaman (lazımdır); teñ-tuş: denk (aynı seviyede insanlar hak.), yaşıt. tuşa- kösteklemek (ön aykalara) bukağı vurmak; kuura tuşa- yahut cüyür tuşa-: (ayaklar birbirine dokunacak surette) sım sıkı kösteklemek; keñ tuşa: serbest, geniş kösteklemek. tuşakçı tüfeğin bir kısmının adıdır. tuşamış 1. (ön ayaklardaki) kayış köstekler; 2. bukağı. tuşar atın ön ayağının aşağı kısmı (köstek vurulacak olan yeri); ayağın tırnakla diz arasındaki kısmı; kişini tuşarına teñebeyt: insana kıymet vermiyor onun gözünde başkaları on para etmiyor. tuşaştır- (hayvanın ön ayaklarını) kösteklettirmek. tuşat- et. tuşa-‘dan. tuşattır- et. tuşat-‘tan. tuşman = düşman. tuşoo 1. köstekleme; 2. köstek; tuşoo kırktır-: (yeni yürümeye başlayan çocuğun) kösteğini kesmek (merasimi). tuşooluu iki ön ayağına köstek vurulmuş olan. tuşoor = tuşar. tuşta- : tuştap 1. doğruca, doğru istikamet alarak; 2. tam bu dakkada, ne erken ne de geç. tuştaş- 1. karşı karşıya bulunanlar; atçandarğa tuştaş barıp: atlılarla aynı hizaya gelerek; 2. çağdaş, yaşıt. tuştaştır- dürüst uydurmak, birini diğerine uydurmak. tuşuk- karşılaşmak, tesadüf etmek. tuşuktur- karşılaşmaya zorlamak veya bırakmak, karşılaşma sebebi olmak. tut ı, dut, dut ağacı. tut- ıı, tutmak; yakalamak; uuru tut.: hırsız saymak; korooño sak bol, koñşuñdu uuru tutpa ats.: ağılını koru, komşunu hırsız sayma!; kesek tut- mec.: yaltaklanmak, dalkavukluk etmek. tutalan- hırslanmak, kin beslemek. tutam 1. kulp, sap; 2. bir avuç (nesne); 3. dört parmak genişliğinde olan uzunluk ölçüsü. tutamda- 1. yumruk içinde, yumulmuş elde tutmak; 2. tutam ile ölçmek (bk. tutam 3). tutamdat- et. tutamda-‘dan. tutamdoo işs. tutamda’dan. tutan- tutuşmak, yanmaya başlamak alevlenmek. tutandır- yakmak, tutuşturmak. tutandıruu yakma, tutuşturma. tutandıruuçu yakıcı, kundakçı; soguşu tutandıruuçu yahut soguş otun tutandruuçu: harp kundakçısı; soğuştu tutandıruuçulardın sokkusuna sokku menen coop berüügö dayarbız: harp kundakçılarının darbesine karşı darbe ile cevap vermeye hazırız. tutañıç tutuşan, alevlenen; tutañıç buyum: patlayıcı madde. tutant- et. tutan-‘dan. tutantuu yakma, kundaklama. tutantuuçu = tutandıruuçu. tutanuu işs. tutan-‘dan. tutaş ı. baştan-başa. aralıksız, arasız, hep, tamamıyle; tutaş kollektivdeşken rayondor-: baştan başa kollektifleşmiş bölgeler. tutaş- ıı. bitişik olmak; yan yana bulunmak, aralıksız (yekpare) bir hale gelmek. tutaştır- et. tutaş- ıı’den. tutatkıç kundakçı. tutka = tutkuç. tutkap tutkak, çabuk kızma hassası. sinirlilik ; tutkabı karmap aldı: taşkınlık etti, aşırı derecede hiddetlendi. tutkaptuu tutkaktuu, hoppa, çabuk kızan,sinirli; kolu tutkaptuu: eli temiz değil. tutkuç . 1. kulp,sap; 2. ocaktan kazanı indirirken kullanılan keçe ellik çay tutkuç: çaydanlığın kulpuna sarılan bez. tutkun 1. esaret, hapis; 2. esir, tutsak, mahpus. tutkundal- esir olmak, esir düşmek, hapsedilmek. tuttuk- 1. idrar tutulmak; tuttuğup öl-: idrar tutulmaktan, üremiden ölmek; 2. (söylerken) kekelemek; tuttuğup ele süylöy albay koydum: kekeledim ve söyleyemedim; tuttukapay süylö!: kekelemeden, şaşırmadan, sakin bir tavırla söyle! tutul- tutulmak, yakalanmak, ele geçirilmek; kün tutuldu: güneş tutuldu; ay tutuldu: ay tutuldu. tutuluu işs. tutl-‘dan. tutum 1. devam: tutumu bar: devamı var; 2. aralıksız, arasız; acırağis tutum maani: parçalanmayan, bütün kavram; 3. es. zincir halkası. tutun- kendi çocuğu gibi tutmak; tuubasañ da enek, tutunup meni bağıp al! folk.: gerçi, anneciğim, sen doğurmadın, fakat sen beni artık kabul ve terbiye et!; tuubasam da, tutuñan, emçek sütün berbesem, elik sütün berdim bi? folk: seni doğurmadımsa da, kabul ettim, seni kendi sütümle beslemeyip, dağ keçisi sütiyle mi besledim? tutuş- hep beraber tutmak, birbirini tutmak, tutuşmak (kapışmak). tutuşuu işs. tutuş-‘dan. tutuu . 1. tutma, alıkoma; 2. obanın iskeleti; 3. obayı örten keçiler. tuu ı. 1. sancak, bayrak; ötmöö tuu: geçici sancak; 2. tar. tuğ.\n\n\nıı, kısır, henüz doğurmamış olan; tuu bee: kısır, doğurmamış olan kısrak.\n\n\nııı, doğuş, doğum. tuu- ıv, 1. doğurmak, doğmak, türemek; tuuyt (bazan tubat): doğuruyor; artık tuuğan: yüksek soylu, asil; cumurtka tuu-: yumurtlamak; ara tuu, bk. ara 3; tuuğan ene: öz anne; tuuğan cerim: doğduğum yer, vatanım; 2. tulu etmek (doğmak) (güneş, ay hakkında); başına kün tuudu: “başına güneş doğdu” (o daima muvaffak oluyor); başına kara gün tuudu: başına felaket geldi. tuubas kısır, doğurmayan (kadın, dişi hakkında). tuuçu alemdar, bayrakdar. tuudur- 1. doğurtmak; tuudurğan ata: öz baba; üç ese tuudurup alasıñ: üç misli alırsın (mükafata nail olursun); 2. doğum sırasında yardım etmek. tuuduruş- müş. tuudur-‘dan. tuuğan . hısım, soydaş kabiledaş; bir tuuğan: öz kardeş; bir tuuğan kızıl armiyabız: bizim öz kızıl ordumuz. tuuğançıl hısım akrabasını seven, akrabasına temayül gösteren. tuuğançılık akrabalık, kardeşlik hisleri, akrabalık münasebetleri. tuuğandaş = tuuğan. tuuğandık akrabalık; bir tuuğandık salam: kardeşçe selam. tuuğanduu hısım akrabası bulunan; tuura biyde tuuğan cok, tuuğanduu biyde ıyman cok ats.: adil hakimde akraba yok, akrabalı hakimde ise iman yok. tuuğuz- = tuudur-; tıynına som tuuğuzup: bir kapiğine bir ruble kazanarak. tuul- doğmak, doğmuş olmak; kayradan tuul-: yeniden doğmak, hayat bulmak; kayradan tuulğan: yeniden doğmuş, yeni hayat bulmuş olan. tuulğa tar. miğfer, tulga. tuuluu işs, tuul-‘dan. tuuma : eneden tuuma bolup aldı: anasından doğduğu şekilde kaldı; üydö tuuma: evde oturan erkek veya kadın (erkekler hakkında daha ziyade alay edasiyle söylenir); calğız tuuma; biricik doğmuş. tuur . alıcı kuşun oturduğu tünek. tuura ı, 1. doğru dürüst, sahi, düz, adil, namuslu; tuuradan tuura yahut tupadan tuura: doğruca, doğrudan doğruya; tuura kel-: rast gelmek, münasip gelmek, tam zamanında olmak, hizaya gelmek; tuura emes: doğru değil; 2. en, genişlik; uzunduğu da, tuurası da: boyu da eni de: tuurası çıkkan: enine daha geniştir; tuurası coon, boyu bas folk.: geniş ve kısa boylu (insan hakkında); tuurası biyik çoñ korğon folk.: yan duvarları yüksek olan büyük kale; tuura çağımdan bir ün çıktı: yandan bir ses işitildi.\n\n\nıı, (menfi cümlede) hiçbir zaman, dünyada! tuura- ııı, doğramak, kıymak, et tuura-: et doğramak.\n\n\nıv, taklit etmek, yansılamak. tuurala- tevcih etmek, yoluna komak intizama komak, uydurmak; mutabık kılmak; ustavğa turalap: talimatnameye uygun bir tarzda. tuuralan- ı. yoluna konmak, tanzim edilmek, uydurulmak.\n\n\nıı, hırslanmak, hiddetlenmek. tuuralant- et. tuurlan- ı, ıı-‘den. tuuralcın 1. genişçe, biçimsizce, geniş; 2. tıknaz, geniş yapılı ( insan hakkında). tuuralık doğruluk, açık yüreklilik namusluluk; tuuralık menen: doğlukla. tuuralu tuuraluu, hakkında, üzerine, dolayisiyle. tuuramçı et doğrama uzmanı, ziyafetlerde kendisine et doğrama vazifesi yükletilen kimse; tuuramçıdan tuuganıñ bolsun ats.: et doğrayıcılarından akraban olsun! (aç kalmazsın!). tuurandı taklitlik; tuurandı söz gram.: taklitlik söz (onomatopee). tuuraş ı. taklit, yansılama, taklit suretiyle alay etme. tuuraş- ıı, müş. tuura ııı, ıv-‘ten. tuurat- et. tuura- ııı, ıv-‘ten. tuurda- (bir şeyin) yakınında dolaşmak; ayıl tuurda-: köy etrafında dolaşmak (mes. kurt hakkında, bir şey kapmak umudile köy civarında bekliyen hırsız hakkında; köyün himayesi altında kalmak isteyen çoban hakkında). tuurduk 1. (obanın bir kısmı) kerege (bk.) ‘yi örten keçeler (ki dört parçadan ibaret olurlar); bosoğo tuurduk: iki taneden ibaret ön tuurduk; törkö tuurduk: iki tane arka tuurduk: tuurduk kala-: obayı kurtarırken tuurduk’u pekitmek; tuurduk boo: tuurduk’u pekitmek. bağlamak için kullanılan ip: 2. (rad.) komşu. tuurduu : tuurduu mal: bütün sürünün ziyneti olan hayvan; tuurduu kişi: cemiyetin süsü olan adam. tuuruk ı, (mes. toprak, el hakkında) çatlamış kabuk boğlamış; 2. çatlak. tuuruk- ıı, çatlamak kabuklanmak. tuuruktal- = tuuruk ıı. tuurul- çatlamak; tuurulğan nan: çatlamış ekmek; tuurulğan kamır: uzamayıp dağılan, parçalanan hamur. tuurult- et. tuurul-‘dan. tuuş ı, doğuş.\n\n\nıı, gayret, enerji, kuvvet; tuuşka cet-: büyümek, sağlamlaşmak, kuvvetlenmek: tuuşuña cetersiñ, balam. tuuganıñı izdep ketersiñ folk.: büyüyesin, çocuğum. ve hısım akrabanı aramaya gidersin. tuuş- ııı, müş. tuu- ıv-‘ten. tuuşal- bir yandan bir yana dönmek (uyanan insan hakkında). tuuşalt et. tuuşal-‘dan. tuuşar f duşar; alaamatka tuuşar kıl- kon.: felakete duçar kılmak. tuuşkan akraba. tuuşkandık = tuuğandık; caşasın sssr eliniñ tuuşkandık soyuzu!: yaşasın. sovyetler birliği milletlerinin kardeşlik birliği. tuuştuu gayretli, enerjik, sağlam, dayanıklı. tuut 1. doğum (hayvan hakk.); tuut önöktüğü: genel doğurma münasebetiyle görülen faaliyet; 2. (dişi hakkında) doğurma devresinde yahut doğurma önünde bulunan; tuut bee: doğurmak üzere bulunan kısrak; tuut koy: kuzulamak üzere olan koyun. tuy- duymak, sezmek (farkına varmak). tuyak 1. hayvan tırnağı (tuynak); ay tuyak: tek tırnaklı (daha ör. bk. ay ı, 2); aça tuyak mal: namussuzca (mes. çalmak suretiyle) kazanılan hayvanlar; tuyak pul es. başkasının mer’asında hayvan otlatma ücreti; 2. tar. hayvan otlatma mukabilinde devletin aldığı resim; tuyak kat: hayvan otlatmak için alınan bilet; 3. at tuynağı şeklinde olan gümüş külçesi; tay tuyak: 1) aynı külçenin tay tırnağı biçiminde olanı; 2) at tuynağından çoban ayakkabı; tayağım menen tay tuyağımdın karın kañk ettirip aldım: asamla (şañırdayan) bir darbe ile ayakkabımdan karı vurup düşürdüm; 4. baş (hayvan sayısı); cüz tuyak mal: yüz baş hayvan; cılkı tuyağının azayışı toktolup, cılkı bağuu öydölöy baştadı: at sayısının azalışı durdu ve at yetiştirme işi artmaya başladı; 5. nesil, zürriyet; tuyağı çok cok folk.: zürriyeti yok; arkamda kalgan tuyak cok folk.: nesil, zürriyet bırakmadım; kalbadı perzent – tuyağım folk.: çocuğum- zürriyetim kalmadı; tuyak kör-: çocuk sahibi olmak. tuyaksız 1. tuynaksız (tırnaksız); 2. mec. çocuksuz, zürriyetsiz; tuyaksız ötüp ketembi? zürriyetsiz mi ölüp gideceğim? (iyi midir bu-). tuyarman kahin istikbali gören. tuyarmandık kehanet basiretlilik kablelvuku his. tuyğak = tuyak. tuyğu ı. basiret, uyanıklık.\n\n\nıı. uygu sözünün tekidir. tuygun 1. beyaz atmaca (astur palumbarisus); kasa tuyğun: en iyi, hakiki atmaca; 2. ruhun sık sık tesadüf edilen sıfatıdır. tuyla- sıçramak, kıç atmak, cesurluk taslamak. horozlanmak; kan tuylayt: kan kaynıyor. tuylak tay ıı-‘nin tekidir. tuylan- mut. tuyla-‘dan; cürök tuylandı: kalp çarpıntı yaptı. tuylaş- müş. tuyla-‘dan. tuylat- et. tuyla-‘dan. tuytañ taytañ sözünün tekidir. tuytun- servet edinmek. tuytunda- = tuytun-. tuytuñ söz dinlemez, nazlanan. tuytuñda- kıvranmak. memnun olmayıp çırpınmak söz dinlememek. tuytunuş servet edinme, kazanç, kar. tuytunuu = tuytunuş. tuyuk 1. kapalı. çıkmaz; tuyuk soy-: (deriyi) tulum şeklinde yüzmek; tuyuk col: çımaz yol; közü tuyuk: kara cahil; cuurkandı tuyuk uç kılıp cattım: yorğanın bir yarısıyla örtünerek, öteki yarısını da altıma sererek yattım; tuyuk karagay: bütün küknar kütüğü; tuyuk kat: imzasız mektup; 2. sertleşmiş bikir zarı; 3. koz tayin etmeden “aptal bırakma” maksadile kağıt oyunu. tuyukta- yolu kapatmak, geçilmez bir hale koymak. tuyuktal- bir şeyin içine alınmak, bir çıkmaza girmek. içinden çıkılmaz bir çalılığa girmek. tuyuktan- mut. tuyukta-‘dan. tuyuktat- mut. tuyukta-‘dan. tuyun- 1. farkına varmak, anlamak, hissetmek; alardın arızın ukkanda, zalimkan cakşı tuyundu folk.: onların şikayetlerini dinleyince zalimhan iyi anladı; 2. sezilmek; görülmek; bir adamğa bilinbey, bir de caña tuyunbay folk.: kimse tarafından tanıtılmadan, kimsenin ruhu duymadan. tuyundur- hissettirmek, çaktırmak, farkına vardırmak, haberdar etmek. tuyundurma bahis etme, izah etme. tuyunduruu izah. tuyunul- hissedilmek,… hissini vermek. tuyunuş- müş. tuyun-‘dan. tuz tuz; calama tuz: kaya tuzu; tuz aramı: nankör; tuz tat-: ekmeği tuzu tatmak, ikramdan ve misafirperverlikten istifade etmek; tuz tatış: hep birlikte ikram edilmek kudaydın tuzun uurdadımbı!: allahın tuzunu çalmadım ya!: benim nem eksik!: tuz ursun! (başlıca. nankör hakkında ilenç sözüdür); özüm menen bir tatkan tuzum ursun başıñan folk.: benimle beraber tattığın tuz vursun!: kızmatımdan tartınıp kırk ciğit. seni tuz urdu folk.: siz, kırk yiğit. benim hizmetimden ayrıldınız. bu nankörlüktür; tuz atta-: es. (antiçme şekillerinden biridir), tuz üzerinden atlamak; tuz kötörülüp turat: kısmet böyle beliriyor; tuz buyursa yahut tuz kötörülsö yahut tuz bolso: kısmet olursa; tuzum bolso, kelermin folk.: kısmet olursa gelirim; tuzğa siy- es.: haklılığı, suçsuzluğu hakkında yemin etmek (harfiyen.: tuza işemek; bu ant en kuvvetli, en korkunç sayılırdı); tuzuña siysem, oñombu? folk.: sana verdiğim sözü, andımı, bozarsam, iyi olur mu hiç?; tuzğa siydir-: haklılığı, auçsuzluğu hakkında yemin ettirmek (harfiyen.: tuza işetmek); tuz kömgöndöy köm-: serseriyi gömer gibi, saygı göstermeksizin, lazım gelen merasime riayet etmeksizin gömmek. tuzak herhangi bir tuzak; cele (bk,), kıltak (bk.) ve s.; taman tuzak: atı ayağından tutmak için ilmik; tuzak tart-: tuzak kurmak. tuzakçı tuzaklar kurmak suretiyle avlayan. tuzda- tuzlamak. tuzdal- pas. tuzda-‘dan. tuzdaş sofradaş, bölük veya mektep arkadaşı; kırk cigitim, tuzdaşım; kıynoodo turat bir başım folk.: kırk yiğitim, kırk sofradaşım, benim başıma felaket geldi. tuzdat- et. tuzda’dan. tuzdoo tuzlama. tuzduu tuzlu. tü = tüü. tübölük daima, ebediyen, her zaman için; tübölük coldoş: ebedi yoldaş; künümdügün karaba, tübölügün kara: günlük işe bakma: daimi kalacak işe bak!; tübölügü tüz olsun: istikbali iyi olsun! tübürt ayak patırtısı. tügöl bütün tam olarak, tamamıyle; tügölü menen keldi: tam olarak hepsi geldiler. tügöldö- sayısını, niktarını tahkik etmek, hesaplamak. yekün çıkarma. bilançosunu yapmak. tügöldöö . sayısını, miktarını yoklamak, hesaplama; yekün çıkarma. tügöldöt- sayısını, miktarını tahkik ettirmek, hesabını yaptırmak, yekününü çıkarttırmak. tügöldötüü işs. tügöldöt-‘ten. tügön ı. = tükön. tügön- ıı. tükenmek, kurumak; betiñ tügöngön!: vay seni, mendebur! tügöngür kahrolası. tügöngüs tükenmez, bitmez. tügönüş son, nihayet; tokson coldun tügönüşü folk.: doksan yolun nihayeti (doksan yolun kavşağı). tügöt ı. 1. = tügöngür; 2. tutumsuz, müsrif. tügöt- ıı. 1. tüketme, bitirmek, sona erdirmek; 2. tasfiye etmek; 3. kurutmak. tügötküç ihtilas eden. tügötküs tükenmez. tügötüü 1. tüketme, sonuna erdirme; 2. es. tasfiye, tügötüü komissiyası: tasfiye komisyonu; 3. ihtilas. tügöy . çiftin teki; çift olan: on eki tügöy kabırga. biröö kalbay, bölündü folk.: on iki çift kaburganın hepsi (zayıflıktan) belirdi. tügül değil: a tügül. seni de alıp ketemin: yalnız onu değil, seni de götüreceğim; ördök tügül. karğa körünböyt: ördek değil, karga bile görünmüyor. tügülön = tükön; palan-tügülön = balan- tükön (bk. tükön) tük 1. tüy (tendeki). ince tüy; doñuzdan tügü: domuzun kılı: bet tügün çağırıp (insan hakkında): tüyleri örpererek, hırslanara; tük bütkön (yahut kütkön) sayın kaltırayt ats.: tüy büyüdükçe titriyor (zenginliği arttıkça, hasisliği de artıyor); 2. (menfi cümlede) asla… hiçbir veçhile, hiçbir zaman; tük cok; asla yok, katiyen yok; tükkö turbayt: hiçbir kıymeti yok; tükkö da tüşünböyt: hiçbir şey anlamıyor; tük neme; hiçbir şey: katiyen hiçbir şey; tüktö: hiçbir vakit; açta cegen kuykanı tüktö unutpa ats.: açken yediğin deriyi (bk. kuyka) tokken unutma, tokken yediğin deriyi ise, hiçbir zaman unutma! tükön balan sözünün tekidir; balantükön yahut palan-tükön: filanfestekiz: filanfıstık (bk. tükün, tükünçö, tükündöy). tüksöy- = tüksüy-, tüksüy- 1. tüylü gözükmek, tüylü yüzlü olmak; tüksüyüp- tüktöyüp, çaçın cıyalbay cüröt: saçlarını toplap taramadan perişan bir halde geziyor; 2. mec. kin beslemek. tüksüyt- et. tüksü-‘den. tükşümöl müphem tahmin; akla gelen tasavvur, şüphe. tükşümöldöt- : tükşümöldötüp sura-: bir şeyi artık biliyormuşsun gibi sormak ve bu suretle muhatabını cevap vermeye mecbur eylemek. tüktö- kabuğunu ayırmak (mes. arpayı dövmek suretiyle). tüktöñdö- = tüksüy-. tüktöy- = tüksüy-. tüktöyt- = tüksüyt-. tüktüü tüylü, kıllı. tüktüy- = tüksüy-. tükün = tükön; balan-tükün: filanfıstık. tükünçö : balança-tükünçö: filanfeşmekan gibi; balança çıslada, tükünçö oyun koyulat: filanca günde filan temsil oynanıyor. tükündöy : baladay-tükündöy: filanca, filan gibi. tükür- 1. tükürmek; 2. es. yılan ve zehirli böcekler sokmasından tedavi etmek (sahte tabip hakkında). tükürçü es. yılan ve zehirli böcekler sokmasından sonra tedavi eden sahte tabip (üfürükçü). tükürgöndük “bana nelik”, “adamsendelik” muamelesi; köpçülüktün suroosuna tükürgöndükkö col koyulbasın: halk kutlesinin suallerine karşı iltifatsızlık, kayıtsızlık göstermeye müsaade edilmesin. tükürgüç tükürük kabı. tükürt- et. tükür-‘den. tükürtüü işs. tükürt-‘ten. tükürtük tükürük. tükürün- şuraya buraya, sık sık tükürmek. tükürüş- müş. tükür-‘den. tükürüü işs. tükür-‘den. tülkü 1. tilki; tülküsü tüştö uluyt: onun işleri muvaffakyetli gidiyor; tükü süyrötmöy: oyunda bir nevi ceza; 2. mec. kurnaz, hilekar. tülküçü tilki avlayan, tilki avcısı. tülkülük tilki evsafı. kurnazlık, sokulganlık; tülkülük sal-: kurnazlık etmeye hileye başvurmak. tülö- tüyünü dökmek ve değiştirmek (kuşlar, hayvanlar hakkında); tülögön taylaktay mec.: yırtık pırtık giyim giymiş; perişan kıyafette. tülök (kuşlar hakkında) artık tülemiş olan; bir yaşını atlatmış olan; tülökkö oturğan bürküttöy şañşıyıt: bağlanmış karakuş gibi iniyor; bozum tülök yahut bosum tülök yahut bosun tülök: ilk tülemeden sonra karakuş (yani ikinci yaşına girdiği çağda); taş tülök: ikinci tülemeden sonraki karakuş; kum tülök: üçüncü tülemeden sonraki karakuş; ım tülök: dördüncü tülemeden sonraki karakuş. tülön- = tülö-. tülöndü tüleme neticesinde dökülen tüyler. tülöö es. hasta için, yahut yaylaya göçme münasebetiyle, yahut kaybolan hayvanın bulunması dolayısıyla kurban kesme; tülööñ katır!; iyiliği görmeyesen!; tülöö-pülöö dn. herhangi bir kurban. tülöt- et. tülö-‘den. tülük azık-tülük: erzak; azık tülük magazini: evcil hayvanlar (yani onların bütün çeşitleri: atlar, sığır hayvanları, develer, koyunlar ve keçiler); tört tülügü şay: rahat ihtiyaçsız yaşıyor; tört tülüktün başın kuradı: mühim miktarda hayvanlar elde etti. tülüktüü tört tülüktüü: zengin, hali vakti yerinde. tümön hesapsız, gayet çok, on bin; birdiki miñge, köptükü tümöngö ats.: kulaktan kulağa söylenen söz bin kişiye duyulur, çok adama söylenen söz ise, hesapsız adama duyulur; tümönü türülgön bay: hesapsız servete malik olan zengin. tün ı. gece; künü tünü yahut kündür tündür: gece gündüz, geceli-gündüzlü, yirmi dört saat; buurul tün, beyaz geceler, kutup dairesine en yakın yerlerde aydın geceler; tündögü: dünkü; tün kat-: bütün gece gitmek yolculuk yapmak; tün katır-: bütün gece yolculuk yaptırmak; bugün tünü: bugünün gecesi; tünü menen yahut tün boyu: bütün gece; ceti tündö: geceleri gece ortasında; ceti tündö mında emne kılıp cürösüñ?: gece ortasında burada ne arıyorsun?; altündö (al tündö): 1. o gece; 2. önümüzdeki gecede.\n\n\nıı, ün sözünün tekidir. tündögü bk. tün ı. tündösü geceleyin. tündötön yahut tündötön beri: geceden beri. tündük 1. gecelik, bir gece müddet; bir tündük col: bir gecelik yol; 2. şimali 3. obanın, uuk’ların (bk. uuk) üst uçlarıyla tutulan, yukarıdaki ahşap dairesi; tündüktün közü: tündükteki deliklerdir, ki bunlara uuk’aların üst uçalrı sokulur; tündük cabuu: tündük’ü kapatmaya mahsus keçe parçası; tündük tüşür- mec.: bikrini izale etmek; bir tündüktön kün kör: beraber yaşamak, bir çatı altında yaşamak tündüktön kuyulup turğanday: gökten yağar gibi; 4. dizilmiş boncuklarıyla birlikte sicim uzunluğu ölçüsü; bir (eki, üç) tündük şuru aldım: (iki, üç ve s.) tündük boncuk aldım; 5. tekerlek ispiti. tündükçü tündük yapan usta (bk. tündük 3) tüñküy- (şafak, fecir hakkında) = kılay; tañ tüñküyüp atkan soñ: şafak söktükten sonra. tüngül- vazgeçmek, yüz çevirmek, ebedi olarak vedalaşmak; umudu kesmek; üydön tüñüldüm: evden büsbütün ayrıldım. evi aklımdan çıkardım; senden tüñülö elekmin: henüz senden umudu kesmedim, ben hala sana güveniyorum; canınan tüñüldü: hayatından bıktı; tüñülbösöñ, eneke, tübündö caraym kerekke folk.: benden vazgeçmezsen, anneciğim, ben sonra sana bir işe yararım. tüñüldür- et. tüñül-‘den. tüñüldürmö tüğüldürmö coop; hayal kırıklığına uğratan cevap. tüñült- et. üñül-‘den; kaçkan coonu kubalap, kara candan tüñültüp folk.. kaçan düşmanı kovalayarak, onun hayatını cehenneme döndürdü. tüngüsün = tünküsün. tünkü : tünkü saat ondo: akşam saat onda. tünküsün tününküsün, geceleyin, geceleri; tününküsün uyku cok, kündüzündö tınçı cok folk.: geceleri rahat yok. tünö- gecelemek, gece geçirmek. tünök geceleme yeri, tünek (kuşların, koyunların geceyi geçirdikleri mahal). tünöö geceleme. tünör- azacık gözükmek, uzakta kararıp görünmek; tünörgön tokoy: karanlık orman. tünört- et. tünör-‘den; kabak tünötr-: kaşları çatmak, somurtmak. tünörün- (manaca) = tünör-. tünörüñkü bulanmış, kararmış (mes. gözler hakkında); tük eçteme körünböyt tünörüñkü közünö folk.: kararmış gözüne hiçbir şey gözükmüyor. tünöş- hep birlikte gecelemek. tünöt- gecelemeye bırakmak yahut zorlamak, gecelemeye alıkoymak. tünötüü işs. tünöt-‘ten. tünt sükuti, konuşmaz; tünt kişi: abus. sukuti adam; tünt tokoy: karanlık, sık orman. tüntöy- sık ve karanlık olmak (orman hakkında); gölgeli olmak (bahçe hakkında). tünüçündö (tün + içinde), geceleyin. tününküsün = tünküsün. tüp 1. alt, dip, kök; temel; tüpkö cet-: köküne kükürt suyu dökmek, helak etmek; öz tübünö özü cetti: kendi kökünü kendi kazdı (kendi kendini helak etti): tübümö cetti: benim kökümü kazdı (canıma okudu) tüp kötörö: büsbütün. tamamıyle, hepsi, dibine kadar; 2. soy, menşe, ecdat; tüp tut-: babanın dedelerin işini devam ettirmek; caman körgön uulu tüp tutat ats.: babanın istemediği oğlu (dedelerin davasını) idame ediyor; 3. eleçek (bk.) üzerinde kep çaç’tan (bk. kep ıı) bir parça yukarı sarılan örtü. tüpkü alttaki dipteki derindeki, esasi, ipidai; tüpkü sır: kutsal sır; tüpkü köböytüüçü bk. köböytüüçü. tüpküç kazan koymak için ağaç destek. tüpkülük alt. temel; kız alambı, albaymbı. tüpkülüğün uğarsıñ folk.: kızla evlenecek miyim, evlenmeyecek miyim, - hakikati sonradan öğrenirsin. tüpkülüktüü daimi, ebedi; tüpkülüktüü tura turğan cay: daimi surette yaşanan yer. tüpkür 1. en alt. en dip; 2. mec. etekaltı, gizlilik; tüpkürdö iştegen boşevikter: gizlice çalışan bolşevikler. tüpök 1. bir tutam at kılı; 2. tuğ (mızrağın ucuna bağlanan bir deste at yahut çin mandası (kaytaz) kuyruğu kılı); kızıl tüpök, sır nayza folk.: kızıl tuğlu sırlı mızrak. tüpöktüü tuğlu; tüpöktüü nayza: tuğlu mızrak. tüpöyül a.: cürgünö töpöyül bolup cüröt: (bu) onu her zaman rahatsız ediyor; tüpöyül ooru: ağır hastalık. tüptö- 1. dip komak, temel kurmak, dikmek (rekzetmek); 2. tetkik etmek. tüptöl- pas. tüptö-‘den. tüptöö 1. dip takma; temel kurma: 2. tedkik eyleme. tüptööçü kurucu, temel atıcı. tüptöt et. tüptö-‘den; çaka tüptöt-: kovaya dip koydurmak. tüptüü köklü, esaslı. tür ı, 1. biçim şekil; keñ türdö: geniş ölçüde; tüşüngöndöy türü bar: anlamış gibi gözüküyor; türgö kel-: bir şekil almak; cumğan közüm açılbay türgö kelip karıpmın folk.: öyle kocamışım ki yumulmuş gözlerim açılmıyor; türgö keltir-: bir şekil vermek; türü caman yahut türü buzuk: tür körsöt: göz dağı vermek; 2. tezyinat. bezek. tür- ıı, dürmek, kaldırmak (eteği); eşik tür-: (keçe) kapıyı kaldırmak, dürmek, açmak; kulak tür-: bk. kulak ı 1. türdö- 1. biçim vermek; 2. nakış yapmak (keçe döverken). türdön- muhtelif şekillere girmek. türdönt- türlü şekillere sokmak; çeşiti yapmak; türdönüp ırda-: muhtelif ahenk ve edalarla ırlamak (şarkı söylemek). türdönüş- müş. türdön-‘den. türdöö işs. türdö-‘den. türdöş ı. aynı çeşitten olan. türdöş- ıı, müş. türdö-‘den. türdöt- et. türdö-‘den. türdüü biçimli, türlü; at türdüü yahut alban türdüü: her türlü yahut envai türlü; bir türdüü: 1) yeknesak; 2) ayrıca bir şekilde olan, tuhaf, garip; türdüü caktuu: mat. muhtelif yanlı (dılıarı muhteif olan). türgök = türmök. türköy türköyu, okumaz yazmaz; cahil. türkük destek, obanın içinde orta destek. türküm zümre; türküm – türdüü: muhteif, türlü türlü. türkümdöş- zümrelenmek, gruplar teşkil etmek. türkümdöştür- zümrelendirmek tasnif etmek. türkümdöştürüü tasnif, classification. türkün muhtelif, türlü türlü. türkündön- türlü türlü olmak. türlön- = türdön-. türlöndür- = türdönt-. türlüü = türdüü. türmö r. hapishane, cezaevi; türmögö cat- (bazan otur-): hapiste oturmak, hapse girmek. türmök makara (ipliğiyle beraber), yumak yapmak. türmöktö- yumaklamak, yumak yapmak. türmöktöl- yumaklanmak, kangallanmak. türmöktüü 1. yumak şekline konmuş olan; 2. türmötüü bulbul: muhtelif nağmelerle öten bülbül. türök direk; destek. türp iş türpün baamdadı: işin ne yola girdiğinin farkına vardı; türpü bozuldu: hırslandı, kızdı. türpü 1. törpü (saraç aygıtı); 2. çapak balığı; 3. balık pulu. türpülö- törpülemek (ağacı, deriyi, fakat madeni değil). türpülöö işs. türpülö-‘den. türpülöt- et. türpölö-‘den. türs- ses taklidi; türs dey tüştü: pat diye düştü; türs kaçır-: şiddetli saldırmak. türsül ayak patırtısı; attın türsülü: atın ayak patırtısı; türsül kak = türsüldö-; cürögü türsül kaktı: kalbi şiddetlice çarptı. türsüldö- ayak patırtısı çıkarmak. çarpmak (kalp hakkında); attıñ türsüldögö tabışı bilinet: atın ayak patırtısı duyuluyor. türsüldök 1. ayak patırtısı çıkaran: 2. ayak patırtısı; 3. mec. çırpınan (korkudan); koyon cürök türsüldök, korkoğuñ mında kalıñar folk.: hop eden tavşan kalpli korkaklar burada kalsınlar. türsüldöt- et. türsüldö-‘den. türt- dürtmek, itmek, közgö türtüp körsöt-: göze dürterek göstermek (birisinin dikkatini çekmek). türtkönsü- dürter gibi gözükmek. türtkü dörtme; türtkü ber-: harekete getirmek. türtkülö- mütemadiyen dürtmek, teşvk ederek birkaç defa itmek. türtkünçü dürtücü. muharrik; türtkünçü bolup oturğan sebep: teşvik edici sebep. türtkünçük 1. hor görülen, herkes tarafından hakaret gören, itilen, kakılan; 2. mec. öksüz, yetim. türtüü işs. türt-‘ten; bir türtüü menen: bir dörtmekle, bir darbeyle. türügöy tazı ve adi köpeğin melezi. türül- dürülmek, sarsılmak, bükülmek, sığanmak; tümönü türülgön, bk. tümön. türülöy = tirüülöy. türült- dürmek, sığamak. (kolları, paçaları vs.) türün- sığanmak (yenler, etekler hakkında); ceñin türünüp. kollarını sığayıp. türüş- müş. tür ıı’den. türüü ı= tirüü.\n\n\nıı, dürme, sığama, kaldırma (etekleri). türüülük = tirüülük. tüs görünüş, renk, don (at donu); öñündö çoçuğan tüs cok: benzinde korku alameti yok. tüspöl görünüş, manzara, çehre, sima, kılık (başlıca insan hakkında; bazan da hayvan hakkında); tüspölün karabayğa okşottum: onu karabaya benzettim, o bana karabayı andırdı. tüspöldüü görünüşü, siması, kılığı olan; atası tüspöldüü: babasına benziyor. tüş ı, öğle zamanı; çak tüş yahut çañkay tüş: tam öğle zamanı; calğan tüş: öğle zamanından bir iki saat önceki vakit; çın tüş: öğle zamanı; tüş ooy: öğleden sonra: tüş kayşayıp kele catat: güneş zaval vaktına iniyor; tüştön kiyin 1) öğle zamanından sonra, 2) vakti zamanından sonra, ihtiyaç geçtikten sonra (ör. bk. kösöö ıı); tüştö: 1) öğle zamanında; 2) tam zamanında, münasip çağında, tam vaktında, (ör. bk. tülkü ve tölgö).\n\n\nıı, ruya, düş; tüşkö kir-: ruyaya girmek; tüşümö kirdi: rüyama girdi; tüşümdö kördüm: rüyamda gördüm; üç uktasa, tüşünö kirgen emes: üç defa uyursa bile rüyasına girmez, (rüyasında bile görmemiş).\n\n\nııı, 1. düşmek, inmek; sarkmak; attan tüş-: attan inmek; kolğo tüş-: ele geçmek, yakayı ele vermek; kış tüştü: kış geldi; monçoğo tüş-: hamama gitmek, hamamda yıkanmak; sarayğa tüş-: hana inmek; arağa tüş- bk. ara 1; eske tüş-: hatıra gelmek, hatırlamak; köpkö tüş-: ammenin, cemiyetin fikrine başvurmak; akılğa tüş-: bk. akıl; beş somğo tüştü: beş rubleye mal oldu; satkan maldan tüşkön akça: satılan hayvandan alınan para; alma sabağınan artık tüşpöyt ats.: elma sapından daha fazla olmaz; 2. işin aniliğini yahut kuvvetini ehemmiyetle kaydetmek için yarar; kulağı çur dey tüştü: birdenbire kulakları çınladı; mıltık tars dey töştü: tüfek sesi duyuldu; çañ- topoloñ tüşüp ketti: itiş-kakış gürültü- patırtı başladı; baarı birdey çuu dey tüştü: hepsi birden çığlık kopardı; közü çakçaya düştü: gözleri faltaşı gibi açıldı; 3. aşmak (dişiye). tüşçülük : tüşçülük cer: sabahtan öğleye kadar yürümekle katedilebilecek mesafe. tüşkün kamçının ucu; tüşkününö zım oroğon kamçı: ucu telle sarılmış kamçı. tüştön- öğle zamanında mola vermek; konor bolsoñ, anıñdı ayt, tüştönör bolsoñ caınığdı ayt folk.: geceleyeceksen onu söyle, yalnız öğle zamanını geçirmek için kalacaksan, kim olduğunu söyle! tüştük 1. öğle zamanına mensup, öğle zamanına ait; tüştük cer = tüşçülük cer (bk. tüşçülük); 2. cenup (buna oñ tüştük dahi denir); sol tüştük: tüştük- batış: cenubugarbi; tüştük-çığış: cenubuşarki; 3. öğle yemeği. tüşüm hasılat, mahsulat, kazanç; nalogduñ tüşümü: vergilerin tahsili; buudaydıñ tüşümü: buday mahsülü. tüşümdüü karlı, iyi mahsüllü. tüşün- anlamak, kavramak. tüşünbööçülük anlamama, anlamazlık. tüşünböstük anlamayış, anlaşamamazlık, sui tefehhüm. tüşündür- anlatmak, izah etmek, izahat vermek. tüşündürgüç anlatıcı, müfessir. tüşündürmö izahat; tefsirat. tüşündürül- pas. tüşündür-‘den. tüşündürüü anlatma, kafasına sokma. tüşüñkü düşük, inik; köñülü tüşüñkü, bk. köñül. tüşünt- anlatmak; izah etmek. tüşünük 1. izah; tüşünük ber-: izahat vermek; tüşünük işteri: izahat verme işleri. 2. kavram. tüşünüksüz anlaşılamayan tüşünüktüü anlaşılan. tüşünül- anlaşılmak. tüşünülbögöndük anlaşılmazlık, anlaşmamazlık, sui tefehhüm. tüşünümsüzdük anlaşılmazlık, içinden çıkılmazlık. tüşünüş- müş. tüşün-‘den. tüşünüü anlama, kavrama. tüşür- indirmek, düşürmek; cük tüşür-: yükü almak (sırtından indirmek); köşögö tüşür-: perdeyi indirmek; süröt tüşür-: resim çıkarmak; oozdon tüşürböyt: ağzından düşürmüyor (boyuna anıyor); işten tüşür- yahut orundan düşür-: vazifeden çıkarmak; eske tüşür-: hatırlatmak. tüşürkö- (manaca) = tüşürkön-. tüşürkön- düş azmak, ihtilam olmak. tüşürt- indirtmek; cük tüşürt-: yük indirtmek. tüşürül- indirilmek; işten tüşürül-: vazifeden çıkarılmak. tüşürüş- ı. işs. tüşür-‘den.\n\n\nıı, müş. tüşür-‘den. tüşürüü indirme, düşürme; eske tüşürüü: hatırlatma; eske tüşürüü keçesi: hatırlar gecesi. tüşüş- müş. tüş- ııı’den. tüşüü işs. tüş- ııı’den; buyumdun özünö tüşüü: istihsalin maliyet fiyatı; eske tüşüü: hatırlatma. tüt- (mutat olduğu üzere menfi şekilde) 1. kaldırmak (dayanmak), tahammül etmek sabretmek: men ağa bugün oruşsam, erteñ tütpöym: ben onu bugün azarlarsam, ertesi günü dayanamıyorum (barışıyorum); 2. yetmek (kafi gelmek); kança akça bolso, sağa tütpöyt: ne kadar para olsa da sana yetişmiyor; ağa kiyim tütpöyt: ona giyim dayanmıyor. tütö- tütmek, hafif duman çıkarmak, tutuşmaya başlamak. tütök nefes darlığı, boğazdaki ispazmos (başlıca, yüksek dağlarda havanın kesafetinin azalmasından). tütöt- yakmak, tutuşturmak. tütük 1. pipo, lüle, boru; hortum (itfaiye hortumu); 2. düdük, flavta; tütük kuuray, bk. kuuray. tütün 1. duman; ozonun kök tütün çığat yahut oozunan kök tütün burk dey tüşöt mec.: ağzından gök duman çıkıyor yahut ağzından buram buram gök duman çıkıyor (aşırı derecede tasalanıyor, kederleniyor); 2. hane: eki cüz tütün kalık: iki yüz hanenin halkı; 3. oba; keçe ev; ak tütün: 1) zengin ev; 2) fakir adam; tütün kıdır: “duman aramak”: köyden köye dolaşmak. tütündö- duman çıkarmak. tütündöt- duman çıkartmak, dumanla kapamak. tüü ! tü-ü (esef, nefret nidası). tüüşün = tüşürkön-. tüy- örmek, düğümlemek; tor tüy-: ağ örmek; kabak tüy-: kaşlarını çatmak; köñülgö aramdık tüy-: kalpte bir fenalık saklamak: akılıña tüyüp al folk.: hatırında iyi tut. tüydök yumak; buram burama (toz, duman); tüdök tüydök çañ çığat: buram buram toz çıkıyor. tüydöktö- yumak yapmak. tüydöktöl- yumak şekli almak, küme haline gelmek, yığışmak, kakışmak. tüymö düğme. tüynök kuzularda mide hastalığının adıdır. tüyö- yüklemek. tüyöl- yüklenmek. tüyröñdö- kalın dudaklarını kımıldatmak. tüyrük 1. sıyrılmış; 2. üst dudağı yukarıya doğru kıvrılmış olan (insan hakkında), kalın dudaklı kimse. tüyşöl- 1. bir yandan yana dönmek; tüyşölüp oyğoñon: bir yandan bir yana dönerek uyandı; 2. rahatsız edilmek; zahmet etmek. tüyşük uğraşma, meşgale, kaygı; zahmetli iş, müşkülat, güçlük, azap: üy tüyşügü: ev işleri; başıma tüyşük tüşüptür: başıma dert oldu; tüyşük tart-: ihtimam göstermek, meşgul olmak; tüyşüğün tartıp bekakhan, dostçuluğun aktadı folk.: onun için uğraşarak, bekakhan dostluğunu isbat etti. tüyşüksüz kaygısız, gamsızca. tüytöy- küçük sıska ve perişan olmak; perişan bir kıyafette bulunmak; tüytögön kempir: miskin kocakarı. tüyül- top şeklinde toparlanmak, kısılmak, büzülmek; külüp atıp, içegisi tüyüdü: gülmekten katıldı: tüyülüp barıp kel!: çabucak varıp gel!; kabaktarı tüyügön folk.: kaşlarını çatmış. tüyült- et. tüyül-‘den. tüyüm = düyüm; tüyüm cemiş cegizgen folk.: türlü türlü yemşiler yedirmiş. tüyün ı, 1. düğüm; 2. mec. mahrem mana, sır.\n\n\nıı, düğümlenmek. tüyünçök çıkın, bohça. tüyündü cenin. tüyündüü 1. düğümlü; düğümlenerek bağlanmış olan; 2. mec. güç halledilen, müşkül. tüyüş- müş. tüy-‘den. tüyüştür- bağlamak; uçun birbirine tüyüştürüp alğamın: bir ucunu öteki ucuna bağladım. tüz ı, 1. düz, pürüzsüz; 2. doğru, düzenli, düzen; tüz kıl-: doğrultmak; tüzdön tüz ayt-: doğrudan doğru söylemek. yüzüne söylemek; çektüü tüz mat.: mahdut düz çizgi; çeksiz tüz mat.: namahdut düz çizgi; 3. tüz bürküt: büyümüş karakuş. tüz- ıı, düzmek, yoluna koymak; şart tüz-: şart tanzim etmek. tüzdö- düzeltmek, bir şeyi doğruca icra etmek, geçirmek; tüzdöp: gereği gibi, doğruca; dürüstçe, matlup vecihle; tüzdöp köönüñ ağarsa, tüñölüşpös coldoşuñ folk.: eğer kalbin temiz olursa, arkadaşların senden yüz çevirmezler. tüzdöl- pas. tüzdö-‘den. tüzö- düzeltmek; katarıñardı tüsügülö!: sıraya dizilin!; bet tüzö: 1) yönelmek, bir istikamet almak; 2) niyet etmek. tüzöl- düzelmek, yoluna girmek. tüzöñ ova, düz yer, düz saha. tüsöñçö . küçül. tüzöñ-‘den. tüzöö 1. düzeltme; 2. iyice tanzim etme, tamir etme. tüzöş- müş. tüzö-‘den. tüzöt- düzeltmek, tamir etmek. tüzötmö 1. düzeltme; 2. = korrektura. tüzötül- düzeltilmek, tamir edilmek. tüzötüü düzeltme; tüzötüü üyü: islah evi (mahpusların ahlak ve terbiyelerini düzeltmeyi hedef edinen ceza evleri). tüzük düzgün, doğru. tüzüktük düzgünlük, doğruluk. tüzül- yoluna konulmak. tanzim edilmek, düzülmek. tüzülüş tertip. kurma. yapılış. bünye. düzülüş. tüzüü tanzim, tertip etme, yoluna koma; kayta tüzüü: yeniden tanzim. yeniden inşa, yeniden cihazlandırma. uba- : ubap çubap yahut ubay çubay, 1. katar halinde, birbiri ardınca. ardı sıra; 2. güçbela adım atarak. ubaalı = ooluya. ubada a. vaid; ubadağa cet-: vadi, sözü, şartı yerine getirmek; ubadasına cetiptir: vadini yerine getirmiştir: ubada ber-: söz vermek, vadetmek: ubada eki bolbosun! folk.: söz iki olmasın (vait tam olarak yerine getirilsin)! ubadalaş- sözleşmek, birbirine vadetmek. ubadalaşuu işs. ubadalaş-‘tan. ubadaluu . sözleşilmiş, vadedilmiş; ubadaluu künündö: vadedilen günde; ubadaluu şertim bar. cığılsam. kızım beremin folk.: vadim var, yenilsem. kızımı vereceğim. ubadasız vadini tutmayan; ubadasız kişiden cürüp ketken cel artık ats.: vadini tutmayan adamdan geçip giden yel yeğdir. ubağınça . muvakaten. ubak ı= ubaktı; azırkı ubak: şimdiki zaman; öz ubağında: vakt-zamanında, münasip çağında; ar ubakta: her zaman: bul ubakka çeyin: bugüne kadar.\n\n\nıı. ufak, ufalmış. ubaktı . a. vakit; ubaktısı menen vaktiyle. vakti zamanında; ubaktısında: vaktinde, münasip vaktinde. vakti- zamanında; ubaktısınça yahut ubaktınça: muvakkat olarak. ubaktılı muvakkaten, muvakkat. ubaktısız vakitsiz, namüsait zamanda. ubal a. günah, vebal; ubalına kal-: (birisi için) mes’ul olmak; ağa ubal boldu: ona ziyan oldu, o mutazarrır oldu, ona zor geldi; ubalsoobuñ bolot: her halde senden dolayı mesuliyet hasıl olacak; ubal-soobu eç kançalık emes: ondan dolayı hiçbir mesuliyet olmayacak. ubalan- ufalamak. parçalanmak. ubara f. rahatsız edilmiş. zahmete katlanmış, rahatsız etme, zahmet verme; ubara bol-: rahatsız edilmek; ubara bolbo!: rahatsız olma!; ubara kıl- rahatsız etmek, zahmet vermek; ubara tart-: ıstırap çekmek zahmetlere katlanmak; ubarañdı köp tarttım folk.: senin zahmetini çok çektim. ubaraçılık rahatsız etmelik. zahmet vermelik; sürünceme. ubaralan- rahatsız edilmek; zahmete katlanmak. ubarlaş mahrem dost; ubarlaş bolsoñ, er bolsoñ. töştük, aalamdan aşık sen bolsoñ, töştük, menin bir tilimdi alakör. töştük! folk.: sen mahrem dost isen, töştük, benim sözümü iyi dinle, töştük! ubat- ufaltmak, ufalamak. ubatuu ufaltma. ubay ı= ubayım; ubayıñ tarttım: senin hasretini çektim: ubayda ubayda kal-: teessüf etmek. kederlenmek.\n\n\nıı, iyilik. merhamet, nezaket; ubayın kör!: hayrını gör!; ubayıñdı kördüm: senin iyiliğini gördüm; bize ubayıñdı körsöt!: bize iyiliğini, nezaketini göster! ubayım a. korku, endişe, dert; ubayım ce-: yahut ubayım tart-: endişe etmek, korkmak; sarı ubayım: büyük dert, büyük keder; daha bk. ubay ı. ubayımda- endişe etmek, merak içinde bulunmak, dert çekmek. ubayımsız 1. saf, basit; 2. sakin, endişesiz, gamsız. ubayımsızdık kaygısızlık; sükunet. ubayran = oyron; ubayran sal-: tahrip etmek, viran atmek, helak etmek. ucdan a. vicdan. ucdansız vicdansız. ucmak . cennet. ucut . a. varlık, vücut. uç ı, uç, sivri uç; nayzanın uçu: mızrağın ucu; uçu-kıyırı cok bk. kıyır 1; kalem uç, bk. kalem 1; uçuna cet- mec.: tüketmek; bul öñdüü faktlardı körsötüp uçuna cetüü kıyın. eñ köp: bu gibi vakıları gösterip bitirmek gayet güçtür. çünkü onlar pek çoktur; ooz uçunan coop kaytardı: yalnız ağzının ucile cavap verdi; es-uçu cok bk. es ı; uçuñ uzarıp. uruğuñ köböysün!: neslin, zürriyetin devam etsin. uç- ıı, uçmak; uçup kel-: uçup gelmek; toodan uç-: dağdan yuvarlanmak; okko uç-: kurşunla vurulmak; oktan, kurşundan helak olmak; közünön uçtu: bk. köz; uçup kal-: mec. yuvarlanmak (yerinden, memuriyetinden olmak). uça 1. kuyruk sokumu kemiği; kıç; kuday uçañan urğur!: tanrı kıçımdan vursun! (ilenç); 2. arka kısmı (paltonun, ceketin). uçaska . uçaske, r. mıntıka, daire, bölge: angronomduk uçaska: ziraat bölgesi; şayloo uçaskası: seçim dairesi. uçaskalık bölgelik; uçaskalık inspektör: bölge müfettişi. uçkas- bingeşmek, iki kişi bir hayvana binmek. atlının arkasına binmek; sen mağa uçkaş!: sen ata benim ardıma bin! uçkaştır- (karş. öngör ıı) 1. (atlı hakkında) hayvana kendinin ardına bindirmek; azıraak cerge uçkaştırıñız!: kendi ardına bindirerek beni birparça götürün!; 2. (binek hayvan hakkında) sırtına iki kişinin binmesine müsaade etmek; atım uçkaştırbayt, möñküp cığat: benim atım iki kişiyi taşımaz, kıç atar ve sırtındakileri de bir yana fırlatır. uçkaştıruu işs. uçkaştır-‘dan. uçkaşuu işs. uçkaş-‘tan. uçkayak . 1. (at hakkında) ateşin, hızlı yürüyüşlü, fakat dayanıksız; 2. mec. kararsız. dönek, hafif. sebatsız. uçkuç tayyareci, pilot. uçkul çabuk uçmaya müsait olan. hızlı olan. uçkun 1. kıvılcım; uçkun miting: seyyar miting; uçkun aldında keldi; birinci olarak, başkalarının önünde geldi; 2. hububat savururken bir yana uçan çörçöp. uçma dağın karla örtülmüş oaln dik yamacı. uçmak = uçmak. uçmoyul efsanevi bir yılanın adıdır. uçot r. hesap, sayım. uçsuz sonsuz. uçta- 1. ucunu sivriltmek, açmak (kurşun kalemi); 2. eklemek (mes. yeni). uçtal- 1. ucu sivriltmek; uçtalğan karındaş: açılmış. ucu sivriltilmiş kurşun kalemi; 2. eklenmek (mes. yen hakkında). uçtaş- uçlarıyla birleşmek. uçtat- uçlatmak; uç taktırmak. uçtuk : çaç uçtuk: saçbağı (saç örgüsüyle birlikte örülen kordele). uçtuu . sivri ucu bulunan, sivri uçlu. uçuk . 1. (ısıtmadan) dudaklarda çıkan kabarcıklar, uçuk; erdime uçuk çıktı: dudağıma uçuk çıktı; kurğak uçuk: verem; kurğak uçuk dispanseri: verem dispanseri.\n\n\nıı, 1. bir uçuk cip: (tek iplikle dikerken iğne gözüne geçirilen) iplik ucu (parçası); silerdiñ uçuğuñar uzarbayt: siz hangi hususta başkalrından daha yükseksiniz! (harfiyen: sizin ipliğiniz uzamaz); erteñeği uçuk keçke cetpe, keçki uçuk erteñge çetpe!: sabahki uçuk (iplik parçası) akşama kadar yetme, akşamki uçuk sabaha kadar yetme! (köçöt esnasındaki yakarış; bk. köçöt 2); 2. sezdirmeksizin, giyimine iplik parçası takan kadına, erkek tarafından verilen hediye; 3. (rad.) sivri dağ tepesi. dağın zirvesi. uçukta- 1. uçuğu tedavi etmek (bk. uçuk ı); 2. mec. korkutmak, göz dağı vermek. uçuktat- et. uçukta-‘dan. uçuktoo 1. uçuğu tedavi etme (bk. uçuk ı); 2. mec. göz dağı verme. tehdit etme. uçun- (karş. elinde- 2) (tek tırnaklı hayvanların erkeklerinde) kendini tenasül uzuvların şişmesiyle gösteren bir hastalıkla hastalanmak; ayğır uçunsa at bolot, at uçunsa, et bolot ats.: aygır hastalanırsa at olur at hastalanırsa et olur (kesilir). uçur ı, 1. vakit, an, fırsat; 2. öz uçurunda: zamanında; kurç uçur: had dakka; mınday uçurlarda: bu gibi hallerde; 3. mevsim. uçur- ıı, uçurmak; kalp uçur-: yalan atmak; attan uçurup tüşür-: attan çekip düşürmek. uçura- karşılamak; rastgelmek; cutka uçura-: cut’a duçar olmak (bk. cut ı); tüsü cılanday uçuradı: benzi yılanı andırdı (o kadar menfur gözüktü). uçuraş- karşılaşmak, birbirine rastgelmek. uçuraştır- et. uçuraş-‘tan. uçuraşuu rastlama, karşılaşma. uçurat- uçura-‘dan. uçurma çatı. uçuroo işs. uçura-‘dan. uçurtma yalan dolan, uydurma, olmadık şeyler. uçuru = uturu. uçuruu işs. uçur ıı’den. uçuu işs. uç- ııı’den. uçuuçu tayyareci, uçucu. udaa yahut udaasınan: sıra ile, sırasıyla, fasılasız, arka sıra; üç kün udaa: fasılasız üç gün. udaalaş- : birbirini takip eden. artsız arasız. udarnik- r. “hamleci” (aşırı faaliyet ve gayret gösteren işçi). udarnik ayal: bu sıfatta olan kadın. udul cihet, istikamet, karşı; udulu kelip kalsa; eğer ahval müsait olursa, muvaffak olunursa, elden gelirse. udurğu- (kütle, kalabalık hakkında) çırpınmak, üşüşmek, akın etmek; el uduruğup atat: kalabalık çırpınıyor (kah bir yana, kah diğer yana akıyor); udurğuğan köp karaan, ottop cürgön malkeben- folk.: uzakta çırpınıp duran karartılar, otlayıp gezen hayvanlar mı acaba? ugul- işidilmek; uguldu: işitildi, dinlendi; dinlenmiş. ugulmaksan : ugular-ugulmaksan ayıttı: duyulur duyulmaz bir şekilde söyledi. ugumduu kulağa hoş gelen; ahenkli. ugumduuluk- söz ugumduuluğu: söz dinleyicilik. ugumsuz kulağa nahoş gelen; ugumsuz dabış: kulağa nahoş gelen ses. ugut malt: arpa küspesi; arpa posası. ugultuu 1. alköllü (içki hakkında); 2. mec. ateşli (insan hakkında); uguttuu cigit: canlı atılgan delikanlı. uguu . 1. işidileni kavrama; 2. anlama, idrak. uguçuu ; dinleyici. uguz- işittirmek, bildirmek. uguzuu . işs. uguz-‘dan. uk- dinlemek, işitmek: duymak; uktuñbu?: işittin mi?; til uklaf işitmek (takdir edici sözlere maruz kalmak). ukala- oğmak, oğalamak, masaj yapmak. ukalat- et. ukala-‘dan. ukalatuu işs. ukalat-‘tan. ukaloo oğalama, oğuşturma. ukaz r. işs. ferman. ukkuluktuu 1. anlaşılır, vazih; 2. kulağa hoş gelen; ukkuluktıı kılıp ırdap: kulağa hoş gelecek tarzda şarkı söyleyerek; ukkuluktuu sonun müzika: iyi, hoş müsiki. ukkus : adam ukkus til menen tildeyt: insanın dinleyemeceği bir tarzda sövüp sayıyor. ukmaksan işitmemezlikten gelmek; ukmaksan bolup: işitmemezlikten gelerek. ukmuş acayip haber. şaşılacak haber. ukmuştan- hayrete düşmek, taacup etmek, şaşmak. ukmuştant- hayrete düşürmek; şaşmayı mucip olmak. ukmuştuu meraklı, eğlenceli; ukmuştuu sözdör: şayialar, meraklı yayıntılar; koylorum deği ukmuştuu semirdi: koyunlarım şaşılacak derecede semirdiler. ukol r. tp. iğne vurma; ukol sal- (ur-, say-): iğne vurmak. ukta- . 1. uyumak; 2. uyuşmak; butum uktap kaldı: bacaklarım uyuştu. uktat- uyutmak; uykuya yatırmak. uktur- kafasına sokmak; anlatmak; izah etmek; ukturup ayt-: anlaşılacak bir tarzda söylemek. ukturuu . işs. uktur-‘dan. uku- dürtmek (diyelim, büğüre). ukuk a. hukuk; şayloo ukuğu: seçim hukuku; ukuktan ayıruu: hukuktan mahrum etme. hukukça mutazarrır olma. ukuksuz . hukuksuz; hukuktan mahrum olan. ukuksuzduk hukuksuzluk. ukuktuu . hukuka malik olan; hukuklu; toluk ukuktuu ökül bk. ökül. ukum ı. ukum-tukumubuzda: soyumuzda; ukumdan tukumga; soydan soya; nesilden nesile; ukumtukumunan beri proletar: (o) irsi proletar (emekçi); ukumda çok: duyulmamış; acaip şey.\n\n\nıı. (karş. sööm; karış ı) başparmağın ucuyla bükülmüş şehadet parmağı arasındaki mesafeye muadil olan uzaklık ölçüsü. ukumçul çok işiden; eski zamanları, eskiden olup bitenleri iyi bilen. ukumduu = ukumçul; ukumduu kişiden ukkamın: ben bunu haberdar adamdan duymuşum. ukuruk 1. sürüden bir atı yakalamak için üzerinde ilmikli kemendi olan uzun sırık; 2. hayvan kemiklerinden birinin adıdır. ukuş- müş. uku-‘dan; biri birin koltukka ukuşup:birbirinin büğürüne dürterek. ula- . 1. uçlarıyla bitiştirmek: ulamak; 2. aşılamak (bitkileri); 3. köñül ula-: 1) teskin etmek. teselli vermek; 2) pehpehlemek. ulaan : ulaan-uşak: dedikodu, katmerli dedikodu. ulaarıt- . uzatmak; cip ulaarıt-: 1) ipi, ipliği eklemek suretiyle uzatmak; 2) mec. mubalağa etmek; kepti ulaarıtıp ciberdi: sözü fazla kabarttı (mübalağa etti). ulağa (obada) eşik yanındaki yer. ulak 1. oğlak; 2. es. oğlak çekişme (bir çeşit spordur); ulak tart-: oğla çekişmek; oğlak çekişme sırasında çekişme maddesi olarak kullanılan keçi yavrusu; bir esebin tabayın, ulaktay cerge çabayın folk.: bir çaresini bulayım ve oğlak gibi yere çalayım; ulak taşta-: oğlak çekişme sporunda galebe çalmak. ulam . her zaman, boyuna; ulamdanulam yahut ulamkısın-ulam: 1) boyuna; 2) gittikçe daha fazla. ulama ı. ekleme.\n\n\nıı. a. ulema. ilahiyat alimi; ulamadan ulasam. bilgiçlerden surasam folk.: alimerden öğrenirsem. bigiçlere soruştursam. ulamal . terkipler ve mantıki kaziyeler yapmaya müsait olan adam. ulamala- 1. eklemek; ilave etmek, katmak; 2. şişirmek (şayiaları). ulan ı. bekar delikanlı, murahik. ulan- ıı. mut. ula-‘dan; bir somdon ulanıp. cüz som uttum: oyuna bir ruble ile katıldım. yüz ruble kazandım. ulandı 1. ek, yama; 2. devam; carış sözdün ulandısı: müzakerenin devamı; 3. gram sözü değiştiren edat: çak ulandı: şahıs zamiri edatı. ulandıluu 1. ekli, eklentili, uzatılmış ulandıluu cip: uzatılmış ip; 2. gram. kelime değiştiren edata malik olan. ulanıl- mut. ulan- ıı’den; piyesadağı okuyalar üzülböstön birine biri ulanılıp olturbayt. piyesada shematizm küçtüü: piyeste olaylar doğrudan doğruya birbiriyle bağlanmıyor ve piyeste schematisme kuvvetli. ulanış- . birbirine takılmış, bağlanmak. ulant 1. eklemek 2. devam ettirmek; kolhoz ceñişin dağı ulantat: kolgazerlerini idame ediyor (zaferden zafere yürüyor). ulantuu işs. ulan-‘tan. ular sülün ailesinden tetrao gallus; ular uçpas too menen folk.: ular’ın bile uçmadığı (yüksek) dağlar boyunca. ulaş işs. ula’dan: kuyruk ulaş. bk. kuyruk. ulaştır- et. ulaş-‘tan; uçun uçuna ulaştır-: uçlarını bitiştirmek; bağlamak. ulğa- : ulğap-çulğap bayla-: kördüğüm yaparak bağlamak. ulğay büyümek; ulğayğan kişi: yaşlı adam, hatırı sayılacak yaşta olan kimse. ulğayuu işs. ulğay-‘dan. uloo ı. birleştirme.\n\n\nıı. = ıloo. ulpak = urpak. ultañ taban. pençe; ultañ bet mec.: hayasız surat. ultar- dikmek (ayakkabını). ultart- et. ultar-‘dan. ultartuu işs. ultar-‘dan. ultaruu (ayakkabı) dikme. ultun- = ulutun-. ulu ı. = uluu ıı.\n\n\nıı. = ülül. ulu- ııı. ulumak; ulup-uñşup: uluyan sesler çıkarmak. uluk amir. uluksat = uruksat. uluksun- kendini ulu saymak, ululuk taslamak, uluksunup kel-, güya bir amir gibi gelmek. ulukta- tazim etmek. ululamak, saymak. uluktaş- dava açmak, amirlerin eşiğini aşındırmak. ululdayım a. ebedi (allahın sıfatıdır), daimi. uluma 1. uluyan: 2. kad. kurt. ulut ı. millet; uluttar soveti: milletler sovyeti (şurası).\n\n\nıı. et. ulu- ııı’den. ulutçul milliyetçi, nasyonalist; ulutçul sotsialist: milliyetçi sosyalist. uutçulduk milliyetçilik; cergiliktüü ulutçulduk: mahalli nasyonalizm. uluttaştır- millileştirmek. uluttaştırıl- millileştirilmek. ulutun- esef izhar ederek, iç çekmek. ulutunt- et. ulutun-‘dan. uluu ı. on iki senelik hayvan devri takviminde beşinci yılın çince adıdır (ejder).\n\n\nıı. 1. büyük, ulu; uluu memleket: büyük devlet; 2. şu aşağıdaki manalarda da kullanılıyordu: 1) yüksek; uluu sovyet: yüksek sovyet; uluu sot: yüksek mahkeme; 2) genel; uluu sekretar: genel sekreter; 3) azami, en büyük; uluu ceza: azami ceza. uma enenmiş koçun yumurat torbası. umaç bir nevi tirit veya bulamaç közüm umaçtay açıldı: gözlerim faltaşı gibi açıldı, büsbütün uyandım. umaçta- 1. hafifçe ıslatmak (mes. hayvanlara verilecek olan kepeği); 2. kırıştırmak, ezmek, doğramak. umaçtal- pas. umaçta-‘dan. umaş = umaç. umaşta = umaçta-. umaştal- = umaçtal- umay 1. efsanevi bir kuştur, ki yuvasını havada yapar, hüma, phenix; 2. çocuklar hamisi olan efsanevi bir kadın; menin kolum emes, umay enemdin kolu es.: yaptığım hayırlı olsun! (harfiyen.: benim elimde değil, umay annemin eli). umsun- umutlarında aldanmak. umsunt- et. umsun-‘dan. umtul yeltenmek. ileriye atılmak hücum etmek. umutludur- et. umtul-‘dan; emgekke umutludur-: işe emeğe heveslendirmek. umtuluş ı. ileriye atılış, hamle. umtuluş- ıı. hep beraber ileriye atılmak, hücum etmek. umtuluu . hamle. ileriye doğru atılma. umuran : umran kal!: mahvol! un un; un saldır; un övütme tegirmenge barıp un saldırçuubuz: mutadımız olduğu üzere. değirmene giderek un övütüyorduk. una- tasvip etmek. muvafakat etmek. unaa iş hayvanı: küç unaa: cer kuvveti. unaş- müş. una-‘dan. unat . muvafakat ettirmek, kandırmak. unçuguş . müş. unçuk-‘tan. unçuk- ses çıkarmak, seslenmek; unçukpa!: sus!: köp unçukapayt, sözkö cok: çok konuşmuyor, konuşkan değildir; katuu unçuğup süylöt: bağırarak konuşuyor. unçuktur- et. unçuk-‘tan; anı unçukturbay taştadı: o, onu susturdu. uñğu 1. dövdü, balta tersi; mızrak temerinin günder sokulduğu yeri; ketmen uñğusunan cerge battı: çapa tepesine kadar yere battı; 2. gram. kelimelerde asıl madde, temel, kök; uñğu söz: kelimenin ilkel şekli, kökü; uñğu tilder: köksel diller. uñğuçul sokulgan, çevik, atik. uñğuçuluk sokulganlık, atiklik. uñğula- baltanın tersiyle vurmak. uñkul- uñkul-çuñkul = uñkur- çuñkur (bk. uñkur). uñkulda- havlamak, cıyak cıyak bağırmak (köpek yavrusu hakk). uñkur : uñkur-çunkur: çukurları çok olan yer. uñkuy- (hüzünle) aşağıya salmak, mutavaat gösterir vaziyet almak; baylooğo tüşkön kulday uñkuyup oturat: bağlanmış köle gibi başını aşağı iğerek oturuyor. uñkuyt- et. unkuy-‘dan. uñşu- ulumak, hazin ve sürekli ses çıkarmak; unşuğan ün: hazin ün; ulup- uñşup: uluyarak. uñşuy- = uñkuy-. univermag r. herşeyin satıldığı mağaza. universal r. umum, am. üniversel. universitet r. üniversite. unut ı. unutma, unutulma; uşul kündör da unut bolor beken-: şu günler de unutulur mu acaba?\n\n\nıı. unutmak. unutçaak unutkan, çok unutan. unutkar- 1. unutkanlıktan gelmek: unutkarıp turup alıp ketkeni turasıñ: unutkanlıktan gelerek, alıp götürmek istiyorsun (diyelim, başkasının eşyasını); 2. unutmak. unutkaruu işs. unutkar-‘dan. unutkarıl- pas. unutkar-‘dan. unutkus unutulmaz. unuttur et. unut- ıı’den. unutul- unutulmak. unutuu işs. unut ıı’den; unutuu carabayt: unutmak olmaz, unutulmayacak. upa 1. pudra; 2. beyaz düzgün; upaendik, bk. endik. upala- 1. pudra sürmek; 2. beyaz düzgün sürmek. upalat- et. upala-‘dan. upaloo işs. upala-‘dan. upat a. tahribat, helak, afet; upat kılıp söögün, ceti baştuu kempirdi seksen bölüp ötüptür folk.: yedi başlı kocakarının kemiklerini parçalayıp, onları seksen kısma ayırdı. upay bir çeşit aşık oyunu. upçu emzik. upta- kavutu. talkan’ı (bk.) sütle kaymakla yahut yağla karıştırmak: talkandı mağa uptap cedim: kavutu yağla karıştırıp yedim. uptat- et. upta-‘dan. upuñ apıñ sözünün tekidir. ur ı. (ağaçtaki) ur, şiş; kayıñdın uru: huş ağacının uru.\n\n\nıı. yahut ur kız: huri, cennet kızı. ur- ııı. 1. vurmak dövmek; taş urdu: (birisinin yahut bir şeyin üzerine) taş attı; 2. ilenç sözlerinin bir parçası gibi kullanılır (bazan da aynı manayla müstakilen de kullanılır); al, urğan, ayağandı bilebi?: o, melün merhamet etmesini bilir mi?; kuday urgan: allahın kahrine uğramış; tuz ursun bk. tuz; ant urğan, bk. ant ı; kursaktan urğan: bir işe yaramayan (sövme sözdür ki harfiyen: karında iken sakatlanmış demektir): kursaktan urğan akmak: adam olmaz ahmak; 3. ılay ur-, bk. ılay: 4. sövme tabirlerinde söylemesi ayıp olan fiilin yerine kullanılıyor ; oozun urup, surun urup, tukumun urup: ağzını, canını, silsilesini söverek; 5. (damga mühür) vurmak, basmak. ura- yuvarlanmak, yıkılmak. kağşamak, harabolmak. uraa ! r. hurra! yaşa! uraala- : uraalap kötör: arkadaşları tarafından birisini tâzim etmek için ellere kaldırmak ve <> diye bağırarak bir kaç kere yukaraıya doru atmak. uraalaş- müş. uraala-’dan. uraan 1. savaşa davet nidası; uraan çakır-: savaşa çağırmak; uraanıñ kim, daynıñ kim? folk.: savaşa davet sözün nedir ve sen kendin kimsin?; 2. es. şiar, parola; uraan taşta-: bir şiar ortaya atmak uraandaş- hep birlikte aynı uran’ı söylemek; kendi kabilesinin, soyunun tarafını tutmak. ural- pas. ura-’dan uralbas birdiktülük: bozulmaz birlik. uramal inhilâl, harabiyet, perişanlık; dağılış. urandı harebe. urat- tahrip etmek, yıkmak. uratuu tahrip. urçuk = uurçuk. urdur- vurdurmak, vurmaya zorlamak, yahut bırakmak. uğraacı 1. dişi; 2. kon. kadın. urğaaçılık 1dişilik; 2. kon. kadınlık . urğaal gerginlik. urğaalduu gergin, entensif. uğrula- mükerreren dövmek, birkaç defa vurmak. uğrun çok. urkuy- köşesiyle; sivri uciyle çıkık durmak; eki betinin söögü urkuyğan: elmacık kemikleri pek fazla çıkık duruyor. urmat a. hürmet, saygı, terkim; tazim; urmatına: (birsinin) şerefine. urmatsız saygısız. urmatsızdık saygısızlık. urmatta hürmet etmek, saymak, tazim tekrim etmek. urmattaş- müş. Urmatta-’dan baarıanı urmattaşat: herkes ona hürmet ediyor. urmatto hürmet etme, saygı gosterme. urna r. seçim yapılırken yahut kur’a piyango numaraları cekilirken kullanılan sandık, kutu. urol = rol. urp a. urp-adat = urup-adat (bk. urup II ). urpak 1. kepek; 2. hafit; 3. nesil, zürriyet. uruk I, a. rûh; uruk tüşür-: maneviyatı kaybetmek; internatsionalizm urkunda: beynelmilliyet ruhunda; revolyutsiya urkunda: inklâp ruhunda.\n\n\nII. 1. tohum 2. cins; 3.soy, kabile; uruk-tuuğan: soysop. hısım akraba. urukçulduk 1. kabile münasebetleri; 2. kabile kavgaları. uruksat a. ruhsat, musaade. uruktal- türemek, çoğalmak. uruktaş- kabilelere, soylara ayrılmak. uruktat- türemek, coğaltmak. urum zürriyet; uuluğn össö-urumğa kızıñ össö-kırımğa ats.: oğlun büyürse-soya (soya devam eder) kızın büyürse- uzaklara (gider). urumu rumî (Destanda sık sık tüfeğin sıfatı olarak kullanılmaktadır). urun- 1. çarpmak çatmak, kırıklık hissetmek (mes.at üzerinde gitmekten yahut sarsan araba yüzünden) özüñö urunbas üçün, özgögö carık kıl ats: kendin çarpmamak için başkalarına ışık göster; mandaş urun, bk. mandaş; urunarğa too tappay uruşarğa coo tappay folk.: çatmak için dağ bulmayıp savaşmak için düşman bulmayıp kuvvet ve gayret fışkıran bahadırın durumunu ifade edenbasmakalıp bir ibare ) 2. bir iş için kullanmak istifade etmek; candır urun-: tesisatı bir iş için kullanmak: tesisattan istifade etmek uruğan cabdığım: çalışırken kullandığım aygıt; urağan malım: mülkümde bulunan ve kendisiyle meskul olduğum hayvanlarım; ömründö mal uruğan cok: ömründe hayvanlarla uğraştığı yok (hiçbir zaman sürü sahibi olduğu yoktur) uruñan mülküm: faydalandığım ve işte kullandığım (ihtiyat olmak üzere saklamadığım) mülküm; Kırğızdan malay uruñan: Kırğızdan ırgatlar kullanmış; mal can urağan: mal ve aile edinmiş; baş urun-: bk. baş 1; 3. iştirak etmek; 4. tesadüfen ele geçmek; sıypalap körsöm, bir kepiç urundu: elimle karıştırdığım zaman bir pabuç rast geldi. urunçuk çıkıntı. urundu : at urundu kıldı: ata. eziyet etti, bitkin bir hale getirdi. urunt I: urunt cer: herkesin çarptığı yer; sözdün uruntu kelgende: lafa uygun gelmişken.\n\n\nII, et. urun-’dan; baş urunt-: itaata mecbur kılmak, boyun eğdirmek. uruntuu esas. başlıca; uruntuu masale: esas mesele; uruntuu stansiya: bir çok yoların kavuştuğu istasyon. urunuş . çarpışma. bitişme tokson toonun urunuş folk.: doksan dağın kavuştuğu bitiştiği yer. urunu işs..urun-’dan; alardı baykap urunuu kerek: onlarla ihtiyatla muamele etmek lâzım. urup = urp. uruş 1, dövüş. kavga; 2. muharebe; harp; uruş komissariati es.: harbiye komserliği; uruş ilimi: askerî ilim. uruş-II 1. dövüşmek. kavga etmek; anı menen uruştum: onunla kavga ettim dövüştüm; ağa uruştum: onu azarladım; 2. harbetmek. uruşçaak . kavgacı, takılgan. uruşkak dövüsken, talaşman. uruşkaktık . talaşmanlık, takılganlık. uruştur- 1. çarpıştırmak, bir şeyi birbirine vurmak; 2. kavga ettirmek. dövüştürmek. uruu I. kabile.\n\n\nIIişs. ur- III-ten. uruuçuluk kabile sistemiyle bağlantılı olan bütün münasebetlerin mecmuu; uruuçuluk küröşü: kabile mücadelesi. uruy I. = uruk I.\n\n\nII. kabarık durmak; içeriye doğru çıkık durmak, şişmek, kabarmak. uruyat a. (şimdi artık bu kelime kullanılmıyor) hürriyet. us = uz. uska = nuska. uskaluu = nuskaluu. uskaluuluk = nuskaluuluk. usku eski- usku; eski püskü, eski esvap. usta f. 1. usta; (2.demirci, çilingir (destanda silah ustası manasında dahi kullanılmaktadır)) ustaçılık = ustalık. ustakana f. atelye. ustalık meharet, ustalık. ustap kon. ustav. ustara f. ustura. ustat f. muallim, üstad. ustav r. Nizamname. ustaz = ustat. ustukan f. kemik. ustukanda- (eti) kemiklerden ayrılmak. ustukandal- kemiklerden ayrılmak (et hakkında). ustun f. sütûn. direk, kalas. uşaa bk.uşul. uşak I. ufak (iri olmayan); uşak koy: ufak koyun (lar); baldarı uşak: çocukları ufaktır.\n\n\nII. dedikodu. lâf, lakırdı; iftira; uşak cürgüz-: dedikodu yaymak; uşak-ayıñ kep uksañ. köñülüñdü azdırba folk.: dedikodu, söz sav işidirsen, hiç de üzülme!; ukpayt dep, uşak aypta, bilbeyt dep, uuru kılba ats.: duymazlar diye dedikodu yapma, bilmezler diye hırsızlık yapma! uşakçı dedikoducu, iftiracı. uşakçıl iftirakârane; uşakçıl makala: iftirayı içine alan makale. uşakta- dedikodu yapma. gıyaben çekştirmek. uşaktat- et. uşak-’dan. uşaktoo dedikodu yapma gıyaben çekiştirme. uşala- oğalamak, ovuşturmak, ovmak; kol uşala-: elleri oğuşturmak; köz uşala-: gözeri oğmak. uşat- 1. ufatmak; 2. mec. israf etmek, külünü savurmak; akçanı uşatıp koydum: parayı, çılgıncasına harcadım. uşatuu ufaltma. uşta- = uçta-. uştal- = uçtal-. uştuk = uçtuk. uşul uşu (datifi: uşuğa,uşaa) bu (bul bu zamirile gösterilen şeyden daha uzak oşol oşo zamiriyle gösterilen şeyden daha yakın bir şey gösterilirken); uşul cerde: burada; uşu kündön baştap: bugünden itibaren; uşunubuz:) (içimizden) busu yahut bize ait olan bize taalluku olan şeylerden) busu; uşul çak: bu vakit;; gram hal; calğız barıp, coo sayğan ce uşunum beken balalık? folk.: benim yapayalnız gidip gidipde düşmanı yenmem çocukluk mu sayılır? uşunça bunca. o kadar, kılbağanı ele uşubu! ona bu mu eksikti! uşunçalık o kadar, o derece. uşunday öyle, o gibi; uşunday emespi? öyle değil mi? doğru değil mi? uşundaylık <<öylelik>> (bu gibi hassalara bu kabil mutalara malik olmaklık); uşundaylığı bızdan: böyleliğimizden dolayı. uşur a. tar. üşür (mahsülün yahut kazancın onda biri nisbetine vergi). ut- kazanmak (oyunda); utpay kalbay tuğran: muhakkak kazandıran (tahvilât hakkında). utopiya r. ütopi, hayal. utopiyaçı ütopist. uttur- yutturmak. kaybetmek (oyunda). utturuş I, kaybetme, yutturma (oyunda). utturuş- II, hep birlikte kaybetmek (oyunda). utturuu kaybetme (oyunda). utul- (oyunda) kazanılmak; beş somum utuldu beş ruble kaybettim (harfiyen benim beş rublem kazanıldı) ;; men utuldum: ben kaybettim. uttur = uturu; utur-utur = utrurğusun-uturu (bk. uturu). uturda- = uturla-; uturdap baş-: karşılaşmak için. hareket etmek. uturğu = uturu. uturla- = uturula-. uturu utur, karşıya, karşıda (karşısında bulunan) ; uturu cügür: karşı koşmak; uturu- kara-: doğru bakmak, gözüne bakmak; utur-uturu yahut utuğusun – uturu: boyuna, hep yeniden, daha ve daha. hemen, derhal, hemen arkasından; utur-utur ele kele bedri: boyuna gelmekte devam etti. uturula- karşılaşmak için gitmek, karşılaşmak; uturulap umtul-: karşılaşmak için atılmak, bir işi tekrar tekrar yapmak, tekrarlamak; uturulap çay suradı: boyuna çay istedi (her fincandan sonra tekrar istiyordu). utuş I, oyunda kazanç; utuş oyunu: çekiliş (mec. piyango hakk.) utuş karızı yahut utuş zayomu: ikramiyeli istikraz.\n\n\nII, hep beraber oyunda kazanmak. utuu oyunda kazanma. uu I zehir, ağu; uu cut-: zehir yutmak mec. kedere, ruhî acıya katlanmak; suu iç dese, uu içken folk.: su iç demişler o zehir içmiş (yani namakul gayret göstermiş).\n\n\nII, 1. av; uu uula- yahut uu kıl-: avlamak; moyunan baylağan it uuğa carabayt ats.: boynundan bağlanmış olan köpek ava yaramaz; 2. ağla kuş avlama.\n\n\nIII: uu-çuu: hayhuy, gürültü-patırtı arbede; uu dese çuu deyt: habbeyi kubbe yapıyor (harfiyen: <> derlerse <<çuu>> diyor); uuduu bk. duu. uuç avuç; koş uuç: iki avuç dolusu. uuçta- avuçla almak, avuçlamak. uuçu 1. avcı; 2. ağla kuş avlayan. uuçuluk avcılık. uuğuş- müş. uuk- IIden. uuk I, obanın kubbesinin sırıkları; uuktun alakanı: uuk’un yassı (aşağı) kısmı; uuktun uçu: uuktun yukarı, ince kısmı; uuktun bileği; uuk’un aşağı kısmının dış tarafı. uuk- II, zehirlenmek. uuktur- zehirlenmek. uul 1. oğul; 2. üçüncü şahıs bitişik zamiri olan u ile (uulu) soyadı yapar: Malik uulu: Malikoğlu. uula- I. anlamak; tütün uula-: <> (yemek ikram ederler diye dumanın çıktığı yere gitmek).\n\n\nII: uulap-çuulap: gürültü ve uğultu yaparak. uulan- zehirlenmek. uulandır- 1. zehirlemek; mec. en hassas noktasına dokunmak; 2.çürütmek (hububatlı). uulandıruu 1. zehirleme (birisini); 2. çürütme (hububatlı). uulant- zehirlemek. uulda- : uuldap – çuuldap: yüksek sesla ağlayarak, hıçkırarak, endişe ile bağırarak. uuldaş- : ata-uuldaşıp: birbirine karşı baba ile oğul gibi muamele ederek. uuldat- et. uulda-’dan; uuldatıp-çuuldatıp: hıçkırıkla ağlayacak hale koyarak, şiddetli baskı ve cebir altında tutarak. uuluk- = uuk- II. uuluktur- = uuktur-. uulukturuu zehirletme. uulukturuuçu zehirleyici, zehirli; uulukturuuçu gaz: zehirleyici gaz. uuluu zehirlenmiş, zehir ihtiva eden, zehirli. uurçuk dağın bir tarafından, dar şerit gibi uzamış kısmı, burnu. uurda- çalmak; aşırmak, hırsızlık etmek. uurdal- çalınmak, aşırlımak; uurdalğan mal: calınmıs hayvan. uurdalış çalma, hırsızlık. uurdan- bir işi gizlice yapmak; uurdanıp bar-: gizlice saklanarak varmak. uurdaş- hep beraber çalmak. uurdat- çaldırmak: at uurdattım: atımı çaldırdım. uurdoo işs. uurda-’dan. uurdooçu çalıcı, hırsız. uurdooçuluk hırsızlık, çalma. uurt- yanak (yanağın dudakların köşesine bitişen kısmı). avurt; yahut uurtka tarmay: bir çocuk oyununun adıdır (avurt kabartılıyor ve ona fiske vuruluyor). uurta- kaşıkla yemek (çorba v.s. sulu yemeği). uurtal- . pas. uurta-’dan. uurtam . yudum. uurtat- et.. uurta-’dan. uurtoo kaşıkla yeme. uurtta- avurttan tutmak. uuru hırsız; uuru tut-: hırsız saymak; hırsızlık hususunda şüphelenmek (ör.. bk. tut- II); uuru kıl-: çalmak hırsızlık yapmak. uuruluk hırsızlık. uuz ağız (yeni doğuran hayvanın ilk sütü); uuz kımız: ilk sütten yapılan kımız; tuubağan (yahut kısır) uydun uuzu mec.: gökteki turna (harfiyen: buzağılamamış yahut kısır ineğin ağızı); uuz bozo: yeni mahsul darısından yapılan boza. uvazir a. vezir. uy 1. inek; uyğa kilem capkanday: ineği çulla örtmüş gibi; uy müyüz tartıp otur-: daire teşkil ederek oturmak; uyum tuudu: bir oyunun adıdır; 2. on iki senelik hayvan devrî takvimindeikinci yılın adıdır. uya . yuva. uyal I, ayal I sözünün tekidir; ayaluyal kılbastan: gecikmeksizin.\n\n\nII. utanmak; menden uyalat: benden utanıyor: kösüm uyaldı: gözüm kamaştı ( ışığa bakamıyorum). uyala- yuva yapmak; oozuña cılan uyalağır!: sen sus! (harfiyen.: ağzına yılan yuva yapsın!). uyalan- kendine yuva kurmak. uyalaş- 1. yuvadaş, aynı yuvadan olan; 2. mec. karındaş. uyalçaak utangaç, sıkılgan. uyalğansı- utanır gibi gözükmek; yalandan utanmak. uyalıñkı- : uyalıñkı tartıp kaldı: bir parça utandı. uyalt- utandırmak, terzil etmek, fena vaziyete komak; aş kadırın bilbegen üy eğesin uyaltat ast…: yemekten anlamayan kimse ev sahibini utandırır; kün közdü uyaltat: güneş gözü kamaştırıyor. uyaltuu işs.. uyalt-’ tan. uyaluu I. inli, yuvalı; uyaluu curt: sayıca çok ve kudretli halk.\n\n\nII, işs. uyal- II’ den. uyañ 1. çekingen, sıkılgan, pısırık; uyañ ciğit: sıkılgan delikanlı; uyañ tart-; beceriksiz pısırık olmak; 2. yumuşak, nârin, nazik; uyañ cün: yumuşak yün; İspanyol yünü; uyañ cünmüü koy: İspanyol koyunu. uyañdık çekingenlik, sıkılganlık.. uyat- utanç, ayıp; kepazelik; yüz karası, rezalet; uyat bol: rezil olmak, kepaze olmak; uyat kıl-: kepaze etmek, terzil etmek; uyakta kal-: utanmak, kepaze olmak; sisge uyat boldum: size karşı mahcup odum, sizin karşınızda rezil oldum; uyat berüü: ihtar etmek, utadırma (bir nevi cezdaır). uyatsız hayâsız; utanmaz, yüzsüz. uyatsızdan- hayâsız olmak, utanmamak. uyatsızdık haysızlık, utanmazlık. uyattuu 1. vicdanlı, utangan; 2. muhterem (harfiyen: kendisinden utanılan kimse); uyatuu-kadıruular: muhterem ve hatırı sayırlar. uyçu sığırtmaç (sığır çobanı). uyezd r. kaza, sancak (idarî birlik). uyğak yahut töö uyğak: ayı pençesi denilen ot, Lappa; kozu uyğak: pehgamber çiçeği. uyğaktuu ayıpençesi otu ile kaplanmış olan. uyğar- tahsis etmek, ayırmak; bul işti mağa uyğarıp koydu: bu işi benim için ayırdılar, bu işe beni tahsis ettiler. uyğaruu işs. uyğar-’dan. uyğu : uyğu-tuyğu: 1) karşıklık; kargaşalık; 2) yılankavî. uykalış- 1. birbirne uymak; uygun gelmek; 2. kafiye olmak; kafiyelenmek. uykalaştır- 1. birini ötekisine uydurmak, birbirine uygun şekle sokmak; 2. kafiyelendirmek. uykana k-f. inek ahırı. uykaş- I. 1. ahenkli ölçülü; 2. kafiyeli, kafiye; atı uykaş: adaş; ırının uykaşı cok: şarkısının ahengi yok; uykaş sözdör: kifayeye uyan sözler.\n\n\nII. 1. ahenkli olmak; ölçülü olmak; 2. kafiyelenmek. uykaştık . 1. ahenklilik, 2. kafiyece uygunluk, kafiye. uyku uyku; kuş uyku bk. kuş 3; uykusu kandı: adamakıllı uyudu; uyusunu kandırdı;; tün uykusun tört bölgön: gece uykusunu dörde bölmüş (geceleri rahat uyumamış); uyku aç-, bk. aç- III; uykuda basıp öltür-: çocuğu uyku sersemliğiyle basıp öldürmek. uykuçu = uykuçul . uykuçul uykucu. uykuyu seven;; arı cok – külküçül sanası cok – uykuçul ats.: hayasız olan çok güler. kaygısız olan çok uyur. uykuçulduk uykuculuk. uykulu uykulu, uyku basmış uykuluu köz uykulu gözler. uyku beldekleri taşıyan gözler. uykusura- uykuda sayıklamak. uykusuroo 1., uykuda sayıklama; 2. yarı uyku durumu; uykusuroo köz: yarı uyumuş adamın gözü. uypala- 1. karma karış etmek, perişan bir hale komak (mes. saçları); 2. buruşturmak (mes. giyimi); at kök şiperdi uypalap oonap ele ketti. at ağnadı ve yeşil otu ezdi. uypalan- kırışıp top şekline girmek; keçeleşmek, ezilmek, çaçı cündöy uypalandı: şaçı yün gibi keçeleşti. uypalakta- (gözleri) oğmak; uykubuzdan oyğonup ketip, uypalaktap. közübüzü açtık: uykumuzdan uyandıktan sonra gözlerimizi oğuşturarak açtık. uypalat- . et. uypala-’dan. uysuz ineksiz, ineği olmayan adam. uysuzduk ineksizlik. uyu- 1. pıhtılanmak (kan, süt hakkında) birikmek, tolanmak ; 2. peşini bırakmadan takip etmek,bütün varlığiyle kendini bir işe vermek. uyuk yuva, in; hücreyle; kamunuskanın uyuğu: karınca yuvası: arının uyuğu : petek uyukta- . yuva kurmak. uyul 1. kıvrılmış şaç veya kıl. kıvrım. (insan kafasının tepesinde yahut atın alnında ve şakağında) ; uyul tegerekteri mat.: müşterülmerkez daireler; 2. kutup; tündük uyul: şimal kutbu; 3. ağaçlarda peyda olan ur; 4. es. yekpare. uyulğu- 1. dönmek, deveran etmek; şiddetli çarpınmak; uyulğuğan şaman: şiddetli esen rüzgâr; kâh bu, kâh öteki yandan şiddetle esen yel; 2. buram buram yükselmek; uyulğuğan çañ: buram buram yükselen toz; tamekinin tütünü kalıñ tumanday uyulğuyt: tütün dumanı koyu sis gibi asılı duruyor; 3. kıvrılmak (saçlar hakkında) 4. yatmak (ot hakkında). uyulğut- et. uyulğu-’dan; uyulğutup kamçı urup. kirip bardı oşondo folk.: kamçı sallayarak ve vurarak içeriye fırladı. uyum . teşkilât (kurum) ; koom uyumdarı içtimaî teşkilâtları. uyumdaş- teşkilâtlanmak. uyumdaşkandık teşkilâtlı olmaklık. uyumdaştıruu teşkilâtlandırma; uyumdaştıruu cıyılış: teşkilâtlandırma toplantısı. uyumdaştıruuçu teşkilâtçı. uyumdaşuu işs..uyumdaş-’tan. uyuş- 1. keçeleşmek, buruşarak topak haline gelmek; 2. birleşmek,teşkilâtlanmak. uyuşmaluuluk teşkiâtlılık. uyuştur- teşkilâtlandırmak. uyuşturul- teşkilâtlandırılmak. uyuşturulğandık teşkilâtlılık. uyuşturuluş (kendi kendilerini) teşkilâtlandırılış. uyuşturuu teşkilâtlandırma, uyuşturuu meselesi: teşkilâtlandırma meselesi; emgek uyuşturuu çalışmayı teşkilâtlandırma; uyuşturuu komiteti : teşkilâtlandırma komitesi. uyuşturuuçu teşkilâtçı; partiye uyuşturuuçusu: parti teşkilâtçısı. uyuşturuuçuluk teşkilâtlandırıcılık. uyuşul- teşkilâtlanmak, birleşmek; uyuşulğan col menen: teşkilâtlanma yolu ile; baldar bakçası uyuşulğan: çocuk bahçesi teşkilâtlandırılmış. uyut- et. uyu-’dan ılay uyut-: balçığı yoğurmak; ayran uyut: yoğurt ekşitmek; köğülümö uyuta albadım: tam kanaat edinmedim. uyutku 1. yoğurt mayası; 2. faal, aktif unsur; 3. sis. nüve; cetekçi uyutku; rehberlik eden nüve. uyutkuluu birleşmiş, kaynaşmış; yekpare; esas nüve etrafından birleşmiş olan; uyutkuluu el: kuvetli, sağlam, teşkilatlanmış olan halk. uyutuluu işs.. uyut-’tan. uz usta. eli uz, elişiyle uğraşan kadın, mahir, becerikli; az bolso da uz bolsun: az olsada iyi olsun! uza- 1. uzaklaşmak; uzağa gitmek; köp uzağan cok atam öldü: çok bir zaman geçmeden babam öldü; 2. muvaffak olmak; terraki etmek; kılmışı cok kıynağan Kedeykan kantip uzasın folk.: şuçsuzları azaplayan Kedeykan nasıl terakki etsin ve nasıl muvaffak olsun?; e, uzabağır!: iyilik yüzü görmeyesin! uzak uzun (zaman); uzakka sozulup ketti: uzun sürdü. uzakta- uzun sürmek; uzaktabay: uzun süemeksizin, çok geçmeden. uzan- çalışmak, bir zanaatla meşgul olmak (başlıca, demirci hakkında); usta uzanıp atat: demirci çalışıyor. uzanış- müş. uzan-’dan. uzant- et. uzan-’dan. uzar- uzamak (uzun olmak); ayağı uzarbas: iyilik görmez; coluñu uzarsın! bk. col 1; eteği bütölüp, ceñi uzardı bk. bütöl. uzart- uzatmak. uzartuu- uzatma. uzat- 1. uzaklaşırmak, gitmye müsaade etmek, kendinden uzağa bırakmak; geçirmek (teşyi etmek); 2. kızı güveyin köyüne göndermek; 3. kocaya vermek. uzata boyunca, boyuna, boyuna giden: uzatasınan ketken: uzununa giden, boyunca giden. uzatış- müş. uzat-’tan. uzatuu geçirme, teşyi. uzatuuçu geçirici teşyi eden. uzda- bir işi ustalıkla, merhametle yapmak. uzdat- et. uzda-’dan; çımırata tiktirgen, uzdan uzğa uzdatkan folk.: pul pul nakışla işletti, elişi ustalarından en ustası olan kadına marifetini göstermeyi emretti. uzoo işs. uza-’dan. uzun uzun, uzunluk; boyu uzun; uzun boylu; zunubuzdan cattık: uzanarak yattık; uzundan uzak, köpkö tuzak kılba: mızmız olma pısırıklık etme!; uzun sarı bk. sarı I; kısa eldin uçu, uzun eldin kıyırına cayılat: küçük memleketten çıkan bir şayia büyük memleketin kenarlarına kadar yayılır (yayıntı her yere gider). uzundu uzundu kekçe: gece geç vakita kadar. uzunduk uzunluk. uzvana kon = zveno. übölük oklava. üç 1. üç (sayı); 2. (ordo bk. oyunda ve çocukların aşık oyununda) beş; birdin üçü: beş aşık; birdin üçü bir: altı; birdin üçü eki: yedi; ekiniñ üçü: on ekinin üçü tört: ondört; beştiñ üçü yirmibeş v.s.; 3. (alelâde konuşmada) birdin üçü: birkaç, bir mikdar, iki-üç, üç-dört, beş- altı; birdin üçü bolup oturuşkan adamdar: oturan beş altı kişi; birdin üçü ele malı bar: birkaç tane hayvanı (üç-dört, beş altı baş). üçkül üç köşeli, üçgen (müselies); keñ burçtuu üçkül mat.: geniş açılı üçgen; tar buruçtuu tar buruçtuu üçkül mat.: dar açılı üçgen. üçöö üç kişi, her üçü; üçööngör: üçünüz, her üçünüz. üçöskö kon. = uçaske. üçöskölük kon. = uçaskalık.. üçültük (karş. ekiltik) hesap sarısında üç yerine giden, geçen. üçülük üçlük, üç parçadan ibaret olan (daha bk. ilik I). üçün (gaye yahut sebeb ifade eden sonek) için; sen üçün: senin için; bilbegenim üçün: bilmediğimden dolayı, bilmediğim için. üçünçü üçüncü. üdöö f.: üdöösünön çığamın: hakkından gelirim; yapabilirim. üdüröy- karmakarışık olmak (saçlar hakk.). üdüröyt- (saçları) karmakarışık etmek. üdüröytüü işs. üdöröyt-’ten. üdüröyüü işs. üdüröy-’den. üf ! (buradaki f yalnız iki dudağın iştirakiyle çıkan bir sestir) 1. of! (sıkıntı veya kederle bir iççekme nidası); 2. dervişlerin âyin sırasında soyledikleri bir sözdür; kurulğan kündö alkañız, tañ atkança <<üf!>> degen folk.: sizde zikir merasimi her gün tertip ediliyordu ve sabaha kadar <> çekiliyordu. ügül- mut. ük-’ten. ügündü demir tozu, eğinti. ügüt 1. öğüt, nasihat; 2. propaganda; ügüt nasihat bölümü tar.: propaganda şubesi; ügüt kazağı: beyanname. ügütçü propagandacı. ügüttö- 1. öğütlemek, nasihat etmek; 2. propaganda yapmak. ügüttöö- 1. nasihat, öğüt; 2. propaganda. ügüttööçü propagandacı. ük- övütmek, ufalamak. ükök erzak muhafazası için kullanılan küçük sandık. üköl = ukol. üköz r. (<>) kararname, ferman; üköz moldo tar.: nahiye müdürlüğünde kâtip. üksögöy saçları karmakarışık olan, kıllı, tüylü, saçarı uzamış olan. üksök = üksögöy. üksöñdö- 1. saçı kılı birbirine karışmak; 2 mec. kızgınlık ve hırsla atılmak (uzun saçlı erkek hakkında). üksmöy- sarkık durmak (herhangi bir lifli nesne hakkında), tüyleri, ve saçları karışık ve kalkık durmak, ör. bk. üñüldö-: üksöyt- et. üksö-’den. ükü 1. puhu kuşu; mıkıy ükü: baykuş, (bazan da Nyctala kuşu); kırğıy ükü: atmaca baykuş; ükünün uyasın taaptır: basına devlet kuşu kondu (harfiyen.: puhu yuvası buldu); 2.puhu yahut bayukş tüylerinde süs; ükü tağınıp yahut ükü sayınıp: (kalpağına) puhu (yahut baykuş) tüyü takarak. ülbüldö = ülbürö-. ülbürö- 1. nârin, ince tüylü, zarif olmak; 2. gevşemek, sölpümek, keyfi kaçmak. ülbüröt- et. ülbürö-’den. üldö : üldö menen büldögö orop asrağan bala: üzerine titremek suretiyle terbiye edilmiş, nazlı büyütülmüş çocuk. üldürö- 1. kuvvetsiz, gevşek, aciz olmak; üldüröp süylö-: gevşek konuşmak pısırıklık etmek; 2. eskimek, örselemek, yırtılmak, lime lime olmak. üldüröö işs. üldürö-’den. üldüröt- et. üldürö-’den. ülgü 1. örnek misali 2. biçki kalbı, model. ülgülüü nümunelik, örneklik; ülgülüü ustav: örneklik, talimname. ülgür- yetişmek (vaktinde gelebilmek yapabilmek). ülöş hisse, pay, üleş. ülöştür- üleştirmek, tevzi etmek. ülöştürüü tevzi, üleştirme. ülpöt a. dostlaşma, ülfet, dost geçinen üzümre, dostluk. ülpüldo- 1. pamuk gibi yumuşak olmak; ülpüldögön katın: nazik, nârin zarif kadın; 2. azacık alevlenmek, yıldıramak; 3. mec. yaltaklanmak, sokulmak. ülpüldök 1. gayet tüylü, havlu olan nesne; 2. mec. yatak, sokulgan. ülpüldöt- et. ülpüldö-’den; üstünön ültüldötüp öt-: bir konuya şöyle sathice temas ederek geçmek, bir şey hakkında ciddî olmayarak veya etraflıca düşünmeyerek fikrini söylemek. ülpünçök = ülpüldök. ülük 1. boyunuzun dibini teşkileden kemik; 2. kamçının pürüzlerini gidermek için kullanılan boynuz safha. ülül salyangoz. ülüñdö- gevşemek, sörpümek(bk.ülüy-). ülüröy- bulanmış ve hayat eseri kalmamış olan gözlerle bakmak, gözlerini yarı yapatmak; ülüröygön: dar gözlü, sönük gözlü: ülüröygön ılampa: çok zayıf ışık veren lamba. ülüş (karş. şerne, coro,deñgene) tar. zengin adamın civarındaki halka yahut bir kabilenen diğer bir kabileye yahut bir bölge ahalisinin diğer bir bölge ahalisine verdiği ziyafet. ülüy- = ülüñdö-; ılanpa ülüyüp (yahut ülüñdöp) canat: lamba çok zayıf ışık veriyor. ümöt a. ümmet, (dinî) cemaat; Mahkanbettin ümötü: ümmeti Muhammet, Müslümanlar, müslüman. ümtöt- = ümüt et – (bk. ümüt); munun baarın menden ümtötpöñüz, men aytpaym: bunun hepsini benden beklemeyin, ben söylemiyeceğim. ümüt . f. umut; ümüt kıl- yahut ümüt et -; I) güvenmek (ablatif ister) caman it cayloodoğu carmadan ümüt kılat ats.: kötü köpek yaylakta pişirilecek olan tiride güvenir; 2) (çocuk emziren kadın hakkında) hediye umut etmek (boşa çıkan umut, inanca göre, göğüs iltahabına sebep olurmuş); ümüt üz-: umudu kesmek. ümütkör f. ümitli, ümit eden; ümütkör kıl-: umut vermek umutlandırmak. ümütsüz ümitsiz ümidi olmıyan; bedbin. ümütsüzdön- umutsuzlanmak, umudu kesmek, bedbin olmak. ümütsüzdük umutsuzluk, bedbinlik. ümüttün- umutlanmak, umut etmek, kendini umutlarla avutmak. ün ses, sada, eda (ton); ünü basıldı: sesi kesildi; ünün bastı; sesini kesti (sustu); ünün bastırdı: sesini kestirdi (susturdu); ün kat- yahut ün koş-: bağırıp çağırmak; ün katpastan: ses çıkarmadan; ünbiğiktigi: sesin yüksekliği yahut tonu (edası); ün-tün cok: çıt yok, tam sükûnet; bulbul üngö saldı: bülbül ötmeye başladı. ündö- 1. çağırmak (başlıca alıcı kuşu): : 2. bağırıp çağırmak; seslenmek. ündök çağırış (alıcı kuşu); ündökkö kele elek kuş: henüz çağırışa alışmayan, çağırıştan anlamayan (alıcı) kuş. ündön- ses hususunda benzemek; bulbulduñ ünü ündönöt folk.: sesi bülbül sesine benziyor. ündöö çağırış, hitapname, hitabe: müravaat; ündöö kağazı: beyanname. ündöştük 1. sesçe benzerlik; 2. db. seslerinin ahengi (synharmonizme); ündöştük zakonu yahut ündöştük zañı: ahenk kanunu. ündüstür = industriya. ündüü 1. sesli, sadalı, iyi ses veren; ündü komuz: iyi ses çıkaran kopuz; 2. db. sadalı (ses); arktı ündüü yahut coon ündü: artdamaksıl sadalılar; erin ündüü: dudaksıl sadalıları; kısık ündüü: dar sadalılar; keñ ündü: geniş sadalılar; 3. sesli; ündüü filma: sesli fim. üñkügüy kamburu çıkık olan. üñküldö- ağzını açmadan boğuk ses çıkarmak. üñkür- mağara. üñküy- başını iğmek (kederden) kamburunu çıkarmak; üğnküyüp cat-: hiç kalkmadan yatmak. üğünküyüü işs. üñküy-’‘den. üngşüy- = üngküy-. üñü- bir şeyin içine saklanmak, bir şeyi delmek, delik açmak. üñül- mut. üñü-’den; üñülüp kara yahut üñülö kara-: var dikkatiyle aşağı bakmak; dikkatle aşağı bakmak (mes. kuyunun içine yahut yüksek bir kayadan); gözünü dikerek bakmak, aşırı dikkatle bakmak; üñülö karay kaldı: dikkatle bakmaya başladı. üñüldö- boğuk ve hazin bir ses vermek; Elemandan al ketti, üñüldögön ün kaldı, üksöyüp sakal cün kaldı folk.: Eleman kuvvetten düştü, sesi kısıldı, seyrek sakalı sivrilip kaldı. üñülüş- . müş. üñül-’den. üñürököy ap açık duran; mağara görünüşünde olan. üñüröy- ap-açık durmak, mağara görünüşünde bulunmak; mıltıktın üñüröygön oozu: tüfeğin ap açık duran namlu ağzı. ünöm 1. tasarruf; bu kançağa ünöm bolmok ele!: bundan ne tasarruf edersin! (bunda tasarruf edilecek birşey yoktur); may dalağa çeyin ünöm boldu: yağ epey zaman dayandı; 2. es. = ekonomika; çañı ünöm sayasatı: yeni iktisadî politika. ünömdö- tasarruf etmek. ünömdöö tasarruf; ünömdöö üçün: tasarruf etmek için. ünömdük tutumluluk; ünömdük menen: tutumluluk ile. ünsüz 1. sessiz, iyi ses çıkarmayan, sadasız; 2.db. sadasız (consonne). üp I. ev eşyasının, elbisenin en kıymetli (en iyi) kısmı, mücevherat.\n\n\nII, hava sıkıntısı; en küçük rüzgâr bulunmaksızın şiddetli sıcak; kün üp bolup turat: hava sıkıntılıdır. üpçü giyİme düğme yerine dikilen şerit. üpçülö- üpçü’leri bağlamak (bk. üpçü). üpçün 1. karakuşun ayaklarına giydirilen kılıf-eldiven; 2. (Destanda) savaş giyimlerinin birinin adıdır. üpsüy- sivrilip durmak (kıllı veya saçları karmakarışık olan hakkında). üpülmalik a. bir bitkinin adıdır. üpüp yahut sasık üpüp hütüt (kuş). ür I. = ur II. ür- II. havlamak; it ürgön cerge coloboyt: <> (meskûn yerlerden sakınıyor); ürörgö iti cog ele: <<ürecek köpeği bile yok>> (yani, hiçbir şeyi yok). ürgülö- uyuklamak, pineklemek (yarı uyumuş adam hakkında). ürgülöt- uyuklatmak, uyuklamaya mucip olmak; közün ürgülötüp, karye kekeyip turup alat: kâh uyuklamış gözlerini kapatıyor, kâh gene dik duruyor. ürgülötüü işs. Ürgülö-’ten. ürgüz- havlatmak, havlamaya mucip olmak; itterdi ürgüzüp ayıldan ayılğa çapkılap cüröt: köpekleri havlatarak köyden köye dolaşıyor. ürk- ürkmek, korkarak bir yana atılmak; koy ürktü: koyunlar ürktüler; el Kıtaydı karay ürktü: halk korkarak Çine doğru kaçtı; Tekeske ürkkön el; Tekese kaçan halk; el ürkkön cılı = ürkün cılı (bk. ürkün). ürkör ülker (yıldız topu). ürkün I. 1. telaş panik kargaşalık; intizamsız bir şekilde kütle şeklinde kaçış (gerek konuşma dilinde, gerekse edebiyatta 1916 yılında gaddarca tenkil edilmiş olan Kırgız isyanının sonu ve Kırgızların Çine kaçması <<ürkün>> tesmiye edilmektedir); ürkün cılı: (1916) panik senesi; 2. kaçanlar (korkarak ve şaşırarak); ürkün Kırgız eli: (1916 yılında) kaçan Kırgız halkı.\n\n\ntürkün sözünün tekidir: ürkün- türkün: türlü-türlü. ürkünçök ürkek, korkarak kendisini bir yana atan. ürküt- ürkütmek, korkutarak bir yana sıçratmak. ürkütüü isş. ürküt-’ten. ürkü isş. ürk-’ten. ürö- iptal etmek (borcu: ancak alacaklı tarafından değil de, aracı tarafından); alasamdı üröp ciberdi: o (yani üçüncü şahıs) beni alacağımı iptal etmeye zorladı; can ürö-: hayatına acımamak; canla-başla verilmek; küç ürö-: kuvvet esirgememek; cumuştu üröp saldık: çok çalıştık; işi bitirdik; san kazına, köp maldı, sarıp kılıp üröñüz folk.: hesapsız hazneyi ve çok hayvanı, esirgemeden, sarfediniz!; üröp-küröp: büyük miktarda. ürön tohum, hububat, tohumluk; ürön- pürön: hernevi hububat: her hangi bir tohum. üröndük tohumluk; üröndükkö: tohumluk olarak, damızlık olarak, üretim için. üröt- et. ürö-’den. üröy ruh; üröyü uçtu: ödü patladı (korktu); üröyün uçurdu yahut üröyün aldı: onu pek fazla korkuttu; atkılap, eldin üröyün aldı: ateş ederek halkın ödünü kopardı (aşırı derecede korkuttu): üröyü suuk: cehresi menfûr nâhoş. ürp 1. tulumun cidarında kalan kımız posası (ki kımız mayası olarak kullanılır); ekşiyip bozulan kımızın koyu maddesi; 2. ihlil erkeklik aygıtının deliği). ürpök ürpermiş; ürpök çaç: kabarık saç, kabarık saçlı; ürpök baş = ürpökbaş. ürpökbaş dağ keçisi yavrusunun dişisi. ürpöñdö- horozlanmış, hiddetlenmiş görünüşte bulunmak. ürpöy- = ürpüy-. ürpöyt- = ürpüyt-. ürpüy- horazlanmak, hırslanmak, kızmak. ürpüyt- ürpüy-’den; cün ürpüyt-: tüy ürpertmek, kılları diken diken olmak. ürpüytüü işs. ürpüyt-’ten. ürpüyüü işs. ürpüy-’den. ürtük çul, örtü. ürtüktö- çulla veya örtü ile örtmek. ürül bürül sözünün tekidir. ürüldö- gümbürdemek, hırlamak, horuldamak. ürüñ : ürüñ-barañ: şafak, fecir; ürüñ- barañda yahut ürüñ-barañınan: şafak sökerken; ürüñ-barañdan turuşup: şafak sökerken (hep beraber) kalkarak. ürüp I= ürp.\n\n\nII, a. ürüp-adat: örf ve adet. ürüş havlama. üs = üst. üsön a. asan-üsön = kök cele (bk. kök II.2). üst (daha çok bitişik zamir ile kullanılır); üst; üstödüñ üstündö: masa üstünde; üstöldüñ üstünö koy (masanın üstüne koy! üstüñön arız berem: ben senden sikâyet edeceğim; anın üstünö: onun üzerine, ona ilâveten ondan başka; üst astına tüşüp calınat: aşırı derecede ve yaltaklanarak yalvarıyor; astın üstünö katın al-: bir karısı varken daha bir karı almak; künü üstünö ber- tar-: bir kızı karısı olan adamla evlendirmek; üst-üstüne: tekrar tekrar; papirostu üst-üstüne tarttı: sigara üstüne sigara içti; kündür tündür iştöönüñ üstündö: geceli-gündüzlü çalışıyor; tamaktın üstünön çıktım: tam yemeğe rastgeldim; cumuştun üstünön çıktım: tam iş zamanına rastladım; dal üstünön çığıpsın: tam gerekli nokaya parmak basmışım; okuyanın üstünö basıp keldi: vakanın cereyan ettiği yere yanaştı; üstü baş: üst-baş; üstü başı durus: üst başı düzgün; kardıbız tok, üstübüz bütün: karnımız tok, üst başımız tam; üstübüz dögü cıl: içinde buluduumuz sene; üstübüzdögü door: bizim devir: (bitişik zamirsiz kullanıldığında kelimenin sonrasındaki t düşer); üsköbü, askabı?: yukarıya mı, aşağıya mı?. üstö- katmak , ilave etmek (hububatı mayii ve s. yi döküp tamamlamak). üstök ilâve, üstelik; kança üstök berdiñ!: ne kadar üstelik verdin verdir:; üstök bayda: aşırı kazanç, fazla kâr. üstökö üstökö-bostok(yahut bostoktop) ele içe berdi: boyuna içti, durmadan içti; kat üstökö-bostok kele baştadı: mektuplar biri ardınca biri gelmeye başladı. üstöl r. masa. üstöm üstün, hâkim olan; üstöm tap: hâkim sınıf; üstöm kel-: üstün gelmek, kuvvetce üstün olmak, muzaffer olmak. üstömdük üstünlük, hâkimiyet. üstömö ilâve, zam, katım; üst kat. üstömön yüz üstü, yüzü koyun; üstümönünön cakızdım: yüzü koyun yatırdım. üstümöndö- yüzüstü yatmak. üstübaş = üst baş (bk.üst). üstük- = üzdük-. üstüñkü yukarıdaki, üstteki. üstürt = üstürtön. üstürtön üst taraftan, üstünkörü, ciddî olmayarak. üsür = üzür- üş f. his, şuur; üşü cok: bayılmış, kendinden geçmiş; üşün ketir-: korkutarak bayıltmak; üşünö keltir-: ayıltmak. üşkü delik açmaya mahsus burgu; matkap; uuk’larda (bk. uuk I) delik açmaya mahsus biz. üşkür- fışnamak, ıslık çalar gibi ses çıkarmak; derinden ve hışıltı ile nefes vermek, iççekmek. üşkürt- et. üşkür-’den. üşkürük fışnama, ısılığa benziyen ses, iç çekiş. üşkürüktüü 1. iççeken; 2. mec. kederli, kederlenen. üşkürün- iççekmek. üşö- : cer üşö-: vatanı özlemekten erimek; cer üşödüm: gurbet beni bitirdi. üşönçük üşönçük baştık; alât edavatın muhafazasına mahsus ufak torba, kese. üşş derin ve ağır iç çekmek sesini taklittir (ş sesi şiddetli dudaklaştırmayla telafuz olunur). üşü- I, burgulamak.\n\n\nII, üşümek, donmak. üşük soğuk, ayaz; üşükö aldır-: üşümek; üşük aldı (yahut urdu yahut çaldı): soğuk vurdu, kırağı çaldı; butundu üşük çalıp ketti yahut butundu üşükö aldırdım: bacağımı dondurdum; üşükkö aldırgan but: donmuş (soğuktan sakatlanmış) bacak. üşünt- (uşunu + et) öyle yapmak, öyle hareket etmek; üşüntüp: öylece; o tarzda üşüntö bersek: böyle yapmaya devam edersek. üşüntül- mut. üşünt-’ten. üşüt- I.burgulatmak.\n\n\nII. üşütmek, dondurmak. üt dar delik; kulaktın ütü: kulak deliği. üttüü dar deliği olan; üttüü monçok: delikli boncuk; üttüü monçok cerde catpayt ats.: delikli boncuk yerde sürünmez. ütük r. *) ütü. ütürdüü örteli; ütürdüü çekit: noktalı virgule; ütürököy çirkin, gösterişsiz. ütüröñ : ütüröñ et = ütüröñdö-. ütüröñdö- hırslanmak, dövüşe kalkışmak, kızgınlıkla üzerine atılmak. ütüröy- 1. somurtmak; 2. miskin, nâhoş kıyafette bulunmak; ütüröygön üy: perişan oba. üv = üf. üy I, oba, keçi ev, ev; mesken; boz üy: oba; kara üy: fakir obası; ak üy: 1) beyaz oba : 2) zengin, muhteşem oba; üy tik-: oba kurmak; üy kötör-: muayyen bir maksatla oba kurmak (mes., şayanı hurmet misafirlerin gelmesi dolayısiyle); çalğız üy: 1) köyden ayrı bir kenarda duran oba: 2) köyden ayrı oturup bir adam; kızıl üy: kırmızı oba; çoñ üy: 1) büyük oba: 2) miras kalmış oba, baba obası; en küçük oğlun kaldığı oba; cer üy: toprak ev (kulübe); tam üy: bakçık ev, daimî ev (keçi evden farkı olarak); baldar üyü: çocuk evi, kireş; üygö kayt-: eve dönmek; üydögü: 1) evde bulunan şey; 2)mec. koca; üygö çık-: kocaya varmak; üy içi yahut üy-bülö: aile; üy- bülöçülük: ailecilik; üycay: ev-bark; üy cay şeriktiği: mesken ortaklığı; üy-cay soyuzu: mesken birliği.\n\n\nII,küme halinde yığmak; caman buka öz başına çöp üyöt ats.: kötü boğa kendi başına ot yığar. üylö- I, üflemek, nefes vermek; kol üylö-: eline üflemek; ot üylö-: ateşi üflemek.\n\n\nII, üy üylö-: evde yaşamak. üylön- evlenmek (aile sahibi olmak). üylönt- evlendirmek.\n\n\net. üylö- I’den; köörük üylöt-: körükle demirci ocağını körüklemek. üylüü 1. obası, evi olan; 2. evli, aile sahibi; üylüü-cayluu kişi: aile ocağına malik olan kimse. üymök yığın, küme, ot yığını. üymökçö küçük ot yığını, küçük tınaz. üymöktö- 1. küme haline koymak; 2. kuru ot yığını yapmak. üymölöktö- yığın şeklinde toplanmak. üymölöktöş- müş. üymölöktö-’den. üymölön- yığılmak, kümelenmek. üyölö- kümelenmek, yığılışmak, kalabalık halinde toplanmak, yığın şekline girmek. üyör 1.dağdan sel gibi akan çay; 2. ilkbahar buz parçaları akıntısı. üyörlön- şarıldamak, kaynamak (coşkun sel hakk.). üyöz tar . r. 1.kaza, sancak; 2. kaymakam, kazanın yüksek mülkiye memuru; 3. kaza müdürlşüğü (kaymakamlık dairesi). üyözdük tar. kazaya müteallik; üyözdük kümitet: kazanın işleriyle mesgul komite. üyrön- öğrenmek, talim görmek (Acc.ile); men traktor aydoonu üyrröndüm: ben traktör sürmesini öğrendim; kılğanıñ kişi üçün bolso, üyröngönüñ özüñ üçün ats.: yaptığın (iş) başkası için ise, öğrendiğin içindir.. üyrönçük talebe, öğrenici, müptedi (mes. bir muharrir) üyrönüş- müş. üyrön-’den. üyrönüü işs. üyrön-’den. üyröt- öğretmek [birisine (Dat.) bir şeyi (Acc.) ]; mağa traktor aydoonu üyröt!: bana traktör sürmesini öğret!; uuluna temirçilikti üyröttü; oğluna demircilik zannatını ömğretti. üyröttü öğretme, talim. üyrül- evrilmek, dönmek, deveran etmek; üyrülöyün = aylanayın (bk. aylan-) ; üyrülüp üstünö tüşö kaldı: sevinç yahut acıma coşkunluğuyle onun yanına sıçradı. üyül- yığın halinde ığılmak yahut toplanmak, kümelenmek. üyülüü işs. üyül-’den. üyür I, at sürüsü (birkaç kısrak ve bir tek aygırdan ibaret olan), üğür üyür bol-: dostlaşmak; üyür al-: alışmak, muhite ısınmak; baldarğa az kündö üyür alıp kettim: çocuklara pek çabuk alıştım, ısındım; koşkoño üyür emes, süygöngö üyür ats-: zorla güzellik olmaz (harfiyen.: verilen adama değil, sevilen adama ısınılır); üyürüñ menen üç toğuz!: üç dokuzluk olun! (yırtıcı hayvan inine yaklaşırken avcı böyle söyler). üyür- II, evirmek, döndürmek (başlıca hububat elerken eleği); kamçı üyür-: kamçı sallamak; töbösönö kamçı üyürdüm: üzerine kamçı salladım; mağa kamçı üyürdü: benim üzerime kamçı salladı. üyürdüü : üyürdüü ayğır; kendine has üğürü (kısrak sürüsü) olan aygır. üyürsök 1. kendi sürüsünden ayrılmıyan (at hakkında); 2. mec. başkalarına çabuk ısınan, munis. üyürüü işs. üyür- II’den. üyüz = öyüz. üz- koparmak, kesmek; plan üz-: plânı akamete uğratmak; mından arı üzböy cazip turam: bundan böyle kesmeden (mutazam surette uzun ara vermeksizin) yazacağım. üzdük- şiddetli açlık hissetmek, açlıktan ölüm halinde bulunmak. üzdüksüz fasılasız, arasız. üzdüktüü fasılalı. üzgültük kopan; fasıla; düşüklük; üzgültük kılbay berip tur!: muntazam surette fasılasız ver!; üzgünlükkö uçuradı: düşüklüğe uğradı (plânı yerine getiremedi). üzgültüksüz fasılasız, kesilmeksizin. üzmö bir çeşit yemek. üzöñgü I, üzengi; üzöğü boo: üzengi kayışı; üzöñü booğo sal-: üzengi kayışına takmak; üzöñü coldoş: süvarilik arkadaşı; yaşdaş; silâh arkadaşı: üzöñü kagışıp kir: (koşularda) atbaşı beraber gelmek.\n\n\nII, bk. baba. üzöñgülöş = üzöñgü coldos (bk. üzöñgü I). üzük I, tuurduk (bk.)’ın birparça yukarısının, veya onunla tündük (bk.) arasından geçen keçeler (dir ki onlar iki tanedir: aldıñkı yahut astıñkı: öndeki ve köktü yahut törkü: arkadaki).\n\n\nII, kopmuş, koparılmış. üzül- I: üzül-kesil yahut üzül-kesel; yahut üzüldü-kesildi: katiyetle; kesin olarak.\n\n\nII, 1. kopmak, kesilmek, inkıtaa uğramak; sabahına üzülböy barat: dersine kaçırmadan devam ediyor; 2. ölmek, vefat etmek. üzüldü üzüldü-kesildi = üzül-kesil (bk. üzül I). üzüllüksüz fasılasız; üzülüksüz iş cuması: fasıalısız iş haftası. üzüm parça ; bir üzüm et : bir parça et. üzümdü kırıntı, parça, fıkra. üzür I, a. zevk ; uunun üzürün kördük : avın zevkini hayrını gördük.\n\n\nII, a. üzür-mazır kebiñ bolso, ayt : eğer şikâyetlerin varsa, söyle ! üzüş- hep beraber kopramak, koparışmak. üzüü koparma, kesme. vacip a. terki caiz veya mümkün olmayan. vagon r. vagon. vagonetka vagonet. valyuta r. döviz. variant r. başka şekil, şık. vassal r. tâbi, vasal. vassaldık tâbilik. vay ! vah, vay! vazelin r. vazelin. vedomost r. (bu rusça sözün birçok manaları vardır, ki liste, sicil bordro, cetvel, gazete bunlar cümlesindedir; M.); Sovettik Sotsialistik Respuplikalar Soyuzunun Coğorku Sovetinin Vedemosttoru: Sovyetler Birliği Yüce Şûrasının gazetesi yahut zabıtları. veksel r. bono. ventilyator r. hava menfezi, ventilâtör. viveska r. tabelâ, lâvha. vika r. bir nevi burçak, Vicia. vino r. şarap. vitamin r. vitamin. visit r. vizita, ziyaret. vojatıy r. kılavuz. vokzal r. gar. voloztnoy r. : voloztnoy pravleniya tar: nahiye müdürlüğü. vtulke r. dingil kovanı, mil kovanı, yatak, bilezik. vznos r. yatırılan para, aidiye. vzvod r. as. takım. ya f. ya!; ya, allah! ya, Allah. yaçeyka sis. höcre. yağni a. yani. yakor r. çapa, demir (gemicilikte). yanvar r. ocak (ayı). yubiley r. yıldönümü, jubile. yurist r. hukukçu. yustitsiya r. adliye. zaada I, f. yahut cürök zaada: ürkmüş, korkak, ürkek; cürök zaada bolbo!: korkma!\n\n\nII, f. bek-zaada: beyzade; badışa zaada: şehzade; aram zaada = aramzaa. zaar I, f. zehir; tekenin (yahut koçkordun) zaarı: iğdiş edilmemiş olan tekeden (koçtan) çıkan pis koku.\n\n\nII, orto zaar: ortaca. şöyle böyle, orta derecede.\n\n\nIII, a. yahut tañ zaar (daha doğrusu saar) şafak, seher; tañ zaarınan turup: seher vaktında kalkarak. zaara I, f.: zaarası ceddi yahut zaarası uçtu: ödü koptu (aşırı derecede korktu).\n\n\nII, = sara kalkarak zaarduu 1. zehirlenmiş,zehirli;2. fenalık taşıyan kimse,en fena adam; eldin zaarduu duşmanı: en fena halk düşmanı. zaarkan- nefret hissetmek. zabar f. üstün, fetha (Arap alfabesinde a nın yerinin tutardı). zabastovka r. grev. zabın = zobun. zabır = cabır II, güçlük, ıztırap. zabırka- ıztırap çekmek. zabırkat- zahmet vermek, azap vermek. zaboy r. tek. maden kuyusundaki işçinin açtığı oyuk. zaboyçu tek. maden kuyusunda oyuk açan işçi. zabur a. Zebûr Mezâmeri Davûd, zaçot r. ped. sömestr imtihanı. zadaniye r. verilen vazife. zadetke r. pey, kaparo. zadi f. yahut zadinde. 1. büsbütün. aslâ; 2. bir zaman . zağara f. 1. buğday ile mısır yahut darı unlarının halitası; 2. bu gibi undan pişirilen ekmek. zağır a. (daha doğrusu sağır), yaşı daha çok küçük olan öksüz. zagovorşik r. Komplocu, suykastçı. zags r. (bu, Rusça daha doğruca Sovyetlerce<>degende, Çalkuyruk, caaday uçup; zakımdap:<<çü!>> sesini duyar duymaz, Çalkuyruk (at) ok gibi uçarak koştu gitti. zakımdan- serapla örtülmek; ılgımsalgımla kaplanmak. zakımdat- et. zakımda’dan. zakon r.kanun; zakon çenemi; kanuna uygunluk, kanun ölçüsü içinde olmaklık; zakoño kanuna muhalif; daha. bk. zakün. zakonduk kanunî; zakonduk iş; kanunî iş. zakonsuz gayri kanunî, kanuna uygun olmayan, kanunsuz. zakonsuzduk kanunsuzluk; kanuna muhalefet. zakün kon. = zakon; zaküngö tuura emes: kanuna uygun değil; zaküngö sıybayt yahut zakün kötöyböyt: kanuna sığmıyor; kanun kaldırmıyor (kanunsuzca). zaküncü kon. kanuncu, avukat; hukuk müşaviri. zakünsüz kon. = zakonsuz. zakünsüzdük kon. = zakonsuzluk. zaküskö r. meze. zaküskölöt- meze bulundurmak; kiçine zaküskölötüp içpeylibi-: bir parça meze ile içmeyelim mi? zal I, (karş.sal I) kaya tuzu.\n\n\nII, r. salon. zalaka = salaka; zalakası tiydi: zararı dokundu, fena tesir yaptı. zalal a. zarar, biyan; zalal tap-: zarara uğramak. zalalduu zararlı. zadlar (karş. saldar), zararlı, mühlik tesir; alardın zadları tiydi: onarın zararları dokundu; osonun zadlarınan: onun fena tesiri yüzünden; eski adattın zaldarınan: eski adetlerin mühlik tesiri yüzünden. zalım a. zalim, gaddâr, tyran (zalim hükümdar) cebreden. zalımdık zulüm, gaddarlık, cebir-cefa. zalim = zalım. zalkar = sartaman. zalök r. rehin, rehine. zaman a. zaman, vakit, devir; bayırkı zamanda: çok eski zamanlarda; zar zaman I) halkın ağlama zamanı (XVII- nci asrın ilk yarısında Kırgız halkının hayatındaki çok ağır devir böyle tavsif edilmektedir); 2) ağır zamanlar, ızdırap zamanı; azuuluğa bar zaman, beyçarağa zar zaman ats.: azılı için refah zamanı, biçare için ise, ızdırap zamanı; akır zaman mit.: dünyanın sonu, âhır zaman. zamana a-f. 1.zamanlar, devir; 2. zor zamanlar; müşkül durum; başına zamana tüştü: ona ağır zamanlar geldi. zamandaş muasır,çağdaş. zamat a. vakit, ân; zamatta: dakkasında, bir lahzada, çabucak; zamatta közden kayıp boldu: bir lahzada gözden kayboldu; oşol zamat: o dakkada o anda. zambirek f. top (silâh); tün katardın zambiregi mec.: tehdit, gözdağı. zambirekçi topçu. zampa (Cenûbî Kırgızıstnada) = campa. zamparbay . zibidi, beceriksiz. zamzam a.dn. yahut zamzam suusu: 1. zemzem suyu; 2. mec. hayat veren su, rakı. zañ I. örf ve adet; es.kanun; zañ- zakündö cok: hiçbir kanunda yok, hiç bir kanunda yazılmamış; kılmış zañı. ceza kanunu.\n\n\nII. f. gait. zañda aptes bozma (pislemek); çımın zañdap ketti: sinek pisledi. zañğar I, kocaman şey, dev.\n\n\nII, = zañkar. zañğel . kaya; biyik zañgeldi minip tuğan kara bulut: yüksek kaya üzerine çöken kara bulut. zañğıra- tiz ses çıkarmak (erkekler hakkında); zañğırap ırda: yüksek ve ince sesle şarkı söylemek; zañğırağan çoñı üy: büyük muhteşem ev kocaman ev. zañğırat- et. zañğıra-’dan; zañğıratıp cüktö-: dağ kadar. gayet çok yüklemek. zañgi (Çin Kırgızlarından) halk hâkimi. zañılda- çınlayan ve tiz ses çıkarma; zañıldağın ır: yiğitçe söylenen şarkı. zañk : zañk et-: tınlamak, çınlamak. zañkar . f. alçak, namussuz. zañkay- zankğygan göklere doğru yükselmek, gayet yüksek olmak; zankaygan aküy; muhteşem. Kocaman beyaz ova zañkıy- zañkıygan ak tamdar: muhteşem. Büyük beyaz evler; zañkıyğan çoñ eleçek kocaman eleçek (bk) zañkıyğan cigit: kocaman delikanlı zañkıyt- et. Zañkıy-‘dan; seldein zañkıytıp orodo: (başına) kocaman sarığını sardı. zapas r. ihtiyat. zapasta- ihtiyat olarak saklamak; 2. (silâh hakkında) kurmak: mauzurun suurun alıp, zapastap, kayra saldı: mavzerini çekip çıkararak, kurdu ve yeninden yerine koydu. zapkı tezlil, hakaret, tazyik; zapkıce- yahut zapkı tart-: tezlil ve hakarete duçar olmak; zapkı körsöt: tahkir etmek, küçümsemek, tazyik eylemek. zapkoz kon. = zavhoz. zar I= zerI.\n\n\nII, f. hıçkırık. acı acı ağlama şiddetli ihtiyaç; tıyıña zarmın: meteliğe kuşun atıyorum; anı körüügö zarmın: onu görmeye müştehakım: zar zaman bk. zaman. zarda = zarde. zardal f. (folklörda) âmir, başbuğ. zardaldık (folklörda) âmirlik, başbuğluk. zardan- = zarlan. zardant- = zarlant-. zardap f. öd, safra; içime zardap kuraldı: sıkıntı içindeyim pek fazla canım sıkılıyor; tayaktın zardabı: dayak acısı; ormondun zardabı: zorlama, zulüm. tehtid . zardat- = zarlat-. zarde f. 1. gayret, kudret; zardesi çok: gevşek; sölpük; 2. ağrı, yakıcı ağrı. zardelüü gayretli, çevik, cesûr. zardep f. mazlûm. korkutulmuş. zardoo = zarloo. zarduu acı acı sağlayan kederli; zarduu obon: hazîn melodi. zarğın bir zaralı otun adıdır. zarık I: közünön caş ağat zarık-zarık: gözünden acı acı göz yaşları akıyor.\n\n\nII: üzülmek, canı sıkılmak, azap çekmek. zarıktır- . üzmek, azap vermek. zarıl I. a. 1. gerekli, zarurî; zarıldın zarılı: en zarurî olan; en gerekli; 2. muhtaç; akçağa zarılmın: paraya pek muhtacım. zarıl- II, ihtiyaca. katlanmak, sızlanmak, müşteki olmak, azap çekmek; zarıla kütüü: üzücü intizar, kaynata mağa zarılba, kalalbaymın bu cerde folk.: kayınpeder, bana drılma, ben burada kalamıyorum. zarılda- hızlı koşmak. zarıldat- et. zarılda’dan; zarıldatıp taşıyt: öyle hızlı taşıyor. ki buram buram toz yükseliyor. zarıldık ihtiyaç, zaruret. zarınçılık es. romatizma. zarla = zarlan-. zarlan- acı acı ağlamak, sızlanmak, tasalanmak. zarlant- et. zarlan’dan. zarlat- acı acı ağlatmak, aşırı derecede incitmek; umutsuzluğa götürmek. zarlatuu işs.zarlat’tan. zarlı = zarduu. zarloo işs. zarla-’dan. zarna = sarna. zarp I, a. vuruş, darp, kaderin darbesi, mihnetler.\n\n\nII, = sarıp; zarp kıl-: sarfetmek, harcamak. zarurat a. srk. 1. ihtiyaç, zaruret; 2. muhtaç; akçağa zaruret bolup turam: paraya mutacım. zarzaman f. = zar zaman (bk. zaman). zasedaniye r. celse; zasedaniye zalı: toplantı salonu. zasedatel r. (mahkemede) jüri azasından olan kimse. zat a. madde, cins, cevher; çartıldak zattar: patlayıcı maddeler; zat atooç gram: isim. zattaş cinsteş, aynı cinsten. zaya a. boşuna beyhude; zaya ket-: zayi olmak (mahvolup gitmek). zayapker f. koşu atlarına idman yaptırma uzmanı, jokey; külük taptap çapkan zayapker: koşu atı üzerine anterneman yapmak üzere koşan jokey. zayavka r. ihtira ilân ve iddiası. zayımpomoş r. kon. karşılıklı yardım. zayıp a. zevce, karı. zayır a. zâhir, şüphesiz; zayır akım: benim şüphesiz, muhakkak olan hakkım. zayimke r. küçük çiftlik. zayom = r. istikraz; zayom kagazı: istikraz tahvili; utuş zayomu: ikramiyeli istikraz. zeen a. kabiliyet, anlayış, kavrayış, zihin; ağa zeen kirdi: o, idrak etmeye başladı; zeenim keyidi; yüreğime kan savruldu, gayet acıdım, (birisi için) canım acıyor. zeendüü anlayışlı, kabiliyetli. zeer I= zer I.\n\n\nII= seer. zeket a. 1. tar. sermayeden yahut mülkten fakirler faydasına Şariat mucibince, verilen kırkta bir nisbetinde sadaka; zekât; 2. vergi; tündük zeket: her obadan bir baş olmak üzere (yani %2 nisbetinde) alınan vergi; 3. seket 2. zeki- korkutmak, gözdağı vermek. zen zeen. zeñ eñ II sözünün tekidir. zeñgir añgir sözünün tekidir. zeñgire- bir parça şuuru bozulmuş, şaşırmış bir durumda bulunmak: mas bolğondoy zeñgirep folk.: sarhoş gibi şuuru bozularak; başım zeñgirep, oorup turat: ağrıdan başım çatlıyor. zengi bk. baba; zengiler mec.: iri sığır hayvanları. zer I, f. (folklorda) altın.\n\n\nII, 1. amûdu fıkarî; 2. atın sğrısı; örköçü biyik, zeri bas folk.: cıdağısı yüksek, sağrısı alçak (at).\n\n\nIII, zer uçur-: fışkırtmak (kuvvet. gayret hakkında); zer uçurup caşçılık sergek bolğun şalkaybay folk.: gençlik sıhhat fışkırıyor, canlı ol maneviyatı kaybetme!\n\n\nIV= sıykır. zerçi 1. sıykırçı; 2. hokkabaz. zerdüü (folklorda) altına batırılmış, altınla süslenmiş olan. zerger f. kuyumcu; er kadırın er bilet, zer kadırın zerger bilet ast.: erin kadrini er bilir; altının ise kuyumu bilir. zergerçi = zerger; kümüş çapkan zergerçi folk.: gümüş kakmalar yapan kuyumcu. zeyin = zeen. zeyrek Iseyrek; zeyrek uçurayt: nâdir rastgeliyor.\n\n\nII, f. zeki, anlayışlı; kavrayışlı, basiretli. zeyrektik zekâ, kabiliyet; anlayışlılık; basiret. zığır keten, zığır çıçır kon.: aşiri derecede korkumak. zık : zıkım çıktı: şaşırdim. zıkılda- = zıpılda-. zıkıldat- = zıpıldat-. zıkım = sıkım. zım = sım. zıman f.: zıman kıl-: sındırmak; bozguna uğratmak; bet alışkan duşmandı zıman kılğan er Koşoy folk.: Koşoy bahadır kendisiyle kapşan düşmanları sındırdı. zımçı = sımçı. zımıldat- parlatmak; ayaktı zımıldatıp caladı: kabı tertemiz yaladı. zımıra- uçarcasına koşmak; zımırap- zuulap ötüp ketip barat: alabildiğine koşarak geçip gidiyor. zımırat I, zümrüt; zımırat közdüü bir şakek folk.: zümrüt kaşlı bir yüzük. zımırat- II, et. zımıra-’dan. zımırık = zumuruk. zımırıl- kaçmaya başlamak, alabildiğine koşmak. zımırılış- müş. zımıril-’dan. zımkıya zımkıya çoğoldu; nam nişan bırakmadan kayboldu. zınaa a. zina. zıncır = çıncır. zından f. hapishane, zindan. zıñ : zıñ et-: çınlamak; zıñ-zıñ etip kenebeyt yahut zıñ-zıñ etip da koyboyt: hiç aldırmıyor, zerre kadar aldırış etmiyor. zıñğıra- 1. kurularak ve yeknesak bir tarzda yarım sesle bir hava tutturmak; 2. çınlamak, tınlamak; zıñğıra ıyla-: hıçkırarak, avaz avaz ağlamak (sağu sağan kadın hakkında); zıñgırağan mırza (insan hakkında) kurumlu, gösterişli, cakalı. zıñğırat- : et. zıñğıra-’dan. zıñkığıy yiğit cesûr, yaman. zıñkılda- yaygara etmek, çığlıkla ağlamak. zıñkıldat- et. zıñkılda-’dan. zıñkıy- sertleşmek, gayet sert ve pek olmak (yüksek ve dik nesne hakkında). zıñkıyt- et. zıñkıy-’dan; zıñkıytıp tañ-: sım sıkı bağlamak. zıp : zıp zıp kanat sallama sesini taklittir. zıpılda- hareketin çabukluğunu ifade eden bir taklitlik fiilidir; hızlı koşturmak; şamal zıpıldayt ; ruzgâr suratla ıslık sesleri çıkararak esiyor; zıpıldap barıp kel: çabucak gidip gel!. zıpıldat- et. zıpılda-‘dan. zır : cüröğüm zır dey (yahut ete-) tüştü: ödüm koptu, korktum. zırılda- = zırkıra-. zırıldat- = zırkırat-: iyikti zırıldattı; iği hızlıca döndürdü. zırkaar şiddetli kuru soğuk, ayaz. zırkıra- 1. hızlı koşmak; maşina zırkırap cönödü: otomobil hızlı yürüyüp gitti; 2. zonklamak, pek şiddetli ağırmak; başım zırkırap ooruyt: başım şiddetle ağrıyor; emcegi zırkırayt: memesi acıyor (sütle dolduğundan). zırkırat- et. zırkıra-’dan. zırpılda- : cürök zıpıldayt-: kalp çarpıyor, kalp yerinden oynuyar. zıya = sıya. zıyaarat = zıyarat. zıyan f. zarar, ziyan; zıyan kıl-: zarar vermek, ziyan vermek; zıyan tart-: zarar görmek, hasara uğramak; on som zıyan tarttı: on ruble zarar gördü; bir bronevik zıyan tarttı: bir zırhlı otomobil hasara uğradı. zıyandaş mit. gûya gizlice insanın arkasından gezen ve ona hastalıklar ve felâketler gönderen bir şerir ruh. zıyandu zararlı; zararı getiren. zıyanduuluk ; zararlılık. zıyankeç f. muzır; zarar, veren fesatçı. zıyankeçtik fesat, sabotaj. zıyankor f. = zıyankeç. zıyankorluk = zıyankeçtik. zıyapat a. ziyafet. zıyarat a. evliya kabrini ziyaret etme, (mukaddes yerleri) ziyaret (fakat Mekke için kullanılmaz). zıyaratçı (Mekkeden başka mukaddes yerleri) ziyaret eden. zıykır = sıykır; zıykır okup, köz baylap folk.: büyü yapıp, göz boyayıp. zıynat a. 1. süs. ziynet; bezek; 2. lezzet, zevk. zıynatta- süslemek; anı zıynattap atıp kömdü: onu tantanalı bir surette saygı ile gömdüler. zikir a. 1. zikir; zikir sal-: Allahın isimlerini söylemek, vird çekmek; 2. mec. güvercin ve kumrunun ötmesi, dem çekmesi. zil I, pislik, kusuntu, irin; sarı zil: öt; sarı zil kustum: safra kustum; beli ketip şilisin zill ağlan sarala: sırtı ezik, boyunu irinli kula (at).\n\n\nII, a. esas, menşe; zili barıp çıkpay kalbayt: nasılsa da bulunur, kabil değil bulunmasın; bu zili saa kişi bolboyt: sen onunla geçinemezsin, sana hayır gelmez; zili-tübü emine bulur eken: bütün bu işler ne ile biter, acaba (korkarım, ki bunun sonu fena olmasın). zilde- kuvvetlenmek (hastalık hakkında), daha ziyade azmak; zildep ketken ooru: müzmin bir şekil alan hastalık; içi zildep ketti: içinden kan geliyor. zilden- = zilde-. zildet- et. zilde-’den; atıñdın coorun içine tüşürüp, zildetip ciberip cürösüñ: atını sen o hale getirdin, ki onun yağrısı derinleşti ve irin toplandı; ser tübünö zildetken: toprağa derin sapladı; köñülün zildetken: onu aşırı derecede incitti (gönlünü kırdı). zildüü şüpheli, şüpheye mucip olan; sözünün tübü zildüü: sözünde bir nevi kötülüğe ima vardır. zili bk. zil II. zilzala a. zelzele, yer depremi. ziñkilde- gergin bir hale gelmek; gerginleşmek. ziñkildek = añkildek. ziñkiy- yükseltmek göklere doğru çıkmak;ziñiyip turat: dim dik duruyor; boston yutmuş gibi duruyor. zire . kimyon anason zirkilde- 1. titremek 2. thevvür etmek. Aşırı derece hiddetlenmek; azgınlık yapmak, hiddet ve gayretle hareket etmek zirkire : Akmak fışkırmakmurdunan kan zirkireyt: burnundan kan fışkırıyor; attın tanoosu derdeñdep teri zirk-ireyt: atın burun kanatları kabarıyor ve ondan ter fışkırıyor. ziyarat = zıyarat. ziyaratçı = zıyaratçı. zobolo itibar; şeref; ehemmiyet; zoboloñ kötürülsün!: sana başarılar dilerim (itibar ve derecenin yükselmesi hususunda). zobun f. tezlil hor görme, zulüm; cebir, güçlük, müşkül durum; zobun körsöt-: tahkir ve tezlil etmek, hor görmek; zobun kör-: harekete duçar olmak; hor görülmek; başıña zobun kelbesin!: sakın başına bir felaket gelmesin!. zoldoy- = soldoy-. zolkoy sağlam, endamlı ve yiğit kılıklı olmak; Aybanbos minip; zolkoyup folk.: (kocaman adam) yiğitçe Aybanbos atın sırtında oturuyor. zombuçu zorba: zorbalıkla zapteden. zombuçuluk zombuluk. zombuluk yahut zorduk- zombuluk tahaküm hareketleridir. zona r. mıntıka, bölge, saha. zonaldık bölgelik; zonaldık sıtansiya: bölge istasyonu, merkezi. zoñkoñdo biçimsizce hareket etmek (kocaman nesne hakkında). zoñkoy- kocaman ve hantal olmak. zoñkulda- bağırmak, boğazı yırtılıncaya kadar haykırmak; zoñkuldap ırda-: avaz avaz bağırarak şarkı söylemek; zoñkuldap ıyla-: mec. çığlıkla ağlamak. zontik r. şemsiye. zoo kaya. zook a. zevk haz. zooka = zoo. zookçul zevk safayı seven. zookton- zevklenmek; safa sürmek. zooktonoş- müş. zookton-’dan. zoolog r. hayvanat âlimi. zoologiya r. hayvanat ilmi; zooloji. zoolu f. kelepçe. zoor a. sahûr; zoorgu oyğot-: sahûra uyandırmak. zoot I, = soot.\n\n\nII, kon. 1. = zavod; 2. (hayvanlar hakkında) cins, saf kan. zootehnik r. zooteknisyen. zootehnika r. zootekni. zor f. büyük, kocaman, kuvvetli. zordo- zorlamak; zorbalık etmek; öz boyuñdu (yahut özüñdü) zordoysuñ: kendikendini büyütüyorsun. zorduk 1. zorbalık; zorlama; 2. es. kız kaçırma. zordukçul zorba. zordukta- zorbalık kullanmak, zorlamak; zorduktap al-: zorla almak; kuvvete dayanarak çekip almak. zorduktat- et. zordukta-’dan. zorduktatuu işs. zorduktat’dan. zorduktoo işs. zordukta-’dan. zoruk- fazla koşturmak neticesinde soluğan hastalığına uğramak (vücudu yağ bağlamış at hakkında). zoruktur- et. zoruk-’tan. zök büyüklükte deve benzer bir efsanevî hayvanın adıdır. zöökür 1. haylaz, boş gezen, avare; 2. külhanbeyi, apaş. zöökürlük 1. haylazlık, avarelik; serserilik; 2. külhanbeylik. zöörük = zöökür. zubun grup, zümre, müfreze. zulum a. 1. zulüm; gaddarlık; 2. zâlim hükümdar, gaddâr. zulumçuluk = zulumduk. zulumduk zulüm, gaddarlık. zumbal ev tezgâhında dokunulan yünlü kumaştan yapılı uzun çuval. zumuruk f. bir efsanevî kuşun adıdır. zumurut = zımırat I. zuñkuy- 1. göklere doğru yükselmek; yüksek bir tepe şeklinde yükselip durmak; 2. (yüksek nesne hakkında): muzlim çehreli olmak; sumurtarak bakmak; zuñkuyup catat: o (ızbantut) hareketsiz yatıyor zuula- 1. havayı yarıp geçen bir ses çıkarmak; 2. mec. hızlı koşmak, koşturmak; zımırap zuulap bk. zımıra-. zuulat- et. zuula’dan. zuulda- aşırı derecede hızlı koşturmak. zuuldat- et. zuulda’dan; zuuldatıp cürüp ketti : koşturup gitti. züküt = süküt. züñküy- iri yarı ve kuvvetli olmak; züñküygön azamat : dızman delikanlı. züñküyt- et. züñküy-’den; dalısın züñküytkön ciğit : geniş omuzlu delikanlı. zveno r. sis. ara teşekkül.